tarihte sanki bugün bir şey olmuş gibi konuya giren, ama tamamen uydurma olaylarla dolu eğlencelik bir blog. bir girin bakın yahu bir şey kaybetmezseniz. hatta sağdaki takipçilere üye olun da kalabalık gözüksün en azından. yorum falan da yapmayı unutmayın.
benim değil ama sevgili olan 2 arkadaşımın blogu. karşılıklı birbirlerine mektuplar yazıyorlar. bloglarını benim bildiğimden haberleri, şans eseri öğrendim. ama çok aşıklar, okumak huzur veriyor.
dünyanın en güzel genellemelerinden birisidir! teşekkürler laik sistem, teşekkürler laikliği bulan yüce insan!
öyle hafife almayın, o adam sayesinde biz bu ülkede az buçuk götümüzü kurtarıyoruz. az buçuk diyorum, türkiye tam laik olamadığı için. ya ülkemiz laik olmasaydı, ne hallere düşerdik bi düşünsenize!
kızlar seks bağımlısı değil... offff... sıçmıştık lan! kızlar seks bağımlısı olmayınca biz(erkekler yani, cinsiyetimi de belli ettim, hadi yine iyisiniz sözlük kızları) kiminle seks yapıcaktık? birbirimizi mi sikicektik?
her önüne gelen abaza, kızlar da vermiyo.. köşe bucak tenhalarda erkekleri sıkıştıran abaza yobazlarla dolu bir ülke düşünün!
kendimi geçtim, yobazlar için de zor be abi! kızlar seks bağımlısı olmayınca, 10 yaşındaki kızları nasıl becericekti bu yobazlar? hiç bunu düşündünüz mü? haa pardon, o kızlar seks bağımlısı değil ama yobaz babaları vardı dimi? kızlarını 60 yaşındaki dedelere pazarlıyorlardı dimi? pardon... ulan gene yırttınız be yobazlar! hem cennete gidiyonuz, hem de kızları beceriyonuz! olan gene bize olucaktı demekki...
yaşanabilecek böylesine güzel, muhteşem bir anı, böylesine kötülemeye çalışan yobazlara da sormadan edemiyorum; eyyy müminler, siz seks yapmıyor musunuz? bozulmamış kızlarla cinsel ilişkiye girebilmek için yarışan, küçük yaştaki kızlarla seks yapanlar sizler değil misiniz? haa, imam nikahı kıyınca herşey cennet giriş sınavına* uygun oluyordu değil mi? belli bir olgunluğa erişmemiş küçücük kızların onayını almadan seks yapılsa bile...
evet dostlarım, laik olan ülke kızları seks bağımlısı bence de, eğer bu ülke türkiye'yse. çünkü bu laik ülkede küçücük kızlar, ölmeye yaklaşmış dedelere zevk için pazarlanıyor din adı altında. işte o kızların hepsi seks bağımlısıdır!
yeni bir internet fenomeni olmaya aday blog. tatile çıkmak için para isteyen gençlerden sonra, şimdi de sevgilisine hediye almak için öneri isteyen bir genç adam söz konusu.
arkadaşımız çok dertlenmiş, çok çekmiş bu hediye işinden. çareyi bir blog açmakta bulmuş. ne yalan söyliym, internetteki milyonlarca konusuz, gereksiz, bomboş blogların yanında biraz da ilginç bir blog olmaya aday gibi geldi bana. ama arkadaş bu blog'u nasıl geliştirir, sürdürür orasını izleyerek göreceğiz.
seyit onbaşıyı tanımayan dinci kızdan farkı olmayan kızdır. nedir bu ya, provoke edici başlıklar falan? seyit onbaşıyı tanımamanın cinsiyetle veya laiklikle ne ilgisi var?
(bkz: seyit onbaşı nı tanımayan laik kız başlığını açan provokatör yazar)
memur denilince nedense sadece devlet dairelerinde çalışan o sevimsiz teyzeler, amcalar akla geliyor. bu nasıl bir cahilliktir?
doktorlar, hemşireler, öğretmenler memur değil midir?
bazı arkadaşlar demişler, onların yerine o işi yarı maaşla yapıcak milyonlarca işsiz var bu ülkede. ortaokul mezunlarını ne zamandan beri doktor yapıyorlar?
"açlık sınırının altında yaşayanlar var bu ülkede, allah gözünüzü doyursun" deme gafletine düşenler var. o açlık sınırının altında yaşayanların birikimi nedir? ne iş yapabilirler acaba? sen senelerce oku, didin, 30 yaşından sonra biraz para kazanmaya başla, sonra vay ülkede işsizlik var diye kimse yüksek maaş almasın deyin. kusura bakmayın da, bu saçmalıktan başka bir şey değildir.
doktorlar için konuşuyorum, tıp okumayan adam anlayamaz bu adamların ne çektiğini. senelerce uğraşıp didiniyorlar, ne için? insanlara hizmet etmek için vs. ama en büyük etkenlerden birisi de kuşkusuz iyi bir hayat standardında yaşayabilmek için. bu adamlar, zaten hak ettikleri ücreti istiyorlar, hayat standardını istiyorlar, ve bunu talep ediyorlar.
kusura bakmayın da, ortaokulu bile bitirmemiş insanların, "gözleri doysun" demeleri çok saçmadır. insanlar hayatlarından kaç seneyi çöpe atıyorlar bir yerlere gelebilmek için, didiniyorlar. onlar okurken, çalışrken, siz kahvelerde okey oynuyordunuz. kendinizi geliştirmek için ne yaptınız?
mühendis adam işsizim diye ağlıyormuş. peh. o zaman iyi bir üniversitede okusaydın da işsiz kalmasaydın. liberal ekonomi hakkında hiç mi bilgin yok senin? günümüz iş piyasasına en iyinin tercih edileceğini sen bilmiyor muydun?
eğer senin işin yoksa, bu senden daha iyi olanların suçu değil, sana iş bulamayan devletin suçudur.
hakkını aramaya çalışan insanları siz ne hakla suçlarsınız? onlar hakkı olanı istiyorlar, sonuna kadar da arkalarındayım. bu ülkede hakkını aramazsan, tepene binerler, sana istediklerini yaptırırlar. işsiz kalmanın en büyük sebebi, sesini duyurmaman değil mi sence?
hak verilmez, alınır. ve kamu emekçileri de haklarını alacaklardır umarım ki.
sirkeci'de, bab-ı ali yokuşunun başındaki meşhur köfteci. hiç tartışmasız türkiye'deki en iyi, en lezzetli köfteyi yapmaktadır kendileri.
mekan salaş bir mekandır, tam bir köftecidir yani. ama köfteleri çok küçük ve azdır. yani porsiyonu küçüktür, genelde 1,5 veya 2 porsiyon yenilmesi önerilir, ki tadınca zaten lezzetinden dolayı baya köfte götürüyorsunuz.
gerizekalılığın daniskasıdır. karına yapacağın en büyük haksızlık, en büyük bencilliktir. sen senelerce bekaretini karına sakla, canının çektiği onca hatun varken, çoğu da sana verecekken hiçbiriyle birlikte olma, sonra da karına iyilik yaptığını düşün. külliyen yalan!
evlenirsin, karın ilk birlikte olduğun kadın olur. ve hep de öyle kalacaktır, mı acaba? zaman geçtikçe, hayatında sadece tek bir kadınla cinsel ilişki yaşamanın getirdiği bir merak uyanacak içinde. "ulan üniversitede bir hatun vardı, ne taş bir şeydi ya, bana da vericekti ama ben istememiştim. acaba onunla sevişmek nasıl olurdu?" diye düşünmeye başlayacaksın. bu neyin habercisidir? ihanetin!
aynı şey kadın için de geçerlidir ama konumuz erkek, o yüzden erkekten devam ediyorum.
erkeğin içinde zamanla ulaşan bu merak, sonunda engel olamayacağı bir takıntıya dönüşecek ve karısını belki de aldatacaktır. çünkü merak, insanın içini yiyip bitiren lanet olasıca bir duygudur.
gördün mü şimdi yaptığın gerzekliği? bir de karına iyilik yapacağını düşünüyordun, ağzına sıçtın kadının.
oysa ki dön geçmişe, gençlik günlerine. o taş gibi hatun vardı, hani sana verecek olan. birlikte olsaydın onunla, onun ne kadar aşağılık birisi olduğunu öğrenecektin. ona karşı hiçbir şey hissedilmeyeceğini, bunu hissetmenin aptallık olduğunu öğreneceksin. önce mezeyi tatmış olacaksın ki, ana yemek gelene kadar sindirim sistemini hafiften çalıştırsın. direkt ana yemeğe girişirsen, hazımsızlık yapar, insanı bozar.
o hatunla birlikte olduktan sonra, karınla evlenince, karının kıymetini anlayacaksın, ona karşı sadık olacaksın.
gelmiş geçmiş en efsane haber bülteni olan flash tv ana haber'de bir haber sırasında gördüğüm altyazı. beni benden almış, kopmanın son noktalarına götürmüştür. sevgili sunucumuz zenci olduğunda bile bu kadar kopmamıştım ben.
haber şöyleydi, arkaplanda benjamin button denilen filmden kareler yer almakta. yanlış hatırlamıyorsam, yaşlandıkça gençleşen bir türkiye cumhuriyeti vatandaşıydı haberin konusu. ekranın alt tarafındaki yazı ise, yaratıcılıkta sınırın olmadığını bana bir kez daha kanıtlamıştır: bünyamin button.
joseph'e yusuf dedik, john'a can dedik, ama benjamin'e bünyamin demek hiç aklıma gelmemişti. teşekkürler flash tv, iyi ki varsın.
efendim evet vardır böyle bir şey. senin anayasan bas bas "laik ülkeyiz ulan!" diye bağıradursun, bu tek başına o ülkeyi laik yapmaya yetmiyormuş. çelişkilerin anavatanı türkiyede yine bu konuda da çarpıcı örnekler görmekteyiz. en trajikomik olanı da, ramazan ve kurban bayramlarının resmi tatil olmasıdır.
anayasanın sesi kısıldı bağırmaktan, devletin dini olmaz diye. ama sanıyorum ki şu ülkenin %99unun müslüman olması olayı psikolojik bir baskı üretiyor devlet üzerinde. bu laiklik denen şeyi doğru düzgün uygulamasına izin vermiyor, yan çiziyor devlet. osmanlının torunuyuz ya hani hepimiz, onun getirdiği bir takım alışkanlıkları kaybedememiş olmaktan da kaynaklanıyor olabilir tabi bu durum.
şimdi senin devletinin resmi bir dini yok(devletin resmi dini de nasıl oluyorsa artık, o daha saçma bir konu tabi), senin ülkeni hiç tanımayan ütopik bir uzaylı geliyor. şimdi bu uzaylımız ütopik ya, bilgisayar mantığıyla yaşıyor diyebiliriz. hayatı evet ve hayırlardan ibaret, ortası yok. canım ülkemin anayasasını okumaya başlıyor, daha başlarda laiklik diye görüyor. laikliğin ne olduğunu wikipedia'dan öğreniyor, alıyor hafızasına. sonra ülkenin herşeyini incelemeye devam ediyor tabi, derken yeni takvim almış insanların hemen daha ilk başta birşeylere baktıkları dikkatini çekiyor.
bizim alf merak ediyor hemen, nedir bu resmi tatil denen şey diye. araştırmaya başlıyor, 23 nisan, 19 mayıs falan derken, birden bire sempatik aktivitesi artıyor, kalbin debisi artıyor ki beyne daha fazla kan gitsin, daha iyi çalışsın diye. çünkü bir yerde o ütopik beyni kısadevre yapmıştır, içinden çıkılmaz bir paradoksla karşı karşıya kalmıştır zavallı beyni. bu devlet laik değil miydi? o zaman neden resmi tatilleri içinde dini bayramlar da var? hadi onu geçtim, neden sadece tek bir dine mensup bayramlar resmi tatil? noel, paskalya gibi birşeylere rastlamıştı internette, onlar neden tatil değildi ki? bu ülke nasıl laik olabiliyordu o zaman?
tam beyin kanamasından gidecekti ki, sağolsun yeni nesil hükümet yalakası yazarlarımızdan birisi koştu imdadına, bir cümleyle kurtardı onu: "yahu kardeşim, bu ülkenin %99u müslüman!" bu cümleyle birlikte uzaylımız daha fazla dayanamayarak, caaanım 3 tarafı denizlerle çevrili ülkem hakkında kafa yorma, herşeyi mantığa yorma işkencesinden kurtularak hakkın rahmetine kavuştu.
acınası durumdur. çok acırım bu insanlara. bir de bu işi yapan insanların genelinde bir şizofreni söz konusudur. şöyle ki, msnde kızla konuşurken, kızı tavlamış gibi hisseder kendini. "oğlum bu kız var ya bana hasta" derler. gerçekten de inanırlar buna.
oysaki bu kızlar, bu oğlanların ne mal olduklarını bildiklerinden aslında msnde bile sallamazlar onları. ama msnde bu oğlancıklara değişik bir kendine güven geldiği için, kızlara selam verirler. kız da napsın, kendi taş da olsa kalbi taş değildir, iyi niyetlidir, oğlancığımızın kalbini kırmak istemez, karşılık verir. bu karşılığı gören oğlancık gaza gelir, dünyanın en fakır* insanı sayar kendini. bu gazla, yazar da yazar kıza.
kız bunalır tabi, sıkılır bu durumdan. çocuğun kalbini kırmıycak bir bahane bulur. mesela duşa girecektir. "duşa giricem ben, sonra konuşuruz bye" yazar, çaaaaat diye engeli koyar oğlancığa. ama oğlancık ne bilsin engeli? "oğlum kız sonra konuşuruz dedi, demekki bu işin sonrası da var, ayarttım oğlum kızı" der.
o gece yüzünde mutlu bir sırıtışla yatar yatağına. yarın olur, kızı uzaktan görür, ayaklarının bağı çözülür, paniğe kapılır. yanında bir arkadaşı varsa ona döner, onunla konuşuyomuş gibi yapar, sanki konuşurken arkadaşının yüzünden başka yere bakamıyormuş gibi. kızın yanından geçtiğini hisseder, ama ona bakamaz, arkadaşıyla konuşuyordur çünkü! kızsa onun varlığını bile hissetmez.
hakkında girilen entry'lerin çoğunun, daha önce girilen entry'lere göre girilmiş olduğunu düşündüğüm gelmiş geçmiş en büyük rock gruplarından birisi. daha önce girilmiş entry'lere baktım, yahu herkes iki şarkı dolamış diline: birincisi stairway to heaven, ikincisi kashmir. durum böyle olunca, uludağ sözlük yazarlarının böyle müthiş bir grubu bilmedikleri düşüncesine kapıldım ben. kulaktan duyma bilgilerle başlık boş durmasın, bizi ayıplamasınlar diye girilmiş entryler hep. bence çok ayıp, yakıştıramadım sana uludağ sözlük.
onca entry girilmiş, bir kişi bile çıkıp since i've been loving you'dan bahsetmemiştir, ki bu şarkı bana göre jimmy page ve robert plant'in ortaklaşa tavan yaptığı en güzide eserlerden birisidir. o mükemmel gitar, o eşşiz ses telleriyle* birleşince, ortaya böyle muhteşem bir şarkı çıkarmıştır led zeppelin.
dönemin diğer bir grubu deep purple ile kıyaslamalara maruz kalmışlardır. bence "hangisi daha iyiydi?" tartışması yapmak çok gereksizdir, ikisi de ayrı güzeldir, ayrı efsanedir.
atatürk'e, türkiye cumhuriyetinin kurucularına bok atan bünyelerin, bu insanlar olmasaydı adının bugün büyük ihtimal "my lesson" olacağını unuttuğu tunceli'nin eski adı.
aslında bunlar açık açık hava atmazlar. bu biraz da facebook raconuyla ilgili bir sosyolojik sorundur. şöyle ki, arkadaş listesine bakıyorsun, kişiliğin çok fazla arkadaşı var. doğal olarak "çevresi çok geniş heralde" gibisinden bir sonuca ulaşıyorsun. çevresi geniş ne demektir, demek ki bu kişilik sosyalmiş.
böyle bir mahalle baskısı olunca, facebooktaki herkes önüne geleni arkadaş eklemeye başlıyor tabii ki. sokakta selam vermediğiniz ama sadece ismini bildiğiniz kişileri ekliyorsunuz boyuna.
yani arkadaş listesi kabarık olan kişilerin hava atmasına gerek yok, zaten aslında herkes bu işe dikkat ediyor, sadece kendimize itiraf edemiyoruz.
arkadaş listesi istediği gibi olmayan kişilikler de böyle süper arkadaş listesi görünce doğal olarak bir çekememezlik olayına giriyorlar, bunu sorun ediyorlar.
oysa ki ne gerek var sorun etmeye, sen bilmiyor musun o kişiliğin o listedekilerin yarısından fazlasıyla muhabbeti olmadığını?
başta da belirttim, bu kişiler açık açık hava atmazlar. ama şöyle küçük oyunlar oynarlar. mesela onun yanındayken facebooka girmişsinizdir, veya o girmiştir. başkalarının profillerine bakarken "aaaa ne kdr az arkadaşı var yaaa" şeklinde küçümsemelere giderler. bunu yaparaktan, kendi listelerinin kabarık olduğunu ima ederler. bunların başlarını tabii ki ezmek lazım, ama suç aslında onların değil, facebook raconunun tabii ki de.
bir süre sonra burnunuzun alıştığı kokudur. bu kötü bir şey midir? bence değil. çünkü insan, kendi kokusunu duyumsamaz, fark etmez. bir süre sonra sevgilinin kokusu da farklı olarak duyumsanamaz, çünkü artık o da sizin bir parçanızdır, o artık sizsinizdir, kalbiniz birdir, vücudunuz birdir, aşkınız birdir.
onun için kimin iktidar olacağı, kimin ülkeyi yöneteceği çok da önemli olmayan vatandaştır. onun tek derdi, yaşamını sürdürmektir*. bu yüzden de, oyları çok kolay satın alınabilen vatandaştır.
canım ülkemde demokrasi demokrasi diye naralar atan çığırtkanlar, acaba bilmiyorlar mı demokrasinin düzgün işleyebilmesi için sadece yargı organının işini yapmamasının(!) yeterli olmadığını? bir ülkede demokrasinin işleyebilmesi için, o ülkedeki eğitim düzeyinin, bilinç düzeyinin bir kere yüksek olması gereklidir. çünkü bilinçli olmayan vatandaş, kendi hakkını savunamaz.
bilinçli vatandaşın hakkını savunması için gereksindiği başka önemli şey ise, gelirdir. gelir, insanın insanca yaşaması için gereklidir. eğer bir insan, yiyecek yemek, içecek su, sağlığını koruyacak ilaç vs. bulamıyorsa, o insan bir kere özgür bir vatandaş değildir. bağımlıdır, öncelikleri temel ihtiyaçlarla sınırlanmıştır. onun için önemli olan, yaşamını sürdürebilmektir. böyle bir insan, herşeyi yapabilmeyi göze alabilecek kadar gözü karadır, ki oyunu satmak öyle çok da ayıp gelmemektedir ona.
insanın, hakkını savunamadığı bir ülkede demokrasiden de söz edilemez tabi ki. öyleyse, demokrasinin önündeki en önemli engel aslında yargı değil, yoksulluktur, cehalettir! ve bunların önüne geçmeye çalışmayı bırakın, bunlardan faydalanan bir hükümet söz konusuysa, o ülkede demokrasiden bahsetmek halkla dalga geçmektir. ve halkla dalga geçilen en güzide ülkelerden birisi de, kuşkusuz türkiye'dir.
fast life gibi dünya standartlarında bir şarkısı varken, türkiye piyasasında "bence evlenmeliyiz hem de bu sene" gibi ucuz türk yapımı pop şarkılarına benzeyen şarkısıyla yer edinmeye çalışan şarkıcı. muhteşem bir potansiyeli olmasına rağmen, türkiye'de gerçekten de harcanıyor. serdar ortaç'ı devirip yerine geçmesini canı gönülden diliyoruz. diliyoruz ki, türk popunun önü açılsın, biz de dünya standartlarına ulaşalım.
git gide bazı geleneklerini kaybetmeye başlayan eski lisem. üniversiteye başlayınca değerini daha da çok anlıyorsunuz, çünkü burada yaşadıklarınız, aldığınız eğitim, dünyaya bakış açınız vs. sizi üniversitede diğer anadolunun bilmem hangi fen lisesinden gelmiş sıradan liselilerden ayırıyor. zaten bir kaç tane böyle köklü lise var***, bu liseden mezun olanlar kendi aralarında da iyi anlaşırlar, diğer liselerden ayrılırlar.
ama dedim ya, son zamanlarda bu lisede birşeyler oluyor. hükümetin ele geçirme politikalarına karşı direniyor direniyor, ama nereye kadar. biz lisedeyken, bazı akşamlar mezun abiler gelirlerdi. kendi aralarında toplanırlar, hem bizi görmek için yatakhaneye uğrarlar, hem de eski günlerdeki gibi halı sahada maç yaparlardı, hasret giderirlerdi.
gelin görün ki, yakın bir zamanda biz de aynı şeyi yapmak için liseye gittiğimizde, yeni yatakhane müdürü beyfendi tarafından* içeri alınmadık, hatta müdürden gelen telefonlarla bahçeden atılmamız istendi. izciler bahçede mangal yaparken, bu kendini bilmez yatakhane müdürü "bu saatte maç mı yapılır" diye soruyordu. kendisi o kadar geri kafalı ve kendini bilmezdi ki, izcilerin yaptıklarını bile ayıplayarak "bunları da doğru bulmuyorum" deme cüretini bize göstermiştir. daha bir çok konuşma geçti ama buraya yazmayı uygun görmüyorum.
işte o görkemli istanbul lisesinde, bu tip insanlar hüküm sürmektedirler. ilericiliğin, atatürkçülüğün kalesi olarak görülen bu lisede bazı şeylerin değişmeye başladığını görmek beni çok üzüyor. neredesin necati hocam?
asıl adı tava ciğerdir. edirne'nin meşhur yemeğidir. ciğerin o bilindik tadını kokusunu sevmeyen kişiler bile tava ciğeri severler, çünkü tadı biraz daha farklıdır, çok lezzetlidir. arnavut ciğeri'nden falan daha güzeldir kanımca.
kurutulup sonra yağda kızartılmış acı biberle birlikte servis edilir.
çok yakışıklı olan erkek modelidir. ülkemdeki erkeklere bakıyorum, kimisi ismail yk'ya benzemeye çalışıyor, kimisi ibrahim tatlıses'e, kimisi serdar ortaç'a, kimisi bülent ersoy'a. yanlış! tamamen yanlış! nasıl böyle bir yanılgıya düşüyorlar bilemiyorum.
dünyanın en seksi erkekleri listesine bir bakın, kim en üstte?
johnny depp sürme mi sürüyor normal hayatında diye sormayın, pek emin değilim. ama johnny depp'i normal hayatında seksi bulan kaç kız var allah aşkına? bu kızların %95,6'sı zaten adamı karayip korsanlarında tanımış, görmüş, sevmiş.
yani? yanisi basit. adamın en seksi olmasının sebebi, tabii ki de gözündeki sürmedir.
e peki benim ülkemin gençliği neden johnny depp'e benzemek için uğraş vermezler? neden gözlerine sürme çekmezler? bir türlü anlıyamıyorum işte. sanırım sebebi, mahalle baskısı. sürme çektin mi gözüne, o biçim diyorlar yahu senin hakkında.
ne kadar ayıp!
sevgili abaza genç erkek kardeşlerim. bu mesajım sizedir. allah hepinize acımış, bu halinize içi cız etmiştir. ve sonunda size hediye olarak johnny depp'i göndermiştir; kendinize örnek alın, hatunları götürün diye. ama siz hala bu cevheri fark edemediniz. neden? recep tayyip erdoğan'dan geliyor:
"gözünüz var görmüyorsunuz, kulağınız var ama duymuyorsunuz."
hadi şu mahalle baskısını el birliğiyle kaldıralım, gözlerimize çekelim sürmeleri, bütün hatunları götürelim, ülke de huzura kavuşsun.
büyük bir zevkle yaptığım iştir. biletimi alırken asla belirtmem koridor tarafı mı cam tarafı mı diye. çünkü otobüs kalkana kadar yaşanacak o heyecanı hayatımdan silip atamam ben. binerim otobüse, teker teker bakarım sayılara. ama ayıların koridor mu cam mı olduğunu görmez gözlerim, onlara duyarlılıklarını kaybettirdim bilerek.
sonra benim numaranın olduğu çift kişilik boş koltuğa gelir, hemen cam kenarına yapışırım. takarım kulaklığımı da, çıkarırım kitabımı da. ama ne kulaklıktan gelen sese konsantre olabiliyorumdur, ne de okuduğum kitabın tek kelimesini anlıyorumdur. çünkü o anda adrenalin seviyem tavan yapmıştır.
"acaba koridor tarafında mıyım cam kenarında mı?", hepsinden önemlisi "eğer koridor tarafındaysa biletim; yanıma oturacak kişi, ne sesini duyurabileceği ne de kendisini görebilecek birisine(kulaklık ve kitap kombinasyonu) dokunarak kendisine baktırıp(kitaptan başımı kaldırmam), kulaklığını çıkarttırıp, o kişiye 'pardon benim biletim cam kenarında' diyebilecek midir?". ne büyük stres, ne büyük heyecan!
genelde benim gibi tiplere uyuz olurlar. neden olurlar hiç anlayamam. en büyük kozları "ilk gelen herşeyi yaparım mantığında olamaz, benim biletim cam kenarı çünkü" dür. ama şunu hiç fark edeni görmedim: cam kenarı bilete sahip olmanın sebebi de, aslında o bileti benden önce almış olman değil midir? ben senden önce almış olsam biletimi, cam kenarını alırdım zaten. demek ki yine bir öncelik söz konusu olan.
eee o zaman nasıl karar vericez kimin cam kenarında oturacağına? kim hak ederse o oturacak! eğer yukarda anlattığım tüm o işleri yapıp beni yerimden kaldırabilirse, hak eden kendisi olacaktır, ve sike sike yerimi vereceğimdir. ama eğer bunu hak edemezse, hayatta kopardığını parçalayamayacak, hakkını arayamayacak bir tipse eğer, zaten sevmem öyle tipleri, hak ettiğini bulsundur. senin gibiler yüzünden herkes sessizleşti bu ülkede, kimse hakkını aramaz oldu, evcilleştirildik(genel çıkarımımı da yapar, yazımı öyle tamamlarım*).
edit: geç gelen tanım-> yukarıda anlattığım işleri yapan yolcudur.
yazar hakkındaki bilgiye bakarsınız, ne iyi oylanan entrysi vardır, ne de kötü oylanan. o kadar silik yazılar yazmıştır, belki sadece bakınız vermiştir, belki sadece tanım yapmıştır, ama hiç mi hiç yorum yapmamıştır. gerçek hayatta da vardır ya hani böyle tipler, yanınızda duruyordur ama varlığından haberiniz olmaz, sonra bir şekilde fark ettiğinizde acırsınız. işte aynı durum burda da söz konusudur. acırsınız adama, verirsiniz iyi oyu, mutlu olsun gariban.
bu durum erkek için söz konusu olduğunda, oğlanın annesinin kahrolduğu durumdur. senelerdir saçını süpürge etmiş, kendi canından beslemiştir onu, ama bir türlü sevgili oğluşu yiğitlik mertebesine ulaşacak kadar kilo alamamış, cılız kalmıştır.
bir anda hayatına giren bu yeni kadın da kim oluyor da oğluşunu böyle besliyordur? ne yani, karısı, annesinden daha mı niteliklidir, başarılıdır? haşaaa! "beynini zehirledi o gelin bozuntusu oğluşumun, nikah kıydırttı kendisine. oysa ki benim oğlum daha iyilerine layıktı, gitti o sünepe gelinle evlendi. yemek yapmaktan falan da anlamıyor zaten. bereket ben oğluşuma her hafta börek yapıp götürüyorum da, o sayede biraz kendini toparlıyor."
ilkokuldan itibaren, hep aynı yalanlarla uyutuldu türkiye. "almanya yenildiği için biz de yenik sayıldık"tan tutun, türkiye'nin zengin tatlı su kaynaklarına kadar, noktasına bile dokunmadan aynı cümlelerle uyutulduk okul kitaplarında.
aslında bir nevi beyin yıkamaydı bunlar. çünkü aynı cümleleri tekrar tekrar her sınıfta ezberletince çocuklara*, bir süre sonra insanlar bu olaylar hakkında araştırma yapmayı, yorum yapmayı bile kesiyorlar. yorum yapamıyorlar çünkü o konu hakkındaki tek bilgileri, ilkokulda, ortaokulda, hatta lisede beyne sokulan o cümlelerden ibarettir.
"fatih, dahiyane bir askeri strateji ile gemileri tek gecede karadan yürüttü", "ulubatlı hasan, ilk bayrağı istanbul surlarına dikti". tarih kitaplarında hep efsanelere, kahramanlara dikkat çekildi, neden-sonuç ilişkisinden çok "vay anuna koyım, ne milletmişiz ulan, fatihin kanı damarlarımda akıyor benim, vatan millet sakarya ulan!!" gibi gaza getirici çok da önemli olmayan bilgilerle beyinleri yıkandı canım ülkemin güzel insanlarının.
bunların sonucu olarak da, kafatasçı zihniyet gelişti tabi ki de. her sene istanbul'un fethi neden büyük coşkuyla kutlanmaktadır? savaşla, adam öldürmeyle elde edilen bir başarı(!) büyük coşkuyla kutlanmakta, o kutlamalarda bile hala aynı cümleler(karadan yürütme olayları falan işte) kullanılmakta. ki bu savaş bir bağımsızlık savaşı değil, bir zorla zaptetme savaşı olduğu halde.
sen küçüklükten beri savaşı o kadar güzel bir şeymiş gibi öğretmektesin ki çocuklarına, o çocuklar savaşlardan ders çıkarmak yerine, gaza gelmekte, hayal dünyasında yaşamaya başlamaktadırlar.
sadece tarih için bu böyle? hayır, coğrafya da ondan eksik kalmıyor. "3 tarafı denizlerle çevrili ülkemiz", hatırlıyorsunuz dimi? aynı cümle, aynı ezber, aynı beyin yıkama. diyeceksiniz şimdi bana, 3 tarafı çevrili işte ülkenin neyi sorguluyorsun? ben bunun bize veriliş şeklini sorguluyorum.
ve işte en büyük yalanlardan birisi: bir tatlısular ülkesi olarak türkiye. 3 tarafı denizlerle çevrili ülkem diyince, o taptaze içi daha doldurulmamış beyinler ne bilsinler, ülkenin etrafındaki bu mavilikleri de kullanılabilir su olarak düşünüyorlar.
hadi tamam eçtim bu 3 taraf muhabbetini, sadece tatlısular olarak bakalım olaya. "akarsulardan zengin ülkemizin en uzun nehri kızılırmak'tır.", nesnel bir bilgi verilirken bile, beyin yıkama devam ediyor. "gap, ülkemizin en büyük projelerinden birisi olup, tamamlandığında o bölgenin kalkınmasında büyük rol üstlenecektir." bir türlü bitemedi şu gap, adamlar da cümleleri değiştirme gerekliliği duymuyorlar tabi.
tatlısu bakımından zengin miyiz peki gerçekten? suudi arabistan'a göre zenginiz sanırım evet. susuzluktan kıvranan bir sürü afrika ülkesine göre de zenginiz galiba. peki ama, biz ülkemizi bunlarla mı kıyaslıyoruz? bunlar mıdır bizim denk almamız gereken? hani çağdaş medeniyetler seviyesinin üstüne çıkacaktık, o zaman o seviyedeki ülkelere baksak ya?
avrupa, özellikle batı avrupa, iklimi dolayısıyla çok fazla yağış alır. adamların ülkelerine sürekli yağmur yağıyor. oraya giderseniz de görürsünüz zaten, her taraf ormanlık. "gavur koruyo abi, bizim gibi kesmiyor ormanlarını" bunun da etkisi var tabi, ama asıl etken yağışlar. adamlarda orman çok bol, yağışlar besliyor çünkü. yani karadeniz bölgesini alın, bütün avrupaya yayın. adamlar o kadar rahatlar ki su konusunda, hollanda'da kazdığın yerden su çıkıyor mesela. bu yüzden de her tarafa yapay kanallar açmış adamlar. su nasılsa bok. bu ülkelerle kıyaslayınca bizim tatlısudan zengin ülkemiz ne durumda?
"iç anadolu bölgesi'nin güneydoğu anadol bölgesi hariç her bölgeyle sınırı vardır." ne mutlu iç anadolu bölgesine. peki iç anadolu bölgesindeki çölleşme ne alemde? sulardan zengin ülkede çölleşme olur mu hiç? güneydoğudaki kuraklık ne alemde?
marmaraya geçelim. güzelim, caaanım trakyam. ergene'nin beslediği topraklar. "burada kuraklık mı var?", yok tabii ki de. o özel nehir, trakya'nın aort'u gibidir, besler her tarafını. peki ergene'yi kim besliyor? deri fabrikaları, sanayi artıkları.. şu anda ergene'nin durumu vahimden de vahimdir. arabayla bir kolunun üzerindeki köprüden geçerken, arabanızın camını açmasanız bile o iğrenç kokular geliyor burnunuzdaki koku organına yapışıyor. bowman bezlerinden salınan seröz sıvıya da ihtiyaç duymadan hem de, o kadar keskin çünkü. bok götürüyor ergeneyi, ve biz bu suları tarımda kullanıyoruz, içmede kullanıyoruz. bu su kullanılır mı?
kısacası, türkiye tatlı su bakımından abartıldığı kadar iyi durumda değildir. hatta mevcut su kaynaklarını daha da kötü kullanarak, kendisini git gide daha zor duruma sokmaktadır. sularını kirletmektedir. ama temiz beyinlere aynı beyin yıkama sürdüğü için, yetişen nesiller hep pollyanna havasında büyümekteler, kimse tehlikenin farkına varmadan aynen devam..