moldova cumhuriyeti sınırları dahilinde bulunan gagavuzya özerk bölgesinin şehirlerinden biridir. çadır lunga, gagavuzcada uzun çadır anlamına gelir. günümüz nüfusu, 25.000 dolaylarındadır. yerel yönetimler bazında, türkiyedeki kurumlarla yakın ilişki içerisindedirler. türkiye'nin çeşitli destekleri söz konusudur. hem çadır lunga ve başkent komrat gibi şehirler bazında, hem de gagavuz özerk yönetimi geneli için çeşitli yardım girişimleri mevcuttur.
gagavuzlar, oğuz türkü kökenlidir. ortodoks hristiyandırlar. ana dilleri türkçe olmasına rağmen, büyük oranda rusça'nın dil coğrafyasına dahil olmuşlardır. yani etnik grup olma özellikleri gözle görülür oranda asimilasyona uğramıştır. rus ağzı ile ve sınırlı kelimelerle konuşmaya çalıştıkları bozuk bir türkçeleri vardır. günümüzde dünya üzerinde ikiyüzellibin kişilik bir nüfusa sahip oldukları düşünülmektedir ve hemen hemen hepsi, sovyet coğrafyasında yaşamaktadır. sovyet topraklarına, balkanlardan göçtükleri söylenmektedir. 8. yüzyılda kurdukları iki prensliğin dışında, tarihte boy gösterdikleri bir bağımsızlıkları söz konusu olmamıştır.
efendim, bizzat şahsım, uluslararası ilişkiler mezunu olmasına rağmen, hemen hemen hiçbir muhabbete konu olmamış bir bölgedir gagavuzya... anımsayabildiğim kadarı ile, sadece ilkokul kitaplarında değinilen bir konuydu gagavuzlar. o da, tarih kitaplarında, eski dönem insanları olarak yani taaa kavimler göçü döneminde yaşamış bir topluluk olarak geçiyordu gagavuzlar. neyse ki, onlarla tanışma fırsatım oldu. kocaelide bu yıl beşincisi düzenlenen, geleneksel 23 nisan uluslararası çocuk festivali kapsamında 41 ülkeden kocaeliye gelen 1000 çocuk arasında yer alan 15 kişilik bir kafile, çadır lunga'dan gelmişti. dört gün boyunca etkinlikler kapsamında bir arada bulunabildik. sakin, uyumlu ve samimi insanlardı. çocukların sevgileri yüzlerine, gözlerinin bebeklerine oturmuştu. folklorik açıdan halen bazı şeyleri muhafaza edebildiklerini gördüm. mesela yöresel oyunları ve milli kıyafetleri, bir anadolu yöresinden farksız, hatta bizden daha fazla anadoluluydu. ama hediye olarak şarap ikram etmeleri de işin öteki yönüydü.
sabaha karşı dört gibi, havaalanına ulaştığımızda, boynuma samimiyet ve sevgiyle dolanan kolları ve buğulu gözleri görmek, kısa bir süre dahilinde olgunlaşabilen sevgilere şahit olabilmek güzeldi.
birbirini aşkla seven iki insanın dargınlığıdır.
dargınlık çekilir şey değil. aklının bir ucuyla sürekli onu düşünürsün. onunla birlikteyken farkında olmadan oluşturduğun anlamlar, onunla anlam kazanan bir yığın şey, onun olmadığı bir hayat tasavvurunda bomboş bir hale gelir. dünyan sadeleşmenin de ötesinde, adeta bomboş kalır. çıplak hissedersin kendini. onunlayken okuduğun dokunaklı öyküler, onsuzlukta mahçubiyet oluşturur. huzur yerine huzursuzluk yaratır. alo demek istersin, ya bu dargınlığın bir anlamı yok demek istersin... ben seni seviyorum, hem de çok demek istersin, ama bir şeyler tutuverir seni. sendeki gurur olmasa bile, ondaki gurur yapma ihtimali, soğuk bir tavırla karşılaşma olasılığı, ellerine de, diline de ket vurur.
halbuki hayat güzel.
mevsim güzel.
sevgim, dışarda patlayan bahar kadar taze...
ve avuçlarımdan şefkatten başkası damlamıyor.
özlüyorum seni... özlüyorum... senin de beni özlediğini düşündüğüm gibi özlüyorum...
okunduğunda insanı üzerinde düşünmeye sevkeden satırlardır.
. . . .
Siret i Ömer bin Abdülaziz isimli eserde, Yahya b. Said'in şu sözlerine yer verilir:
''Ömer b. Abdülaziz beni zekât toplamak üzere Afrika'ya gönderdi. Bende gittim, zekâtı topladım. Bu zekâtı dağıtmak üzere onu almaya lâyık olanları aradığımda, zekâta muhtaç bir tane insan bulamadım. Bir tane bile zekât verilebilecek insan yoktu. Ömer b. Abdülaziz herkesi zengin yapmıştı. Sonunda ben bu zekât parası ile bir miktar köle satın alıp âzad ettim.'' (islam ve Tasavvuf,...;s:15) *
büyüdükçe azalan duygular 'ın yalnızca bir tanesidir bu.. yalnızca bir tanesi. Evet. Ama büyük bir eksiklik. Eksildikçe/azaldıkça yokluğu hayatımızda ciddi anlamda yokluk katacak bir eksiklik..
neydi masum kalmak?
-Anne çikolata istiyorum. Dendiğinde ''baban akşam getircek'' cevabına inanıp beklemek miydi saatlerce? Beklenen akşam'ın hava kararmasına rağmen gelmemesi sonucunda ağlayarak daldığımız uyku muydu? Uyurken yüzümüzdeki tertemiz ifade miydi? Yoksa ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi uyanmak, çikolatayı görünce mutluluktan havalara uçmak mıydı?
Ya da;
-hayatın iğrençliğine inat; gözlerdeki ışıltı mıydı masumluğumuz? Çevrede olan biteni öğrenmek için ardı sıra dizdiğimiz sorular.. - anne bu ne? Baba bu neden böyle? Anne bu neden bu kadar? Neden anne? Neden baba? . . . verilen her cevaba kuşkusuz inanmak, ama tekrar sormak. Yılmadan; tekrar tekrar tekrar..
Peki neden anne?
Neden yıllar sonra sorduğum sorular keşke hiç bilmeseydim listesinde yerlerini alıyor oldular? Neden gözlerimdeki parıltı sadece ağladığımda ortaya çıkıyor? Neden masumluğu saf ya da salak olarak nitelendiriyor bu insanlar? Neden büyüdükçe insanların duygularıyla oynuyorlar?
2)Ziya Gökalp (Türkçülüğün Esasları'nı yazan büyük mütefekkir)
3) Osman Durmuş (MHP'li eski Sağlık Bakanı)
4) Ahmet Çelik (Yeni Çağ gazetesinin sahibi)
5) Mehmet Acar (1978'de istanbul Ülkü Ocakları Başkanı)
6) Kazım Ayaydın (MHP eski istanbul il Başkanı ve Milletvekili adayı)
7) Raif Çiçek (12 Eylül öncesinde Elazığ'ın efsane Ülkü Ocakları Başkanı)
8) Nidai Seven (MHP eski Ağrı Milletvekili)
9) Faik içmeli (12 Eylül öncesinde MHP istanbul yöneticisi ve Ülkücü işçiler Başkanı)
10) Mehmet Ayaz (Ülkü Ocakları eski istanbul yöneticilerinden)
--spoiler--
insan türkiye milliyetçiliğinin arka planı hakkında düşünmeden edemiyor. bir de en büyük türk milliyetçisi kesilen, alenen ırkçılık yapan göçmen kökenliler de düşünüldüğü vakit,işin vehameti artıyor. bu ülkenin kahrını çekenler, anadolu insanı olsun. devlete vergiyi, orduya askeri onlar versin, çoğu yoksul olsun, çoğu siyah türk olsun, ama mütevekkil olsun, ama sineye çeksin ve politik alanda da böylesi bir profil teşekkül etsin...
yazık... çatışmalarda ve politik kavgalarda, yani kirli bir zeminde, hayatını kaybeden onlarca anadolu insanına yazık.
edit: elbette ırkın, ait olunan etnisitenin, insanca düşünen biri için bir önemi olamaz. etnisite, elde edilen bir şey değildir. takdir edilen bir şeydir ve bu takdir de insanlar üstüdür. * dolayısı ile etnik kökenin bir önemi yok. ancak, bu ülkede, iktidara oynamak için, politik rant elde etmek için, kitlelerin değerlerini kullanmak ve diğerlerini de dışlamak, hor görmek, hakir görmek, etnisiteden ötürü adaletsizliğe sapmak, elbetteki etnisiteyi ön plana çıkartır.
sen bu ülkenin etnik yapısını silah olarak kullanıp insanların huzurunu bozuyorsan, müslümanların ahengine çomak sokuyorsan, kullandığın silahı sana çevirmek, gerilimden etkilenen her insanın en doğal hakkıdır. ve sokaktaki insan, dönüp de sana sormaz mı: ''iyi de be adam, sen nesin, kimin evladısın, dök bakalım şecereni... anlat hele, kökeninin dayandığı ulvi noktayı, anlat da biz de feyiz alalım. ak koyun kara koyun çıksın meydana...
evet efendim. toplulumuzda oldukça yaygın olan aptallıklardan en vahim olanlarından biri... aileler, kızlarını evlendirdikten sonra adeta mutasyona uğruyorlar. evlenen kızları, artık onların el bebek gül bebek kızları değil, elin namusu oluyor. yabancı oluyor. baba ocağı evlenen kız için artık misafirhaneye dönüşüyor. evlenmiş kız çocukları da aileler için, pek rahatsızlık vermeyen ama neticede sadece misafirler olan insanlara dönüşüyorlar. ve bu durum, iki tarafta da karşılıklı olarak gelişen bir durum oluyor. bu garipliği bir yere kadar sineye çekmek mümkündür. ama bu garipliğin bir çok adaletsizliğe sebep olduğunu, bir çok cinayete yol açtığını söylersem, ne düşünürsünüz? ne hissedersiniz? çok mu ileri gitmiş olurum?
mesela, haber sitelerinden bugün öğrendiğim, bundan önceki yüzlerce olaydan biri daha... artık o denli yoğun bir hal aldı ki, sadece istatistiklerde kullanılan bir hal aldı...
neden mi bahsediyorum?
tabi ki kadın cinayetlerinden, kadına yönelik şiddetten ve insan onuruna aykırı olaylardan bahsediyorum.
ankara'da ortaya çıkan bir olay... kanaması durmayınca doktora giden bir kadın ve şüpheli hareketlerden dolayı doktorların polise haber vererek ortaya çıkarttığı vahim bir hadise... kadının ismi elif. aile içi şiddet nedeni ile eşine boşanma davası açıyor. baba evine geri dönmek istiyor. fakat toplumsal aptallıklarımız devreye girip aileyi dürtüyor. artık bir yabancı olan kızlarını kabul etmiyorlar. kadına bir çakal ''destek'' oluyor. yanlız kalmış, bir başına bırakılmış kadın, arif isimli şahısla birlikte yaşamaya başlıyor. ve ondan hamile kalıyor. evde doğum yapıyor. kanama durmayınca doktora gitmek zorunda kalıyor. sonrasında ise polislerin şüphe üzerine sorgulamaları, evde yapılan aramalar... bulunan bebek cesedi...
ben kadını suçlayamıyorum.. hatta adamı bile affedilebilir buluyorum... ailelerin olaydaki sorumluluğunu da tolere edebiliyorum... ama toplumumuzun bu ahmaklığına lanet üstüne lanet yağdırmaktan kendimi alıkoyamıyorum. evlatlarına karşı ebeveynlerin, ebeveynlere karşı da evlatların kimyasını değiştiren bu öğrenilmiş aptallığa, bu cinayet tetikleyicisi toplumsal hastalığa başka bir tepki veremiyorum.
toplumda, evlendirilen kadının baba evine geri dönmek istemesi neden bu kadar sert karşılanıyor? aileler, evlendirdikleri kız çocuklarına neden bu kadar yabancılaşıyor. neden kızlarını kesin bir şekilde geri çeviriyorlar? evet yuvaların dağılmaması, boşanma eğilimlerinin tasvip edilmemesi gerekir ama; şayet olmuyorsa, şiddet söz konusu oluyorsa, aile kurumu kurulamamışsa, insan onuruna aykırı vak'a lar söz konusu oluyorsa, evlendirilen kızların baba evine dönmesi neden engelleniyor? ne şekilde olduğu net olmayan o bebeğin ölümünde, ailenin sorumluluğu yok mu şimdi? kadının, boşanma davasından sonra desteksiz bırakılması, bir başına bırakılması, sonra bu olayların gerçekleşmesi, emin olun toplumsal ahmaklıkların bir sonucu. toplumların bu aptallığı ne zaman son bulacak merak ediyorum. daha kaç kadın adeta ölüme terk edilecek, ya da alçaltılmış bir hayata mecbur bırakılacak? daha kaç bebeğin günahına girilecek? neden hiç tartışmıyoruz bunları... evlatlarına yol gösterici olan büyüklerin bile yürekten inandığı yığınla aptallık var kültürümüzde... ne zaman sarsacağız bu cinayet tetikleyicisi, günah - vebal üreticisi toplumsal aptallıklarımızı.... yazıklar olsun...
diyarbakır'ın lice ilçesinde görev yapan, yürekli insan, kıymetli kaymakam...
ilçeye on beş kilometre uzaklıktaki daralan köyünde yaşayan aileye yardım elini uzatmış, ilçe çapında bir dayanışma ile ailenin en temel ihtiyaçlarını karşılamış mülki amirdir.
çetin kış koşullarında barakamsı bir evde hayatta kalmaya çalışan aileye derhal yardım elini uzatmıştır. haberdar olur olmaz, güvenlikle ilgili sakıncalara kulak tıkayarak gece vakti köye intikal etmiş ve aileyi sağlık kontrolünden geçirip şehir merkezine getirtmiştir. eşyalı bir şekilde aileye tahsis edilen ev, kimbilir nasıl bir hayır duaya mazhar kılmıştır kaymakamı...
ne aileyi, ne kaymakamı, ne de o coğrafyayı tanımayan biri olarak, ben de kendisine sadece şunu demek istiyorum:
atv ekranlarında yayınlanan güven bana isimli yarışma programında kur'an üzerine yemin ederek diğer yarışmacıya teminat veren, sonrasında ise 72 bin türk lirası karşısında çark edip sözünde durmayan; böylelikle hem diğer yarışmacıyı aldatan, hem de bu aldatmacasına kur'an'ı alet eden yarışmacıdır. görüldüğü üzere, pespaye kişilik örneği bir davranış. olayın daha pespaye olan kısmı ise, yarışmacının bu tavrı sonrasında hakettiği eleştirilerin dillendirilmesi karşısında çarkçı oğlunu savunan annenin kullandığı kelimeler:
başbakan erdoğan'ın, hakkari il merkezinin, yüksekova ilçesine taşınması şeklinde ortaya attığı fikir...
açıkçası makul bir fikir gibi duruyor.
tam anlamı ile aklın izah etmekte zorlanacağı bir coğrafyaya kurulu şehrin yani hiçbir gelişme alanı sağlamayan, hiçbir tarımsal alana sahip olmayan ve doğal açıdan da sarp dağların dışında hiçbir esprisi olmayan bu şehrin neden başka bir yere değil de özellikle buraya kurulduğunu anlamak güç. belki bu tercih, eski zamanlarda dağların ulaşılamayan kısımlarını güvenlikli bulan insanlardan kaynaklanmıştır. olabilir. istilalar, savaşlar, soygunlar vs. düşünüldüğü vakit izah edilebilir gibi duruyor. tabi tamamen şahsi bir tahayyül olduğu için bir varsayımdan ibaret benimki.
günümüz konjonktüründe, sosyolojik, ekonomik ve politik açıdan isabetsiz bir konuma düşmüş şehrin yer değişimi ile, nüfusu yüzbini aşkın ve kullanılabilir tarım alanı oldukça yüksek olan yüksekova'ya taşınması, makul bir fikir olarak duruyor.
hakkari'nin taşınması konusunda itirazların gelmesi elbette beklenen birşey. bu iddianın kamuoyuna yansıması üzerine açıklama yapan ilk isim Hakkâri Ticaret ve Sanayi Odası Meclis Başkanı Cemal Erip olmuş. itirazının en dişe dokunur dayanağı, hakkari'nin tarihi bir şehir olduğu gerçeği... bunun dışında, hakkari'nin dezavantajlı bir noktada bulunduğunu da kabullenmek zorunda kalmış. ki farklı ülkelere sınır kapısı olan, halihazırda havaalanı inşa edilen, coğrafyası gelişmye müsait, nüfus yoğunluğu daha fazla olan yüksekova gerçeği karşısında söylenebilecek pek birşey yok.
olur mu olmaz mı bilinmez ama, fikrin isabetsiz bir fikir olmadığı gün gibi aşikar. o coğrafyaya değil yerleşmek, okumak ya da askerlik yapmak için; gezmek için bile gidilmez şeklindeki ifadenin doğruluk payı olduğunu da belirtmeden geçemeyeceğim.
ha hakkari böyle, peki ya hakkarililer?
onlar gerçekten on numara insanlar. oraya dışardan giden bütün herkesi şaşırtacak derecede misafirperver ve sıcakkanlı insanlar. nedenini bilmiyorum. belki iklimdendir. hani bir söz vardır ya; ''doğunun iklimi serttir; adamı merttir!'' diye... işte hakkarililer, gerçekten de öyleymiş dedirtecek derecede makul insanlar. çoğu itiraz edecektir bu fikre. e kolay da değil yani, anıları, baba ocağını bırakıp başka bir coğrafyaya göçmek. zor. her insan; ama her insan için zor... lakin bu durum, şehrin yer değiştirmesi konusundaki fikri çürütmek için yeterli midir değil midir bilemiyorum?
1997 yılında, Ege Üniversitesi Gazetecilik Bölümü 2. sınıf öğrencisi iken, okul tuvaletinde asılı halde bulunan ve intihar ettiği iddia edilen serkan eroğlu'nun, zaman aşımına uğramasına beş yıl kalan davasıdır.
ailesinin anlatımına göre, hayatı oldukça seven bir insan. intihara sebebiyet verecek bir karakter ve eğilim söz konusu değildi.
insan hakları derneği - izmir şubesine yaptığı başvuruda anlatmış; birgün sivil polisler tarafından alıkonulduğunu ve kendisine muhbirlik teklif edildiğini, sekiz saat boyunca sorgu ve işkenceye maruz kaldığını... ve ardından izmir cumhuriyet başsavcılığına bir dilekçe vererek; ''Başıma bir şey gelirse, sorumlusu Terörle Mücadele Şubesine bağlı polislerdir.''dediğini okuyoruz. aradan daha bir ay bile geçmemişken, ege üniversitesinde bir tuvalette asılı bulunuyor. vuku bulan olayın adına intihar deseler de, ailesi bırakmıyor olayın peşini. soruşturmayı sürdüren savcı, ailesinin başvurusu üzerine kan örneklerinin incelenmesini istiyor. serkan'ın kanında, bayıltıcı madde varlığı teşhis ediliyor. serkan'ın önce bayıltılıp, sonrasında da asıldığı gerçeği ortaya çıkıyor. ancak tanık bulunamadığı için, dava açılamıyor. cinayet, faili meçhul kalıyor. ve süreç rafa kaldırılıyor.
zaman aşımına kalan süre: beş yıl.
olaydan bugüne kadar geçen süre, yani ailenin katil ya da katiller bulunur umuduyla tükettikleri süre on beş yıl... tek erkek evlat... bir türlü açıklığa kavuşturulamayan, izah edilemeyen bir vaka...teskin edilmesi mümkün olmayan bir acı... bir ailenin bitmeyen öfkesi, çabası...
zor zanaat...
senin de ihtiyacın olan birşeyden feragat etmek, kendi ellerinle, içten içe seni kemiren aksi arzularına rağmen malını bir ihtiyaç sahibine vermek, en büyük kârın bu olacağını düşünerek karşılığında yaratıcının rızasını beklemek, giden malın yerini idame ettirecek hiçbirşeyi bulamayacağını bile bile, aklın realist telkinlerine, insanların boş söylenmelerine kulak tıkayarak malını infak etmek; misal, yolda kalmışa yardımcı olmak, mahçubiyet yüklü bir muhtaçlıkla bakan gözleri aşağılamamak, bir çocuğa hiç aklında yokken tatlı bir sürpriz yapmak, hastası olanın kapısını çalıp derdini-darlığını omuzlanmak, darda kalanın açmazına el atmak, bekar olanın müstakbel yuvasına bir tuğla, yola gidenin azığına bir lokma koymak, evlad ü ayalinin maişet derdi ile dertlenen emektar ve yorgun bir babanın kahrını azaltmak... zor zanaat.
insanoğlu var olalı beri cömertliğin zor zanaat olduğunu düşünürüm hep. sonuçta bu zorluğun günümüze has bir durum olmadığını; insanların, yaşadıkları her çağda ve her coğrafyada bir şeylerin endişesi ile hareket edip adına tutumlu olmak ya da zengin olmak dedikleri bir takım cimrilik başlatıcı davranışlar geliştirdiğini müşahade etmek zor değil. kıyamet senaryolarını oldukça mevzu bahis edinen günümüz dünyası insanlarının, bundan dört bin yıl önce yaşamış asurluların kıyamet senaryolarıyla kesişiyor olmaları, aynı endişeyi, aynı gerekçelerle paylaşıyor olmaları, birbakıma insanların her çağda aynı tinsel reflekslere ve faaliyetlere sahip olduğunu anlatıyor bize. dolayısıyla cömert olma hususunda da, istisnalar müstesna olmak kaydıyla, insanların aynı çizgi üzerinde yürüdüğünü söylemek mümkün görünüyor. ki zaten kadim dinlerin cömertlik hususundaki telkinleri, tevile gerek kalmayacak şekilde günümüz dünyasına doğrudan hitap edebiliyorsa, cömert olma olgusunun, sabit sütunlara sahip olduğunu söylemek zorlama bir iddia olmasa gerek.
--spoiler--
...adına tutumlu olmak ya da zengin olmak dedikleri bir takım cimrilik başlatıcı davranışlar geliştirmek...
--spoiler--
bahsi geçen tutumlu olmak hali, kendisinde başlayıp kendisinde son bulan bir olay değil. tutumlu olmak, aynı zamanda bir sürecin tetikleyicisi. tutumlu olma hali, cimriliğe giden yolun ilk basamağı, cimriliği besler; cimrilik de, erdemli davranışların hacmini emerek büyür. yani cimrilik, bir şeylerden vazgeçmeyi telkin eder/dayatır. ve bu vazgeçişler, kaçınılmaz olarak erdem kurucu faaliyetlerden uzak durmak anlamına gelmektedir. mesala tutumlu olmak isteyen biri, zamanla eve gelip giden misafirlerin, ekonomik planlarını alt üst eden kişiler olduğunu düşünmeye başlar. mecbur kalmadıkça yapılan akraba, eş dost ziyaretlerine veyahut, ihtiyaç sahibi bir hastanın mağduriyetine yardımcı olmaya, askere gidecek bir delikanlıya gönül hoşnutluğu/ferahlık için katkıda bulunmaya, yeni evlenen bir çifte takı takmaya ektradan masraf gözüyle bakar. kendi sağlığından, kendi esenliğinden, kendi saygınlığından kırparak biriktirme derdine düşer. biriktirdiği paranın, yarınlarda kendisine bir destek, bir dayanak olmasını umud eder. açıkçası bu bir hastalık halidir. adeta bir akıl tutulmasıdır. gelip gelmeyeceği meçhul olan yarınlar tahayyülü için alın teri dökmek, hatta nerden geldiğini pek de umursamadan, helal haram muhasebesini pek de yapmadan mal biriktirmek, bunu yapmak için de çevresindeki insanlardan vazgeçen,sosyal alanlarda menfaat ilişkisi ihdas eden kişiler, ne kadar da zararlı bir ticaret yaptıklarının farkında değiller mi? hem planlar tutsa bile, yarınlara ulaşmak mümkün olsa, biriktirilen para maddi bir konfor sağlasa bile, bütün bu çabalar, çekilenler, heba edilmiş bir gençliği ve ömrü, kalbi kırılan-soğuyan tek bir gönlü geri getirmeye yetecek midir? yıllar yılı gönle biriken onlarca keşke için, ömrün geri kalanı vefa edecek midir?
adına tutumlu olmak dedikleri, cimriliğe meyilli, cimrilikle müttefik, erdemle mesafeli, sıcakkanlılıkla çoğu zaman dargın halimiz revaçta olsa da, cömert olmak çoğu zaman istismar edilip, çoğu zaman garipsense de, cömertler enayi şeklinde yaftalansa da cömertlik güzeldir. tüm sıcaklığı ile gülümseyen bir gözbebeğine şahitlik etmek güzeldir. cömertlik karşısında verecek hiçbir şeyi olmadığı için bir teşekkür lafzına, dünyanın bütün varına eşdeğer hissiyatını ekleyen yalansız sese muhatap olmak güzeldir.
cömert olmak, onun gözünde olumlanmaktır.
--spoiler--
Allah katında, cömert bir bilgisiz câhil, cimri bir ibadet edici âbidden daha sevimlidir.
--spoiler--
resmi yazışma kurallarını belirten belgedir.
yönetmelik tarafından genel çerçevesi çizilmiş hususların, daha detaylı olarak ele alındığı belgedir. yönetmeliğe aykırı hükümler içeremez.
geceleri ay ışığında oynanan bir tür saklambaç oyunudur. Oyun, çocukların iki ayrı gruba bölünmesi şeklinde oynanır. Bir grup, oyunun oynandığı alanda, olmadık yerlere saklanır. Diğer grup da, saklanan grubu bulmaya çalışır. Hangi grubun saklanıp, hangi grubun arayacağı ise yazı tura ile belirlenir.