moldova cumhuriyeti sınırları dahilinde bulunan gagavuzya özerk bölgesinin şehirlerinden biridir. çadır lunga, gagavuzcada uzun çadır anlamına gelir. günümüz nüfusu, 25.000 dolaylarındadır. yerel yönetimler bazında, türkiyedeki kurumlarla yakın ilişki içerisindedirler. türkiye'nin çeşitli destekleri söz konusudur. hem çadır lunga ve başkent komrat gibi şehirler bazında, hem de gagavuz özerk yönetimi geneli için çeşitli yardım girişimleri mevcuttur.
gagavuzlar, oğuz türkü kökenlidir. ortodoks hristiyandırlar. ana dilleri türkçe olmasına rağmen, büyük oranda rusça'nın dil coğrafyasına dahil olmuşlardır. yani etnik grup olma özellikleri gözle görülür oranda asimilasyona uğramıştır. rus ağzı ile ve sınırlı kelimelerle konuşmaya çalıştıkları bozuk bir türkçeleri vardır. günümüzde dünya üzerinde ikiyüzellibin kişilik bir nüfusa sahip oldukları düşünülmektedir ve hemen hemen hepsi, sovyet coğrafyasında yaşamaktadır. sovyet topraklarına, balkanlardan göçtükleri söylenmektedir. 8. yüzyılda kurdukları iki prensliğin dışında, tarihte boy gösterdikleri bir bağımsızlıkları söz konusu olmamıştır.
efendim, bizzat şahsım, uluslararası ilişkiler mezunu olmasına rağmen, hemen hemen hiçbir muhabbete konu olmamış bir bölgedir gagavuzya... anımsayabildiğim kadarı ile, sadece ilkokul kitaplarında değinilen bir konuydu gagavuzlar. o da, tarih kitaplarında, eski dönem insanları olarak yani taaa kavimler göçü döneminde yaşamış bir topluluk olarak geçiyordu gagavuzlar. neyse ki, onlarla tanışma fırsatım oldu. kocaelide bu yıl beşincisi düzenlenen, geleneksel 23 nisan uluslararası çocuk festivali kapsamında 41 ülkeden kocaeliye gelen 1000 çocuk arasında yer alan 15 kişilik bir kafile, çadır lunga'dan gelmişti. dört gün boyunca etkinlikler kapsamında bir arada bulunabildik. sakin, uyumlu ve samimi insanlardı. çocukların sevgileri yüzlerine, gözlerinin bebeklerine oturmuştu. folklorik açıdan halen bazı şeyleri muhafaza edebildiklerini gördüm. mesela yöresel oyunları ve milli kıyafetleri, bir anadolu yöresinden farksız, hatta bizden daha fazla anadoluluydu. ama hediye olarak şarap ikram etmeleri de işin öteki yönüydü.
sabaha karşı dört gibi, havaalanına ulaştığımızda, boynuma samimiyet ve sevgiyle dolanan kolları ve buğulu gözleri görmek, kısa bir süre dahilinde olgunlaşabilen sevgilere şahit olabilmek güzeldi.
kitabın arkasındaki yazı bile insanı kitaba çekmeye, alıp okurken içinde yaşayacağını bilmeye yetiyor..
''nereye giderseniz gidin, ülkeniz peşinizden gelir. artık siz orada yaşamasanız da o içinizde yaşar. afganistan'ın khaled hosseini'de yaşadığı gibi...
yazar bu romanında da yine doğduğu toprakları anlatıyor. bu kez iki kadının kesişen yaşamları ve dostlukları üzerinden...
küçük yaşta evlendirilen kızlar, çocuğu olmayan kadınlar, babaya ya da çocukluk arkadaşına duyulan, geçmişe gömülmüş aşklar...
khaled hosseini, hasreti, dostluğu, aşkı ve insanlığı en iyi anlatan yazarlardan. başarıyla kurduğu olay örgüsüyle, çıkmaz yolların nasıl düzlüklere açılabileceğini gösteren yaratıcı bir kalem.
Herkes gibi uyumadan önce; rüyamda görmek için ettiğim duaların sebebi olan kişi..
Rüyaların gerçekle bir ilişkisi olmamasına rağmen, rüya bile olsa görmek istediğim kişi..
Aslından kalbimin kırık olduğu ama rüyamda kırıklığımı ve incinmişliğimi unutturan kişi..
Hani bazı rüyalar vardır hiç bitsin istemediğiniz. Ya da tam en güzel yerine gelmişken bir anda uyandığınız.. hıh! işte bu da tam böyle birşeydi. En güzel yerinde açılmıştır gözlerim.
Çocuktum.. böyle bir şey yaşadığımda yumardım gözlerimi tekrar. Yumardım ve rüyamın devam edeceğini düşünürdüm. Rüya yerine hayal kurmaya başlardım. Bugünde öyle yaptım. Kapattım gözlerimi. Yine olmadı! iyice sıktım. yine olmadı. Bu sefer hayallerle devam ettiremezdim. Çünkü o cümlenin devamını getirmeliydi. 'tek bir şey var' demişti. 'kısa bir süre sonra belli olacak, her şeyi öğreneceksin. ama tek bir şey var' (!) neydi o!!! Beni bu denli kırmasının, hırçınlaştırmasının, isyan ettirmesinin sebebini öğrenebilecek miydim o zaman? Sorularıma cevap bulabilecek miydim? Yarı yolda kalmışlığım sona ericek miydi? Rüya devam etmedi. Evet. Cümlenin sonunu öğrenemedim..
Hem öğrensen ne olacaktı??
Bilmiyorum...
bazen insan, yağmurlu ve puslu bir havanın ürpertisi ile yaşamak ister hayatı...
duldasız...
pusatsız...
ensesi açık, çocuk gözlerin belertilmişliğinde...
dudaklar grimsi bir korkuyla kaplı...
ve bakışlar ölürcesine umutlu...
yaşamak ister hayatı,
kendisi ile hemhal olmuşcağızıyla...
gizli anların yolcusu'nu okurken bora'nın psikolojisini, ilhami'nin anlattığı kadarı ile değilde daha fazlasını; ne düşünüp ne hissettiğini, ne işler çevirdiğini merak ettim... muammalı bitti o kitap çünkü. devamı olmalıydı. okuyanın aklında kalan onca sorunun cevabı olmalıydı. araştırdım ve kitabı buldum. cevapları bu kitapta sanırım.. yani öyle umuyorum...
dünden beri her fırsat bulduğumda okuduğum kitap. ne var ki beni sinirlendiriyor. sinirlenip bırakıyorum sonra merak edip tekrar alıyorum elime. başlarda olduğumdan karakterleri tanımaya çalışıyorum. karısını ortağıyla aldatan bir adamın kendini sütten çıkmış ak kaşık gibi anlatması moralimi bozuyor. ama ne varki romanın baş kahramanı olarak bora henüz devreye girmedi. yani 2 . planda; şimdilik.
evsel su hizmetini dahi vermekten aciz belediye şeysidir.
hakkari'de sular, akşam saatlerinde akmaya başlar, sabaha karşı da tekrar kesilir. bu birkaç saatlik suyun üçte biri de çamurlu akar. yani musluktan önce çamur akar. eviniz berbat olur. sonra temiz su akmaya başlar. temiz suyu da çamuru temizlemek için kullanırsınız, diğer öte beri için ise kap kacak doldurursunuz. artık duşu gece birde mi alırsınız ikide mi alırsınız yoksa uykuya yenik düşüp erteledikçe erteler misiniz bilemem.
bir il belediyesi düşünün ki, nüfusu büyükşehirlerle kıyaslanmayacak kadar az sayıdaki şehre, dağın taşın altından su fışkırmasına rağmen en temel hizmeti, su hizmetini sağlayamıyor. kalk ulan o koltuktan. hiç mi utanmaz insan, hiç mi uykusu kaçmaz insanın, hiç mi vebalden korkmaz insan...
şayet belediyeler, hizmet odaklı ekiplere teslim edilmez de, siyasi saiklerle kimi gruplara teslim edilirse, netice budur. siyasetin mantığını, talep etmenin yollarını bilmiyorsanız varacağınız nokta budur.
ayıp ulan ayıp. nasıl bir toplum, nasıl bir şehir, anlamış değilim. hadi bi nane yediniz, tutup da koyun güdemeyecek bir adama belediyeyi teslim ettiniz. bari mahrum bırakıldığınız en temel hizmetler için en ufak bir talepte bulunun, bari bu rezil durumu kabullenmeyin. bari bu ayıba itiraz edin. ya siz nasıl insanlarsınız ya. neyin kafasını yaşıyorsunuz ya... su diyorum su... medeniyet diyorum medeniyet... en temel hak diyorum hak...
ya bir siktirin gidin efendim.
siz, yanı başında akıp duran suyu evlere dahi ulaştıramayan ilkel bir topluluksunuz neticede. (nokta)
''peki öyleyse, ben istiyorum!''demişti son mesajında..
evet. sonuna da ünlem (!) işareti koymuştu. sanki aylardır söylemek istediği ama cesaret edemediği; ya da 1 dakika. cesaret edemediği demeyelim biz buna. fırsat kollayamadığı desek daha doğru olur. cesareti olmamış olsaydı eğer öyle bir konuşma sonrasında '' istiyorum'' diyemezdi.. dememeliydi... ve nihayetinde fırsatı bulmuştu.çünkü muhtemelen kendisini köşeye sıkışmış hissediyordu. halbuki niyetimin onu köşeye sıkıştırmak olmadığını kesinlikle biliyordu.
2 ayrı şehirde olmanın ve arada km.lerce uzaklığın olması bazı duygu ve hareketlerin hatta bazı sözlerin bile yanlış anlaşılmasına sebebiyet verebiliyordu...ama hiç birisi düzelmeyecek şeyler değildi...çünkü ''o'' bendim, ''ben'' de o.. ya a aylarca ben öyle olduğunu sanmıştım...
evet..
ayrılmak mı istiyorsun? sorusuna karşılık ' hayır' dememe rağmen 'öyleyse ben istiyorum' demişti.belki ağzından çıkanı kulağı duymuyordu.ona aklımda kalan ve uzun süreli görüşmememizden dolayı kendimi rahat hissetmemi sağlayacak bir kaç soru sormuştum. bu belkide güven tazeleme olacaktı.. Buna ihtiyaç mı vardı bilmiyorum. ama dedim ya; aklımda ilk defa oluşan soru işaretini kaybetmek zorundaydım. doğru ya da yalan sadece cevap vermesi gerekıyordu. onun bana bu durumu defalarca yaşatmasına karşılık; ona ilk defa yapmamla enseye tokat yemem bir olmuştu...
lakin ben; ona karşı ciddi anlamda ne istediğimi açık açık beyan edebildiğimi düşünüyorum..
defalarca..
evet defalarca ailelerimizin tanışmasını istediğimi belirtecek cümleler kurmuştum. çünkü ailem dışında, yakın akrabalarım ve arkadaşlarımda onunla olan ilişkimi biliyordu.. en çok hoşuma gidende buydu.. onlarla konuşurken beni sorduktan sonra seni sormalarıydı. ''f.... nasıl?'' iyi diyordum, çok şükür.. bu cümle sonunda iyiliğime iyilik katılıyordu..
o gece yaşananlar kimin hatasıydı bilmiyorum..hata var mı onu da bilmiyorum. 2 gün yaşadığım sessizliğin aslında geçici kalp kırıklığım olduğunu biliyorum sadece... geçiciydi...
çünkü hayatımın geri kalan kısmını seninle geçirebileceğime emindim. hangi şehir olursa olsun, yaşam şartlarımız ne olursa olsun... vazgeçmediğin sürece vazgeç(e)meyeceğime emindim..
yanılmış mıydım? kandırılmış mıydım?
belki kanmayı seçmiştim.. kana kana seni sevmeyi...
her neyse? eğer bu satırları okursan '' bak ya! yine ne düşünmüş''diye düşünme hemen..tüm bunlar düşünmediğim kısım. yani düşünmek istemediğim.. yani aklımı meşgul etmesin diye buraya yazıyorum.. unutayım diye..
aklım; seninle ilk günden o güne kadar yaşadıkarımız, yaşayamadıklarımız, hayallerimiz ve benim kendi hayallerimle dolu..
buraya yazdıklarım; o gün ve unutmam gerekenler.. bilirsin; çok çabuk unuturum bazı şeyleri.. bu gibi bir çok şeyi unutnan da zaman alıcaktır..
kendime kızdığım tek nokta; benle mutluysan başkasıyla da mutlu olursun dediğinde........
ya da boşver..
biliyorum ki bu ve bunun gibi bir çok sözün beni sensizliğe hazırlamak içindi.ben derslerime hiç iyi çalışamadım. senden başkası yoktu. istemedim olmasını. istemezdim de...
--spoiler--
Uykuların kaçar geceleri
Bir türlü sabah olmayı bilmez
Dikilir gözlerin tavanda bir noktaya
Deli eden bir uğultudur başlar kulaklarında
Ne çarşaf halden anlar, ne yastık
Girmez pencerelerden beklediğin aydınlık
Kapanır yatağına çaresizliğine ağlarsın
Onun unutamadığın hayali
Sigaradan derin bir nefes çekmişcesine dolar içine
Sevmek neymiş birgün anlarsın Birgün anlarsın aslında herşeyin boş olduğunu
Şerefin, faziletin, iyiliğin, güzelliğin
Gün gelirde sesini bir kerecik duymak için
Vurursun başını soğuk taş duvarlara
Büyür gitgide incinmişliğin, kırılmışlığın
Duyarsın
Ta derinden acısını çaresiz kalmışlığın
Sevmek neymiş birgün anlarsın
Birgün anlarsın ne işe yaradığını ellerinin
Niçin yaratıldığını
Bu igrenç dünyaya neden geldiğini
Uzun uzun seyredersinde aynalarda güzelliğini
Boşuna geçip giden yıllarına yanarsın
Dolar gözlerin için burkulur
Sevmek neymiş birgün anlarsın
Birgün anlarsın sevilen dudakların
Sevilen gözlerin erişilmezliğini
O hiç beklenmeyen saat geldi mi
Düşer saçların önüne ama bembeyaz
Uzanır gökyüzüne ellerin
Ama çaresiz, ama yorgun, ama bitkin
Bir zaman geçmiş günlerin uykusuna dalarsın
Sonra dizilir birbiri ardınca gerçekler acı
Sevmek neymiş birgün anlarsın
Birgün anlarsın hayal kurmayı
Beklemeyi
Ümit etmeyi
Bir kirli gömlek gibi çıkarıp atasın gelir
Bütün vücudunu saran o korkunç geceyi
Lanet edersin yaşadığına
Maziden ne kalmışsa yırtar atarsın
O zaman bir çiçek büyür kabrimde kendiliğinden
seni sevdiğimi o gün anlarsın...
birbirini aşkla seven iki insanın dargınlığıdır.
dargınlık çekilir şey değil. aklının bir ucuyla sürekli onu düşünürsün. onunla birlikteyken farkında olmadan oluşturduğun anlamlar, onunla anlam kazanan bir yığın şey, onun olmadığı bir hayat tasavvurunda bomboş bir hale gelir. dünyan sadeleşmenin de ötesinde, adeta bomboş kalır. çıplak hissedersin kendini. onunlayken okuduğun dokunaklı öyküler, onsuzlukta mahçubiyet oluşturur. huzur yerine huzursuzluk yaratır. alo demek istersin, ya bu dargınlığın bir anlamı yok demek istersin... ben seni seviyorum, hem de çok demek istersin, ama bir şeyler tutuverir seni. sendeki gurur olmasa bile, ondaki gurur yapma ihtimali, soğuk bir tavırla karşılaşma olasılığı, ellerine de, diline de ket vurur.
halbuki hayat güzel.
mevsim güzel.
sevgim, dışarda patlayan bahar kadar taze...
ve avuçlarımdan şefkatten başkası damlamıyor.
özlüyorum seni... özlüyorum... senin de beni özlediğini düşündüğüm gibi özlüyorum...
(bkz: hey genco money gü) hitabına çokça maruz kalmış, bütün kamuflaj girişimlerine ve tebdili mekan çabalarına rağmen bu kaderden kurtulamamış şahıstır.
o da versin artık şu money gü bedelini... diye söylenecek olursanız ben de size, onun bir money gü meblağını elde edebilmek için bir hafta boyunca 7/24 (seansları yarımşar saatten hesap edecek olursak) 336 seanslık bir çalışma icra etmesi gerektiğini ve bu gayretin de o kadar kolay olmadığını hatırlatırım.
velhasılı kelam, money gü hitabına maruz kalmaya devam edecek gibi görünmektedir.
şayet yüreğine korku salmak isterseniz, bir akşamüstü ya da bir ikindi vakti, veyahutta günün herhangi bir deminde, yanına yaklaşıp hey genco diye fısıldayın kulağına... boynunu omuzlarının arasına gömüp, mecalsiz bir şekilde yere çömeldiğini göreceksiniz.
vanlı bir lümpen...
çok gelişmiş vücut hatlarına sahiptir. hatta body mesut mahlası ile tanınır. üçgen vücudu ve deniz gezmiş- che çiftleşmesinden zuhur etmiş kılık kıyafeti ile oldukça enteresan bir profile sahiptir.
dedesinin vasiyeti doğrultusunda meslek tercihinde bulunmuştur. büyüğünün vasiyetini yerde bırakmamıştır. evet pek kazançlı bir ekmek teknesine sahip olduğu söylenemez ama, dedesinin arzusu ve nafya kor'un sarsıcı etkisi, elini kolunu bağlamıştır.
mesleğinin detaylarına girilmeyecektir. fakat varoşların tutunamayanlarını psiko sosyal açıdan rehabilite ettiği, onların gereksinimlerini karşıladığı söylenebilir. hem de çok cüz i bir meblağ karşılığında...
lise hayatımın ilk yılını ziyan ettiğim yurtlardır.
o yurda girmek, bir müddet inançsız, dinsiz biri olmama sebep oldu.
kaldığım yurdun rutin uygulamaları:
1)dayak
2)yemekhane nöbetçiliği
3)temizlik (haftanın her günü, sorumluluğundaki bir yeri; hafta sonları ise bütün yurdu... ki yurt beş katlı.. )
4)günlük 2 saat din dersi... (ibadetlerle birlikte beş saate çıkıyordu)
5)kendi aralarında yaptıkları denetimlerin arefesinde ise, günde 12 saati geçen din dersleri.
6)hafta sonları sadece birkaç saatlik çarşı izni..
7)sürekli saç kontrolü yapılması. (subay tıraşı ya da üç numaraya evet, geri kalanına hayıııııırrrr... geri kalanı zındıkkkk)
8)kot pantolon giyme yasağı
9)müzik dinleme yasağı
10)gazete ve dergi okuma yasağı
11)halkaya katılma zorunluluğu... rabıta yapma zorunluluğu
12)yatakhanelerin gece 11 de açılıp sabah 7 de kapatılması
13)şahsi dolapların sürekli aranması
14)sadece üç haftada bir ev izni
ulan yurdun önündeki bahçede bile top oynayabilmek için köpek gibi yalvartırdınız bizi... sizin o baskı ve dayatmalarınız yüzünden, abdestsiz namaz kılıp, cünüp oruç tutan ne kadar arkadaşım vardı biliyor musunuz? din bizim için baskı demekti.. şiddet demekti... ulan babamızdan korkmazdık lan sizden korktuğumuz kadar. bizi o denli korkutacak hakkı nasıl kendinizde bulabiliyordunuz... ulan, daha sabi sübyan olan çocukları tekmelerle tokatlarla mı dövmezdiniz, ulan bizleri mescitte toplayıp da toplu bir şekilde tehdit mi etmezdiniz, ulan çocukları tüm arkadaşlarının arasında rencide mi etmezdiniz, ulan sigara içti diye kış ortasında öğrenciyi dışarda mı bırakmadınız, ailelerini arayıp onların onurunu mu kırmadınız? ulan, o gencecik insanları şiddetle ve psikolojik sindirme ile ne hale getirmiştiniz siz öyle?
ulan söyleyin bana;
ailesinin onurunu incitip de, kendisini de kapı önünde bıraktığınız kaç kişiye sigarayı bıraktırabildiniz?
ulan o tatlı uykudan tekme tokatla, ranzalara metal çubuklar vura vura çıkardığınız gürültülerle uyandırdığınız o çucukların kaçını dini bütün insan yapabildiniz?
ulan zorla dayattığınız o rabıtalar esnasında, gözlerini kapattığında sizin emrettiğiniz şeyleri değil de, şehevi şeyleri hayal ettiğini sonradan arkadaşlarına itiraf eden o gençlerin kaçını kemale erdirebildiniz?
ulan kaçımıza kumaş pantolonu ve bid'at olan o cins bıyıklarınızı sevdirebildiniz?
ulan kaçımız namaz kılarken manevi bir tad alabildik?
şimdi, o yurttan kaçmayı kafaya koyduğum soğuk ve sessiz yatakhane gecesi geliyor aklıma...
karlı bir kış sabahı, ortalık süt liman bir haldeyken, geceden hazırladığım çantamı almıştım dolaptan.. etrafı kolaçan ederek, korka korka cama yaklaşmıştım. beşinci katın penceresinden fırlatmıştım çantamı. parmak uçlarıma basa basa birinci kata inmiş, ayakkabılarımı kapıp tekrar en yakın pencereye koşmuştum.. kilitli kapılardan bu şekilde kurtulmuştum... otobüs durağında tedirgin bekleyişim ve ilk otobüsle ordan kaçışım... kaçtıkça rahatlayışım...
ulan sizin zihniyetinize tüküreyim ben... o hakkı, ki ben bir çocuktum daha, işte o çocukluğun hakkını helal etmiyorum size...
not: o yurt ne benim, ne de ailemin tercihiydi. anadolu lisesini kazanmış bir öğrenciydim. kazandığım okulun yurdu yoktu. ve o şehirde başka bir yurt da yoktu. bahsi geçen yurtta kalmak zorundaydım. o yurttan çıkınca, o şehirden de çıkmıştım. aldığım karar, o yaş gurubu için cesurdu. başka bir yerde okumaktan tutun da, eğitimi bırakmak dahil her şeye hazırdım. bana, yeni bir şehir ve yeni insanlar nasip oldu.
benim o baskı çemberini kırdığımı gören arkadaşlarımın çok büyük bir kısmı o yurttan kaçmayı başardılar.
amerikan'ın vietnam'da hezimete uğrayarak, yenilginin boyutlarını makyajlamak için ürettiği (bkz: onurlu barış) kavramına yeni bir form kazandıran hocadır. kendisi, (bkz: onurlu barış) kavramı yerine, (bkz: onurlu kaçış) kavramını kullanmaktadır. ve (bkz: onurlu kaçış) tabirinin de, kendisine ait olduğunu özellikle vurgulamaktadır.
misal, şöyle bir örnek:
ders vakti...
zafer hoca, öğrencilerden birkaç cm daha yüksekte, tahta önündeki platformda ders anlatmaktadır...
--spoiler--
+....
eveeeeet.... onurlu barış... tabi amerikanın vietnam'dan geri çekilmek zorunda kalması...ıııı... şey... hani mahallenin abisi olurya... hani her mahallede vardır... hiç toz kondurmaz kendisine... bilirsiniz değil mi? * efendim? duymadım... galiba en arkadaki arkadaşımız birşey dedi... efendim? fatih bey kardeşim bir şey mi demiştiniz? *** var değil mi? *
eveeeeett... işte bu abiler kendilerine hiç toz kondurmazlar. cakayı bozacak bir durum oldu mu... mesela baltayı taşa vurdu mu... güçlü, kaslı,kalıplı bir delikanlı tarafından tozu alındı mı... yiğit biri tarafından... mesela bizim sivas'a ne derler? ne derler güzel kardeşim? siz sivaslıydınız değil mi? * işte sivas'a yiğidin harman olduğu yer derler... mesela sivaslı bir delikanlı meydana çıkınca... ki zaten anadolunun bağrından kopup gelmiştir. vietnam gibi, garibandır.. işte yiğit biri ortaya çıkıp da, abiye bi güzel el ense çekince... * el ense çekmek... bilirsiniz değil mi el ense çekmeyi... güreşte geçer.. pehlivanlar el ense çeker... güçlü olan ayakta kalır...öyle işte... eveeeet eveet... mahallenin abisi karizmayı çizdirmek istemez... kendisine yediremez... mesela ne der? ******* evet arkadaşlar mahallenin abisi ne der? * mesela ''seni bu seferlik affettim'' der... sen falanca abiye dua et... o olmasa ben bilirdim ne yapacağımı... seni onun hatrına bağışlıyorum der... yani toz kondurmaz... ne yapmaz? karizmayı çizdirmez... şimdiii, amerikan'nın vietnam'da yenilmesi... tabi amerika, mahallenin abisidir ya... karizmayı çizdirmez... işteee vietnam'dan geri çekilmek zorunda kalınca, (bkz: onurlu barış) tabirini kullandılar. işte ben bu duruma (bkz: onurlu kaçış) diyorum. onurluu kaçışş.. *
bu tabir bana aittir.. onurlu kaçış... benim kullandığım bir tabirdir.
konuşmanın bu kısmında hoca, platformda bir sağa bir sola volta atmayı bırakarak elini kürsüye dayar... sınıfa bakar... hatta sınıftaki kafaların üstünden ufka bakar.. bi parça uzaklara dalar... sonra tekrar sınıfa bakar... sınıftaki öğrenciler de, sürpriz bir diyaloğun nesnesi olmamak için, öte beri ile, mesela not almakla uğraşır... ayakkabısının bağcığı ile uğraşır..masa altında, dizlerin üstünde tuttukları telefon ile uğraşır...
yani dersler, biraz tırsımtırak bir psikoloji ve epeyce de kaotik bilgi aktarımı/etkileşimi şeklinde geçer...
okunduğunda insanı üzerinde düşünmeye sevkeden satırlardır.
. . . .
Siret i Ömer bin Abdülaziz isimli eserde, Yahya b. Said'in şu sözlerine yer verilir:
''Ömer b. Abdülaziz beni zekât toplamak üzere Afrika'ya gönderdi. Bende gittim, zekâtı topladım. Bu zekâtı dağıtmak üzere onu almaya lâyık olanları aradığımda, zekâta muhtaç bir tane insan bulamadım. Bir tane bile zekât verilebilecek insan yoktu. Ömer b. Abdülaziz herkesi zengin yapmıştı. Sonunda ben bu zekât parası ile bir miktar köle satın alıp âzad ettim.'' (islam ve Tasavvuf,...;s:15) *
büyüdükçe azalan duygular 'ın yalnızca bir tanesidir bu.. yalnızca bir tanesi. Evet. Ama büyük bir eksiklik. Eksildikçe/azaldıkça yokluğu hayatımızda ciddi anlamda yokluk katacak bir eksiklik..
neydi masum kalmak?
-Anne çikolata istiyorum. Dendiğinde ''baban akşam getircek'' cevabına inanıp beklemek miydi saatlerce? Beklenen akşam'ın hava kararmasına rağmen gelmemesi sonucunda ağlayarak daldığımız uyku muydu? Uyurken yüzümüzdeki tertemiz ifade miydi? Yoksa ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi uyanmak, çikolatayı görünce mutluluktan havalara uçmak mıydı?
Ya da;
-hayatın iğrençliğine inat; gözlerdeki ışıltı mıydı masumluğumuz? Çevrede olan biteni öğrenmek için ardı sıra dizdiğimiz sorular.. - anne bu ne? Baba bu neden böyle? Anne bu neden bu kadar? Neden anne? Neden baba? . . . verilen her cevaba kuşkusuz inanmak, ama tekrar sormak. Yılmadan; tekrar tekrar tekrar..
Peki neden anne?
Neden yıllar sonra sorduğum sorular keşke hiç bilmeseydim listesinde yerlerini alıyor oldular? Neden gözlerimdeki parıltı sadece ağladığımda ortaya çıkıyor? Neden masumluğu saf ya da salak olarak nitelendiriyor bu insanlar? Neden büyüdükçe insanların duygularıyla oynuyorlar?