iki masa, internete bağlanmanın mümkün olmadığı iki bilgisayar, gerekli gereksiz evraklar, ışık ve üzerinde Amy Winehouse fotoğrafı bulunan ve fotoğrafın altında "Back to Black" yazan nescafe bardağımı barındıran küçük bir oda. Burası Ankara'nın bir askeri kışlası. Amy Winehouse ve içimdeki ben'ler buranın tüm ciddiyetini bozmaya yetse de bunu benden başka kimse fark etmiyordu.
Ocak ayında (2017) bir gün akşam üzeri tüm işlerimi bitirdikten sonra odadan çıktım ve beni 22 çift ayak kokusuyla karşılayacak olan koğuşa doğru yürümeye başladım.
Hava aşırı soğuk olduğundan dışarıda kimse yoktu. Yürürken çok sevdiğim bir şarkıyı söylemeye başladım:
"Ver bana düşlerimi ver bana gülüşlerimi... Yanarsın, ah yanarsın. Verirsen bana kendini."
Kantinin önünden geçerken yan yana dizilmiş otomatlar gözüme çarptı ve bir içecek almak istedim. Bilirsiniz ki Tropicana'nın vişne suyu inanılmaz lezzetli olur. Şundan bir tane alayım da içe içe gideyim, dedim.
Bu otomatlar bozuk 1 para ile çalışır ve 1 lira atan kutu pepsi veya Tropicana'nın çeşitli meyve sularından bir tanesini alır. Elimi cebime atıp şıngırdayan paralar arasından büyüklüğünü ölçerek 1 lirayı seçtim ve makineye attım. Tropicana vişne yazan düğmeye dokunduğumda birbirini takip eden dört harika sesi duyarak irkildim: Duru luu lopp, duru luu lopp, duru luu lop, duru lu lopp.
Evet, 1 liraya 4 tane meyve suyu düşmüştü ve bu "duru luu lopp" sesi, askerde duyduğum en güzel, en etkileyici sesti. Bir daha olur mu düşüncesiyle hemen 1 lira daha yerleştirdim ve heyecanla itekledim. Kapattım gözlerimi. Gözlerimde yanan zafer ışığıyla birlikte o tanrısal sesi yeniden duydum: Duru luu lopp, duru luu lopp, duru luu lopp, duru luu lopp. Ah, nasıl mutluyum, nasıl kendimden geçiyorum anlatamam. Bu sesi duyarken çikolata şelalesine dalıp zevk içinde yüzüyormuşum gibi hissediyordum. Söylediğim şarkıdaki düşlerimi ve gülüşlerimi bu makine veriyordu sanırım. Ama artık Rihanna, o seksi şarkısıyla eşlik ediyordu bana: "Shine bright like a diamond..."
Hemen cebimdeki tüm bozuk paraları çıkardım. Nefesimi tutup atıyordum otomatın içine. Attıkça o sesi duymanın sarhoşluğunu yaşıyordum. Sivil hayatımda böyle bir şey yaşasam bu derece etkilenmem ama askerde küçücük şey bile bir anda maceraya dönüşüyordu. Doğal olarak ben de bu macerayı sürdürmek istiyordum. Vişne suyu bitince diğer içeceklere geçtim. Param da bitmişti bu arada. Önümde 32 tane kutu meyve suyu duruyordu. Kumarhanelerde üç ifadeyi yan yana getirince markalar önümüze yığılır ya öyle yığılmışlardı önüme.
Koğuşa gittiğimde herkes şaşkınlık içinde meyve sularına bakıyordu. Herkese dağıttım, bana hiç kalmadı. Ama olsun, onlar içtikçe ben mutlu oluyordum zaten. Tabii hiç kimse, tek tek 32 lira atıp bunları aldığımı düşünecek kadar aptal değildi. Olayı anlattım, "Gidin, bitirin o makineleri." dedim. Hava soğuk diye kimse gitmek istemedi. Ben de yanıma bir arkadaşı aldım, gittik ve makineleri bitirdik.
Birkaç gün sonra yine o kantinin önünden geçerken görevli birinin o otomatlara içecek yüklediğini gördüm. Adamın yanına gittim.
+Merhaba, bu otomatlar birçok kişinin parasını almış; ama içecek vermedikleri gibi parayı geri de vermemişler.
-Evet, sıkışma olmuş ama ben o paraların hepsini komutana verdim.
+Tanrılar aşkına! Abi bizim paraları niye komutana veriyorsun?
-Kardeşim ben nerden bileyim kimin parası olduğunu.
+Neyse ben zaten hakkımızı fazlasıyla aldım bu otomatlarlardan.
-Ha evet, ünitelerde arıza olmuş, fazladan içecek vermiş ama düzelttim, bir daha fazladan alamazsınız.
Yarım saat sonra tekrar geçtim otomatların karşısına. Etrafıma göz attım, 1 lira çıkardım ve heyecanla içine fırlattım. Tropicana vişneyi seçtim ve... Duru luu lopp, duru luu lopp, duru luu lopp, duru luu lopp.
Hemen arkadaşları aradım ve bozuk para getirmelerini istedim. Bir anda 7-8 kişi olduk. "Beyler, herkes parayı bana versin, ben düşüreceğim, siz içecekleri alırsınız." dedim ve o inanılmaz dakikaları tekrar yaşadım.
Ertesi gün makineleri kaldırmışlardı.
Şimdi o dört sesi söyleyip bir parça mutlu olabiliriz.
Kadınlar: Duru luu lopp
Erkekler: Duru luu lopp
Şimdi sevgili çocuklar: Duru luu lopp
Hep beraber: Duru luu lopp
Benim doğduğum köylerde
Meyhane ve cami birbirine yakındı
işte kafam bu yüzden karıştı
Anla biraz.
Benim doğduğum köylerde
un satan adam
"Buraya park eden orrospu çocuğudur." yazmıştı.
Evet çift r'liydi.
Ben mizahı ilk kez böyle tattım,
gülümse biraz.
Sen Carslberg kadar tatlı ve yeşilsin.
Benim doğduğum köyler de yeşil şişelerle doluydu.
Sen de iç o Danimarka birasını,
iç biraz.
Benim doğduğum köylerde
bir cümle yankılanıyordu ansızın:
imam Hatipler Kapatılsın.
-biliyor musun, sonsuza kadar dinlerim seni. hep konuş sen, hep. ama rica ediyorum, çekirdeğe çiğdem, simite gevrek, çamaşır suyuna klorak, domatese domat, mutfak tezgahına bango, mısıra darı deme! ayrıca çay katma, çay doldur.
Edebiyat hocası: Antalya'ya gelince haber verirsin, bir şeyler içeriz.
Ben: Olur hocam, Palavra diye güzel bir mekan var Kaleiçi'nde, orda içeriz.
Edebiyat hocası: Ben Lara'yı tercih ederim. Daha şık, daha güzel mekanlar dururken napacağız Palavra'da?
Ben: Ne bileyim, ben düşmüşlerin, kendilerine zarar verenlerin, azılı paranoyakların bulunduğu; bir de kelimelerin fahişe fahişe ortalıkta gezindiği otantik mekanları seviyorum.
Edebiyat hocası: ?!!?...?!!?!.... !
Arkadaşlar: Haha, haha.
Pınar: Şu cümleleri söylerken sigara olmalıydı dudaklarında.
Ben: Sigara da nedir? Pipoyla hayal et beni, tütünü kaçak olsun. Sartre gibi. Lanet Sartre gibi.
Her sabah yaklaşık 1 saat koştuğum parkta, benim dışımda herkes kilolu. (Yazar tam bu noktada sol omzuna bir öpücük kondurup kızlara selam gönderir.) evet, parktaki insanlar Kimi zaman öyle bakış fırlatıyorlar ki "lan it, moralimizi bozmaya mı geldin buraya? Böyle bir vücudun var, ne sikime geliyorsun buraya, kılıksız herif." cümleleri parkta yankılanıyor sanki.
Bir gün hepsi bir araya gelerek büyük bir daire oluşturup bu dairenin tam ortasına beni yerleştirecekler ve daire gittikçe daralacak, sonrasında hiçliğin içine gireceğim diye çok korkuyorum.
Biçimsel yönden oluşturulan tarz, ister istemez hepimizin ilgisini çeker. Bir insanın olağandışı giyinmesi, saçlarını alışılmışın dışında tasarlaması; dövmeleri, piercing ve küpeleriyle oldukça hoş bir uyum yaratması, sözgelimi tüm vücudunu bir bütün olarak oldukça çekici bir kompozisyon haline getirmesi ve bir doğallık içinde kendini doğaya bırakmasıyla bizlere zenginlik sunması birçoğumuza pozitif duygular yaşatır. Farklılık her koşulda herkesin ilgisini çekecektir. Kimileri bu farklılığı yadırgayacak, kimileri ise defalarca izleyecektir. "Kız öyle güzel ki, ben dönüp bakmasam bile gövdemin içinden iskeletim dönüp bakıyor." şeklinde harika bir film repliği hatırlıyorum.
Bu güzel biçimselliğin içerikle de beslenmesi ve uyumlu olması gerektiğini düşünüyorum. Yani doğaya böyle farklı bir tarz sunan insanların bilim, sanat, felsefe gibi alanlarda bir parça da olsa kendisini yetiştirmiş olması, çok daha güzel bir hava katacaktır. içinizden "Ooo, bir de ejderhası olsun mu?" diyorsunuz, biliyorum; fakat ben, çok da üst düzey özelliklerden bahsetmiyorum. En azından temel kavramları bilsin, diksiyonu düzgün olsun, kendine ait cümleleri, düşünceleri, fikirleri ve hayalleri olsun.
Düşünün, yazımın başında bahsettiğim kompozisyonu oluşturan bir bireyin gelenekçi olduğunu. Bir düşünün, düğünlerde oynayanların alnına para yapıştırdığını. Yanmakta olan sigarayı ağzından hiç düşürmeden kahvede ödetmesine okey oynadığını, Serdar Ortaç konserine gittiğini düşünün! Hahaha.
Serdar ortaç'a kadar geldiğime göre Konu iyice dağılmış. Sonuç olarak insanlar, birbirini rahatsız etmediği sürece dilediği kadar bakabilmeli.
Yine Metrodayım. 4'lü koltukların birinde ben oturuyorum, diğer üçünde üç kız arkadaş oturuyor. Bu kızlar Vodafone müşteri hizmetlerinde çalışıyorlarmış:
-Nasıl göt ettim ama o yavşak müşteriyi. ihihi. ihihi.
-kız valla Kerem bey duyarsa fırçalar seni.
-o mal önce gözlüğündeki pilavı temizlesin ihihi. Dün Aylin hanım'ı süzerek yürürken kapıya çarptı, sonra hiçbir şey olmamış gibi gitti. Ama ben yakaladım. ihihi.
Ben müşteri hizmetlerinde gerçek insanların çalıştığını hiç düşünmemiştim, yıkıldım şu an. sadece bilgisayarın ve beynimizin bir oyunu sanıyordum o konuşmaları. Şu an yanımda oturan kız da benim telefona odaklanmış, size bu yazdığımı okuyor. Bu yaptığı hiç hoş değil. Çünkü ben sizlere Minesotalı fahişelerin çekiciliğinden bahsedecektim ama o bakıyor diye bahsedemiyorum. Haha, şimdi bakmıyor ama benim anlatma hevesim kalmadı.
Pardon ama "bir bankadan daha fazlası" yakıştırmasıyla neyi ifade etmeye çalışıyorsunuz?
Mesela herhangi bir gün bana bira mı ısmarladınız? Ya da sabahları beni uyandırıp hafif gülümseyerek "kahvaltın hazır. Limonlu cheesecake bile var." mı dediniz? Bir kez olsun o şık arabalarınızla beni alıp konsere mi götürdünüz? Peki dünyayı tüm insanların el ele tutuşup şarkılar söyleyebileceği bir sahne haline mi getirdiniz?
Metroya bir kadın bindi, gerçekten olağan dışı bir güzelliği vardı. Öyle farklı ve güzel giyinmiş ki Tüm varlığınızla izlemek istersiniz. Dünyanın bütün ülkelerinin bir araya gelip oluşturduğu bir sanat eseri gibiydi sanki. itici bir tavrı da yoktu, gülüyordu gözlerinin içi. Aslında bütün vücuduyla gülüyordu sanki dünyaya. Kadın yürürken tüm yolcuların nefesinin kesildiği apaçık belli oluyordu. Ben kendimi kontrol etmek istedim, soğukkanlı olayım dedim ama kadını görünce o sırada dinlediğim şarkıyı hemen değiştirdim. Zülfü Livaneli'den Nawel Ben Kraïem'e geçiş yapmışım ahahahaha. https://youtu.be/PN22mbafcxY
Sonra Metrodaki herkesten para toplayıp kadını taksiye bindirmeyi düşündüm ama onu izleyen yolcuların çaresizliğini izlemek daha keyifliydi. Ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Şaşkınlıklarını atamamışlardı üzerlerinden. Tabii ben son derece rahat takılıyorum. Sanki her gün yüzlerce böyle kadınla oturup şaraplardan, şiirlerden, şarkılardan ve limonlu cheesecake'in güzelliğinden bahsediyormuşum gibi hallere girdim. Tüm bunlar gerçekleşirken ben ineceğim duraktan 4 durak sonra fark ettim inmem gerektiğini. Neyse ki inmem gereken durağı kimse bilmiyordu. Tanrı hariç değil.
6 arkadaş trendeyiz. Aktarma yapabilmek için sadece 1 dakikamız var. Bu demek oluyor ki trenden iner inmez tüm enerjimizle koşmamız gerekiyor. ihtimal çok düşük olsa da umut var. Arkadaşlar treni kaçırdığımızı kabullendikleri için koşmaya gerek duymadıklarını söyledikler. Bense o treni ne olursa olsun yakalayacağımı biliyordum ve bunun için iddiaya girdik.
+pekala, o lanet trene yetişirsem birer biranızı içerim. (Konuya Böyle Amerika filmlerindeki gibi girmek çok seksi oldu bence)
-Offf, geçen gün de Simone de Beauvoir'in Nasıl okunduğu konusunda iddiaya girmiştin biriyle. Üstelik Fransız bir kızla girdin bu iddiaya ve kaybettin. Hahaha.
+Tamam gülmeyin, sadece 1 harfi yanlış telaffuz etmişim.
-Benim biramı Ramazan'dan sonra alırsın kayıp Zaman.
+Ama ben yarın isterim biramı. Carlsberg olsun.
-Sen kaybedersen her birimize ikişer bira ısmarlarsın. Toplam 10 bira.
Bu müzik benim adrenalin seviyemi dengeliyor ve heyecan verici şeylere daha hızlı adapte olmamı sağlıyor. Kapılar açılınca bütün varlığımla koşmaya başladım. Sanki yeryüzünde söylenmemesi gereken bir cümleyi söylemişim de dünyanın bütün insanları beni yeryüzünden silmek için kahkahalar eşliğinde peşimden geliyorlardı. Milyarlarca insan yetmiyormuş gibi bir de duraktaki köpekler takıldı peşime. Deli deli koşuyoruz. Saniyeler ilerliyor ve ben kendimden sıyrılıp kendi hızımı izliyor ve bu ritme yeni ritimler ekliyordum. Tam o sırada kartımda para olup olmadığını düşünmeye başladım ve bu durum canımı acıtmaya başladı. Çünkü trene geçiş için turnikeden "duruu lu lop" sesi gelmeliydi. Bitmeyen 1 dakikanın içinde oradan Oraya savrulurken o harika "duruu lu lop" sesini duydum; içim sevinçle dolmaya başlarken aynı oranda bu sevinç azalıyordu çünkü bu kez trenin kapılarının kapanma sesini duyuyordum: "dit dit diriri dit dit diriri"
Kapattım gözlerimi ve alkış sesi durmaya başladım. Saniyeler içinde gelişen ve zihnimin içine yerleşen bu ses değişimi hoşuma gitmeye başlamıştı. Trenin içindeki Birkaç öğrenci beni alkışlıyordu. Gözlerimin Zafer ışığıyla aydınlandığını hissettim; fakat benden ayrılan ben trenin içinden geçmiş, koşmaya devam ediyordu.
Metrodan çıkınca tüm yolcular yürüyen merdiven önünde toplanırken onları arkamda bırakıp normal merdivenleri kullanarak yukarı çıkmak inanılmaz keyif veriyor bana. Tek başıma tüm düzeni bozmuş olmanın verdiği heyecan, otoriteye başkaldırmış olmanın haklı gururu, "hepinizden iğreniyorum" mesajını vermiş olmak, yalnızlığımı o kısacık zamana da sığdırmış olmak... Böyle güzelliklerin tadını yaşıyorum. Tabii o sırada arkamdaki insanların benimle ilgili söylediği ya da düşündüğü şeyleri de hissediyorum.
-Şuna bak, kendini boşuna yoruyor, kılıksız herif.
"antalya'ya gidecek olan yolcularımız, otobüs hareket edecektir."
orta yaşlı bir adam, her seferinde sesinin şiddetini yükselterek üç kez bu cümleyi söyledi. bu cümleyi sindirebilmek için üç kez güçlü bir şekilde içime çektim izmir'i. birkaç dakika içinde diğer yolcularla birlikte otobüse paketlendim. yolculukta yalnız olmak ne güzel bir şey, dedim kendi kendime. başımı cama dayadım ve yolculuğa alışmaya çalıştım. otobüs titredikçe başım cama vuruyordu ama bundan rahatsız olmuyordum.
üniversitedeyken bir profesörün tavsiye ettiği, çok sevdiğim bir öykünün içinde buldum kendimi: gündüzünü kaybeden kuş. öyküde hiçbir fonksiyonum yoktu aslında. olması da mümkün değildi. ben sadece olayları izliyor, hiçbir şey yapamamış olmanın acısını duyuyordum içimde.
"beyefendi ne içersiniz?"
ses çok yakınımdan geliyordu, başımı camdan çektim ve kime soruyor diye bakındım.
"size soruyorum beyefendi, ne içersiniz?"
ben kendimi hep çocuk olarak gördüğüm için ne zaman bana bu şekilde hitap edilse etrafıma bakarım, etrafımda kimse olmasa bile. çocuğum ben, valla. üstelik daha az önce annemin ve babamın yanından ayrıldım. şu an dolu dolu çocukluk var üzerimde. anlamanızı rica ediyorum. aslında sözcüklere pek takılmam; ama çocukluğum yok sayılırsa ben naparım? ben çocuğum, valla. gündüzümü kaybetmeme sebep olmayın lütfen. azıcık anlayın beni, bir parça anlayın. anlamak, size zarar vermez. evet, siz şu an bana bir kez beyefendi dediniz. hayır, iki kez. ama bu sözcük, yeryüzünde kaç kez söylenmişse tamamı birleşip ruhumu eziyor şu an. bu size göre sadece bir sözcük, değil mi? heyhat! bir sözcüğün insanın özyaşamına ne derece zarar verdiğinin canlı kanıtı karşınızda duruyor. çocuğum ben, valla.
bu cümleleri gerçekten kendisine söyleseydim nasıl bir tepki verirdi, merak ettim.
"şey... afedersiniz beyef..." olabilir mi? olabilir.
ya da bu cümleleri otobüsteki herkesin duyabileceği şekilde söyleseydim ne olurdu?
yanımda oturan, 50'li yaşlardaki oldukça sakin görünen adam: "tamam delikanlı, tartışma çıkmasın, güzel güzel bitirelim yolculuğumuzu."
arka koltuklarda oturan, saçları dökülmüş, emekli matematik öğretmenine benzeyen bir adam: "oğlum, dinle beni. yolun dörtte biri tamamlandı. dörtte üçü de tamamlanana kadar olay çıkarma tamam mı? inince napıyorsan yap, anlatabiliyor muyum?"
ortalarda oturan, sol omzu dövmeli, sterling eq'daki çello çalan kadına benzeyen bir üniversite öğrencisi siyasi slogan atar gibi: "arkadaşım haklı. insanlar birbirine kafasına göre hitap etmemeli. laik, sosyal bir hukuk devleti bunu gerektirir."
önümde oturan, 5-6 yaşlarındaki sarışın kız çocuğu: "abi sen bunları boş ver. kendini de boş ver. sen beyefendi de değilsin, çocuk da değilsin. sen sadece abisin."
en arka sıradaki koltuktan kalkıp üzerime yürüyen kısa boylu, suratı alkolden kıpkırmızı olmuş, kin ve nefretle bakan bir amca: "otur lan yerine! (zaten ayakta değilim ki.) amına koduğumun yerinde senin sikindirik felsefeni mi dinleyeceğiz? zaten canım sıkkın. otobüste içki içemiyorum. otur yerine aptal herif! (zaten oturuyorum ki.)
en önde oturan, oldukça yaşlı ama büyük olasılıkla evde ya da barda deli deli dans eden bir kadın: "çekin o kirli ellerinizi yavrumun üzerinden. fikirlerini güzelce açıkladı işte. üzülme evladım. çocuksun sen, valla."
herkesi susturan bu teyzeyi unicef iyi niyet elçisi yaptım.
"nescafe alabilir miyim? şekersiz."
"buyrun beyefendi."
bu adam deli mi ne? az önce şu sözcük yüzünden kabile savaşı yaşandı ama hala aynı şeyi yapıyor.
yolculuk üzerine düşüncelere daldım. insanlar yolculuğa neden bunca değer yüklüyor? özellikle uzun süren yolculuklara yoğun değer verildiğini gözlemliyorum. bir yerden başka bir yere gitmek mi bu değeri yükseltiyor? yoksa yolculuk sırasında yaşanılan üzüntü, mutluluk, heyecan, hüzün mü? yolculuk sırasında görülen yerler mi? ya da bunların hepsinin karışımı mı? bu duygular, gerçek bir yolculuk olmadan da yaşanamaz mı? zihnimizle de bir yerden başka bir yere giderken bu hisleri yaşayıp yeni yerler göremez miyiz?
sürekli bir yolculuk halindeyiz aslında. düşüncelerimiz, yaşamımız, hayallerimiz yolculukla örülü gibi sanki. bir müziğin başlangıcı ve sonu arasında geçen süre de bir yolculuk olabilir mi? olabilir. yine de uzun süren yolculuklarda gizemli bir çekicilik olduğunu düşünüyorum. gizemli olan her şey de beni çekiyor.
Az önce bir cafe'nin önünden geçiyordum. Cafe'de şöyle bir şarkı çalıyordu:
Aç koynunu giricem, giricem, dellenme
Dudağından öpücem, öpücem, söylenme
Aç koynunu giricem, giricem, dellenme
Dudağından öpücem, öpücem, söylenme.
Ahahahahah. Ooo tanrım dedim, iyi ki 12 yıldır TV izlemiyorum dedim.
"Nerde bizim zamanımızdaki o inanılmaz şarkılar..." diyerek iç çektim. Nerde o şarkılar, nerde? Nerde?
+Abi katlı otoparkın altında kart merkezi varmış? Neresi orası?
-... (Ses yok. Bir kadının poposuna bakıyor.)
+Abi bakar mısın, katlı otopark diyorum.
-(Birkaç saniye daha popo.) Düz ilerle, solda.
Arkadaş: Adam sana bakınca neden yüzünü kapattın?
Ben: Çünkü kadının poposuna bakıyordu görmedin mi?
Arkadaş: E baksın, ne olmuş?
Ben: iyi de popodan hemen sonra bakınca benim yüzümde bir süre daha popo görmeye devam edecek.
Arkadaş: !?!??!!!????..... !
Benim inanılmaz dergim. 8. sayısında bizi 1 sene beklettiği için Bir süre protesto ettikten sonra dergi bitebilir korkusuyla geçen hafta aldım. Tabii markette çalışanlar beni görünce birer tane naber dergi'yi aldılar ve bana uzattılar.
"Yani arkadaşlar, sadece bir tanesini alsam olur değil mi?" dedim.
"Lan 1 yıldır bizim kafamızı becerdin. Her hafta en az 2 kez gelip bu dergiyi sordun. 15 sayfalık dergi için miydi? "
Ben "16 sayfa." diyerek bu büyük yanlışı düzeltince hepsi gülüşmeye başladı. Birkaç müşteri de güldü bana. Bildiğin karikatür oldum marketin içinde. Yani yine senin yüzünden rezil oldum Umut. Teşekkürler.
Bu arada Teoman'la ilgili bölümü okurken ağzınızda herhangi bir şey olmasın, çok fena püskürür.
Dilencilerin sohbetini sevmem. Çünkü hep aynı cümlelerle mutluluk dilerler, tuttuğumuz her şeyin (!) altın olmasını isterler falan...
Fakat geçtiğimiz aylarda istanbul'da öyle bir dilenci gördüm ki bu tezimi düpedüz çürüttü. Adam, kendi hayatını felsefi cümleler eşliğinde öykü tadında anlatarak dilencilik yapıyordu. Kitapsız kasaba filozofu gibi biriydi sanki.
Tuttum bu adamı bira içmeye götürdüm.
Felsefe, edebiyat, müzik, siyaset üzerine çok şey konuştuk. Akepe'yi de kötüledik tabii.
Adam: Seni sevdim yeğenim... Yaklaşık 27 yıllık dilenciyim, para verdiler, yemek verdiler, giysi verdiler ama ilk kez biri bana bira ısmarladı.
Ben: Ne demek dayı, birkaç gün daha burdayım, yine içeriz.
Adam: Keşke kadına götüren de olsa...
Ben: ?!??!!!!...!?!!?....?!....... !
Adam: (Piç gülüşü.) Tamam tamam, sonra konuşuruz bunu.
"oh oh" adlı şarkısında geçen "doğudan batıdan kop da gel" cümlesini yıllardır "doğudan batıdan kokla gel." diye biliyordum. doğal olarak doğuyu sol meme, batıyı sağ meme olarak kodlamıştım beynime.
ah, hayır. tabii ki beynim seks merkezli çalışmıyor ama sürekli bir şeyler uydurup dünyaya fırlatan; fakat hiç ortalıkta görünmeyen isviçreli uzmanlar "her insan, dört dakikada bir cinsellik düşünür." diyor ya, sanırım dördüncü dakikanın sonunda dinlemişim bu şarkıyı.
aman neyse. hava mı çok soğuk, bira mı pahalı? isviçreli uzmanlar mı yavşak, hayat mı çok sikindirik? albert camus mü, jean-paul sartre mı? bunları konuşsak daha iyi gibi sanki.
+Proust Çiçekçilik, buyrun efendim?
-Efendini yisinler senin emi?
+Afedersiniz, anlayamadım.
-Len Gayıp Zaman, nörüyon len? Durmuşcan abinim ben, göyden.
+Kuzenimin dükkandayım abi, öyle bakınıyorum.
-Bana bi çiçek yapıvii, Hatçe Aba'na vercem, bu gece evlilik yıldönümümüz.
+Ooo abi, sana neler olmuş böyle! Ahahahahah. iyi iyi, 5 yılda bir böyle güzel şeyler yapmana sevindim.
-Sus len, gülme. Hemen eğlence buldun gendine değmi? Pezemeng !
+Tamam Durmuşcan abi ya, kızma hemen.
-Sus, amına goycem bak.
+Abi küfretme, sözlüğe yazıyorum ben bunları.
-Eheheuheuuheheuuu... Sözlüğe yazı yazılmaz len, sözlük okunur. Yeni gelime öğrenirsin gelime.
+Çiçeğin üzerine not olarak ne yazayım?
-Yazıvii işte bişiiler. Bunu da mı bana soruyon?
+Evet abi, eşin için bir iki güzel cümle söylemelisin.
-Len ben senin ağzına sıçayım emi. Tamam. Şunu yaz. Şunu... Iııııııı... Hııııııı.... Hımmmmm.. Nasıl desem... "Gözel garıcım..." Gülme len gülme.
"Gözel garıcım, seni tarlamız gadar çok seviyom. 12 dönüm gadar işte. Bi de tarlamızda yetişen domatlar gadar. Seni çok seviyom."
"Varlığın dilimde bir yudum su
Sevda çöllerinde
Hayalin, serabın yeterdi bana
Sevda zindanlarında
Yeter ki sen sev beni
Yeter ki inan bana."
---
"Shine bright like a diamond
Shine bright like a diamond
Find light in the beautiful sea
i choose to be happy..."
Şu müzik listemi düzenlesem iyi olacak. Fikret Kızılok'tan sonra Rihanna çalmasını Tanrılar da beklemezdi sanırım; ama onlar bu duruma alışkın olmalı. Çünkü az önce David Bowie'den sonra Selda Bağcan çalıyordu kulaklarımda. Üniversite yıllarımda da çok kez yaşamıştım müziğin verdiği bu anlık ruhsal değişimleri. Bazı geceler arkadaşlarla evde toplanıp içerken herkes sırayla bir şarkı açardı. Bunaltıcı, melankolik bir hava, bir anda ritmik dansa dönüşürdü. Mevsim geçişlerine benzetirdim bu olayı. Birkaç saat içinde tüm mevsimleri yaşamış olmanın verdiği mutluluk, yerleşirdi yüzlerimize. Aslında değişen sadece müzik ve mevsimler değildi; her birimiz, tüm varlığımızla değişiyorduk.
Değişmek, değişim, anlık, beklenmedik, dönüşmek, mevsimler, mevsimler, mevsimler... Kendi kendime bu kelimeleri mırıldanırken bir anda otostop çekerken buldum kendimi. Oysa ben her sabah yaptığım gibi bir süre koşup eve dönecektim. Bu "beklenmedik" hareketimin beni nerelere götüreceğini merak ettim ve bir başka mevsime geçişimin o heyecanlı tadını almaya başladım. Bir yandan Ankara'da yaşadığım otostop anılarım geçiyordu gözlerimin önünden. Artık enerjimi otostop için kullanmaya başladım.
Volvo S60: Arabada sadece sürücü var. Erkek. Hızını bile düşürmedi. Arı gibi geçti gitti. Zaten bu arabanın bu güzel geçişini izlemek, bana durmasından daha önemli ve daha güzeldi.
Fiat Palio: Arabada sadece sürücü var. Kadın. Ben yol kenarında hiç yokmuşum gibi yoluna devam etti. Haklı tabii. Bir kadın olsam ben de durup almazdım kendimi.
Lada Samara: Ooo en sevdiğim araba. Arabada orta yaşlı iki erkek var. Beni görünce yavaşladı ama durmadı. Sürücü, "Aslında alırdık seni ama az ilerdeki fabrikaya gidiyoruz." dedi. Ben onu duyabilmek için arabanın hemen yanında koşaradım ilerliyordum. "Lan az ileri gidiyorsan neden yavaşlayıp beni heyecanlandırıyorsun yavşak oğlu yavşak." dedim. Tabii içimden dedim. Sanırım benimle dalga geçti piçler. Tükürdüm arkalarından.
Opel Astra: Arabada iki tane yaşlı kadın var. Başlarını sallayıp gülümsediler bana. Başımı sallayıp gülümsedim onlara. Gittiler.
Peugeot 206: Evet ! Durdu. Hemen eşofmanımı belime kadar kaldırıp koştum. Çarpışan arabalara binmeye hazırlanan bir çocuğun yaşadığı heyecan kadar mutluydum. (Umarım çarpışan arabaya binmemişimdir.)
"Merhaba, ne tarafa gidiyorsunuz?"
"Didim'e gideceğiz."
"Gerçekten mi? Çok severim Didim'i."
"Siz nereye gidiyorsunuz?"
"Didim'e. Çok sevdiğim Didim'e."
Evli olduklarını konuşmalarından anladığım şık giyimli bir çift vardı arabada. Yaşları 45-50 arasında olmalıydı. Birkaç dakika birbiriyle konuştuktan sonra benimle tanıştılar. Didim'e ne için gittiğimi sordular. Ben de gezmek için gittiğimi söyledim. Oraya kısa bir iş için gittiklerini, eğer istersem ertesi gün onlarla birlikte izmir'e dönebileceğimi söylediler. Bu güzel oldu tabii. Sevinçle kabul ettim.
Yol boyunca ben anlattım, onlar dinledi. O kadar güzel dinliyorlardı ki yeryüzündeki tüm sözcükleri toplayıp yeni yeni cümleler kurmak istedim. Sadece şu anki hayatımı değil; düşlerimi, düşüncelerimi, anlarımı, anılarımı, gerçekleşmesi zor ama mümkün olan hayallerimi de anlattım.
Didim'e varmıştık. Bu ilçenin kendine özgü duruşu, sıcaklığı ve samimiyeti çekiyordu beni. Hava çok güzeldi ve o çok sevdiğim serçe sesleri kaplıyordu varlığımı.
"istersen bizimle kalabilirsin." dediler. Bu teklifi de geri çeviremezdim. Tüm yüzsüzlüğüme rağmen utana sıkıla kabul ettim. içimden "Böyle giderse bir sonraki aşamada beni evlatlık olarak alacaklar ve ben bunu da kabul edeceğim." dedim. Güldüm. Onlar da içtenlikle gülümsediler.
Bir otele geçtik. Sezon bittiği için çok az insan vardı otelde. Benim için ayrılan odaya yerleştim. Yerleştim diyorum ama üzerimde sadece cep telefonum ve kulaklığım vardı. Cüzdan, banka kartı, para yoktu. Onlar işlerini halletmek için çıktılar. Ben de otelin kedileriyle arkadaş oldum. Akşam üzeri geldiler ve yemek yedik. Sonra adam, sinemaya gidelim dedi. Eşiyle film konusunda anlaşamayınca bana sordular. "Bohemian Rhapsody olabilir." dedim. Gittik, izledik. Film gerçekten harikaydı. Uzun zamandır beklediğim filmi heyecanla izledim. Freddie Mercury'nin hayatını bilsem de sanki hiçbir şey bilmiyormuşum gibi birçok ayrıntı yakaladım. Çekimler ve oyuncular zaten inanılmaz.
Gece otele dönüp biraz bira, biraz şarap içtik. Uzun uzun sohbet ettik. Sabah serçe sesleriyle uyandım. Kahvaltıdan sonra atladık arabaya. Yol boyunca yine ben anlattım, onlar dinledi. Bizim bölgeye yaklaşınca ineceğim yeri sordular. "Beni aldığınız yere bırakırsanız çok sevinirim, koşmaya kaldığım yerden devam edeceğim." dedim, gülüştüler.
Arabadan inince tekrar koşmaya başladım. Birkaç dakika koştuktan sonra durdum. Neler oluyordu? Öyle tuhaf hissettim ki sanki bütün bunları gerçekte değil de hayalimde yaşamış gibiydim. Otelde t-shirtüme dökülen şarap lekesini görünce aradan tam 1 gün geçtiğini anladım.
"Sen hep kendine önlemler aldın
Ben kendime yasaklar koydum
Önümüzde barajlar var
Bu su hiç durmaz
Bu su hiç durmaz."
---
"All i want to say is that
They don't really care about us..."