bütün yazarları bu yaz kuşadasına davet ediyorum. açık ve net. Alkol, kalacak yer, yemek+sigorta şirketim tarafından karşılanacaktır. başvuruları aşağıya alalım.
her türk gencinin yapması gereken varsayılan fakat son zamanlar da yapmaya elveriş sağlamayan yani aile'si bile göndermemektedir. nasıl olsa bedelli çıkar denilir. ne parayla ne mülkle alakası vardır. insani değerler gözaltında bulundurularak onca yıl besleyip büyütülen çocuğun iki çakal uğruna şehit olmasına göz yumamamaktır. Kıyamamaktır.
Cem Uzan 2002 yılının yaz aylarında siyasete girerek Genç Parti'yi kurdu ve genel başkanı oldu. Partisi, kurulmasından üç ay sonra katıldığı 3 Kasım 2002 genel seçiminde %7,25 oranında oy aldı. 66 günde aldığı 2.500.000 oy ile büyük başarı yakaladı, birçok üniversite bu başarıyı araştırdı, öğrencilerin tez konusu oldu. Genç Parti, 22 Temmuz 2007 genel seçiminde %3.03 oy oranı almış, ancak iki seçimde de milletvekili çıkartamamıştır. 2007 genel seçimi öncesi propaganda sürecindeki Mazot 1 YTL olacak!, Fındık 8 YTL olacak! ve Dokunulmazlıklar kalkacak! benzeri sloganları olay yaratmıştır.
2. Ergenekon iddianamesinde, Şener Eruygur'u askeri darbeye teşvik ettiği iddia edildi. Daha sonra ise, Eylül 2009'da gizli yollardan Türkiye'yi terk etti ve bir süre Interpol tarafından arandı. 12 Ekim 2009 tarihinde, Fransa’ya yaptığı siyasi sığınma başvurusu kabul edildi. iktidar tarafından siyasi lince uğradığını iddia eden Cem Uzan, Fransız yetkililer de Uzan'ı haklı bulup siyasi sığınma başvurusunu kabul ettiler. Fransa'da siyasi sürgünde olan Genç Parti Genel Başkanı Cem Uzan, Genç Parti Genel Başkanı olarak siyasete devam etmektedir.
kefene cep dikilir. Hizmetlerimiz aşağıdadır
1) Altın Cebi " Bol kesimdir her türlü altını muhafaza eder. max 5 kg ) Fiyat 250 TL
2) Dolar Cebi " max 2000 dolar kapasiteli (100 lük desteler olmak kaydıyla) Fiyat 150 TL
3) Zeytinyağı Cebi " Max 5000 kg ilave edilir. meftanın 1 metre altına gömülür" Fiyat 2100 TL
Değiştiğimi fark ettim. durulduğumu.. sakinleştiğimi.. bazalim dinginleşirken, tersimin hızlandığını gördüm düşünürken.. barutumu tasarruflu kullanıyor gibiyim.. yine de aniden patlayıveriyor içim tetiği çekenin elinde.. tetik boşluğunun süresi uzamış olsa da, namlunun ucundaki zorlarsa şansını; çıkartabiliyor hala içimdeki zehiri..Bir yağmur akşamı. Buz gibiydi. böyle işte sevgili yazarlar. Boşverin
Farklı kıtaları severim ben.. başı boş olur kelimeleri.. işsiz güçsüzdür otel odalarındaki perdeler.. kimi kimsesi yoktur televizyonun altındaki sehpanın.. sandalye desen; yaşlanmıştır artık.. eskisi gibi tutmuyordur bacakları.. kıtası farklı olur şiirlerin buralarda.. daha bir içlidir otelin lobisi.. soğuğu buruktur, tanımadığın yüzler ise donuk.. ama yine de seversin işte başka bir yerde olma hissini.. belki de insana evini özleme fırsatı verdiği içindir.. kim bilir..
nereye gitsem, kendimle götürüyorum seni.. ilk seni koyuyorum valizime.. ilk seni çıkartıp asıyorum içime; en az sen kırışasın diye.. kırıştırırsam eğer, merak etme, o da yine seninle.. daha ne kadar sürer bu böyle bilmiyorum.. ama o süre gelene kadar; lansor, aspirin ve sen şeklinde süregidiyor hayatım.. birinizi rakıdan önce; birinizi rakıyla birlikte, birinizi rakı ertesinde alıyorum içime..
farklı kıtaları sevdiğimi söylemiş miydim sana? soğuk olanları bile severim.. paltomun önü açık, boynumda kaşgol, öylece salınmayı severim kıtanın orta yerinde.. farklı kıtaların, içinden nehir geçen şehirlerini ise bir farklı severim ben.. nedense onların da beni daha fazla sevdiğini düşünürüm.. ben gelmeden önce hazırlanırlar.. sevdiğim ışıkları pişirir, en güzel renkleri giyinirler.. bir şehrin içinden nehir geçiyorsa; o şehir halden anlıyor demektir bu benim için.. bilir ikiye bölünmeyi, köprülerin sadece ulaşımı sağladığını, aslında hiç bir şeyi bağlamadığını.. kendi içinden akıp geçen nehrin tek arzusunun denize dökülmek olduğunu bilir.. nehir sevmez şehiri, şehrin onu sevdiği kadar.. nehir için şehrin tek özelliği, denize dökülüyor olmasıdır.. “iyi çocuk işte…” der gibi sever nehir şehiri.. şehir, nehiri deli gibi seviyorken..
şehir ne zaman açılmaya çalışsa nehre, “sadece içinden geçiyorum ben senin! hepsi o kadar!” der nehir.. sanki içinden geçip gitmek az bir şeymiş gibi.. “seni ikiye bölüyorum” demez de; “içinden geçip gidiyorum” der.. sadece içinden geçip gitse, hadi neyse.. bir de sonunda gidip denize dökülmüyor mu.. işte şehri en çok yıkan da odur aslında.. denizin de umrunda sanki.. günde kim bilir kaç nehir akıyor içine.. öyle bıkmış ki; tatlı suyu katmıyor bile artık kendi sularına..
farklı kıtaları severim ben.. bir de içinden nehir geçen şehirleri.. şimdi içinden nehir geçen, farklı kıtadaki bir şehirdeyim.. odaya girer girmez bir de ne göreyim? yine benden önce gelmişsin.. oturmuşsun yaşlı sandalyeye; denize bakıyorsun içini çeke.. lansor içip oturdum ayağının dibine.. bir mucizeyi izler gibi seyre daldım nehri.. içinden geçtiği şehri.. seni.. gözlerini..
öyle güzeldir ki hüznüm benim, tanısan; sarılıp öpüp koklayasın gelir.. öyle naif öyle narin öyle kırılgan öyle temizdir ki; çekip çerçeveleyip dünyanın geri kalanından koruyasın gelir.. öylesi bir inançla bağlıyımdır ki üzüntüme, hala böylesi inançlar olduğu için geçip karşıma insanlık adına sevinesin gelir.. sevinesin gelse de sen gelme.. yoksa biter bu dört başı mamur hüzün.. ben böyle iyiyim; gelme istemem..
sevgi çoğunluktadır insanlık içinde, aşk her daim azınlıkta.. sevgi hoş görür sevdiğini, aşk şehvetle direnir sevdiğine.. sevgi tek başına iktidar olabilir; aşk her daim kendi başına muhalefettir.. laf anlamaz dinlemez, dinlerse adı aşk olmaz.. vaz geçmez.. direnmek aşkın ibadetidir.. cenneti eliyle itip, cehennemi tercih etmesi işte hep bu yüzdendir..
dört yapraklı hüzünlerim var benim.. ortasında çiçek açsa, çevresindeki yapraklardan özür dileyecek kadar mütevazi.. utangaç.. sıradan.. yalın.. yalnız.. ve sakin.. işte bu yüzden gelme.. aşkın şatafatlı gelir benim hüznüme.. bozulur dengem.. karışır aklım.. dönüşür dinginliğim.. beni fırtınalarla aynı destede derme.. korktuğumdan değil.. istemediğimden sadece..
öyle yiğit bir hüznüm var ki benim.. kemik tozu gibi pürüzsüz, altın tozu gibi kıymetli.. dört metre karelik bir odada, dört adamlık bir genişlik içerisinde.. öyle cesur ki, siler ömrünü bir kerelik gülümseyişine.. kusura bakma sevgili.. aşık olmak dururken, sevemem ben seni.. işte o yüzden gelme..
şimdi mis gibi hasret.. fırından yeni çıkmış sıcacık bir özlem.. bir dilim yürek.. yanında bir bardak uzaktalık.. dalından topladığım biraz ben.. hatıraların bağında yetiştirdiğim organik bir sen.. bana sorarsan; gelme istemem.. ama ille de geleceksen.. köşedeki büfeye uğra.. evde kalan son huzurum da bitti.. sanki bilmiyormuş gibi: “hiç tatlı yok mu?” diye sorarsan; mahçup olmak istemem sana.. fazla almana gerek yok.. bir tatlı kaşığı huzur yeter bana.. varlığınla mayalayıp çoğaltırım ben onu nasıl olsa..
ah be 11 di en son hatırladığım. günün ayın saatin dakikanın. o an. o an programında çekilen bir kareydim sanki. kendime hiç bu kadar hüzünlü bakmamıştım. senin halay çeken beyninde reyting alamadı fotoğraflarım. yayından kaldırıldım sen o kanaldan o kanala. fiyatın artmıştı. her gece kopyala yapıştır yaptığın kendin. üzülüyorum sana. kesinlikle üzülüyorum. evet. senin yüzünden su döküyorum eklemlerime. şişeler kırıyorum kaldırımlarımda. yıkıyorum binalarımı. betonun üzerine tohum dikiyorum. sen şimdi eylülden sonra gelen yağmur.
ölesiye isterdim sevgili yazarlar ve okurlar , yazdığım her hangi bir kelimeyi Tuncel Kurtiz’in okuyabilmesini.. belki de okuyamayacağı için sevdim, onun sesinden dinlediğim bütün şiirleri.. ya da Can Yücel’le bir duble rakı içemeyeceğim için sevdim; içtiğim her yudumdan ona bir pay ayırabilmeyi.. dünya çıldırmış gibi dönerken, teknolojinin salyaları cebimize yüzümüze önümüze arkamıza akarken, denizler utangaç, güneşler gözlüksüz, ay bikinili iken; benden normal olmamı bekleyen herkes benim kitabımda anormalken, adına aşk dedikleri bir anahtarla kapımı açabilen bütün hırsızlara rağmen.. korunmayı ayıp bildim ben.. ayıp..
“Tut yüreğimden ustam” diye ağlayarak eline yapışıp öpmek istediğim ustalarım, beni çıraklıktan çıkartırken; “uç artık!” diye yuvadan beni iten bir kartala ince ve mahsun bir bakış bırakarak uçtum dev bulutların küçücük yağmurlarına.. otuz yaşında küçücük bir bayramdım, bildiğim her şeyi öldürürken.. bir kase köy yoğurduna, bir dilim mısır ekmeyi banmanın onlarca dolar ettiği bir yüzyılda erişkin olabilmenin organikliğini tatttım.. adam satmanın çıkar, haksızlığa ses çıkarmamanın kapitülasyon sayıldığı çağları gördüm.. yalnız kalmama şaşırırken herkes, amonyak kokan herkese şaşkın şaşkın bakıyordum ben.. sonra bir arefe günü yine bir Can Yücel şiiriyle tanıştım; eğilip fısıldadı kulağıma: “Ne kadar yalansız yaşarsak, O kadar iyi” diye..
saç diplerim yağlanmışsa, terlemişse boynum, sakalım kokuyorsa sigara, selam olsun; beni olduğum gibi sevebilen insanın varlığına.. yalnızlığın, yokluğun, sessizliğin, derdin, devrin bu kadar pahallı; sosyal medyanın, reklamın, led ışıkların, göğü delenlerin, asansörlerin, kalabalıkların bu kadar ucuz olduğu bir yüzyılda; en büyük ihtiyacın zaman makinesi olduğunu düşünecek kadar anormal bir adamım.. öyle ki; bir kaç yıl daha saklayabilirsem antikaya çıkacak aklımdaki aşk kavramım.. yine de korunmayı ayıp saydım ben.. bir selamdan, bir borçtan, bir alacaklıdan, bir dilenciden, ışıkta bekleyen bir suriyeliden, bir evsizden, bir yoksuldan, bir arzudan korunmayı ayıp saydım.. ayıp..
belki ne kadar istediğimi bilse, ses verirdi yazdıklarıma Tuncel.. Ve kızmazdı belki O’na ismiyle seslenecek kadar samimi olma cürretime.. belki “Hadi Şerefine” derdi Can.. elindeki kadehi, kadehimin üst ucuna doğru değdirirken.. belki gülerdik.. pek muhtemel göz yaşsız ağlardık ülke için düşünürken.. belki Nazım.. bir ihtimal Piraye.. oldu olacak Yaşar Kemal ve Aşk ile bir paket sigarayı bölüşürken.. göçüp gidenlerin gölgesine uzanıp, hayatta olanların ışığından korunurken.. herkes benden normal olmamı beklerken.. eminim sakınırdım, fırtınalı denizde mehtap arayan ödleklerden.. işte sırf bu yüzden; fırtınanın keyfini sürmeden, mehtabı soyan adamcıkları anlayamadan öleceğim muhtemelen.. Can gibi.. Tuncel gibi.. işte o yüzden kavgadan korumam kendimi.. ayıp bilirim.. ayıp..
nasıl yaşamak istersen, öyle ölürsün azizim.. ya çığın altında ya bulutun üstünde.. ya da mal mülk içinde demir parmaklıklarla çevrili bir sarayın içerisinde.. ama biliyor musun, en sosyalist sondur ölüm.. doğarken bile olmadığı kadar eşittir, ölürken insan gülüm.. ağzından çıktığı vakit o son nefes.. toprak sahnede baş roldedir kefenli kefensiz herkes.. işte o yüzden koruma kendini hayattan.. düşmanından korunur gibi korumak kendini sevdiğinden.. ayıptır.. ayıp..
fısıldadı Tuncel kulağıma bu gece: “Oysa öldürür herkes sevdiğini” dedi.. çevirip ağzımı göğe, bağırdım Tuncel’e beni duyabileceği kadar yüksek sesle: öyle çok isterim ki; sevdiğimin beni öldürmesini.. öyle çok isterim ki, sonumu bildiğim tanıdığım inandığım birinin, sevdiğim insanın çizmesini.. böylesi bir ölümden korunmak azizim, ayıptır.. ayıp.. demektir.
Şimdi eski bir öğrencisine el öptüren, emekli bir öğretmen gibidir sensizlik.. Mahcubiyetinin yarısı; elini öpeni tanıyamadığından, yarısı bir an için çok önemli biri gibi hissetmiş olmaktan.. işte öyle utangaç bir duygudur sensizlik.. gecenin bir yarısı gelip konuverir insanın yanağının kıyısına.. iki dirhem hatıra, iki yarım gülümseme.. bir bakarsın; bıyığında ayran kalmış bir köy çocuğu gibi kokar aklın.. gülmekle ağlamak arasında gider gelirsin, salıncağın iplerine tutunup sallanan pembe elbiseli, kırmızı ayakkabılı, saçları örgülü, sevimli ve şehirli kız çocuğu gibi şaşkın..
Seni özlemek bu kadar güzelken, söylesene: sensizliğine nasıl kızabilirim ki ben? şimdi herkes sensizlik benim için.. kime dokunsam senin yankın.. kimle konuşsam hep aklımda farkın.. senin yanında hep ılık kalır diğer sıcaklar.. diğerleri ne yakar ne iz bırakırlar.. ve sen içime hep aynı uzaklıktasın.. belki yarın; belki yarından da yakın..
aslında belki anlarsın biraz düşünsen, neden korktuğumu yüksekten.. gecenin en yüksek yerinde durup, geleceğin güne dimdik sarkarken.. ya sen değilsen? ya değişmişsen? ya değilmişsen? ya ben seni değil de, sen sandığım birini sevmişsem? ve ölesiye özlemişken kavuştuğum da öleceksem? kim demiş aşkta komplo olmaz diye.. ya ben sensizliğinde oyuna gelmişsem?
Yarım santim düşününce seni, bir kilometre özlemek.. sen bilmezsin, aslında güzel şeydir: seni böyle sevebilmek.. sen bekletmeye devam et.. ben hep yolunu gözleyeyim.. biliyorum; sen de beni bensizken daha çok sevdin..
benim seni hatırlamak için eski bir şarkıya ihtiyacım yok.. ya da uzaktan gelen bir habere, eski bir dosttan alacağım selama, hiç ummadığım bir yerde karşılaşmamıza da gerek yok aslında.. var olman benim için yetiyor, içimde unuttuğun çiçekleri her sabah sulamaya.. üstelik hiç zorlanmıyorum seni hatırlarken.. ya kirli bir kedi, ya kırık bir ayna, güneşli güzel bir sabah ya da yağmurlu ıslak bir akşam en güzelinden bir sen çiziyor aklıma.. oturup izlemek kalıyor bana da yarım yamalak aklımla yana yakıla..
ben sana mart dedim, sen bana martı.. içli gülüşmek içindi içli içli sevişebilmenin asaleti.. bir birimizin ellerinde tutunduğumuz şey, aslında yaşayabilmek saadetiydi.. yiğitliğimi öldürsen de hakkımı ver isterim: güzel günlerdi, küçük mavi düşlerde omuz omuza yürüyebilme cesareti..
nerede uyuya kalsam, hep aynı kokuda çalar saatim.. sen bilmezsin sabahın beşi nasıl kokar, nasıl korkutur, nasıl yaralar içinde insan barındıran hasretleri.. bilmemen benim için belki daha hayırlıdır gerçi.. çünkü istemem, benden sonra, bir başkasını seni özlediğim gibi özlemeni..
ben sana mart dedim, sen bana yarın.. üstelik, pek de mütevazi sayılmazdı ayrılığın.. gördüğüm en ihtişamlı vedalardan birinin temelini attın.. ve her geçen gün, yokluğuna kaçak bir kat daha çıktın.. ahh benim şu ergen duygusallığım.. senin içi çıkmış tekrarların.. her daim mülk sahibi olacaksınız cümlelerimde.. ve ben hep kiracı olarak kalacağım istanbuldaki küçücük evimde..
mart da geçiyor, hatırlarsan geçeceğini söylemiştim ben sana.. bir kaç güne kalmaz; yaz gelir, güneş ısıtır yüzümüzü.. sırtımız hafifler.. belki soğur acılarımız.. bir dalga eser denizden içimize doğru.. kim bilir, belki tanrı bizi de affeder.. gün dolsa, gece yansa da.. zannetme ki yokluğun hafifler.. acısı değişmez, ama belki yaz gelince sızısı biraz diner..
uykusuzdan adam olmaz derdi aynam beni her gördüğünde.. sakalım yüzümü sevmezdi ama yüzüm aşıktı sakalımdaki beyazlara.. aynam da bunu bilir, ama yerli yersiz dillendirmezdi.. kendimle kuyruğum arasındaki düzlemde eliptik kısır döngüler oluştururdum gündüz vakitlerinde.. işsizlikle güçsüzlüğü bir birine karıştırmadım hiç.. hep işim oldu ama yapmaya gücüm yoktu iş eyleme döküldüğünde.. sesleri sevdim.. kadın sesini.. martı sesini.. kendimden dinliyorsam kendi sesimi sevdim.. banttan duyduğumda hep buruşur çehrem, sessiz kalma haksızlığımı seçerim..
arada sırada seni de sevdim tabii.. iki şehir arasında mesela.. ya da yalnızlık kuyruğunda sıra beklerken.. senin sesini de severdim eskiden, ben telefonda susup sen ahizenle beraber ağlarken.. iç çekişinin bin türlüsünü bilirim ben senin.. diş çürüğünden, memendeki ağrıya kadar, sağaltamadığım binlerce sızının daha sebebidir hayat tecrübesizliğim.. ergenlik kokumsun sen benim.. kil kuytularda, seramik yığınları gibi içimin zeugmasıdır hatıran.. parça parça bölüp, her parçayı yine ait olduğu yere diktiğim.. sen benim eserimsin: tarih boyu kirlenmeyesin diye kemiklerimin altına gömdüğüm..
uykusuzum.. susuzum.. yalnızım üstelik.. cigarasızım.. kararsızım.. anlamıyorlar sızılarımı.. anlamsızım.. işte bu yüzden başladım konuşmaya kendimle.. geçen sabah yine aynamı gördüm odada.. kendinle konuşmaya başladıysan, yalnızlığın deliliğine gebedir dedi bana.. çok mantıklı geldi ilk duyduğumda.. sonra ne saçmalıyor bu gene dedim kendi kendime.. lohusalık dönemindeydi çünkü yalnızlığım.. sensizliği emzirirken, ikinci bir delilik doğuramazdım.. ömrümün ikiz yangını işte.. tek yumurtaya iki sarıyı koyanın aklına şaşayım..
iki satır yazayım dedim.. yine sen düştün kaleme.. ben yüksek bir yerden atlamayı planlıyordum.. aşağıda seni gördüm yine.. aşağıdakilerden hangisi sevgilindir diye sordu aynam bana.. bu soru yanlış dedim hayata.. çünkü benim sevdiğim yukarda.. eğildim.. öptüm şeytanı alnından.. sana bir ben borcum olsun dedim.. çekildim araftan sevgili yazarlar.
Loş bir uzun hava seriliyor genzimden, sessizliğime doğru.. aksak bir ritm sarkıyor beynimden, dünyama.. sen bilmezsin, sürgünde olsa da, yağmur yakışıyor aslında Istanbula.. bildiğin tüm renkleri unut, sevdiğin her sözü kaldır dudağından.. akışına bırak gözlerini.. sonra bak, nasıl da gelip bulacak beni: uzanmışken bir caminin avlusuna.. yine yağmur kokarken ezan, içki dolu bedenimi yıkayacaklar günün birinde bu taşın sırtında.. ve biliyorum gözlerin gelip bulacak beni..
öleceğiz sevgilim.. sevgimizden önce öleceğiz üstelik.. içimize oturacak yokluk.. ekmek kırıntısı gibi bir burukluk.. kötü hiç bir şey gelmeyecek aklımıza.. sadece dudak kenarında uysal bir kaç anı ve biraz da çocukluk.. ve öyle eminim ki; ikimiz de dalga geçeceğiz ölümle.. koşacağız kabrimize.. sarılacağız toprağa.. öpeceğiz karanlığı doya doya.. neden bilmem.. ikimiz de ısınamadık hayata..
yuvarlak hatların var senin, 360 tane köşesi olan.. üstünde devindiğim kederin, ezip geçtiğin düşlerim, söz kurusu lafların var.. çikolata kokan rüyalar var sonra, vanilyalı sabahlar, karamelize öğleden sonraları, rakı masasında söndürdüğümüz sabahlar.. senin bana rağmen bir yüzün var; kefenim gibi sabun kokan.. her şerde bir hayır var derler; benim şerrimde senin hayratın var.. dokun nabzıma.. dokun da dinsin sızım.. kimsenin olmadığı bir gün gel mezarıma.. gel ki şenlensin toprağım..
belki de dünya dönmüyordur sevgilim.. biz koşuşturuyoruzdur bu anakarada.. belki de güneş batmıyordur, sırtımızı dönüyoruzdur biz ona.. düşünsene, kış geldiğinde nasıl da oynuyorlar saatlerimizle.. her yıl, birer saat nasıl da geri alıyorlar hatıralarımızı.. üstelik resmi gazetede yayınlanıyor bu kepazelik; tıp kı diğer aşşağılık kanunlar gibi.. ve her yaz biraz daha yanmak için bir saat yaklaştırıyorlar bizi geleceğe.. belki de dönmüyordur dünya.. dönen sadece resmi gazetedeki haberler, ölen gençler, unutulan çocuklar, verilen sözler, sövdüğümüz kapitalist yüzlerdir.. kim demiş değişmeyen tek şey değişimin kendisidir diye.. dünya olduğundan beri değişmiş mi doğan, büyüyen, yaşlanan, ölen? değişen tek şey teferruattır sevgilim, değişmeyen hep mevzuattadır.. sen yine de gel mezarıma.. bizim sadık yarimiz, kara topraktır..
ne diyordum sahi ben? bir anda resmi gazete buldum kendimi.. loş bir rengin var senin.. tüm aydınlıklara ilham veren.. yuvarlak hatların var senin.. 360 tane köşesi olan.. ölmek ne garip şey.. insanlar bu kadar hızlı dönerken, suçu değişime atmak ne tuhaf şey.. yaşamak ne ilginç bir olay.. nefes alıp vermek ne kadar mucizevi.. düşünsene 80 yıl boyunca alıp verdiğin nefesi, bir gün genzinde yontacak tanrı.. ne demiş Neşat Baba:
sen ağladın canım..
ben ise yandım..
dünyayı gönlümce olacak sandım..
boş yere aldandım..
boş yere kandım..
rengi gönlümde,
solan dünyada..
öldüm ben sevgilim.. kefenime sığamadım.. üşüyor ayaklarım.. kimse yokken gel sen.. avcunu sür toprağıma.. de ki: ulan adam, seni ne sevdim.. inlesin toprak.. yağsın yağmur.. sen bilmezsin, yağmurun ana vatanı Vandır.. inlesin kemiklerim.. sen bilmezsin, bedenim; iliğine kadar sana aşıktır..
Sigarasının dumanı gelir bazen burnuma.. bazen üflediği neyin sesi.. yastıkta bulurum bazen; rakı kokar nefesi.. hali kendinedir, kendisi haline.. boylu boyunca gölgemdedir bazen; uzun esmer bir çocuk.. ellerim olmazsa saçında, uyuyamaz, kudurur..
seni böyle sevdim ben.. sen sen gibi, ben ben gibiyken.. mavinin yeşile çaldığı yıllardı o zaman.. beyaz söylerdi önlüklerimiz, siyah ellerimizin izinde.. ben tek kişiliktim, sen çok kişilikli haylaz, kurnaz ve çapkın.. içimde seni bekliyordu, herkesten sakladığım kadın..
rüya mı dersin, gerçek mi, hayal mi, düş mü.. orasını sen bilirsin.. ben ne yaşadığımı bilirim ne yaşatmadığımı.. eski harflerini bilirim senin.. türkülerden çaldığın kesik kısık cümlelerini.. o çok akıllı sandığın, deli divane hallerini.. parlamanı bilirim, havayi fişek gibi küle dönüp, camdan ayakkabını aramanı.. 45 numara ayakkabı, başka hangi prense uyar ki..
yine her zaman ki gibi yazıyorsun.. yine harflerin kokuyor tüm salon.. kaç kişi biliyor acaba yazdıklarının seni terlettiğini? bir adamın teri bile alfabe kokabilir mi? bu cümleleri okurken güleceğimi bile biliyorsun.. üstelik yine kendine yontmuş düşüncelerimi diyeceğimi.. her şeyi bilen adam.. bilmediğin o kadar çok şey var ki..
uyumadığımı biliyorsun.. uyumayacağımı da.. işte ben de bunu anlamıyorum.. neden içeride, içine çekiyorsunki içini.. kim bilir yine hangi düştesin.. hangi tarafını tatmin ediyorsun egonun.. hangi hayalin peşinde yine aklın.. ah benim ahh tutan adamım.. çakmağının sesini duydum; yine yeni bir sigara yaktın.. sağ olsun canın.. bu gece de sensiz yatarım..
sen gül serp.. ben saati sayarım.. bari bir gece, sabah olmadan uyu.. yarın yine erken kalkacaksın.. saçını özledi avuçlarım.. boşaldığın dünyaları unut küçük adam; gel bak, yine bana dolacaksın..
Sigaramı badem reçeline batırıp, terden yapış yapış olan dudaklarımın arasına alıp markasını dilimle kontrol ettim. filtreli şeylerden nefret ederim. saflığını bozuyor sağlıksızlığımın. ağzımın içine düşmeli tütün. düşmeli ki badem reçeli damağımdaki yarayı sağaltabilsin.
beynimin içinde bir masa var. mdfden yapılmış. siyah. ayakları, atımın ayağındaki beyaz gibi alacalı; metal travmalı. masanın üzerinde bir sürü eksik not var. hiç biri benim değil. ama eksik olduklarını bilmeme yetecek kadar tanıdığım birinin. sigara külü var masanın her yerinde. bir köşede temizlenmeye çalışılmış, külün kanı dökülmüş sanki oraya. iz yapmış. 8 bilgisayar, 7 fare var. farelerden biri kaçmış, kurtulmuş, ya da öldürülmüş olabilir. beynimin içinde bir masa var. sandalye yok. hiç yok. kalmamış. ondan sonra sandalyeleri topluyorum beynimdeki masadan. konsept değişiyor çünkü ondan sonra. içki şişeleri var; içinde kadın resimleri olan. anahtarlar var; kilitli hiç bir kapıyı açamayan. kilitleyebiliyor ama açamıyorlar. insanlar gibi anahtarlarım var. sorun yaratıyor ama yarattıkları sorunu çözemiyorlar. badem reçeli var bir de. masanın altından yere akıp biriken. yapış yapış. uhutulmuş kokularım var masanın altında. tuhaf.
esneyen bir kadın kadar çıplak söylediklerim. beynim, dünyanın uydusu gibi sanki. 28 günde bir kuşatıyorum kendimi. masanın üzerinde açık bırakılmış bir televizyon var. sevimsiz boğuklukta konuşan dizi film oyuncularının kısık sesleri resmen yankılanıyor sigara dumanında. kapana sıkışmış bir fare gibi tavanda can çekişiyorum. peynir aşkıyla sıkıştırdım kuyruğumu 1 + 1 yalnızlığına. bir oda, bir salon, bir masa, bir ben, bir ben daha.. gördün mü bak, buraya kadar dayanabiliyormuş beynim; iki nokta koymamaya..
sıcacık viskiyi kocaman bir yudumla indirdim mideme. buz parçaları çok mutluydular oldukları kabın içinde. ayırmak istemedim onları. şişeye dayayıp badem reçelli dudağımı, beynimin içine gidecek şekilde çektim koca bir yudumu genzimden yukarı doğru. henüz küfretmemiş olmam tamamen bir mucize. birisi bir öfke getirip koymuş masanın üzerine. markette satılan öfkeler gibi değil. organik bu. memleketinden, öfkenin en meşhur olduğu yerden getirtilmiş. yurt dışından. dünya içinden. beynimin içine eden bir gıcırtı var. işte hepsi bu ithal öfke yüzünden.
faresi kaçan bilgisayarın klavyesini görmeni isterdim. kaşarlanmış tüm tuşları sıfır kilometre birer bakire gibiydi. ekranın rengi bile değişmişti. viski kokuyordu pili. titriyordu. o kadar sıcaktı ki buğulanmıştı masadaki yeri. kaçan fareyi bulup, vurması gerekiyordu. teknolojinin töresi böyleydi. sen hiç teknoloji cinayeti gördün mü? görmediysen izlemelisin, birazdan akıllı bir telefonu öldürecek masamdakilerden biri.
sevişmemiz gerek. halimi görüyorsun işte. ağzımdaki sigarayla birlikte düşüyorum 18. kattaki ultra lüks rezidans dairemizden, her insanı aynı kuvvetle çeken zeminimize.. düşene kadar kaç nefes çekebilirim dersin tütünümden? söylesene, sigara öldürür mü gerçekten?
beynimin içinde siyah, mdf bir masa var. sandalyesi yok. 4 kişiyim. akıllı bir telefon öldürdüm. kimin getirdiğini bilmediğim; paketlenmiş, orjinal bir öfke gördüm. kan kadar sıcak bir şişe viskiyi genzime döktüm. kaçan farenin kuyruğunu tavanda söndürdüm. mümkün olduğunca küfür etmedim. seni üzecek bir şey söylemedim. ama endişelenmeni istedim. endişelenip gelmeni bekledim. zeminde buluşalım. erken gelen, cinayeti üstlensin.
unutmadan söyleyeyim; ecel diye bir şey yok.. her ölüm intihardır.. her doğum, intihara teşebbüs..
Kimse kandırmasın sevdiğini; her aşk biter.. zaten bitmelidir de zaten, naifliği oradadır aşkın.. günün bittiği, acının dindiği, zamanın geçtiği, yolların, sınırların, ülkelerin değiştiği bir dünyada bitmeyen bir şey mi arıyorsunuz? size kolay gelsin.. lakin bulacağınız o bitmeyen şeyin adı aşk değildir..
çevrenizdeki en nadide şeylere bakın.. doğaya bir göz gezdirin.. orkide mesela, yılda kaç kez açar ki çiçeğini size? peki ya çiğ? saat sabah 10 da uyanmış olsanız görebileceğinizi mi sanıyorsunuz o ıslak hareleri? gördüğünüz güzelliklere dikkat edin.. doğru zamanda doğru yerde olduğunuzun kanıtıdır. çünkü hiç bir güzellik zamansız gelmez insana.. eğer oradaysanız, doğru insansınız demektir.. her şey bittiğinde, kimse suçlamasın sevdiğini, yanlış zaman veya yanlış insan olmakla..
kimse kandırmasın sevdiğini, her aşk biter.. en güzel şişenin dibi, en kirli kadehe düşer.. aşkta, rakı gibidir işte.. içtikçe döner başın.. önce çakırlanır keyfin.. hoş bir tebessüm yerleşir dudaklarına.. yanakların kızarır, tüm hayatından utanıyormuşçasına.. belki bir şarkı mırıldanırsın, belki şuh bir kahkaha.. sonra dertleniverirsin sebepsiz.. bir kaç acı hatıra gelip oturur karşına.. iki kadeh önce gülümseyen dudağın, sarkar çenenden boynuna.. şişe bitmeye yakın, kahkahan da durur kadehin de, göz yaşın da, sevincin de, hüznün de, hatıraların ve hatta belki yıllar önce sevdiğin bir adam ya da kadın.. şişenin biteceğine inanıyorsun da, aşkın biteceğine neden inanmadın?
kimse kandırmasın kendini; aşk hep güzeldir. dalında bülbül gibi, köyünde tezek kokusu gibi, ıslak odun parçası, sıcak ekmek dilimi, üzeri pudralı elmalı sıcak bir pasta gibi.. ve güzel şeyler, biraz da bittiği için güzeldirler.. kıymeti buradan gelir ömrün, hayatın, yaşamın, aşkın.. o yüzden bittiği zaman şaşırıp, aynı dozu yakalamak için saldırganlaşmayın.. aşk ta her insan gibi doğar, büyür, yaşlanır ve biter.. önemli olan bitmesi değil, nasıl bittiğidir derler..
musalla taşına aldığınızda aşkı, nasıl bilirdiniz diye soracaklar size.. içtiğiniz şişenin ertesi sabahına benzer bu.. bazen tüm gün bir daha içmeyeceğim! dersiniz, bazen dün gece ne güzel içtik diyerek gülümsersiniz.. aşktan geriye de iki muhteşem duygu kalır işte.. ya sevgi ya da nefret.. ya yıllar sonra bile severek hatırlarsınız ya da bir ömür boyu içinizde ona söyleyecek bir kaç cümle taşırsınız.. ama sonu ne olursa olsun, aşkı kötülemesin kimse.. öyle olsa özlemezdik, özletenin ruhunu yalnızlığa gömdüğümüzde.. gelmek kimseyi kötü yapmaz bu dünya da, gitmek de öyle..
uzun lafın kısası dostlarım, her aşk biter.. ve güncel gelişmelerin ışığında, bu denli hızlı evrimleşen bir dünyada, insan ömrü her geçen gün uzarken; aşkın ömrü hızla azalmakta.. en son çiğ tanesini ne zaman gördünüz? peki ya tezek kokusunu? köyünüzün yolunu? peki ya annenizin pudralı elmalı pastasını? teknolojik mucizeler, doğal mucizeleri öldürürler.. en nadide duygular, teknolojinin eşiğinde tıngır mıngır sallanıp dururlar.. işte bu yüzden organik bir aşk arayıp duruyor şimdi plazalarda koşuşturup duran insanlar..
kimse kandırmasın sevdiceğini; her aşk biter.. zaten naifliği burdadır aşkın.. önemli olan son kadehtir.. o son sarhoşluk anı.. sevgi, aşkın tortusudur.. elekten geçirip, ömrünüze doldurduğunuzdur.. ve eğer aşk bir tohumsa, sevgi onun yemyeşil ağacıdır.. ve hangi çağda olursa olsun, çiğ tanesini bulabilirsiniz o ağacın yapraklarında.. sabah, sevdiceğinizden biraz daha erken kalkıp; izleyebilirseniz eğer onu uykusunda.. çiğ taneleri gülümseyeceklerdir size.. ve dün gece ne güzel içtik yine! diyeceksiniz kendi kendinize..
Kafamı soyup, yemek istiyorum içindekileri.. bütün vitamini, her geçen gün daha da beyazlaşan kabuğunda olsa da tutup atmak istiyorum dışımdakileri.. kendinden istifa edebilir mi insan? yerime hemen başka birini atarlar mı? tazminat alır mıyım? yoksa zaten sözleşmeli olduğum için ceza mı keser bana Tanrı? içimi sıkıp sıkıp bırakmaktan, ezilmiş domatese döndü düşüncelerim. herkesle iyi geçinip, kendiyle bu kadar kavga eden acaba bir tek ben miyim?
hep bir bahane bulunur cinayete.. haklı olduğu yerde haksız olan binlerce suçlu tanıyorum, isimlerinin önüne katil sıfatını alan.. oysa binlerce insanı öldürüp üniforma bile giymeyen kansızlar; dünyanın her yerinde içimi ısırıyorlar. dünyaya kafa yormaktan da sıkıldım. Tanrı düşünsün biraz da.. bölünecek miyiz, örülecek miyiz, daha bir çok kez dövülüp bir süre daha dövünecek miyiz? benim memeleketi düşündüğüm kadar, memleket düşünse ya beni.. bir dakikalığına.. sadece bir dakikalığına.. ruhumu serinletecek bir dakikaya ihtiyacım var.. başımı okşayacak, sakinleştirecek, elini alnıma koyacak, ateşime bakacak bir dakikaya.. her şeyi arayacağıma inanırdım da; şefkat dileneceğim gelmezdi aklıma..
Ağlayıp, boşuna sulamayacağım hüzünlerimi.. Çünkü biliyorum, hüzünler çiçek açmaz.. Dünyayla, hayatla, yaşamla inatlaşmak gerekir bazen.. dişe diş dalaşmak, omuz omuza direnmek, inatla, inançla, itinayla çalışmak.. dünya ne zaman faul yapsa, dönüp Tnarıya, Kart yok mu hoca? diye bakmaktan sıkıldım.. Her atağımın ofsayta takılmasından, geri pastan, topu taca çıkarmaya çalışmaktan daraldım.. Allahtan defans üçlüsü iyi çalışıyor.. anam babam kardeşim.. içim bir tuhaf.. ne bileyim.. ezilmiş domates benzetmesini tekrar etmek istemedim..
aç karnına yazılmış, sinir, öfke, huysuz, kırgın, dargın, yorgun, sorgusuz sualsiz bir yazı.. dökme içten yapılmış kubbesiz bir kaç cümle karesi.. yine bir nöbet, yine pazarın ertesi.. demek ki yineleniyor hayatımdaki herşey.. bu aslında bir umut bile olabilir insan için.. güzel günlerin de yinelenebileceğine dair bir umut.. belki güneşli bir gün olur yarın.. belki yine sevdiğim tonda seslenir bana Etfalin martıları.. belki boğaza gider bir sigara içerim.. belli mi olur.. belki rüyamda dayımı görür, onun gülen yüzüyle sohbet ederim.. ahh ulan dünya.. üstüne yok, insanın canını sıkmakta..