Acı çekmek özgürlükse
Özgürdük ikimiz de
O, yuvasız çalıkuşu
Bense kafeste kanarya
O, dolaşmış daldan dala
Savurmuş yüreğini
Ben bölmüşüm yüreğimi
Başkaldıran dizelere
Kavuşmak özgürlükse
özgürdük ikimiz de
elleri çığlık çığlık
yanyana iki dünya
ikimiz iki dağdan
iki hırçın su gibi
akıp gelmiştik
buluşmuştuk bir kavşakta
unutmuştuk ayrılığı
yok saymıştık özlemeyi
şarkımıza dalmıştık
mutluluk mavi çocuk
oynardı bahçemizde
aramakmış oysa sevmek
özlemekmiş oysa sevmek
bulup bulup yitirmekmiş
düşsel bir oyuncağı
yalanmış hepsi yalan
sevmek diye bir şey vardı
sevmek diye bir şey yokmuş
Acı çektim günlerce
Acı çektim susarak
Şu kısacık konutlukta
Deprem kargaşasında
Yaşadım bir kaç bin yıl
Acılara tutunarak
Acı çekmek özgürlükse
Özgürüz ikimizde
acılardan artakalan
işte o bakışlarmış
kuğu diye gözlerimde
gün batımı bulutlarmış
yalanmış hepsi yalan
savrulup gitmek varmış
ayrı yörüngelerde.
bu mektup sana değil/
konuşma yaşına gelen eşyalara/ demiri dövenin elinden canıma geçen ağrı büyüyor/ sabahları beni dışarı çıkaran acı ağacı/ geceleri beni eve gönderen zaman/ yapmaman gereken şeyler/ kalbimde sürtünüp büyüyen delik/ zaman hızlı ama vakit geçmiyor/ öyle ki bazen yukarıdan attığım öfkeyi aşağıdan toplayabilecek kadar hızlı çarpan bir kalbim var/ okudum/ öfke yavaş yavaş düşüyormuş aşağıya..
bu mektup sana değil/
bakma yaşına gelen eşyalara/ utandığım bir yüzü oluyor bazı eşyaların/ durmadan bir yerimi kurcalıyor yoksulluk/ kalbi kırık bir ok nereyi vurabilirse orası oluyorum bazen/ gövdemi doldurduğum alkolle/ gözlerimi kırmızı kırmızı edip bakıyorum yüksek binalara/ hepimiz dünya soğuktur diyen o nineden olmadık mı/ inin aşağı/ izledim/ öfke yavaş yavaş çıkıyormuş yukarıya..
bu mektup sana değil/
duyma yaşına gelen eşyalara/ günün öğünlerinden yapılmış bir mutsuzluğa çağırıyorsunuz birbirinizi/ günde kaç kere yanımdan geçiyorum/ aklımdan hem ekmek hem gül geçiyor/ siz yoksunuz/ ayın ortası her pazartesi/
bu mektup sana değil/
susma yaşına gelen eşyalara/ dünyanın kaç harikası var biri de yutkunmak/ önümü ilikleyip çıktığım dışarılar/ biliyorsunuz bazı fotoğraflarda canı sıkılan bir ağaç gibi bakıyorum dünyaya/ umduğum felaket bu değildi diyorum/ bu dünyada birini sevdik o da öldü diye karşılandığım bir yasta/ göğe bakıyorum/ ben de aferin diyorum tanrıya/
çünkü şöyle savaşlara inandım/ sonuncu dünya savaşında kaç asker intihar etti/ kaç kez yutkundu dünya/ olsam mutlaka yanlış yerde nöbet bekleyen bir asker olacaktım/ kırk gün kırk gece aynı dalgınlıkla/
bu yüzden bu mektup sabaha karşı yalnız olan bütün eşyalara.
kuzey yarım kürede en uzun gece süresinin görüleceği tarih. 66 derece 33 dakika güney enlemimde 24 saatlik gündüz süresi görülecek bu tarihten sonra gündüzler kısamaya geceler uzamaya başlayacaktır.
uzun zamandır duymadığım bi soru. nasılsın sorusu hemen hergün soruluyor ama.
tükenmenin eşiğindeyim derdim herhalde sorulsa. yutkunamadığım bir şeyler var boğazımda.
"taşlardan bile kokunu sağıyorum şimdi" dizesiyle en sevdiğim şiirlerinden biri.
yağmurlar dinince yüzün başlardı
bir çocuk utanırdı yanaklarından
bir çocuk, gitgide dalgınlaştığından...
seni sevmek bir kitaptı açılıp kapanan
açıldığı oldu da kapandığı olmadı
ancak sonsuz, ancak geniş boyutlu
ancak ufuk çizigleriyle bir düşünüyorum seni
her taşın çevresine bir ayla dolanmış
her yolcu ilk rastladığı handa konaklamış
ve bir daha çıkmamış bir ömür boyu
ateşle suyun öpüştüğü yerdedir yüzün
alkole battığım gecelerde bana süt getiren kadın
donma ve kaynama noktalarını aştık sonunda
bıçağın kemiğe dayandığı yerlere geldik
kanayan bir yerimiz de yok
alışkanlıktan tütün basıyoruz her yanımıza
taşlardan bile kokunu sağıyorum şimdi
sigaraların deldiği sarhoş masa örtüleri
ki her birine bir ırmak gerekir kapanmaları için
gökyüzüne iki nokta açtım gözlerin için
dudakların için iki yaprak kopardım
bize artık karların yağdığı bir yaz günü yaraşır
göçmen kuşların döndüğü bir güz, olsa olsa
evimi bir sokakla aldattım, üstümde
ay var bu gümüş semtinde bir sokağın
üçüncü katıyım, deniz bana bakıyor,
ben artık yalnızca denize karşıyım
üstüme gelme ay hanım, kuzguncuk otelinde
iyilik katına çık, senin konukların ağır,
ben bir anıyı ağırlamakla geçen hayatlardanım
ruhumun bir otelde ilk kalışı bu
aynı, oda, aynı yatak, aynı aynada
birbirimizi ilk görüşümüz, başka veda yok,
üstümdeki yabancıyla uyumalıyım
ruh semtinden kayık açma ay
hanım! sana hazır değilim, senden yanayım
kim taşınsa çıkamıyorum içimdeki evden
kuzguncuk otelinde iyiliğin katı çok
yıldızlar gibi çık çık bitmiyor ay hanım,
sen bu çocuğu bir yerden hatırlıyorsun
ben bu çocuğu bir yerden unutmalıyım.
işte! patlayan parantez, sırayı bozan ölüm
söndürüp ışıklarını karşıdan karşıya geçirmeye yarayan hayat
bilinsin ve süssüz siyah bilinsin istiyorum;
mutlak bir ekip çalışmasıdır
üç el oyuk bir yağış biçimidir ölüm
demişken diyelim ve öyledir;
olmayan davaların işi değildir divana kalmak
ya da aşkın ara sokağında balkondan sarkmak
çünkü çocuk oyuncağıdır harç taşımak
taş toplamak, kuyu kazmak
demişken diyelim ve öyledir;
işte! ben dolaylarında hayatını kaybeden eşim
önce aşk, sonra ara sokağında taş taşıyan şüphe yani
bilinsin ve süssüz siyah bilinsin istiyorum;
yok kimseye –makilerin orda- anlatacağım bir şey
demişken diyelim ve öyledir,
hala şüphe taşıyor her taş
süslü cami avlularında yalın ellere tapıyorum
öldüğünü bilmeyen iplerden
hala süslü siyah mektuplar alıyorum
günlerdir –makilerin ordan- yazıyorum;
sigara ve kahveyi saymazsak evde yalnızım
günlerdir söylüyorum;
sigara ve kahveyi saysak da evde yalnızım
aslında günlerdir çok ileri gittiğim de söyleniyor
ısrarla yüzündeki kışa benzediğim ya da
kış dediğim aynamızın önünde elek
günlerdir hoh taşıyorum
taş topluyorum deliklerine
yani ısrarla kuyuları güldürüyorum kendime
işte! ben dolaylarında hayatını kaybeden hayat
önce aşk, sonra ara sokağında taş taşıyan şüphe yani
bilinsin ve süssüz siyah bilinsin istiyorum;
yok kimseye –makilerin orda- anlatacağım bir şey
* ‘içimdeki şişe kırıldı’; annemin ölümü karşılama cümlesidir
Ana akım edebiyat yerine daha kıyıda köşede kalmış kıymetleri okumak çok daha keyif veriyor. tabi bunları kendim için söylüyorum.
elbet biliyorum var bu şiirin bir sahibi, gün gelip gözlerine bakarak okuyacağım birileri. ama o kadar kıymetli ki kolay kolay sanmıyorum birilerine söylemeyi bu dizeleri.
Seni böyle seversem asarlar beni
Bir deniz fenerinin söndüğünü görürsün
Evlerine kapanır gemiler
Sis basar bütün limanları
Seni böyle sevdiğimi bilseler
Asarlar beni
Yokluğunu anlatırlar önce bir güzel
Dudaklarım çatlayınca susuzluğuna
Sabah beş buçukta ipe çekerler
Seni böyle sevdiğimi bilemezler
Bilseler de bilemezler
Ay batar
Gün doğar
Yer oynar yerinden
Duyamazlar..
elimde inkilap kitabevi yayınından çıkmış 1994 baskısı bulunan kitap.
çevirisi mehmet harmancı tarafından yapılmış. güzel kitaptır bulabilirseniz okumanması tavsiye olunur.
bana göre 4. sezonun temposu çok düşüktü. ilk bölümleri palyaço mevzusu üzerinden gideceğini sanıp biraz kendimi yükseltmiştim ama beklediğim gibi ilerlemedi pek sarmadı beni. bugün 5. sezon ahs- hotel'in ilk bölümünü izledim. geçen sezonun 3-4 bölümde veremediği hazzı ilk bölümde verdi dersem yalan olmaz. ama bu 5. sezonun çok iyi olacağını göstermez elbette 4. sezonun çok kötü olmasını gösterir. genel olarak otel/korku konsepti hoşuma gider ama ileri ki bölümlere de bakmak gerek tabi umarım güzel geçer.
Buruşuk ceketimi çekiştiriyor elleri annemin
Uçurumlar arasında burgaçlanan rüzgar
Kirpiklerimi yakıyor- diyor ki, ağlama
Az uzakta deniz, zeytinlikler uçsuz bucaksız
Annemin elleri tuz kokuyor, fesleğen, sabun
Kokular merdiveni doğurmuş beni
Durup durup tökezliyorum- diyor ki, düşme
Büyümüşüm, üzümüm şaraba dönüşmüş gibi
Kendimi içiyorum kan ve ter- diyor ki, içme...
Yiğit harmanları, yığınaklar,
Kurulmuş çetin dağlarında vatanların.
Dize getirilmiş haydutlar,
Hayınlar, amana gelmiş,
Yetim hakkı sorulmuş,
Hesap görülmüş.
Demdir bu...
Demdir,
Derya dibinde yangınlar,
Kan kesmiş ovalar üstünde Mayıs...
Uçmuş, bir kuştüyü hafifliğinde,
Çelik kadavrası korugan'ların.
Ölünmüş, canım,ölünmüş
Murad alınmış...
Gelgelelim,
Beter, bize kısmetmiş.
Ölüm, böyle altı okka koymaz adama,
Susmak ve beklemek, müthiş
Genciz, namlu gibi,
Ve çatal yürek,
Barışa, bayrama hasret
Uykulara, derin, kaygısız, rahat,
Otuziki dişimizle gülmeğe,
Doyasıya sevişmeğe,yemeğe...
Kaç yol, ağlamaklı olmuşum geceleri,
Asıl, bizim aramızda güzeldir hasret
Ve asıl biz biliriz kederi.
içim, bir suskunsa tekin mi ola?
O Malta bıçağı,kınsız,uyanık,
Ve genç bir mısradır
Filinta endam...
Neden, neden alnındaki yıkkınlık,
Bakışlarındaki öldüren buğu?
Kaç yol ağlamaklı oluyorum geceleri...
Nasıl da almış aklımı,
Sürmüş, filiz vermiş içimde sevdan,
Dost, düşman söz eder kendi kavlince,
Kınanmak, yiğit başına.
Bu, ne ayıp, ne de yasak,
Öylece bir gerçek, kendi halinde,
Belki, yaşamama sebep...
Evet, ağlamaklı oluyorum, demdir bu.
Hani, kurşun sıksan geçmez geceden,
Anlatamam, nasıl ıssız, nasıl karanlık...
Ve zehir - zıkkım cıgaram.
Gene bir cehennem var yastığımda,
Gel artık.
ama hala çok güzel
hakkında konuşmak senin
ben senden bahsediyorum yine
kime darlansa kalbim kimin kılığında.
ne zaman aklım çıksa yerinden
tuzu ayarında gözyaşlarıyla
dönmeyeceğime inandığım günlerde
bu seyrüseferden.
Ruhun mu ateş, yoksa o gözler mi alevden?
Bilmem bu yanardağ ne biçim korla tutuştu?
Pervane olan kendini gizler mi hiç alevden?
Sen istedin ondan bu gönül zorla tutuştu.
Gün, senden ışık alsa da bir renge bürünse;
Ay, secde edip çehrene, yerlerde sürünse;
Her şey silinip kayboluyorken nazarımdan,
Yalnız o yeşil gözlerinin nuru görünse...
Ey sen ki kül ettin beni onmaz yakışınla,
Ey sen ki gönüller tutuşur her bakışınla!
Hançer gibi keskin ve çiçekler gibi ince
Çehren bana uğrunda ölüm hazzı verince
Gönlümdeki azgın devi rüzgarlara attım;
Gözlerle günah işlemenin zevkini tattım.
Gözler ki birer parçasıdır sende ilahın,
Gözler ki senin en katı zulmün ve silahın,
Vur şanlı silahınla gönül mülkü düzelsin;
Sen öldürüyorken de vururken de güzelsin!
Bir başka füsun fışkırıyor sanki yüzünden,
Bir yüz ki yapılmış dişi kaplanla hüzünden...
Hasret sana ey yirmi yılın taze baharı,
Vaslınla da dinmez yine bağrımdaki ağrı.
Dinmez! Gönülün, tapmanın, aşkın sesidir bu!
Dinmez! Ebedi özleyişin bestesidir bu!
Hasret çekerek uğruna ölmek de kolaydı,
Görmek seni ukbadan eğer mümkün olaydı.
Dünyayı boğup mahşere döndürse denizler,
Tek bendeki volkanları söndürse denizler!
Hala yaşıyor gizlenerek ruhuma 'Kaabil'
imkanı bulunsaydı bütün ömre mukabil
Sırretmeye elden seni bir perde olurdum.
Toprak gibi her çiğnediğin yerde olurdum.
Mehtaplı yüzün Tanrı'yı kıskandırıyordur.
En hisli şiirden de örülmez bu güzellik.
Yaklaşması güç, senden uzaklaşması zordur;
Kalbin işidir, gözle görülmez bu güzellik...