telefonu evde unuttuğun anda önce hafif bir rahatlama çarpıyor: “uff, artık bir süre kimse arayamaz.” sonra yürüyüşe başlıyorsun ama iki adım sonra elin cebine gidiyor, “ya birileri mesaj atmıştır” diye.
başlangıçta özgürlüğün tadı var; bildirim telaşı yok, ekrana bakmak yerine etrafı seyrediyorsun. ama on dakika geçmeden bir boşluk beliriyor. o boşluk, günün merkezi boşluğu: “beni birisi unuttu mu acaba?”
sonra panik aşaması geliyor. aklına şu sorular düşüyor: “işyerinden acil bir şey istediler mi?”, “aslında ben de geri aramam gereken biri var mıydı?”, “bankadan otomatik bir onay mı geldi?”… beynin instant replay’a geçip bütün günü tarıyor.
dördüncü dakikada FOMO patlaması: sosyal medyadaki sıcak gelişmeleri kaçırıyor hissiyle iç sıkıntısı başlıyor. “acaba arkadaş story’e beni etiketledi de göremedim mi?” sorgusu girdiğinde, o rahatlama tümden uçup gidiyor.
ve en sonunda eve dönüş hattı: kapı anahtarını cebine atıyor, hızlıca içeri girip telefonu kucaklıyorsun. şarjı %80 de olsa fark etmez; geri kavuşmak bile enerji veriyor.
sonuç: telefon evde kalınca hem “dijital detoks” hem “bi’ elektrik kesintisi” yaşıyorsun. ama gördüm ki insan, cep boşluğu hissetmeye bayılıyor.
MS 1. yüzyılda Antik Aramice’nin kuzey lehçelerinden biri olarak filizlendi; ana vatanı Antakya–Urfa hattıydı. ilk yazılı örnekleri, Hristiyanlık öncesi dua metinleri değil, incil’in Aramice çevirileriydi.
MS 3. yüzyılda “Nazoreet Kilisesi” ayin dili olarak Süryanice’yi seçince bölgedeki manastırlar birer kültür ve eğitim merkezi haline geldi; Edessa okulları “okuma-yazma Süryanicedir” dercesine bilginin kaynağı oldu.
MS 5. yüzyılda, Sasani sınırındaki manastırlara göç eden keşişler zeytin dallarıyla birlikte papirüs rulolarını da taşıdı. Süryanice, hem papirüsteki el yazmalarında hem de kayalara oyulmuş kitabelerde yaygın biçimde kullanıldı.
MS 7. yüzyılda Arap fetihleriyle birlikte pek çok metin Arap harfleriyle kodlandı; ama köylerin dar sokaklarında ve ibadet sırasında Süryanice mısralar hâlâ yankılanıyordu. Dil, resmi alanlarda geri çekilmiş, farklı bir toplumsal hafıza alanı oluşturmuştu.
MS 10. ila 12. yüzyıllarda Haçlı Seferleri yoluyla Avrupa’nın entelektüel çevrelerine taşındı. Venedik ve Paris’teki gizli çeviri atölyelerinde Süryanice metinler Latince’ye, Yunanca’ya ve Hebraice’ye aktarılırken büyük bir bilgi alışverişi yaşandı.
Günümüzde birkaç bin kişi anadili olarak koruyor; liturji mısralarında kadim bir yankı hâlâ sürüyor. Her harfi, tarihin tozlu raflarından bugüne uzanan yaşayan bir kültür köprüsü.
ms 122’de roma imparatoru hadrian britanya’yı dolaşıp “bu kadar kabileyle boğuşmayacağız” deyip sınır hattı çekme emri verdi. ortaya çıkan, tam 117 km uzunluğunda bir savunma duvarıydı; ne denli ciddiye aldıklarının kanıtı.
– duvar, doğuda tyne nehrinden batıda solway firth’e kadar uzanıyor.
– inşasında hem taş hem turf (toprak-turf blokları) kombinesi kullanılmış; cephede kaya sağlamlığı, arkada ise hızlı örülebilir turf katmanları var.
– her roman milide (yaklaşık 1,5 km) bir küçük kale (milecastle), aralarında iki gözetleme kulesi… toplam 80 kale, 158 kule civarı.
– duvarın hemen yanında koşu yolu (vallum) da varmış; asker ikmali ve devriye daha hızlı olsun diye.
bir de duvarın arkasındaki lojman (vicus) yerleşimleri… askerler değil, aileleriyle birlikte kalıyormuş. demek ki britanya’nın o soğuğunda bile roma hayatını kurmuşlar.
sonuç: milletten bağımsız “hadi durun burada” diyen bir yapı, binlerce yıl sonra bile hâlâ ayakta kalabiliyorsa, demek ki gerçek bir sınır duvarıymış.
bizzat doğum tarihi kesin değil ama genellikle 505 civarı doğduğu kabul edilir. tracia ya da moesia’da doğduğu söylenir; soylu bir aileden geldiği de rivayet. genç yaşta justinian’ın hizmetine girip, kısa sürede askeri yeteneğiyle parladı.
pers seferleri ve ünü
önce doğudaki sasanilere karşı görevlendirildi. 528–530 arasındaki pers seferlerinde stratejisiyle dikkat çekti; özellikle satala kuşatması ve dara savaşındaki başarıları, ona “justinian’ın gözdesi” unvanını kazandırdı.
vandal krallığı sonu
533’te afrika’daki vandal krallığını çökertmekle kendini efsane ilan etti. göksu çarpışmasında almannî komutan gelimer’i yendikten sonra kuzey afrika’nın tamamı elimize geçti. roma senatosu “vandalicida” (vandal katili) lakabını taktığı belisarius, yine de gösterişten uzak, askerleriyle kamp ateşi başında oturan bir komutandı.
nıka ayaklanması
535’te istanbul’a döndü ama tam rahatlamadı. nikâ ayaklanması patlak verince, şehirduvarlarını ve hipodromu kontrol eden gruplara karşı yağ gibi sünger gibi bastırıldı. sonunda ayaklanma susturuldu, ancak justinian’ın tahtı sallanmasaydı bu büyük lider olamazdı.
italya ve ostrogot savaşı
535 sonrası italya’ya geçti. roma’yı geri alma hayaliyle belisarius kumandayı ele aldı. ravenna’dan başlayıp roma’yı fethetti (537). ama italyan soğukları, lojistik zorluklar ve politik entrikalar bitmek bilmedi. goth prensesi amalasuntha’nın desteğiyle bazı başarılar yine kazandıysa da, 540’ta istanbul’a çekilmek zorunda kaldı.
düşüş ve itibar kaybı
justinian’ın saray entrikaları belisarius’u da vurdu. 542’de azledildi, serveti elinden alındı, hatta ihanetten yargılandı. antik kaynaklarda “belisarius’u kör edip sürgüne gönderdiler” efsanesi bile var; gerçek mi değil mi bilinmez, ama itibarı sarsıldı.
son dönem ve mirası
ancak yine de merhametli olduğu anekdotlara konu oldu: peygamberlik sonrası justinian’ın affıyla kısmen eski rütbesine iade edildi. 565 yılında öldüğü tahmin edilir. geride, “geçmiş tüm çatışmalara rağmen adalet ve merhametle savaşı yönetebilen” bir komutan efsanesi bıraktı.
belisarius’un adı, sonraki yüzyıllarda da askeri dehaların ilham kaynağı oldu. toulon ve napolyon gibi komutanlar onun kuşatma ve hareket taktiklerini inceledi. sonuçta doğudan vandala, italyadan istanbul sokaklarına, her yerde izi var bu adamın.
belisarius’un mezarı
565’in mart ayında, istanbul’un “Asiatic side”ı sayılan Chalcedon’a (bugünkü Kadıköy civarı) yakın Rufinianae adlı malikanesinde hayata veda etti. buraya gömüldüğüne dair en yaygın bilgi, Konstantinopolis’teki aziz petrus ve pavlus kilisesi’nde defnedildiğidir
ne var ki, Osmanlı döneminde kilise önce “san paolo” adıyla domino tarikatına verilmiş, sonraki yüzyıllarda da camiye (arap camii) çevrilince mezar taşlarıyla birlikte pek çok yapı unsuru yok olmuş. bugün o bölgeye gidip suratsız bir taş ya da mezar kitabesi aramak nafile muhtemelen kemikleri toprakla karışmış ya da gizli bir sarnıca savrulmuştur.
sonuçta, belisarius’un mezarı resmî kayıtlarda saint peter & saint paul kilisesi olarak geçer ama günümüzde ne yeri ne de mezar taşı ayırt edilebilir hâlde.
insanın yüzüne reset atması gibi bir şey. biriken yorgunluğu, uykusuzluğu, depresyonu bir nebze siliyor sanki. hele uzun süre uzatıp sonra komple aldırınca aynada karşında bambaşka biri duruyor. “bu kim ya?” diyorsun, ama hafif bir özgüven de geliyor.
berbere gitmek de ayrı bir seremoni zaten. sıcak havlu, ustura, kolonyalı masaj… 15 dakikalık terapi gibi. kimseyle konuşmasan da o tıraş sırasında bir rahatlama geliyor. kafandaki düşünceler bile susuyor.
kızart, haşla, fırınla, püresini yap, salatasına koy, çorbasına kat, kumpir yap, hatta cips olarak paketle sat. hepsi efsane. böyle bir versatilite yok başka hiçbir sebzede. dünya mutfağının joker elemanı gibi. her yemeğe uyum sağlıyor, kendi başına bile şov yapabiliyor.
üstelik ucuz, dayanıklı, her yerde yetişiyor. yani hem halk sebzesi, hem şef tabağının yıldızı.
düşünsene… patates olmasa ne yapardık? lahana mı kızartacaktık?
ayrıca karbonhidratlı diye kötüleyenler var ama onlar da geceleri gizli gizli patates kızartması yiyor zaten. dürüst olalım.