istanbuldaki imkanlarımı bırakıp,gittiğim şehirdir.herkesin duyduğunda "kızım bir reklamcının izmirde ne işi var yeaa" demelerine yol açan kararım.istesem bir sene sonra tasımı tarağımı alıp istanbulda yaşamaya devam edebilirdim.ama manyak mıyım ben.kafayı yiyorum burada,vallahi insan istanbul'da yaşaması delilik.paran olacak burada yaşamak için.yoksa insan vallahi kolay kolay mutlu olamaz.insan kendine vakit ayıramıyor bi kere. kenarda beni oku diyen bekleyen onlarca kitabım birikti. ya ben metrobüste kıyamıyorum ki onları okumaya .gün sayıyorum. yaklaşık 60 gün sonra ait olduğum şehre döneceğim. pişman olursam da,pişmanlık da güzeldir. canım izmirim benim.
hayatta ön yargıdan en uzak olduğum şey kitaplardı. yazarın ne siyasi görüşü, ne inancı, ne popülerliği elime bir kitap almama veya kitabı okumamama sebep olmadı. buna çok satanlar veya az satan kitaplarda dahil.
genel çevremin, daha doğrusu "eleştirmeyi çok seven insanların" çok satan kitaplara karşı bir ön yargısı olduğu aşikar.
fi ve ardından gelen çi bu kategoriye ait oldu. okuyucu kitlesi fazlaydı ve seri kitap olmasından kaynaklı bağımlı bir kitle yarattı.
bu serinin okuyucularını yüzeysel ve derinsel okuyanlar olarak ikiye ayırabiliriz. yüzeysel okuyanlar için sürükleyici bir roman, derinine inenler için ise bir keşif.
azra kohen "bu kitap herkes için yazılmadı." diyerek mesajını zaten önceden veriyor...
hele ki bu kitaba bazı şeyleri sorguladığınız bir anda başladıysanız mucize.
fi başlangıç çi hayat.
fi yarım kalmışlık çi tamamlayan parça.
başkalarının onu anlaması için değil, kendisini gölgesine tanıtmak istediği için yazan bir adam.
bazı kitaplar ilk sayfadan, hatta bazen ilk cümleden aklımızı alır. birden kendimizi olayların için de, daha yeni tanıştığımız karakterlerle yüz yüze buluruz.
kör baykuş'da ilk cümleden alıp götürecek sizi.
fakat ne olay ne yer ne de zaman.
kelimeler oyun oynayacak zihninizle.
karakterler birbirine dönüşecek,
olaylar yer ve zaman dışında kalacak.
şimdiki zaman geçmiş zaman birbirine karışacak.
nedeni yok sonucu yok.
korku, ölüm, ümitsizlik;insan kaderinde yazılanlar var.
bazen kitaplarla tutunacağımızı sanırız hayata fakat daha da kaybettirir bize yolumuzu.
düşündürür, düşündürür.
çıkmaz yola sokar ve kendimizle karşılaştırır orada bizi.
insanın kendisiyle verdiği savaş, savaşların en büyüğüdür.
mağlup olan da galip olan da biz olacağız.
en gerçek savaş budur.
"ben hep, dünyada susmaktan daha iyi bir şey yoktur, butimar gibi olan insan daha iyi insandır diye düşünürüm."
*butimar bir kuştur, deniz kıyısına çöker, denizin bir gün kuruyacağını düşünür, bu tasa yüzünden de su içmez hiç.
sonsuza kadar susmak istediğimiz o anlar.
biz o anlarda hem kendimizden kaybederiz, hem de atamadığımız o yolları atarız.
dört yanımız çevrili sanırız,
unuturuz duvarları ancak biz yapar, biz yok ederiz.
kendi duvarlarımızı güçlü kılmak için, başkalarının duvarlarını yıkmadan.
başarabilirsek, özgür kılarız kendimizi.
kimdi peki sadık hidayet?
"hayat hikayemde önemli bir şey yok, başımdan ilginç olaylar geçmedi. ne yüksek bir mevki sahibiyim, ne de sağlam bir diplomam var. okulda hiç bir zaman örnek öğrenci olmadım, başarısızlıklar her yerde buldu beni. nerede çalışırsam çalışayim silik, unutulmuş bir memurdum;şefleri memnun edemedim. istifa ettim mi seviniyorlardı...bırak gitsin, yaramaz!çevrem böyle görüyordu beni, haklıydılar belki de."
ölümünden önce böyle anlatmış hayatını.9 nisan 1951 gününde evine kapandı, tertemiz giyinmiş, tıraş olmuş ve bütün delikleri açtıktan sonra gaz musluğunu açıp hayatına son vermişti.
iran'ın batılılaşma çabalarına girdiği dönemde büyüdü.
avrupada geçirdiği zaman dilimde hayat ve ölüm üzerine çalışır, yazar, çizer.
çocukken bayramda kurban kesilirken gördüğü için bir daha ömrünün sonuna kadar et yemez.
hayatını vejetaryan olarak sürdürdü.
doğu-batı yazın türlerini birbiriyle harmanladı.
iran toplumunun git gide karanlığa battığını gördükçe, kendi de karanlığa gömüldü.
toplumun ve insanların yok ettikleri, ondan da hep bir parça yok etti.
sessizce çektiği acıyla kör baykuş' u yazdı.
17 şubat 1903 ve 9 nisan 1951 arası yaşanan bir hayat.
zaman, yer ve kişiler değişiyor.
fakat bazı acılar hep aynı kalıyor.
bazı insanların kredisi sonsuzdur ya hani nolursa olsun silinmez gönlünden. onun ismiyle büyümüşsündür, kahramanın olmuştur. özenmişsindir hep, bi kere karşı karşıya gelebilecek miyiz acaba ya demişsindir. gözleri parladığında sevinçten içiniz dolar taşar, bir haksızlığa uğradığında böyle içinizden bir parça kopar. benim içinde o adam aykut kocamandır. yılmaz özdilin hakında yazdığı köşe yazısı başucumda durur. yazı ingiliz şair olan rudyard kiplingin şiiriyle başlar. bir dizesi vardır ki aykut kocamanın bunu kendine ilkesi olarak edindiğine inanırım. “ne kazandım diye sevinir, ne yıkıldım diye yerinir, ikisine de vermeyebilirsen değer” belki birlikte çok güzel günler göremedik (ki bence gördüklerimizi yok sayamayız) ama en kara günümüzde adam gibi arkamızda durmuştur. benim baktığım gibi bakılmasa bile bu adama, en azından bu yüzden sonsuz saygıyı hakeder. inkar etmek insafsızlık olur.
kitap bir geminin karadan ayrılmasıyla birlikte başlıyor. bu gemide dünya satranç şampiyonu mirko czentovic de bulunmaktadır. kitabın ilk bölümü czentovic'e ayrılmıştır. mirko babasını kaybettikten sonra bir peder tarafından yetiştirilir. bu çocuk öğrenim hayatı boyunca anlamak da, konuşmak da, iletişim kurmak da zorluk çekmektedir. peder tesadüf eseri çocuğun satranç yeteneğini keşfeder ve yükselişi hızlı bir şekilde başlar. bu yükseliş arttıkça insanlara yukardan bakışı da artmaktadır. başarısı egosuyla paralel ilerlemektedir.
kitaba başladıktan sonra dr. b karakteriyle tanıştığım zaman sanki karşımda yüzyıllar öncesinde doğmuş olan stefan zweig vardı. tam ismi hiçbir zaman verilmeyen dr. b yenilmez şampiyonun karşısına gelebilecek tek kişi belki de. çünkü yaşadığı hikaye başka kimseye ait olamazdı...
işte burada hikayeye yazarda dahil oluyor diyebiliriz.
1933'de, nazi'lerin yakmaya başladıkları kitaplar içerisinde yahudi kökenli zweig'in kitapları da yer alıyordu ve ülkesini terk etmek zorunda kaldı.
dr. b'nin satrançla ilk tanışması nazi'lerin sorgu odalarında 4 ay "hiç"likle başbaşa kalması sonucunda olur. sadece yatak ve parmaklıktan ibaret bir oda. gerçeğe tutunmak için gizlice aldığı satranç kitabı sayesinde hayata tutunur. beynini iki farklı kişi gibi düşünüp hem siyah hem beyaz olmaktadır.
ve hayat bu iki insanı yıllar sonra yolcu gemisinde karşı karşıya getirmektedir.
mirko czentovic tüm soğukkanlılığıyla nazileri temsil ederken, dr. b tüm zorluklara rağmen insan kalabilmeyi temsil ediyordu.
ancak stefan zweig gerçek hayatında hitler'in karamsarlığına yenildi ve bir daha asla kendi hayatını yaşayamayacağını düşünürek karısıyla birlikte intihar etti. satranç ise intihar etmeden önce yazdığı son romandır.
ana hatlarıyla anlattığım bu 80 sayfalık roman dönemi gereğincede oldukça kıymetli bir eserdir. zweig'in akıcı kelimeleri, betimlemeleri ve kişisel tasvirleriyle doyamayacağınız bir anlatım.
ya bu adam gerçekten yaşamış olabilir mi? sahiden böyle bizler gibi uyuyup uyanıp yemek yiyip bu kitapları nasıl yazmış olabilir? bir olaya dümdüz bakarken, hayır başka ne olabilir ki diye düşünürken önümüze yüzlerce bakış açısı koyan bir adam. okuduğum kitaplarında sıklıkla, ha işte bencede öyle ya, diyorum. ismi son kez anıldığında ölürmüş derler ya insan, dostoyevski sonsuzluğa adım atmış durumda.
neyi sevsek elimizden alıyorların bir diğer adı. öyle bir ülke de yaşıyoruz ki bi yerden bi yere giderken bile yüzlerce dert edinebiliyoruz. bi sevgimiz vardı futbol. tabi benim için futboldan ziyada fenerbahçe. fenerbahçeyle büyüdüm, fenerbahçeyle büyümeye devam etmek istiyordum. aramıza engeller girdi. insanın sevdasının önüne rant koyulması çok acı değil mi?bi insan çıkarsız neyi seviyorsa o gerçekten dünyada onun için en kıymetli şeydir. vatandaşını soyup soğana çeviriyorsun zaten, bari burada özgür bıraksaydınız bizi. neyse ilk sene protestolar sadece sokakta değil, sahadada gitmemekle gösterildi. başarılır sandık olmadı. bu sene işler değişti tabi, öyle olmak zorunda kaldı. alanıda almayanıda eleştirme hakkını kendimde bulmuyorum. herkesin doğrusu kendine. bu süreçte eleştirdiğim ve beni çileden çıkaran tek insan tipi, ikiye ayrılmış bi düşünce taraftarının birbirini eleştirmesi. yok neymiş siyasi çıkarlarımız fenerbahçenin önüne geçmiş o yüzden almıyormuşuz, gelmeyelim zaten daha iyiymiş. senin ne haddine böyle bir şeyi söylemek?asıl senin bu adama saygı göstermen gerekiyor, sen stada giderken bu insanlar içi yana yana, inandığı şey uğruna, televizyondan izlemeye devam edecek fenerbahçesini. sadece bu taraf değil. bir de alanları eleştiren kesim var. ya bırakınız alsınlar, bırakınız gitsinler. sen inandığın şeyi yapıyorsan bırak başkası umrunda olmasın. herkes dilediği gibi, eleştirilir miyim acaba diye düşünmeden yaşasın ya.
bunlar bi yana, tek temennim pis ellerin futboldan çekilmesi. haksızlığı uğradığımız onlarca şey varken bari burada bizi sınamayın, lütfen, lütfen, lütfen.