insanın hayattan aldığı zevk bambaşkadır, zaten hayata dair zevklerden başka zevkleri algılayamaz. algılayamadığından dolayıdır ki bu hayattan başka bir hayat, insan bedeninde ki mevcut duyumlarla söz konusu olamaz. ama ya ölüm? ölüm korkutur insanı, ve insan orada aslında ölümden değil, hiçliğe düşmekten korkar. belki bu yüzdendir ki 'ölümden sonra yaşam' algısı çıkmıştır ortaya.
ahiret insanın yaşama olan bağımlılığının kendisidir bir bakıma. doğruluğunu yada yanlışlığını tartışmayalım şimdi, ki algılamadığım sürece varlığından da yokluğundan da bahsedemem.
her dinin kendine özgü ahiret inancı mevcuttur ama ortak olan tek şey var. 'ruhun ölümsüzlüğü'. insan neden kendini ölümsüz kılmak ister ki?
an itibariyle karşımda köfte yeyip, kola içen düşünür. akheramosis'i akheramosis yapan kendi içinde tutarlı oluşudur. her konuda fikri olur ve nedeni her şeyi bir bütün olarak ele almasıdır. kafası hep güzeldir ve güzel kafa ona yakışır, yazıyorken de konuşuyorken de.
yazmayı da sever, okumayı da, konuşmayı da. boş boş yazmaz ama doldurma amacı da gütmez yazılarında. antik yunan okullarından fırlamış gibidir. üslubu vardır kendine özgü; sana anlatır ama aslında niyeti sizlere ulaşmaktır, konuşurken de yazarken de dili ustaca kullanır. sohbeti de hoştur, güzeldir. hele şarap eşliğinde olursa (ki yazılarında da bellidir bu) ne başı vardır ne de sonu sohbetlerin. bazen sohbetler hiç bağı olmayan noktalara ulaşır ve sonuç nedense hep hiç çıkar. verimlidir, özgündür, yazardır. hızlı akan bir akarsu taşıdığı alüvyonları biriktirip delta oluşturur, o delta çok çeşitli kayaç, toprak barındırır ve verimlidir. işte ondaki kafada budur birikimin verdiği verimlilik.
mahlası ayrı bir konudur. anlam doludur, biraz da belirsizliktir. anlamı tek de olabilir kişiden kişiye değişebilen anlamlar da çıkarılabilir belkide anlamsızdır. belki sadece simgedir kendi dediği gibi 'ölümle yaşam arasında kalmışlığın simgesi'.
kabul edilmek maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisinde üçüncü basamakta olan 'başkaları ile ilişki kurma, kabul edilmek, bir yere ait olma' ihtiyacıdır. buna göre insan fizyolojik ihtiyaç ve güvenlik ihtiyacından sonra olması gereken kabul görmenin olmama durumudur.
reddedilme esnasında önce bir ter basar yukarıdan aşağı. yavaş yavaş kaplar tüm bedenini. reddedilmenin verdiği haz o terle dağılır vücuduna. yetersiz olduğunu hissedersin. reddedilen hassas biri ise çok derin izler de bırakabilir. bir de reddedenin değeri var. o durumda reddedilmek kelimelerin yetmediği bir durumdur. ister istemez düşüncelerinde yer edinen kişinin olmama durumu!
reddedilen umursamaz biriyse zaten pek takmaz.
reddedilme öz güvenin taban noktasına ulaşmasıyla sonuçlanır. sonra pişmanlık duygusu gelir ve ardından 'yapmasaydım ne değişirdi ki?' gibi sorular gelir akıllara. düşünürsün karşısında acaba çok mu küçük düştüm diye. ve peşinden gelen soru genelde 'neden reddedildim ki?' olur.
einstein tarafından öne sürülen zamanın mutlak olmadığı fikri. diğer bir adı göreli zamandır.
önce mutlak zaman kavramını açıklayalım. mutlak zaman kavramı iki olay arasında geçen zamanın evrenin her yerinde her kim ölçerse ölçsün aynı olacağı kavramıdır. bu durumda zaman içinde gelişen olaylardan bağımsız ilerleyen bir kavram anlamına geliyor.
mutlak zaman fikrini yıkan kişi prof. albert einstein'dır. einstein 1905'de özel göreliliği, o sıralar büyük problem olan ışık hızının sabitliği sorununu çözmek için ileri sürdü. daha öncesinde ışığın sonsuz hızı olduğuna inanılırdı. bunu çürüten de danimarka'lı astronom ole chiristensen roemer olmuştur. roemer mesaisinin bir kısımını jüpiter ve uydularını gözlemlemeye ayırmıştı. gözlemlerinde dünya ve jüpiter arasındaki uzaklık, her iki gezegenin güneş etrafındaki yörüngelerindeki konumlarına bağlı olarak değişmekte olduğunu gördü. gözlemleri sırasında roemer, jüpiter'in uydu tutulmalarının biz jüpiter'e daha uzaktayken daha uzun sürdüğünü gözlemledi. bu süre farkının biz jüpiter'den daha uzaktayken ışığın bize ulaşabilmesi için daha uzun bir zaman almasına bağladı. bu durumda roemer ışığın sonsuz hızda olmadığını gördü. bununla da yetinmedi roemer ve jüpiter ile dünya arasında ki uzaklığın değişimini ele alarak ışığın hızını hatalı bir şekilde 225.000 km/s olarak hesapladı.
einstein, özel görelelik ile ilgili makalesini yayımladığında, ışık hızı hassas ölçümlerle 300.000 km/s olarak hesaplanmıştı ve ışığın sabit bir hızda ilerlediği kanıtlanmıştı. yalnız ışık hızının her ortamda, her yöne aynı hızda ilerlemesi bilim dünyasında beklenmedik bir durumdu. örneğin a aracı 50 km hızla yol alıyorken b aracı 120, c aracı 80 km hızla yol alıyordu. buna göre a aracından bakan biri b aracını c aracından 40 km daha hızlı görüyordu. aynı işlem ışığa uygulanamamaktaydı. dünya'nın hem kendi hemde güneş etrafında dönmesi, dönüşün aksi yönünde yapılan ölçümlerin , dönüşün aksi yönünde yapılan ölçümlerden farklı çıkması bekleniyordu. bu konuda en ünlü deney michelson-morley deneyi olup, değiştirilen hiçbir koşul altında ışık hızında en küçük bir değişmenin bile olmadığını ölçmüştür. deney sonuçları ışığın pesinden ne kadar hızlı gidersek gidelim, tuhaf bir şekilde bizden aynı oranda uzaklaştığını ortaya koydu. sanki dünya hareket etmiyorda yerinde duruyormuş gibi!
çözüm einstein'in zaman kavramını kökten değiştiren özel göreliliğinden geldi. eğer dünya hareket ederken dünyadaki saatler onun hareket hızına bağlı olarak daha yavaş işliyorsa , o zaman ışığın dünyaya göre hızının sabit hızla (300.000 km/s) eşit olması mümkün olabilirdi.
görecelik ilkesi, sadece gözlemcilerin saatlerinin yavaş işlediğini söylemez. ayrıca gözlemcilerinde bunu fark etmesi de beklenemez. bunun nedeni bir duygu yanılsaması ya da kantçı anlamda transandantal bir bilinç çarpıtması değildir. fakat eisntein'in özel göreliliğine göre, evrenin neresinde olursan ol tüm gözlemciler ışık hızını aynı ölçerler. özel görelilik tüm gözlemcilere göre mutlak objektifliğini hareket noktası olarak ele alır. gözlemci saatlerinin yavaşlaması, onlardan tamamen bağımsızdır ve anlayamazlar. bu zaman yavaşlaması veya hızlanması mekanik ve fiziksel saatlerinin tümünün aynı oranda hızlanması veya yavaşlamasıyla mümkün olur. böylece dünyadaki tüm olaylarda aynı oranda yavaşlamış olur. özel göreliliğe göre herkes için aynı sürece geçen bir zaman diliminden söz edilemez. mekana uzaya göre görecelidir.
özel görelilik zamanı uzayla ilişkilendirerek zamanı uzayın dördüncü boyutu kılmıştır. böylece olayların kendi içinde aktığı ancak onlardan etkilenmeyen bir zaman kavramını da yıkmıştır.
özel görelilik zaman felsefesi başta olmak üzere çok düşünce biçimini ve bilim dalını, çok düşünürü ve bilimciyi de etkiledi. hatta edebiyatı bile etkiledi.
özel görelilik mutlak zaman kavramını çürütmüş, belirsizliği ortaya çıkarmıştır.
öncelikle kim bu şeytanın sahibi adam diye bir soru yöneltelim. bu adam pierre-simon laplace. fransız matematikçi ve gök bilimcidir. kendisi bir determinist olup genç bilimcilere sayısız yardımı bulunmaktadır.
onun gözbebeği olan laplace şeytanına göz atmak istersek 1814de yayımladığı makalesinin ufak bir bölümünü incelemek yaterlidir:
evrenin şimdiki halini geçmişin sonucu ve geleceğin nedeni olarak ele alabiliriz. bir an için evrenin tüm güçlerinin ve bunu oluşturan tüm varlıkların konumlarını anlayabilen bir canlı olduğunu düşünürsek, ve bunun bu verileri inceleyebileceğini de düşünürsek, aynı anda evrendeki en büyük varlıklardan en küçük atomlara kadar her şeyi hesaba katarak bir hesap yaparsa, hiçbir şey belirsiz değildir ve gelecek de, aynı geçmiş gibi, onun gözlerinin önündedir.
bu paragraftan yola çıkarsak determinist olan pierre aynı zamanda kadercidir. ortak bir bilgiye sahip olmak veya geleceği tıpkı geçmiş gibi görebilme düşüncesi aslında bir yerlerde yaşanacakların daha önceden belirlenmiş olması düşüncesinin bir sonucudur. aslında bu düşünce temelinde islamiyet - hrıstyanlık - yahudilik dinlerinde ki ahret inancına da ters düşer. eğer insan belirlenmişleri yaşıyorsa olacağı düşünülen sorgu-sual gününde insan ne ile yargılanacak? belirlenmiş bir hayatta yaptığı günahlardan mı? bu herkesin anlayabileceği en kolay örnekti. anlaşılacağı üzere insanın ana rahmine düşme anı da dahil olmak üzere ölümüne kadar olan tüm olaylar (hayat) tamamen olasılıklar üzerine kuruludur. x ve y durumları karşısında insan birini seçer. x i seçimi sonraki adım olan z ve beraberinde ki durumları tetikler. y yi seçerse sonraki adımı olan t ve beraberinde ki durumları tetikler. ancak bunlardan hangisinin seçileceğini %100 bilemeyiz, sadece olabilme ihtimali olanların olasılık yüzdelerini çıkartırız. yani laplace şeytanı suya düşer. yapabileceğimizin en iyisi olan olabilme ihtimalinin hesaplanması, olasılıklar arasında en yüksek değere sahip olanı da bize verir ve olasılıklar asla %100 gerçekleşme yüzdesini vermez.
pierre-simon günümüzde yaşasaydı ve modern fiziğin getirdiği belirsizlik ilkesinden haberi olsaydı yaratacağı şeytan en fazla şu kadar olurdu:
evrenin şimdiki halini geçmişin sonucu ve geleceğin olası durumları olarak ele alabiliriz. bir an için evrenin tüm güçlerinin ve bunu oluşturan tüm varlıkların konumlarının olası değerlerini hesaplayabilen bir canlı olduğunu düşünürsek, ve bunun bu verileri inceleyebileceğini de düşünürsek, aynı anda evrendeki en büyük varlıkların en küçük atomlara kadar her şeyi hesaba katarak bir hesaplama yaparsa, her şeyin olabilme ihtimali gayet açıktır ve gelecekte aynı geçmişin gerçekleşmiş olasılıkları gibi, gerçekleşebilecek olasılık değerleriyle gözlerinin önündedir.
not: olasılıksız kitabındaki david caine karekterinin de yaptığı gibi bu şeytan olasılıkları hesaplar ve yüksek değere sahip olanı bulur.
aksi düşünüldüğünde sonu olmayan bir çukura düşecekmiş gibi hissettiren ama düşünmeye başladığında bir bir tümünü yıktığın değerlerdir. en güzeli de yıktığın her değer senin sen olma yolunda attığın bir adımdır. bu yolun sonunda ''hiçlik'' durumuna varırsın. aslında bir evrim sonucunda var olduğunu, tavuğun var olma nedeninden farklı bir var olma nedeninin olmadığını, algılarının sınırı olduğunu görürsün. ve o anki boş bulunma halinden dolayı cevabı olmasa bile değerli sorular sormaya başlarsın. o sorular seni düşünmeye iter, iter, iter. toplumdan soyutlaştıkça insanlara, hayvanlara, bitkilere ya da kısacası algıladığın her şeye değer vermeye başlarsın. Ahlaklı değil yararlı yaşarsın. Zorunluluk hissetmeden yaparsın yapacağını. ve aslında mutlak olmayan doğrularını ve hatta yanlışlarını dahi bulursun. düşündüğün için var olduğunu değil, var olduğun için düşündüğünü, algıladığını görürsün. gördükçe yalnız kalırsın, anlatamazsın.
Işığın veya elektromanyetik radyasyonun, ışığın dalga boyundan daha küçük tanecikler tarafından saçılımını ifade der. Gazlarda daha belirgin gözlenir. Gökyüzünün açık mavi görünmesi gibi birçok olayı da açıklar.
Rayleigh Saçılımını ortaya atan ilk kişi Lord Rayleigh'dir. ilk olarak gaz moleküllerini incelemiş ve artı-eksi yüklerin ışık dalgasında geçerek dağıldıklarını ve titreşime başladıklarını görmüştür. Titreşimler ışık kazanımıyla sonuçlanır. Titremeyi oluşturan dalga kendine has bir yolda yayılsa da, molekülün saldığı ışık, hemen hemen bütün doğrultularda ışınlanmaya başlar. Araştırma sonucunda Rayleigh ışık saçılımının derecesinin ona çarpan ışık saçılımlarının dalga boylarına göre değiştiğini ortaya atmıştır.
Bu yasaya göre; dalga boyuna oranla küçük parçacıkların saçılıma uğrattığı ışığın şiddeti dalgaboyunun dördüncü kuvveti ile arasında ters bir bağıntı vardır. Işık dalgaları moleküllere çarptıklarında aynı oranda saçılmaz. Bu nedenle mavi ışık diğer renklere göre daha fazla saçılım gösterir. Bu nedenle gündüzleri gökyüzü mavi görünür.
Alman fizyolog ve fizikçi. 1856-66 yılları arasında yayınladığı Fizyolojik Optikler adlı üç ciltlik çalışmaları mevcut. Bu çalışmalarda gözün retina tabakasını incelemek amacıyla geliştirdiği optitalmoskop aletinden yararlandı. 1863 yılında Ses duyumları üzerine adlı çalışmasında akustik bulgularını yayınladı. Bileşik ses ve harmoni konusunda önemli çalışmalarda bulunmuştur.
Sinir Sistemindeki görme-duyma akımlarının hızı psikoloji bilimine büyük katkılar sağlamıştır. Kurbağa bacağında yaptığı deneyde sinir hızının sanılanın aksine ölçülemeyecek kadar hızlı olmadığını kanıtladı. Yaptığı ölçümlerle 83 m/sn olarak sinir hızını kaydetti. Bu deneyden sonra motor tepki süresini ölçmeye çalıştı fakat bireysel farklılıklardan dolayı ve algılamaya verilen farklı cevap süresinden dolayı bu deneyden vazgeçti. Dış ve iç kaslarının göz merceğinin odaklanması üzerine çalışmalar yaptı.
"Bu değersiz kul, Sultan Selim Han'ın saltanat bahçesinin devşirmesi olup, Kayseri sancağından oğlan devşirilmesine ilk defa o zaman başlanmıştı. Acemi oğlanlar arasından sağlam karakterlilere uygulanan kurallara bağlı olarak kendi isteğimle dülgerliğe seçildim. Ustamın eli altında, tıpkı bir pergel gibi ayağım sabit olarak merkez ve çevreyi gözledim. Sonunda yine tıpkı bir pergel gibi yay çizerek, görgümü artırmak için diyarlar gezmeye istek duydum. Bir zaman padişah hizmetinde Arap ve Acem ülkelerinde gezip tozdum. Her saray kubbesinin tepesinden ve her harabe köşesinden bir şeyler kaparak bilgi, görgümü artırdım. istanbul'a dönerek zamanın ileri gelenlerinin hizmetinde çalıştım ve yeniçeri olarak kapıya çıktım " »
(Tezkiretü'l Bünyan ve Tezkiretü'l Ebniye)
Ne kadar inkar edilse de devşirme olduğu kabul edilen, bugün Kayseri'nin Ağırnas Köyünde doğmuş Hristiyan asıllı ailenin oğludur. Mimar değil inşaat Mühendisidir. Mimar Sinan 92 camii, 52 mescit, 55 medrese, 7 darül-kurra, 22 türbe, 17 imaret, 3 darüşşifa, 5 su yolu, 8 köprü, 20 kervansaray, 36 saray, 8 mahzen ve 48 de hamam olmak üzere 375 eser vermiştir. Ne olursa olsun döneminin yapı özelliklerinin üstüne çıkmayı başarabilmiş biridir.
Baba adı Abdulmennan diye geçer. Fakat o dönemde devşirme ile müslüman olanlara ''Allah'ın kulu'' anlamına gelen Abdurrahman, Abdullah, Abdulmennan isimleri verilirdi.
Eski adıyla mebus olan ülkemizde 4 yıllık seçimlerle partilerle ya da bağımsız olarak meclise giren halk temsilcisi. Sözde halkın istekleri doğrultusunda, onları temsilen oraya giderler. Ama gel gelelim halkı ya dört yılda bir ziyaret ederler ya da böyle bir şey hiçbir zaman söz konusu olmaz. Tamamen bozuk sistemin parçalarıdırlar yani.
Milletvekili olmak için bir partiden adamın, akraban veya paranın olması yeterli. Siyasi bilimler üzerine eğitim filan aranmaz. Zaten çoğu milletvekili bireysel olarak koyun, sürü hareketine meyilli kişilerdir. Maaş yoğunluğundan ve bazı kişisel menfaatlerden dolayıdır orda oturmalarının (yatmalarının) nedeni. Bugün siyaseti bırak, düşünmeyle bile alakası olmayan kişilerde orda bulunmaktadır.
Örneğin futbolcunun biri Milletvekili olduktan sonra meclise pek uğramaz olmuş. 25 açık oturumdan 15ine katılmamış. Sadece vekil maaşını alıyor yani. Sen sporcusun beyim, yetmedi mi futboldan kazandığın para!
Böyle garip bir şeydir parlamenter demokrasi. Halkı temsil edenler sanırsın ki hep halka danışır, hep halkın isteği üzerine hareket eder.
He birde o kadar atışırlar o güzelim meclis binasında ama maaş söz konusu oldu mu kenetlenirler.