burada müzik dinleyen tek kişi ben olduğum için olmayan gerginliktir. ha arada ankaralı turgut böğrüşleri geliyor ama kırk yılda bir olan bir olay merak edip bakıyor herhalde.
devasa sardalya kutuları. alt gelir seviyesine sahip insanları şehirlerin dışına ve en az yer kaplayacak şekilde yerleştirmek üzere yapılmış toki harikaları. yalnız suç sadece fakir insanları büyük apartman bloklarına tıkan zihniyetin değildir elbette. ben kendi şehrimi neden terk edip geldim demeli oraya tıkılan kişi. kendi şehrini büyük çoğunluk daha iyi hayat şartlarına kavuşmak için terk eder insanlar. ee geldin buraya misal istanbula ama beylikdüzü veya bilmemneşehir diye bir toki gettosunda yaşıyorsun. pimapen pencerelerin var diye hayat daha mı güzel oldu. büyük ihtimalle asgari ücret veya az farkla fazlasını alıyorsun işe otobüslerde tıka basa gidip geliyorsun metrobüslerde tıkıştırılıyorsun bunun neresi daha güzel bir yaşam? belki çocuğunu daha iyi bir okulda okutmak için geldiğini de sanabilirsin ama güzel kardeşim çocucuğunu 50 60 kişilik sınıflarda okutuyorlar yani seni ikamet ettikleri yerlerden pek bir farkı yok ki.
yani burada toki zihniyetini kınadığımız kadar güzelim memleketi köyünü bırakıp büyükşehirde yaşamaya koyulan ama şehrin kıyısına itildikçe itilen ve buna rağmen bu duruma ne ses çıkaran ne de o halde ben buradan giderim diyemeyen zihniyeti de anlamıyorum.
bugün yoksullara yapılan toki evleri kalabalık ve seçimde misler gibi hazır oy demek. ucuz işgücü demek, sömürülecek emek demek o sardalya kutularını boşaltmak mümkün değil gerçekçi de değil insani de, ancak birgün eğer değişim ve itiraz sesleri yükselmeye başlarsa bu sesin kaynağı da o kalabalık devasa bloklarda yaşayan ezilenlerin sesi olacaktır.
kimseyi üzmediği kimseyi ilgilendirmediği açıktır. insanları ölünce hatırlamakta üzerimize yoktur. bu adamı yıllardır bir dakikalık da olsa tv de yüzünü, gazetede haberini okuyan oldu mu? adamın ismini bile bilmiyor çoğumuz(ben de dahil) ama yüzünü oynadığı karakterleri çoğumuz bilir. hakim medyada bir programa konuk olmak için bir gazeteye söyleşi vermek için; baldır açmak gerek, bir haftalık evlilik yapmak gerek, abuk sabuk deli saçması sözler söylemek gerek. adam bunları yapmadı. diğer bütün sanat dallarında durum bundan farklı değildir. sansasyonel olmayanlar halının altına itina ile süpürülür, ancak bundan 100 yıl sonra kimse adını saymaya gerek duymadığım medya maymunlarının adını dahi hatırlamayacak, ancak asil ve dürüst sanatçıları kimse unutmayacaktır. ruhu şad olsun.
vicdan seansları, merhamet terapileri ve empati debelenmelerinin bir numaralı hedefi engellilere karşı duyarlılığı, mavi kapak toplamaktan mütevellit bir toplumda o kitabı kim okur, okuyan ne kadar neşelenir bilemem fakat, iyi niyetle girişilen ve kimseye vicdan ve merhamet masturbasyonu yaptırmayacağını umut ettiğim böyle bir olaya çomak* sokmak oyunbozanlık olacaktır.
(#18715085)
herkez, yalnış, yanlız, yada yazanı çok gördüm de kalifiye yerine kadifiye yazan muhtemel bir üniversiteli görmeme sebep olan kıçı kırık bir faşist tespiti.
ülkede ne kadar hiyerarşi meraklısı olduğunu bize gösteren validir. gazete haberlerinin klişe yorumlarında "e vali haklı protokol kurallarına uysaymış" diyenlerin yorumları coşturulmuş artılarla. yazık ki protokol fetişleri burada da bereketli bir sayıya sahipler.
günü kısa filmler halinde yaşamaktır en belirgin özelliği.
çay bardağı alınır, kaşık bardağın ağzına dengede duracak, çayın yüzeyinde yüzecek bir dengeye oturtulur. yüzeye çayın nasıl hücum etmeye çalıştığına bakılır. derinlere dalınır.
sonra iki küp şeker alınır kaşığın üzerine konur. sapından tutulup yavaşça şekerlerin ıslatılması sağlanır. çok az ıslanan şeker yavaş yavaş erimeye başlarken üstteki şekere sızmaya çalışan çay birden bire iki şekeri de çay bardağının derinliklerine gömüverir. hayat fanidir gereksiz ve anlamsızdır. bak nasıl da eridii hatta kaybolacak birazdan o şekerler. bir girdapla savrulacak parçaları. oysa o iki şekerin uzun bir hikayesi vardı. bitkinin özünden gelmişlerdi bu yerlere. kristal değillerdi ama şimdi özlerine dönmüşlerdi. o şekerler kristal değildi evet o halde neden bu hüzün. özlerine dönmemişler miydi. mutlu olmaları gerekmiyor muydu. hikaye mutlu sonla bitiyordu ama jenerikte çalan şarkı hiç de mutlu görünmüyordu. mutluluk neydi? o şekerler kimdi?
ya o şekerleri ve çayı içen hınzır!
stop
bu ülkenin en demokrat olduğu dönemde bile mümkün olmayan durumdur. darbe geçsin halk kendi kendini yönetecektir. darbe geçer gider savunucuları kalır geriye durum değişmez. cuntacılar darbeciler temizlenir halk bildiğin seçtiği adamlarca yönetilmeye başlar, durum aynı sinyal diit diiit diit. ya tanımda bir hata var ya tanımlananda. ikisinin de arazlı olduğunu farketmek için birkaç fikir yürütme yeterli olacaktır. konformist ulusalcıların ağızlarından tükürükler saçarak "bu halk aptal yeaa" serzenişlerine hak vermek elbette mümkün değildir çünkü, halkın tasalarından uzak ve halka ilham olma özelliğinden yoksun bir zümrenin halkın seçimi hakkında yorumda bulunması bir eşek şakası kıvamındadır.
halkın kendi kendini yönetememesinin sebeplerinden biri de elastik demokrasi anlayışıdır. demokrasi parabolünde tepe noktası ile taban arasında bir uçurum vardır. 1990ların türkiye'si de kağıt üzerinde demokrasi ile yönetiliyordu o zamanların ingiltere'si de ama türkiye'de insanlar dillerini konuştukları için tutuklanıyor, düşündüklerini söyledikleri için öldürülüyor, hapislere atılıyordu. kendi kendini yönetmek için demokrasi yetmiyor demek ki. bireylerin sorgulayan, yeri geldiğinde itiraz eden sesini yükseltmekten korkmayan bir aşamaya gelebilmesi için bir takım tarihsel aşamalardan geçmesi lazım toplumların. türkiyede her nasıl oluyorsa bir türlü bu olamamakta. 40 yıl sonra mısır suriye hatta çöl denizindeki libya devrimini tamamlayıp kendi kendine karar veren bir ülke olacak ama türkiyede 40 yıl sonra, yeni yeni yüzde 10 barajının kaldırılması için halk tepki göstermeye, piramidin tabanındaki asgari ücretli isyan etmeye, sağlık eğitim ve hukuk hizmetlerine yeterince ve olması gerektiği gibi erişemediği için orta kesim "noluyoruz" demeye başlayabilir. halklar toplumlar önce uyanır sonra kalkmaya çalışır, kalkar, yürür ve nihayetinde ileriye doğru koşmaya başlar. anlayış ve mantalitenin önce bireyden değişip bu evrelerden geçmesi gerekiyor ki o zaman biz bu aşamadan geçtik level atladık diyebilelim. tepeden lutf edilen yenilikler, balık tutmayı öğretmeyip her gün bir balık verip onunla yetinmesini istemektir.
buralarda halkın kendi kendini yönetmesi, burada (#18375540) söylendiği gibi bir ilkokul cümlesinden ibarettir. boşuna kendimizi kandırmayalım.
...ulan istanbul sen misin
senin ellerin mi bu eller
ulan bu gemiler senin gemilerin mi
minarelerini kurdan gibi dişlerinin arasında
liman liman götüren
ulan bu mazot tüküren bu dövmeli gemiler senin mi
akşamlar yassıldıkça neden böyle devleşiyorlar
neden durmaksızın imdat kıvılcımları fışkırıyor
antenlerinden
neden
peki istanbul ya ben
ya mısralarını dört renkli duvar afişleri gibi boy boy
gümrük duvarlarına yapıştıran yolcu abbas
ya benim kahrım
ya senin ağrın
ağır kabaralarınla uykularımı ezerek deliksiz yaşattığın
çaresiz zehirle kusan çılgın bir yılan gibi
burgu burgu içime boşalttığın
o senin ağrın
o senin
eğer sen yine istanbul'san
yanılmıyorsam
koltuğumun altında eski bir kitap diye götürmek istediğim
sicilyalı balıkçılara marsilyalı dok işçilerine
satır satır okumak istediğim
sen
eğer yine istanbul'san
eğer senin ağrınsa iğneli beşik gibi her tarafımda hissettiğim
ulan yine sen kazandın istanbul
sen kazandın ben yenildim
kulaklarımdan kan fışkırıncaya kadar
yine emrindeyim
ölsem yalnız kalsam cüzdanım kaybolsa
parasız kalsam tenhalarda kalsam çarpılsam
hiç bir gün hiçbir postacı kapımı çalmasa
yanılmıyorsam
sen eğer yine istanbul'san
senin ıslıklarınsa kulaklarıma saplanan bu ıslıklar
gözbebeklerimde gezegenler gibi dönen yalnızlığımdan
bir tekmede kapılarını kırıp çıktım demektir
abi tamam okul okuldur. vizesi finali için mutlaka çalışmak gerek. bilimsel teorileri bir takım hesaplamaları öğreniyorsun öğrenmek amacı ile okuyorsan her sene bir sürü kitabı baştan sona okumak sana mutlaka bir şeyler katacaktır çünkü bilgi bilgidir. ama kurban olayım üniversite okuyorum diye hava atmaya kalkışma. sorulursa söyle sorulmayınca anadolu üniversitesi bilmem ne fakültesi bilmem ne bölümü okuyorum deme. zırtpırt eline telefonu alıp aöf merkezi yetkililerine kıldan tüyden sorular sorma. olm bilmiyorsun belki ama o seçkin üniversiteli kavramı bile çoktan gitti kayboldu. örgün üniversiteler öyle odunları mezun ediyor ki aklın şaşar. öyle işletme iktisat da değil ha bildiğin mühendis ve hatta tıp okuyan nice nice odun kereste ve kalas üretebiliyor. yapma gözünü seveyim farklı görünmek için bu sıfatı kullanma.
bir gerizekalı başka gerizekalının gerizekalılığını açığa çıkarır. genelleme yapmaya hazır gerizekalılara fırsat veren bu gerizekalıyı, gerizekalılık turnusol kağıdı olduğu ve mardin gibi özel bir şehrin ismini gerizekalıca kullandığı için kınıyorum.
eğri oturup doğru konuşmak gerek, hangi yaşta feth ettiyse, fethi için minnettar olduğum şahsiyettir. yoksa ortadoğuda iki kıtanın arasında boğazkesen bir şehirde yaşamak biz türkiyeliler için bir hayal olurdu. gönül isterdi bir şehirde yaşamak dilemekle olsaydı ve şehirler fethedilmese herkes dilediğince yaşasaydı ama gerçek hayat.
(bkz: ced fetişliği)nden nefret ederim, bundan 600 yıl önce yaşayan insanlar da bizim gibi hata yapan günah işleyen paraya kadına ve güce karşı zayıf insanlardı. bundan 600 yıl önce olduğu gibi bugün de yaptıkları için kendisine minnet edilecek insanlar, tevazu sahibi adaletin peşinden ayrılmayan heykeli dikilecek insanlar vardır. adına ödüller verilecek, yollara caddelera adı konacak insanlar vardır. durum bu kadar aynı iken eskileri tanrılaştırmak dokunulmazlaştırmak eleştirilemez hale getirmek ced fetişliğidir.
sultan mehmedin 21 yaşında feth etmiş olması takdire şayan bir durum olur(du). olayın aslı nedir bilgim olmadığı için yalnızca kaç yaşında yaptığının önemi olmadığını söyleyebilirim. araştırılır bakılır aksi ise söylenir, bu fatihin yaptığından bir şey eksiltmeyecektir.
bugün tam yaklaşık hemen hemen sanırım bir buçuk yaşındasın. ütüyü bitirdim, kapatıyorum. sana bir resmimi yadigar olarak bırakıyorum. öğütlerimi tut, iyi bir ork ol.
kunduracılık bize düşman bir meslektir. bunu iyi belle. elfler bütün milletlerin gizli düşmanıdır. hobitler, cüceler, astekler mayalar inkalar tarihi düşmanlarımızdır.
şirinler, pokemonlar, spam postalar, yeşil yandığı anda kornaya asılanlar yeni düşmanlarımızdır.
transformesler, robotlar, ttnet, klonlanmış dollyler yarın ki düşmanlarımızdır.
gazlı içecekler, tenyalar, sivrisinekler, reflü, serdar ortaç, demet akalın, acun ılıcalı, ömer üründül, içerdeki düşmanlarımızdır.
bu kadar çok düşmanla çarpışmak için iyi hazırlanmalı.
klasör
sert kartondan yapılmış iki yanında lastikler olan ve içine sadece o günkü derslerin kitabının sığabildiği bir nevi ortaokul çantası. ilkokulu bitirip sırta geçirilen dörtgen veya yayvan çantaların çağının sona ermesi yeni yetme ergenler için yeni bir çağın başlangıcı idi. bütün bir sene tek klasörle idare edilirdi, karizması olmasına rağmen hiç klasör kullanmadım.
karşı pencerede görünen büyük ağacın kuru dalları olayı özetliyor. arkasında mavi gökyüzü, arada bir ordan geçerken uğrayan birkaç kuş ki muhtemelen karga. uzaklardaki caddenin bana bakan tarafında bir ışık yanıyor, kırmızı. ışığın dur dediği yolcuların sıkıntısını işitiyor gibiyim. etrafta akışkanlığını kaybetmiş bir grilik var, ayağım batmış ve ikinci adımda ayakkabımı orada kalacak sanki. bir ara göğsümün sağ tarafına bir ağrı geliyor, çok kalmadan gidiyor ya da gidecek gibi. kalbin solculuğu rahatlatıyor beni ama ya bu havanın sancısı ne olacak.
hayal kırıklığına uğratmışım rıza. başlıkları ve girdilerine bakınca, çok farklı düşündüğümüzü anladığım ve bana "hoşgelmiş" deme nezaketinde bulumuş olması hasebi ile kendisine "hoşgördük" demiş bulunacağım yazar.
ortaköyden arnavutköye doğru ilerlerken sol tarafta yükselen milyon dolarlık yalıları, hemen sahilde bekleyen yatları ve caddesinde vızır vızır geçen lüks arabaların geçtiği bir yerde, orta sınıf bir arabanın içinde giderken "e eme bımrın!" (e öleceğiz!) demesi ile sıcak kumlardan serin sulara inmen ben, kötü bir büyücünün yaptığı büyüyü bozacak tek cümleyi duymuş gibi kendime geldim. bu iç sesin dışavurumunun kuzenevurması idi.
şüphesiz hegel ve marksın düşünceleri, lenin ve maonun bina etmeye çalıştığı eşitlik ve adalet, melek azrailin devrimciliği, eşitlik ve adalet anlayışının yanında güneşin karşısında parlamaya çalışan kıvılcım gibidir.
yıl olmuş bilmem kaçbinkaç insanlar hala subjektif değer yargılarını, nesnel kaide diye yutturmaya çalışıyor. atatürk'ü sevmek nedir? orasına burasına dövme kazıtıp arabasının arkasına k.atatürk imzası yapıştırmak mıdır. face sayfasında diğerlerini bir atatürk fotoğrafında etiketlemek midir. hepsi bir yana hüsnü abi atatürkü sevmiş sevmemiş feyziye hanım atatürkü sevmiş sevmemiş sana ne kazandıracak. atatürk'e daha ne katacak. bu atatürk fanları olmasa bugüne kadar atatürkün çok daha sevilir bir figür olacağından eminim. bir de uluorta ben atatürkü sevmiyorumcular var. e tabiki nebze göre şerbet, böyle kafaya böyle marjinallik(!).
mayına konan kelebeği terlikle kovalarsa öleceği kesin olan kürttür.
bir de bu hayali kürt, birinin yaratıcılığını fena halde tahrik edip böyle bir başlık sıçmasına vesile olmuştur. kendisinin acilen daha yaratıcı olabilecek hobiler edinmesini diliyoruz.