vücut geliştirme, fitness gibi sporlarla kimse beyin kıvrımlarını arttırmayı hedeflemediğinden gereksiz bir aforizma.
iki saat daha az dizi/futbol izleyerek, daha az oyun oynayarak, daha az face/twit/insta takılarak , bu eylemlerin ikisine de rahatça vakit yaratılabileceğini de unutmamak lazım. örneğin benim gittiğim salonda hoca fransızca lisans+yüksek lisans mezunu, makine mühendisliği lisans mezunu ve uluslararası ilişkiler doktorası için başvurularını yapmakta olan 50 yaşlarında bir amcamız ve kasları da beyni de gayet yerinde.
ülkede zaten çok az insan düzenli spor yapıyor, tıpkı çok az insanın okuma alışkanlığı olduğu gibi; küçük amerika olarak obezite ve diyabette de büyüğü ile yarışmayalım, 20 yıl sonra sağlık giderlerimiz 10a katlanmasın; bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler.
yaşamın niceliğinden çok niteliğini değiştirmekle alakalıdır, ömrü beş-on yıl uzatmak değil 35 inde merdiven çıkarken soluk soluğa kalmamak, denizde üç kulaç atınca yorulmamak, 40ına varmadan tip-2 diyabet olmamak; aksine 70inde dağcılık yapan iskandinav nineler gibi olmak için.
bir sürü ıvır zıvır detayla gözümüz korkutulsa da aslında kilit noktaları belirli şeyler üzerine malumatlardır.
1) beslenme
bu konuda yaklaşık 10-15 yılda bir uzmanların fikirleri başka bir modaya uyuyor ama kilit nokta genelde akdeniz diyeti diye bilinen dengeli beslenme üzerinde konsensus oluyor. yani bir besin grubunu komple kısıp diğerine yüklenen diyetler uzun vadede hep bir yerlerden patlıyor.
şimdiki trende göre söylersek, basit karbonhidratlar: bisküvi, şeker, ekmek, tatlı, pasta, kek, börek, dondurma,çikolata, glukoz şuruplu her şey, beyaz şekerli her şey, esmer şekerli her şey. öcü, tu pis, kaka bunları yemiyoruz arkadaşlar. bunlar şerefsiz, bunlar hain, kim paralelse allah belasını versin yemiyoruz bunları , eve de almıyoruz çoluk çocuktan uzak tutuyoruz. stannis gibi evlat katili olmuyoruz, yiyenin ağzına fare girsin, yemiyoruz.
enerji ihtiyacını kompleks karbonhidrattan ve kaliteli yağdan alıyoruz. nedir bu kompleksler tahıl mahıl bulgur pilavı, esmer makarna ; bunlardan biraz hüpletiyoruz orada burada, geri kalanı da sebze işte , patlıcan kabak börülce enginar ayşekadın bezelye havuç pırasa kereviz ıspanak brokoli dağda bayırda tarlada ne bulduysan koy gitsin tencereye.bunun yanında canımız tatlı çektikçe, hayvanlaşmadan günde 1-2 porsiyonu geçmeden mevsim meyvelerinden indiriyoruz mideye. bunların çok da hesabını kitabını yapmamak bünyeyi darlamamak lazım, yok üzüm çok şekerliydi çilek antioksidandı vs. ince işlere girmeye gerek yok, neyin mevsimiyse biraz biraz canımız çektikçe yiyoruz ottur günahı yoktur neticede.
gelelim proteinlere, bunları çekinmeden bol bol yiyoruz; etin kilosu olmuş 40 lira nereye yiyoruz bilmiyorum ama yiyoruz işte yumurtadır, tavuktur, mantardır, peynirdir, fasulyedir, midyedir, soyadır, balıktır bunları nerede bulsak affetmiyoruz .
kaliteli yağ ne dersen doymuş doymamış tekli çiftli esansiyel mesansiyel bu hesaplara girip kafa karıştırmaya gerek yok; margarin yemiyoruz, ayçiçek mısır filan bunları mümkün olduğunca azaltıyoruz; rafine oranı az olan halis muhlis zeytinyağıyla, köyden alınmış tereyağını bulduğumuzda direkt dalıyoruz. bir de varsa fındık yağı olabilir. yağ demişken palm yağı tu kaka yiyecekler listesindedir, bunu içeren kavanozlardan , etiketlerden öcü görmüş gibi kaçıyoruz(nereden bulucaz demeyin, gerekirse 5 bayram önce gördüğünüz köydeki emminin halasının kızına filan ulaşın bulun buluşturun işte, zaten mevsimde bir kere alıyosun gidiyo o)
2) egzersiz
egzersiz işi de yine çok abartıp işi kendi vücudumuzla savaşmak, yarışmak noktasına getirmeden doğal bir şekilde halledilebilir. yok bugün şu kas grubumu çalıştırayım, bu protein tozunu şu saatte içeyim vs. bunlar uzun vadede sürdürülebilirliği oldukça düşük düzenlemeler. olimpiyat şampiyonu olmayacak, iş çıkışı az biraz spor yapıp kafa dağıtmak isteyen normal vatandaşlar için bu işin olayı günde 1 saat civarı kardiyo+ağırlık'a denk gelen idmandır. bu basket olur halısaha olur yüzme olur ne bileyim eskrim olur, salona gidip koşu bandında takılmak olur, dambıl alıp evde video izlemek olur hepsi olur. kendinize en uygun , uzun süre sıkılmayacağınız bir şeyler işte. varsa diğer hobilerle kombine edilebilecek sporlar tavsiye edilir, mesela fotoğrafçılığı seviyorsanız , çekim yapmak istediğiniz mekanların (tarihi, turistik, doğal, şehir vb.) listesini yapıp sırayla bunlara bisikletle gidebilirsiniz; dans etmeyi seviyorsanız latin-aero gibi dans ve spor kombinelerini deneyebilirsiniz. binbir çeşit spor icat ediliyor her gün, internet de bedava gerisi yaratıcılığınıza kalmış.
bu işin kilit noktaları da kaytarmamak , başlayıp başlayıp bırakmamak, yapılan sporu sevip benimsemek. günün belli bir saatini ve haftanın belli günlerini bu işe ayırmak ve buna katı biçimde uymak alışma sürecinde kaytarmamak için çare olabilir, aksi halde malum üşeniyorum öyleyse yarın moduna geçiliyor.
3) psikolojik hal
bunu söylemeye gerek yok zaten, modunuz kötü olduğunda fizyolojiniz de etkileniyor, çeşitli organlar hastalık sinyalleri veriyor, bağışıklık zayıflıyor vs. bunun nasıl yapılacağı çok belirgin bir şey değil kimisi için psikiyatrist ve ilaç tedavisi, kimisi için basit bitkisel sedatifler, kimisi için müzik kimisinde meditasyon, kimisinde hayatında köklü değişiklikler(meslek değişimi, boşanmak vb.) , kimisinde yeni hobiler edinmek( spor da olabilir bu) işe yarıyor. ama bir yolunu bulup bir şekilde kronik mutsuzluk ve tembellik halinden sıyrılmadan zaten yukarıdaki iki alanı düzenlemek isteğiniz de oluşmayacaktır. fazla uyumak ve üşengeçlikten çeşitli paranoyalara ve sindirim sistemi rahatsızlıklarına, cilt ve deri hastalıklarından beslenme bozukluklarına pek çok şeyin altında yatan sebep sinir,stres, üzüntü keder oluyor genelde.
son zamanlarda oldukça hareketsiz, depresif ve stresli takılan bünyemi de yaklaşık 1,5 yıldır gastritle beraber pençesine alan oldukça troll bir hastalık.
verilen ilaçlar ve diyet genelde doktora gidilen ilk 1-2 ay içerisinde dikkatle takip edilir , sonrasında bunun kalıcı olarak uygulanması gerektiği öğrenildiğinde aman koy g.tüne gitsin modunda eski beslenmeye geri dönülür. bunun sebepleri arasında diyetin, zayıflamak için yapılanlardan da beter tam bir nine diyeti olduğu gerçeği vardır. haşlanmış sebzeyle ızgara etle, baharatsız tuzsuz alkolsüz kafeinsiz domatessiz tütünsüz şekersiz yağsız adeta otlamanız beklenmektedir. bir de bütün bunları yapmanıza rağmen stres varsa, hiçbir işe yaramaz ; zaten tedavi semptomatiktir kalıcı değildir, acını geçirir hastalığı çözmez.
son zamanlarda keşfettiğim bir gerçekse, bütün modern sıkıntıların ve salgınların olduğu gibi bu hastalıkların da sebebinin şeker+hareketsiz yaşam ikilisi olabileceği ihtimali.
altta yatan mekanizmasını, tıbbi açıklamasını bilmem tamamen kişisel deneyimdir:
-önce 1 yılı aşkın süredir kullanılan ve bir işe yaramıyor olduğu hissedilen ilaçlar yavaş yavaş azaltılır ve bırakılır(birdenbire bırakmak rebound effect gibi bir şeye neden olup, tedaviden öncesinden daha da beter bir hale getiriyormuş asit salınımını aman dikkat!) , bu dönemde eski diyetinize, her yenilene dikkat etmeye devam.
-tercihen tatilde olduğunuz iş&okul&gelecek kaygısı&aile bunalımları vb. stres unsurlarının en az olduğu bir döneme denk getirilir bu iş.
-sonra internette şekerin zararlarıyla ilgili 30 yıllık ne kadar materyal varsa izlenilir, okunulur, şekerden iyice bir tiksinilir böyle görünce öcü görmüş gibi bakacak seviyeye gelinir ve aniden hepsi bırakılır(azaltma filan hikaye, geçiniz)
-gizli şekerlere karşı uyanık olunur, tuzlu olsa dahi peynirinden çubuk krakerine ketçabına pek çok ürüne glikoz şurubu veya şeker katıldığı malum. etiketlere bakılır ve buzdolabı her türlü tatlı krizini önlemek amacıyla çeşit çeşit meyveye doyurulur(yaz mevsiminde bu işe girişmenin artısı)
-kesilen şekerin malum günlük başka enerji kaynaklarından telafisi gerekecek, işte bu süreçte şekeri bırakmanın ödülü olarak bünyeye uzun süredir hasret bıraktığınız salçalı, baharatlı, yağlı yiyeceklerden, kafeinden, alkolden, asitli meyvelerden azar azar orada burada öğünlerin yanına serpiştirilir (birdenbire fazla yüklenmemek az biraz sabırlı olmak gerek. bir portakal yiyebilmek bile teselliyken b.kunu çıkarıp açgözlülük yapmanın alemi yok.)
- hareketsiz, düzensiz, sürekli pc karşısında geçirilen hayata biraz çeki düzen verilir. bunun en basit yolu aksatmadan her gün aynı saatlerde belli bir sporu yapmaktan geçer. tatilde olduğu için zaten boşlukta olan bünye, bütün gün laptop başında harap edileceğine her gün hemen hemen aynı saatlerde popo yerinden kaldırılır, çanta hazırlanır spora gidilir, çok ağır olup sizi caydıracak bir spor da değil çok hafif ve keyfi yapılıp işe yaramayacak spor da değil. (mesela boks antrenmanı ya da akşam sahile inip bisiklet sürerim seçenekleri devredışı. genelde bir salona yazılmak, bir takıma klub gidip insan içine karışmak , antrenörün sizin zayıflıkları tespit edip ona göre program çıkarması vb. daha iyi oluyor, kaytarma filan olasılığı azalıyor) takribi 1- 1,5 saat yeterli. spor sonrası ilk saatte hemen protein alınır. bu kısım önemli. eğer proteini hemen yemezseniz, yaktığı enerjiyi geri almak isteyen aç bünye hiçbir şey dinlemeden gidip evdeki en hızlı enerji kaynağı olan karbonhidratlara gömülecek, şeker meker dinlemeden dalacaktır. iki yumurta haşlamaya üşenirseniz, bir büyük bardak meyveli süt vb. hızlı seçenekler de düşünülebilir.
-bunları ilk 1-2 hafta kendinizi zorlayarak da olsa, güvendiğiniz birine(anne olabilir) yetki verip itaat ederek de olsa, ayaklarınızı sürüye sürüye spora gitseniz dahi aksatmadan yapmak lazım; sonradan alışkanlığa dönüşüyor ve bağımlısı oluyorsunuz zaten.
zamanla damak tadı değişip insan eskiden bayıldığı şeyleri fazla şekerli bulmaya hatta midesi bulanmaya başlıyor, spor ise psikolojik mi fizyolojik mi bilmem elinizi kaptırdığınızda kolunuzu bırakmayan bir mekanizması var zaten.
sonuç olarak sağlıklı yaşam her yanıyla bir bütün, beslenme&spor& stresten uzak yaşam üçlüsünde neden sonuç ilişkileri belki sandığımız gibi olmayabilir. belki stressiz ve mutlu bir hayat sürdükleri için bu kadar spor yaptıklarını, kendilerine dikkat ettiklerini, sağlıklı beslendiklerini düşündüğünüz insanlar aslında spor yaptıkları için ve sağlıklı beslendiği için mutlu olabilir.
bir dizi oyuncusunun verdiği röportajın
'Hep aşk hayatımda bir şeyler yazılıyor ama benim son 5-6 sevgilim hep Amerikalıydı. Sanki Amerikan kasabasında sıradan bir kız gibi yaşıyorum aşk hayatımı. Hiç ama hiçbir Türkten çocuk yapmayı düşünmüyorum.'
şeklinde bir paragrafında geçen cümle.
bu magazin işlerinin genel fıtratını* bilmiyorum pek lakin, insanların özel hayatının merak edilmesi ve kendileri tarafından bu merakın giderilmesi şeklinde , konuşulan kişinin reklamının yapılmasını , ünlülüğünün perçinlenmesini sağlayan ilginç bir döngüsü vardır.
yapılan açıklama, bu kadar gündem yaratacak, üzerinde durulacak bir haber niteliği taşımamamlıydı normalde. belli bir ırk üzerinden cinsel beğenilerinizi veya beğenmeyişlerinizi belirtmek artık oldukça alışıldık bir tavır. bir estetik seçim gibi algılanıyor : 'hintli kadınlarla sevişmem'' iskandinav erkekleri bi harika' gibi cümleler oldukça yaygın.
peki bu durumda bu genç kadın oyuncunun farkı, ünlü olması sebebiyle üzerine düşen sosyal sorumluluk mudur? söylemini ırkçı bir bazda değerlendirip, bireysel beğenilerini toplumsal bir olaya dönüştürme sebebimiz sıradan bizim gibi sözlük yazarı olmayıp oyuncu olması mı?
bir bakıma evet, bir insanın takip eden kitlesi, fanları varsa istemeden de olsa bazı görevleri üstlenmesi gerektiği varsayımındayız. mesela bir benzeri, bireysel beğeni belirten tek bir sözcük üzerinden homofobik olduğu iddiasıyla immanuel tolstoyevski'ye yapılmıştır ekşide.
konumuza dönersek, mesela konunun benzeri olan 'türk kızı' üzerinden her türlü hakaret, aşağılama, eleştiri, bireysel tercih olması gereken şeylere saldırı yıllardır online sözlüklerde hiç yadırganmadan devam ediyor. üzerine sorgulama yapan, 'ya biz ne yapıyoruz, bu yaptığımız şahsi şeyleri genellemektir, ırkçı söylemdir, cinsiyetçi söylemdir' diye düşünen yok. bilakis bu yönde eleştirileri ciddiye almadığımız gibi, aklımızdan bir kez olsun bahsedilen 'türk kızı' adlı yaratığın da çıkıp benzer genellemeler yaparsa ülkedeki iki cinsiyetin birbirinden nefret etmek için binlerce sebep bulacağını görmemekte ısrarcıyız.
yani bu 'türk erkeği' başlıklı çıkış aslında ne zamandır çevirdiğimiz 'türk kızı şişko/kıllı/kezban/geri kafalı/kültürsüz' vb. söylemlerden farklı değil. türk kızıyla evlenilmeyeceğini, rus kızıyla iki ömür yaşanacağını söyleyen pek çok entry bulup gösterebilirim.
şu yukarıdaki , iğrenç bir türkçeyle ifade edilmiş çok da ciddiye alınmayacak öznel bir dille kurulmuş olan cümlelereyse sanki bilimsel bir açıklamaymış, bir anlamı varmış gibi aşırı tepki verildiğini gözlemledim. kullanılan ağız bile 'hıh benim son sevgililerimin hepisi de italyandı size kalmadık!' diyen liseli ağzından öteye gitmemiş. gülünüp geçilecek bir anglo-sakson yaşayışına öykünme hikayesi satır aralarından sızıyor , bunlar bariz. buna rağmen , bu kadar şahsi ve gülünç bir açıklamanın 'türk erkeği'nin damarına basıyor olması ilgi çekici.
edebiyatın en küçük üvey çocuğu denilebilecek, görece yeni ve eleştirmenlerce yazın dünyasına dahil görülmeyen tür.
frankfurt okulu düşünürlerinin popüler kültür , kitle kültürü ve kültür endüstrisi gibi kavramlardan bahsettiği sırada doğuşunu gerçekleştirmesinde bunun payı vardır muhakkak.
kültür endüstrisi kavramı , sanat eserinin 'kendinde şey' olma özelliğini ve yapaylığını yitirip ; toplumun taleplerine göre şekillendirilen ticari metalara dönüşmesini anlatır.
bu bağlamda rock, jazz, metal müzikten tutun fantastik edebiyata, süper kahramanlara kadar 'talep doğrultusunda şekillendirilmiş veya talebi kendisi şekillendirmeye çalışan' endüstriyel tarzlar sallantıdadır.
bunun açıklaması kırsaldan kente hızlı göç ve endüstrileşme sonrası folk kültürünü, yaşayışını, eğlencelerini kaybeden eski çiftçi yeni kent işçisinin ve küçük burjuvanın ; daha önce aristokrat sınıf tarafından benimsenen sözümona 'yüksek sanat' ile haşır neşir olmaması ve yaşam koşulları , içinde bulunduğu telaş, yaşamak için çalışma zorunluluğu vb. içerisinde bu derece yapay bir üretimden zevk alamıyor olması olarak açıklanır.
bu durumda kente göçmüş, geleneksel eğlence ve dinlence malzemelerini artık terk etmiş bu topluluğa yeni bir şey vermek gerekiyordu. böyle tüketicinin zevklerini şekillendirme ve daha sonrasında bu zevkin oluşturduğu talebe hitap etme şeklinde kendi kendisini doğurup meşrulaştıran bir 'popüler kültür' anlayışı oluştu.
bu popüler kültür de hangi ülkeden ve yıllardan olduğu hangi akımda olduğu çok fark etmeden genelde hızlı tüketilebilir, duyguları hızlı tetikleyen ve söndüren, deşarj edici nitelikte eserleri kapsıyordu. burada kitle kültürü denen kavramı ayırmak gerekir. kitle kültürü olumsuz bir kavram değildir. kitlenin kendi talebi ve ihtiyaçlarını karşılayabilecek, duygulanımlarını dış dünyayla etkileştirmesine olanak tanıyacak bir sanat fena değildir . sorun sanatın metalaşması, birbirinin benzeri, çok satana göre yeniden şekillenen modaya ayak uyduran kitapların, filmlerin, şarkıların etrafta fink atmasıdır.
yani mesela güncel bir örnek vampir kitapları serileri, ya da romantik-gerilim kitapları, çok satan diye yol kenarına tezgahı açılan korsan tezgahındaki kitaplar vb. bu perspektiften baktığımızda def leppard ile demet akalın arasında sandığınız kadar büyük bir fark yoktur, chopin dinlemedikten sonra.
gelgelelim konumuz fantastik edebiyata, kurgu popüler kültürün en önemli parçası; insanları gündelik telaşeleri içerisinde oyalayıp nefes aldıracak , rahatlatacak; işyerlerindeki, şehir hayatındaki yabancılaşmalarını unutturacak bir şeyler sunuyor. bu bağlamda kültür endüstrisinin bir parçası gibi görülmekte haksız değil.
bu yönden baktığımızda yüzüklerin efendisi serisinden başlayarak, game of thrones'a kadar pek çok yapım ve yapıt gerçek sanat eseri, gerçek kitap kıstasına alınmayabiliyor .
tabii ki bu sınırın nerede olduğu oldukça belirsiz, bir yapıtı 'edebi' kılan özellikler, 'gerçek' sanatı gerçek kılan estetik, içeriksel ya da düşünsel özellikler neler olabilir gibi soruların yanıtlanması gerek öncelikle. ama mesela klasik bir bestenin caz uyarlamasını yapan bir piyanisti, ya da metinlerarası'lık sayesinde edebiyat kültlerine biçimsel ve sözsel gönderiler yapan post-modern yazarları hangi tarafa koyacağımız belirsiz.
soykırım yılları ve sonrasında, yahudi öykü/roman karakterlerinin varoluş krizlerini anlatan bir yazar.
bunu yaparken dili gereksiz duygulanımlara, şefkat veya acındırma gösterilerine gitmez; yalın, sakin ve gözlemci rolüne çekilir tanrılık yapmaz.
metinlerindeki karakterler soykırımı yaşamamış olsalar dahi mutsuzluğa biraz yazgılı gibidirler.
yazın-ötesi ya da meta-edebiyat diyebileceğimiz metnin üzerine metin, yazın hakkında yazı olayını çaktırmadan yapar.
'hayat felsefem şu ' kalıbıyla kullanılması anlam açısından yersiz olan .
felsefe mühim bir uğraştır, bilimin sanatın edebiyatın ahlakın dinin üzerinde gezinen bir denetleyicidir. muhalefet gibidir felsefe, onun sorgulaması elzemdir ilerleme için. anlamı bilgelik sevdası diye geçer.
eski yunanlılara göre felsefe thaumazein denilen bir şaşkınlık/hayranlık haliyle başlar. evrene baktığında, olan biteni gördüğünde kişinin varlığın nedenini sorgulaması felsefe alanına girdiğini gösterir. o zamanlar felsefe, 'doğa felsefesi' adıyla tüm bilimleri özellikle fiziği de kapsadığından böyle bir algı gelişmiştir.
modern çağlara kadar ; bilimler çok dallanıp budaklanmadan ve herhangi bir alt dalda uzmanlık bir ömür isteyen bir hale gelmeden evvel; pek çok arif insan aynı zamanda hem matematikçi, hem fizikçi hem filozoftur. bunların bir kısmı aynı zamanda metafiziğe, okültizme, mistik olaylara da ilgi duyan ve teolojiyle ilgilenen insanladır. bu yüzden newton'dan kepler'e ünlü fizikçilerin aslında evrenda saklı geometriler, sırlar ararken en önemli buluşları yaptığını görürüz.
felsefenin en önemli sorularından bilincin zor sorusu da newton ve leibniz tarafından ilk kez dile getirilmiş, üzerine düşünülmüştür mesela.
felsefenin bilimden en önemli farklarından biri birikimli ilerlememesidir. 3000 yıl önce bir helen filozofunun sorduğu soru halen tartışılabilir veya onun verdiği cevap 18.yyda verilenden daha yanlış, daha düşük seviyede değildir.
felsefede bu yüzden aslında akademik lisans eğitimi biraz tuhaftır. felsefenin 101'i filan yoktur çünkü. düşünmeye başladığın an dalarsın dibine, oradan kendi yolunu kazar başka noktalardan çıkarsın. 101 aşamasında öğretilecek filozof diye bir şey de yoktur. bu şekilde olsa olsa kronolojiye dizilip felsefe tarihi öğretilmektedir. aslında biraz sanat gibidir felsefe, okul sana öğretemez sen istediğini almalısın.
anarşik düşüncenin kurucularından olan rus filozof.
diğeri için (bkz: bakunin)
anarşizmin temeline inmeden, sadece yüzeyine atılan taşlara en derinden kahkahalarıyla cevap verecek olan, sakalı da sözü de geçerli şeker gibi bir amca.
israil filistine her saldırdığında yapılan klişe geyik.
öeehhh o kadar yapıldı ki gelip altına şu entryi girmek bile klişeleşti
ıyy kendimden soğudum bak.
linkleri güncellenmiş haliyle fragmanlar ve sıralı tam liste aşağıdaki gibidir:
tüm sinemaseverlere keyifli seyirler.
1928-wings : kanatlar. yönetmen: william a. wellman
1929-the broadway melody. yönetmen: harry beaumont
1930: batı cephesinde yeni bir şey yok / all quiet on the western front. yönetmen: lewis milestone
türklerin müthiş icatlarına bir örnek. 'güzellik argümanı' tarafımdan tanımlanmış bir tür mantık safsatasıdır. genel olarak karşı cinsten bir insan konuşurken dış görünüşüne bakarak söylediklerini yargılama eğilimi diyebiliriz. türkiyedeki erkeklerde had safhada bulunan bu mantıksal hastalık , bazı dişilerimizde de görülebilir. (bkz: khal drogoya tapınan kız)
örnek vermek gerekirse ayalet shaked başlığına ekşi sözlükte yazılan kimi entryler.
israil'in iktidara ortak yisrael beytenu adlı, rus göçmenlerinin desteklediği aşırı sağ ve kinci partisinin bir milletvekilidir.
yaptığı konuşmalar genel olarak aşırılık kavramına örnek teşkil eder .
ülkemizde ise hala 'aryan ırka benzeyen herkes çok güzeldir' adlı bir denyoca estetik algısı olduğundan ve 'bir kadın hangi alanda çalışıyor olursa olsun önce güzelliği/çirkinliğiyle tartışalım' diyen fallik kafalı dallamalar bulunduğundan , bir siyasi olarak fikirleri değil güzelliği filan söz konusu ediliyor hatta dış görünüşüyle bazı faşizanlarımızın sempatisini kazanmış.
yapacak yorum bulamıyorum, yeri geldiğinde bık bık 'ad hominem, ad populum, composition/ division' diyen insanlar bu kadın söz konusu olunca yeni bir mantıksal safsata türü yarattılar adına da 'argumentum ad venustas' diyorum. iğrenç seksistliğiniz gözlerinizde çapak gibi birikmiş beyler, uzaktan çok fena belli oluyor söyleyeyim.
gelelim söylediği şeylere ' filistinli anneler de ölmeli çünkü terörist yetiştiriyorlar.' şimdi neresinden tutsan elinde kalacak. birincisi en az avrupayı 50 yıl önce ele geçiren önce milliyetçi arkasından ırkçılaşan nazi düşüncesi kadar sağlıksız bir temele dayanıyor. genetik ve çevresel faktörler sebebiyle 'zararlı/tehlikeli' olarak yetişme olasılığı olan her bireyi, hatta onları yetiştirebilecek her potansiyel bireyi öldürelim dersen bu iş o zaman annaannelere hatta büyük büyük ninelere ya da havva ana'ya kadar gider.
ne dersiniz mesela bütün kadınları ya da bütün erkekleri öldürelim, böylece ileride terörist olma potansiyeli olan hiçbir çocuk doğmaz. işte insan türünün de sonu olur amaan canım terör bitecek insanlık da yanında bitiversin.
birinci mantık hatasını gördüysek gelelim diğerlerine,
ikincisi senin bakış açından onlar terörist , zararlı ,tehlikeli, çünkü arap. evet bizim ülkede de bazılarımızın pek sevdiği bir kelime olduğu cinsinden yazalım 'pis araplar onlar tu kaka' . evet onların açısından baktığımızda da onlara ait bir ülkeyi şehir şehir nasıl kuşatıp kendinizin olmayan bir topraktan kanla başla nasıl ülke kurduğunuzu dünya biliyor. http://i.hizliresim.com/1j2ZBN.jpg
ama sayın faşizan arap düşmanlarımız senin o yeşil gözlerine kurban ayalet hanım, arabın pis ten renginden nem kapıyor ya onlara göre hep sen haklısın iyi ki varsın .
kırk yıllık israil- filistin mevzusunu deşmek istemiyorum, ortadoğudayız neticede yaşananlar bir eli ayna diğer eli i-phone olanlar hariç hepimizin malumu zaten. türkiyede yaşayıp, hala bu kadına haklı diyebilen fallik dönemden sonra psikolojik gelişmesi durmuş vatandaşlarımıza acil şifalar diliyorum.
dün akşam dünya kupası dahilinde oynanan almanya brezilya maçından sonra çevrilen geyiklerin düşündürdüğü birlikteliktir futbol ve cinsiyetçiliğin yıllardır devam eden ilişkisi.
bu ülke sınırları içerisinde yaşadığım için gözlemlerim türk futbolseverler üzerinden yapılacaktır. bilenler bilir bu ülkede taraftar zamanında şunu http://store.donanimhaber...19AE3B1E321CE7077325B.jpg yapıyordu hatta hala yapıyor: http://twicsy.com/i/SMQood
bu olay ne yazık ki , kadınlı erkekli gruplar halinde konuşulduğunda, kadınların dahi eğlenceli bir espri gibi algıladığı bir olay. yani bir futbol takımı bir diğerini kendi stadında ilk defa yendiğinde bu olayı 'bekaret bozma' (ki bu kelimeler de sorunlu bir kullanım aslında) ile ilişkilendirmeyi oldukça normal hatta zekice bir gönderme gibi algılıyoruz.
malesef toplumun hemen her tabakasında futbolu cinsellikle, atılan golleri 'posta'yla , kaleyi de vajinayla bağdaştırma durumu var. işin en kötüsü 'yenilen takım =kadın' oluyor. yani kadın cinselliğine bakışımızın aşağılayıcı, küçümseyici olması öyle bir kabullenilmiş ki 'kızım sakın ha verme kimseye evlenmeden, değerin düşer' öyle benimsenmiş ki yenilgi kadınlıkla özdeşleştirilmiş. bu iğrenç bakış açımızın ve günlük hayatımızda ya da izlediğimiz sporda dahi her şeyi cinsellikle bağdaştırma çabamızın altında belki de cinselliğimizi rahat rahat yaşayamayıp , kafamızda sürekli cinsel arzular dolaşıyor olmasındandır. belki de kadınları cinselliğe karşı bu kadar önyargılı yetiştirip, seviştiklerinde suçlu hatat yenilmiş hissettirmesek bu toplumda cinsellik bu kadar tabulaşmış olmayacak ve herkes rahat rahat sevişebilince futbol maçlarından sonra böyle espriler yapmayacağız.
içinde bulunduğumuz online platform dahilinde bile dün gece 'brezilya öyle 1 -7 ki yarrağı' gibisinden bir başlık açıldı. içinde bulunduğum bu oluşumdan utanmama sebep olan bir başka başlık. 3 yıldır artık alışmışımdır sanıyodum her akşam bekaret başlığı açılıp sevişen kadınların yerin diibne geçirildiği bir sözlükte hatta bir ülkedeyim ne de olsa bağışıklık kazanmışımdır diye düşünüyor insan, ama olmamış benimseyemedim bir türlü şu yaptığınız geyikleri arkadaşlar, bir türlü anlamlandıramadım.
bazen düşünüyorum, hani acaba biz mi abartıyoruz, gerçekten cinsellik üzerine üç beş geyikle maç yorumlanmasını diye ama bu cinsellik hep tek bir tarafa yükleniyor.
dünden beri sosyal medyada sürekli bir 'tecavüz' esprisi dönüyor, klişe, sıkıcı, yaratıcılıktan fersah fersah bu kalıpları hala komik bulabiliyor musunuz demiycem, kadını bu kadar aşağılayan, tecavüzü bu kadar kolay ve komik bulan, hala 'brezilya zevk almaya bak' diyen insanları görmeyi cidden mideniz kaldırıyor mu diye sorucam. çünkü gerçekten komik değil, rezil rüsva, toplumun halini bir kez daha vurgulayan içler acısı , vahşet bir durum.
kadınlı erkekli herkes tweet atıyor brezilyaya tecavüz diye, kadınsın sen xx kromozomun var hani, o senin de cinselliğin hani, sen cinselliğini bu kadar yenilgi, bu kadar kötü bir şey mi sayıyorsun? bir gün seviştiğin bir kişi olur ve sonra ayrılırsan 'ama o beni kullandı ühühühü' diye ağlayacak zihniyetlerdensin belli, ama en azından tecavüze uğramış hemcinslerini düşün; her seferinde her yenilgiye tecavüz dendiğinde mağduriyetlerini bir düşün.
bende de bir tuhaflık var, game of thrones izlediğinde favori karakteri sıçtımın 'khaaaal drogoooo 'su olan kadınların yaşadığı bir ülkede ne bekliyorum ki? adam 13 yaşında kıza nasılsa karım diye tecavüz ediyor 'ama o kurgu yhaa sonuçta' sıçtımın zihin özürlüsü sence tecavüz nasıl meşrulaşıyor, sence ülkede 10 yaşında kız çocuklarına tecavüz edenler neden ediyor? devlet kadınları tecavüzcüsüyle evlendirmeye çalışıyor, tecavüz sonrası doğan çocuğa dahi bakılmalı diyor, bangır bangır nasıl protesto edeceğimizi şaşırdık, sen bunlarla mücadele edeceğin yerde izlediğin dizideki en ilkel kavmin en barbar tecavüzcüsüne, sübyancısına aşık olup hayran hayran bakıyosun. tamam jason mamoa yakışıklı adam, tamam kaslı üçgen filan ama her üçgen vücutlu yakışıklı herifin sana tecavüz etme hakkı var o zaman? 'amaa sonra romantik oldular hem khalesi onu sevdi ki..'bak hala meşrulaştırma çabası, sıçtımın stockholm sendromlu danerysi khal drogoyu seviyomuş gerizekalı , oldu o zaman biz kalkalım.
neyse konu dağılıp diziye kaydı fark ettim, ama bu espriler var ya müstehak size, yapın esprilerinizi. ben de türkiyeden gitmek isteme sebepleri listeme 13,3 x 10*25. madde olarak ekleyeyim şu durumu. sayenizde isviçrede sokak köpeği olmak mı tr 'de kadın olmak mı diye sorsalar, durup saatlerce düşünüp karar veremeyecek hale geldim.
bugün denk geldiğim şu https://galeri.uludagsozluk.com/r/806771/+ resim sayesinde birden , sorgulamadan ve üzerine düşünmeden böyle bariz yanlış fikirlere ne kadar kolay kapıldığımızı fark ettim.
kütleçekimi evrende var olan 4 temel fiziksel kuvvetten biridir ve varlığının sebebi sizin uçmanızı engellemek olan şeytani bir kuvvet filan değildir.
öncelikle şu istekteki mantıksal safsataya bir baltayla dalalım. yerçekimi kavramı olmasaydı uçacaktık diye durup hüzünlenmek, ateş olmasa yanmazdık diye düşünüp hüzünlenmek kadar saçmadır. neden bu ikisi de saçmadır? yerçekimi kavramı olmasa yukarı-aşağı gibi kavramlar da var olamayacağından dolayısıyla sizin bugün bir amaç olarak algıladığınız anlamıyla 'uçmak= yerden yükselmek' de olmayacaktı çünkü zaten her halükarda yerden yüksekte olcaktınız ve uçmamak diye bir kavram var olmayacağından uçmak da sözlüklerden silinecekti. yani ateş örneğindeki gibi, eğer ateş diye bir olgu hiç var olmasa siz yanmak kavramından zaten bihaber olacağınızdan ve bilincinizde buna denk gelen hiç bir deneyim/gözlem vb. bulunmadığından yanmadığınıza seviniyor da olmayacaktınız. 'yanmamak' kelimesi de 'yanmak' ile beraber silinip gidecekti.
işin mantıksal/felsefi boyutunu geçtiysek şimdi başka bir sorun çıkıyor karşımıza o da şu dünyamızın -yaşama izin veren o meşhur koruyucu örtüsü- atmosferi varlığını yer çekimine borçludur. merkezkaç kuvvetinin (aslında bu da kurgusal bir kuvvet neyse kafa karıştırmayalım) etkisiyle uzay boşluğuna savrulup gitmesi gereken o gaz katmanları kütleçekim etkisiyle gezegeni sarmalamış durumdadır. yani çok üzgünüm gençler ama yer çekimi olmasa siz , hatta tek hücreli canlılar bile muhtemelen var olamayacaktı herhangi bir gezegende.
bundan daha derin ve bariz bir sorunsa şu ki, yıldızların ve evrende görülen gezegen, kuyruklu yıldız, kara delik hatta galaksi gibi oluşumların var olmasını sağlayan şey kütleçekimle nükleer kuvvetlerin dengesidir. eğer kütleçekim olmasaydı aslında devasa nükleer fırınlar ve birtakım gazlardan ibaret olan 'yıldız' diye tanımladığımız cisimler en başından hiç bir araya gelmemiş olacaktı. yıldızların hayat öykülerini, yıldız türlerini vb. incelerseniz aslında milyarlarca yıl süren o ışık oyunlarının hepsinin bir kütleçekim-nükleer kuvvet kapışmasından ibaret olduğunu ve dönem dönem birinin diğerini baskılamasıyla yıldızların patladığını , kendi içine çökebildiğini hatta karadelik oluşturduğunu fark edersiniz. yani kütleçekim olmasa aslında sadece biz canlılar ve insanlar değil yıldızlar ve gezegenler de oluşmayacaktı.
dolayısıyla 'kütleçekim olmasa da uçsaydık ne güzel' demek gerek mantıksal açıdan gerek fiziksel açıdan tutarsızdır. olsa olsa 'kütleçekim olmasa da biz de var olmasak' denilebilir; ki bu durumda var olmadığınız zaman zaten ne kendinizi ne de herhangi bir kütlenin çekim etkisini deneyimleyebileceğinizden 'oh ne güzel kütleçekim yok ve biz de yokuz , var olsak kim bilir ne sıkıntılar çekecektik' deme şansınız da olmayacaktır. bu istek yine bir logical fallacy örneği olur ama en azından fiziksel açıdan makul bir önermeniz olur.
şiddetli oluyorsa yani dismenore varsa altında çeşitli hastalıklar yatan bir sancı olabilir, herkeste oluyor nasılsa diye normal olduğu düşünülüp doktora başvurulmadan her ay acı çekmek tercih ediliyor gözlemlediğim kadarıyla.
polikistik over sendromu veya endometriyozis gibi ciddi rahatsızlıklar bulunabilir dismenoreli insanlarda.
bunun dışında ergenlikte, henüz cinsel tecrübe yaşamamış kadınlarda da hiç bir neden yokken sancılı regller görülebilir ve yine duygu durumundaki dalgalanmalar yüzünden düzensiz menstrüasyon görülebilir.
hiç cinsel ilişki olmadığında ağrının katlanarak artmasının sebebi vajina çıkışının ufak bir delik hariç kapalı bulunması ve menstrüal atığın gereken hızla vücudu terk edememesidir. annelerin sürekli söylediği 'evlenince geçer' olayı doğrudur yani.
eğer hem düzensiz adet olan hem çok ağrı çeken hem de vücudunda erkek tipi tüylenme olduğundan yakınan bir kimseyseniz acilen hormonlarınıza bakılmalı ve yumurtalıklar görüntülenmeli demektir.
sancıların çözümünü tatlıda çikolatada arayanlar malesef hayal kırıklığına uğrayacak ama sağlıksız ve aşırı karbonhidratlı bu beslenme biçimi asla yarar sağlamaz. olsa olsa çikolata, peynir, portakal, domates gibi besinlerde bulunan aminlerden dolayı bir mutluluk hissi verir ama sancılarınız konusunda yapabileceğiniz en iyi şey, mümkün olduğunda fit bir vücuda kavuşmak, düzenli egzersiz yapmak , lifli/posalı besinler, vitamin- mineral açısından zengin öğünler ve sağlıklı yaşamaktır bu sağlıklı yaşamın içine çikolata yememeyi de ekleyiniz. kısaca acı çekmemek için yapmanız gerekenler, hatta pcos un tedavisi bile aslında sizi sağlıklı olmaya çağıran yöntemlerdir, şiddetle tavsiye edilir.
bunun dışında gelelim bunu dışarı yansıtma/yansıtmama durumuna:
bazı kadınlar sancılarından , baş ağrılarından ve hormonlarının seviyesinden dolayı bu dönemde aşırı huzursuz, gergin, stresli olabiliyor. ama genelde hüzün olarak kendisini belli etmesi gereken bu duygusallık bazı bireylerde yerini başkalarına karşı saldırgan davranışa bırakıyor.
üzüntünüzün, ağrınızın sebebinin regl olduğunu biliyorsanız, düzenli bir periyodu olup az çok pms dönemini tahmin edebilenlerdenseniz bence bu bilinçli bir şekilde önüne geçilebilecek bir durum.
sonuçta insanlar olarak düşünebilen ve duygularıyla mantığın kıyasını yapabilen hem ide hem süperegoya sahip varlıklarız. duygusal dalgalanmalarını tam kontrol edemeyen ve dışarı aşırı yansıtan 'çocuk' dediğimiz canlılar haricinde hepimiz, tüm yetişkinler kendi sorunlarımızın acısını başkalarından çıkarmamayı öğrenebiliriz/öğrenmeliyiz. engelli bir insan düşünün mesela atıyorum bir kolunun yerinde olmaması sebebiyle her sabah aynı psikolojik acıyı duyumsar ama bunu kontrol edip kendi içinde yaşarsa sakin, bilge bir adam olduğunu düşünürüz ama kimileri de vardır ki aşırı huysuzdur başına gelenlerin sorumlusu sanki iki kola sahip olan diğer insanlarmış gibi herkese en ufak bir sorunda çatar, kimse etrafında çok fazla vakit geçirmek istemez.
tıpkı tonton nine ve dedelerle huysuz ihtiyarlar arasındaki fark gibi. bir kısım gençliğin enerjisini ve yapabildiklerini kıskanırcasına yeni nesle her fırsatta söverken , bir kısım ihtiyarsa gençlere toleranslı davranır, tecrübelerini incitmeden kibar kibar aktarır, çocuklarla ve gençlerle çok iyi geçinir. işte bu ikisi arasındaki fark tamamen karakter farkıdır. herhangi bir hastalıkla ya da acıyla alakası yoktur, bu tamamen kişinin olaya bakış açısı ve olgunluğuyla ilgilidir.
hastasınız/yaşlısınız/engellisiniz vb. durumlardan karşıdaki insan bizzat sorumlu değilse ona kötü davranarak elinize hiç bir şey geçmeyeceği gibi, kadın olmanız doğurgan olmanız ve her ay vücudunuzun bir takım hormonal kontrollerle düzenlenen bir siklusa sahip olması da erkeklerin suçu değildir , doğanın işleyişidir, şanstır 2 tane x kromozomunuzdur vb.
bu dönemi gayet sakin, kendi içinde belki biraz hüzünlenerek ve kimseye bahsini bile açmadan atlatan kadınlar da var. tabii ki bu saklanılcak/utanılcak bir durum değil, aksine çok doğal bir durum ve regl olmanızdan kaynaklı bir gerginliğiniz, sıkıntınız, acınız varsa karşıdakini uyarmak babında bunu söylemek de gayet doğal. fakat sürekli dile getirip karşıdakinden sürekli size kraliçe gibi davranmasını beklemek abartılı bir ilgi hastalığı kapsamına girer.atıyorum başınız ağrıyor ve arkadaşlarınız gürültülü bir mekana gitmeyi teklif ediyorsa bunu dile getirir başım ağrıyor dersiniz. ama arkadaşlarınızın bütün gün etrafınızda pervane olup her istediğinizi yapmasını, size çok hassas davranmalarını her sn biraz iyileştin mi nasıl oldu diye sormalarını beklemezsiniz. işte menstrüasyon de böyle bir şey, 'ahmetcim karnım ağrıyo reglim, bugün biraz duygusal moddayım' diye bir kere belirtirsin karşıdaki de öküz değil ona göre davranır elbet.
erkeklere gelince, siz de yaşamadığınız bir olay hakkında ahkam kesip her kadının her söylemini aynı kefeye koymayıverin bir zahmet. kimileri (düzenli spor yapan, çok sağlıklı beslenen, sinir stresten uzak yaşayabilen kadınlar) bu süreci minimum acıyla geçiriyor olabilir, kimileriyse acıdan gerçekten kıvranıyor olabilir hele de altta yatan bir hastalık daha varsa 'öldürün beni yaşamak istemiyorum' moduna geçebilir. acı çekmeyenlere bakarak, acı çeken herkesi rol yapıyor şımarıklık yapıyor zannetmeyiniz. bu durumda empati yapmanız, 'seninki psikolojiktir nalan' diye hafife alıp gülüp geçmemeniz biraz anlayış ve normal zamandakinden daha fazla ilgi göstermeniz insancıl olur.
hepinize kolay gelsin.
taş
radyum
odun
zehirli ot
zehirli mantar
zehirli kurbağa
yılan
insan
cenin
masa
sandalye
kağıt
uranyum
sezyum
polonyum
civa
asteroid
comet
sümük
idrar
diş
tırnak
saç
bokböceği
deniz atı
deniz anası
mercan
ışıklı balık
kirli yosun
çamur
zift
radon
xsenon
etandiol
metil alkol
propandiol
neyse bu liste +sonsuza doğru giderken birden limitinin olmadığını fark ettim.
katılan tüm anketdaşlara sabır diliyorum.
'yazarların yemem dedikleri besin maddeleri' adlı daha makul bir ankette buluşmak dileğiyle, esen kalın.
artık kezbanlıkta çığır açmış, her türlü anomaliyi barındıran, genetiği bozuk , tripkar türk kızının geldiği son noktadır.
gözün altında kirpik mi olur yahu? yıl olmuş 2014. ağda paranızı ben vereyim gidin şu iğrenç genetik mirasınızı bir aldırın. bu işin lazeri var epilatörü var gerekirse tıraş olun yeter ki o iğrenç bakımsız leş suratınızı her gün gözümüze sokmayın.
ha bir de iki adet kulak memesi olan var aranızda, ıyy midem kalktı o nası bir kezoluktur yarabbim? bak rus kızlarına hiç kulak memeleri var mı?
hele bir de aranızda konuşanlar filan var, yıl olmuş bilişim çağı konuşmak nedir yahu? banal , sıkıcı , şımarık kezolar sizi. hiç mi düşünmez bir insan mesela ayakkabı filan da giyiyomuşsunuz ay içim bi fena oluyo düşündükçe kezbanlığın, görmemişliğin bu kadarı yani.
nedeni ve çözümü olan bir toplumsal durum.
aç gözlülüğümüz ve hırslarımız neden, bireyi değil toplumu baz alan bir yapılanma ise çözümdür. ama siz bunları zaten biliyordunuz değil mi? http://vagus.tv/2014/03/2...lanilmayan-ev-sorunu-var/
mimarlığın, statik yerine dinamik sistemlerle yapılan versiyonu olduğu halde neden mimarlık kadar göklere çıkartılıp entelektüel anlam yüklenmediğini çözemediğim meslek.
matlab kullanırlar, çizerler,makinenin elemanlarını öğrenir, plan çözer, kesit alır projeyi tasarlarlar hesabını da yaparlar.
sanırsam mesleklerin 'sanat' ilan edilme kıstası biraz kalıpçı düşüncelerle şekillendiğinden, aslında en az günümüz türkiyesinin teknik ressam kıvamında çalıştırılan mimarları kadar tasarıma yoğunlaştıkları halde bu meslek hep 'odun mühendisler işte hesaplasınlar anca' diye genellemelere kurban gidip kareli gömlek , metal gözlük , at kuyruğu saç ve t cetveli diye tarif edilecek.
şimdi makinaların estetik birer obje olarak değil işlevsel birer parça olduklarından bahsedilecek. ve sanat ürününün amacının sadece estetik kaygı olduğu vb. yazılacak.
oysa binaların da temel fonksiyonu içinde barınılmasıdır, sağlamlığı , kullanışlılığı vb. gözetilir üstüne bir de estetik dizayn yapılır. yani bir ton beton, çelik, cam , tuğla vb. malzeme sadece yoldan geçen beğensin diye bir araya getirillmez aksine her yapının bir fonksiyonu vardır ona göre proje çözülür. tıpkı sağlamlık, kullanışlılık vb. amaçları barındıran , aerodinamik özellikleri gözetilen bir araba ya da uçak modelinin aynı zamanda dizaynıyla da öne çıkmasının istenmesi gibi.
öyleyse makine mühendisinin günah keçisi olup, mimarlığın baş tacı olmasının sebebi nedir?
biri fularla anılırken biri neden hesap makinesiyle anılmaktadır?
aslında alay edilmemesi gereken gayet makul bir sorudur.
her şeyin bir nedeni/var edicisi olmalıdır savı determinizmin temel taşı olan bir nedensellik ilkesi var.
herhangi bir dine inananlar için bu nedensellik ilkesi evrenin amacı, nedeni, ilk var edicisi diye bir kavram olması gerektiği şeklinde sonlandırılır. bu ilk neden de tanrıdır denilir.
hatta bunu açıklarken, bak şuradaki evin bile bir mimarı var, tencereyi ocağa koyduğumda ısınmasını sağlayan bir ateş var, kutu kolanın şişesini bile birileri tasarlıyor öyleyse koskoca evren de kusursuz bir varlık tarafından yaratılmış olmalı denilir.
fakat bu kusursuzlukta, mükemmel , her şeye kadir, her şeyi bilen vb. sıfatlarla anılan eksiksiz canlıyı neyin var ettiği ve nedeni/niçini sorgulamaya açık tutulmaz. bu da biraz ikiyüzlücedir. eğer deterministik ilkeye ve neden sonuca inanıyorsanız bunun evren için geçerli olması gerektiğini söylüyor ve tanrıyı buluyorsanız , aynı ilkeyi tanrıya da uygulamak gerekir.
tanrıdan bahsedilince o sebepsiz ve yaratıcısızdır, nedensiz bir nedendir diyerek bu soru bertaraf edilir. oysa evrenin de nedensiz bir neden olabileceğiveya kendinden sebepli bir varoluş halinde olduğu söylendiğinde teist olmayan kişiye sebepsizce saldırılır, alay edilir. seçmek lazım nedenselliği kabul ediyor musun etmiyor musun? ediyorsan bunun sınırı nedir? tanrının bir tanrısı onunda bir başka tanrısı onun da bir başka tanrısı... şeklinde sonsuz bir ilk nedenler kümesi mi, yoksa evrenin nedensiz olabileceği -son neden olabileceği ihtimali mi?
aslında tüm bu teistlik- ateistlik tartışmasında dönen en belirgin ve yanıtlanamayan soru budur. felsefe zaten asırlardır bunla uğraşmaktadır. bilimse evrenle ve var olanla ilgilenir yani metafiziğin sorunlarına fizikçilerden biyologlardan filan 'cevab' beklemek yersizdir. sizin kafanızdaki var olduğunu düşündüğünüz veya varlığını merak ettiğiniz her olguyu kanıtlamak veya çürütmek bilimin görevi olsaydı o zaman uçan yeşil bir çaydanlığın bilinen evrenin dışında bir yerlerde yüzmekte olduğu gibi iddialarla da bilim uğraşabilirdi. lakin adı üstünde metafizik, fiziğin ötesidir. fiziği ilgilendirmeyendir. doğal bilimleri bu tarz mantıksal veya felsefi sorgulamaların yanıtlanma adresiymiş gibi gösterip tartışmayı 'cevab veremedi' kıvamına indirgemek de bir başka iki yüzlülüktür. şu an fiziğin size sağlayabileceği tek bilgi determinizmin son yüzyılda teorik fizikte kuantlar leveline inildiğinde sarsılmış ve filozoflarca determinizmin içeriğinin yeniden yapılandırılmış olduğudur.
hiçbir calculus sorusu 'kafamdaki teoremin var olmadığını ispatlayınız' şeklinde değildir, aksine aşağıdaki teoremi ispatlayınız şeklindedir. bir şey sizin kafanızda mevcutsa önce sizin onun varlığını ispatlamanız gerekir. aksini beklemek bir 'logical fallacy' örneğidir.
buna benzer bir başka soru da özgür irade ile tanrının her şeyi bilmesi kavramları arasındaki çelişkidir. o da başka güne artık.
hepsinin içinde aynı elementlerden bulunan ve aynı reaksiyonları geçiren,aynı hayat döngüsüne tabi tonlarca benzer yıldız,
hepsinin kaşı gözü midesi pulmoner arterleri vücudunda aynı kısma konumlandırılmış milyarlarca insan,
hepsinde aynı organeller bulunan milyonlarca tıpatıp aynı terliksi hayvan
hepsinde aynı elementler bulunan desilyonlarca klorofil bileşiğini düşündükçe bana oldukça tekdüze düşünüyor gibi gelmişti oysa.
merak eden ve sabrı olanlar için, astrolojinin bilimsel yönteme tabii tutularak sınanması için yapılan bir anket ve sonuçlarını analiz eden bir yazı aşağıdadır. http://yalansavar.org/201...oglarin-bilimle-imtihani/
--spoiler--
özet geç diyen, okuyamadık durumumuz yoktu diyen ve sonucu merak edenler için tabii ki astrolojinin bir pseudo-scienceden ibaret olduğu bir kez daha ispatlanmıştır.
--spoiler--