küçüktüm henüz büyümemiştim, sene 99, 17 ağustos. bunaltıcı bi yalova gecesi. dışarıdayız, ailece oturuyoruz, sohbet ediyoruz. saat ilerledikçe uykusu geliyor herkesin, eve girmeye hazırlanıyoruz, küçük kardeşim hariç. ağlıyor avazı çıktığı kadar, istemiyor içeri girmek. annem sinirleniyor, kolundan sürükleye sürükleye sokuyor eve çocukcağızı.
nasıl olsa yazlık, herkes bulduğu yerde yatıyor, ben de hep annemin yanında yatıyorum açılan ikili kanepelerde. kardeşim tek başına, yan tarafımızda köşesinde küçük ama yüksek bi çıkıntı bulunan koltukta. ağlıyor o gece daha yatmadan, hiç huysuz değil halbuki nadiren duyarız ağladığını, dünyanın en uyumlu çocuğu belki. küçük ama benden olgun hatta. annemin yanında yatıcam diyor.
kızıyorum ben, söylene söylene kalkıp diğer koltuğa yatıyorum. sarılıyor bana yatmadan önce, neden yapıyor bilmiyorum. ben sinirliyim, savuşturuyorum başımdan. gidiyor anneme sarılıp yatıyor.
çok yorulmuşum, gözlerimi kapıyorum ve anında uykuya dalıyorum. sonrası malum yıkıntıların arasında uyanıyorum. ağır bi beton kokusu var burnumda, her şey yerle bir olmuş. bir şey düşünemiyorum bayılıyorum. ayılıyorum, bağırışlar duyuyorum, bayılıyorum, tekrar ayılıyorum susuyorum, çok susuyorum.
biri ismimi söylüyor dışarıdan, bağırıyorum sesimin çıktığı kadar. zar zor çıkarıyorlar beni oradan. sağ bacağım şişmiş, çok ağrıyor, yürüyemiyorum. hemen ankaraya dönmemiz gerekiyor, doktora gitmemiz. o sırada babamı görüyorum, ankaradan kalkmış gelmiş hemen. enkazın içinde çabalayıp duruyor, bağırıyor, gözlerinde yaşlar var. anneanneme annem nerede diyorum, kimse cevap vermiyor. soruyorum, soruyorum, haykırıyorum, "nerede!" diyorum.
hastanede gözlerimi açıyorum, ameliyattan çıkmışım, henüz olmadığım diğer 10 ameliyatın ilki. babam duruyor başımda, su istiyorum, vermiyorlar narkozdan dolayı. defalarca su istiyorum, pes ediyorum. sesim çıkmıyor, "nerede onlar" diyorum. cevap yok, yine bayılıyorum.
birkaç gün sonra alıyorum ilk cevabımı, annemle kardeşimin yattığı kanepeye duvar düşmüş, ikisi de ölmüş. benim yattığım yerin tepesindeki çıkıntı üzerime düşen duvarı tutmuş ve öyle kurtulmuşum. kardeşim, şimdi "melek oldu" dedikleri kardeşim kurtarmış benim hayatımı. fark etmeden vedalaşmış bile, sarılmış ve hoşçakal demiş.
şimdi canım kardeşim, hayatta olmalıydın ve doğum gününü kutlamalıydık hep beraber, bütün aile. doğum günün kutlu olsun.
tırnaklarını kalbinize sapladıktan sonra terminallerde uyuşuk adımlara dönüşen,
özlem tohumlarını henüz yanınızdayken benliğinize serpiştiren,
gözyaşlarının günde birkaç kez yanaklarla sevişmesine alıştıran,
elini bıraktığı anda avuç içlerinin kavrulmasına neden olan,
arkasından öylece bakakaldıran,
giderken nasıl yürüdüğünü ezberleten, kabus yapan,
yasını tutturan en güzel günlerin yenilerine daha çook varken,
yastığını sevdiren usul usul geceleri gırtlağa kadar onsuzluğa gömülmüşken
ve korkutan her gün ta derinden
kendileri referandumda "böyle bir şey ilk defa halkın iradesine sunuluyor, çok mutlu oldum. o yüzden evet diyeceğim" buyurmuştur.
ve bu cümlesiyle zaten hangi nitelikte olduğunu, bilgi birikimini, kültür seviyesine gözler önüne serdi. tebrik ediyoruz.
he yavrum ilk kez anayasa değişikliği referandumu yapılıyor. aferin.
unutmadan bi de "anayasa paketinde bazı değişiklikler yapılmış fakat yargıda pek bi değişiklik yapılmamış" da demiş. bi bravo da bu cümleye.
bu millet hangi maddeleri tartışıyor abi günlerdir ya, yargıyı akp'nin tekeline verme sorunuyla karşı karşıya olduğumuzdan bütün bu tartışmalar. aç artık gözünü bi be aç.
edit: "statükocu" dikta yanlısı tayfa iş başında. eksilerin devamını bekliyorum.
ya da şöyle bir şey bekliyorum
"salak ama göğüsleri güzeaaal"
yurtdışına çıkarken "ay bize terörist muamelesi yapıyorlar" demeyi biliyorsunuz ama mesele çuvaldızı kendine batırmaya gelince herkes sus pus oluyor, herkes faşist kesiliyor.
sözlükteki yahudi yazarlar sorumluysa bu hain saldırıdan el kaide'nin eylemlerinden de biz sorumluyuz "müslüman" olarak.
işte tam bu saatlerde bir yara gibidir su
yeni deşilmiş uçlarına sokakların, küçük uçlarında.
senin o güneş sarnıcı gözlerin
ölüm yası içindeki bir evde
olmaması gereken bir şey gibi, kırılan bir ayna gibi.
bu saatlerde.
çarmıhını yanından eksik etmeyen bir isa gibi
merdiven taşıyan bir adam görüyoruz
bu adamı ne kadar çok seviyorum, bu kuşu ne kadar
sen ne seviyorsun sen zaten sevince
alnınla ayıklarsın yeryüzünü,
çardaklar binaların ağızlarında
aşar gider kendi sınırlarını
köpekler gizli bir dağı havlar.
bunlar iyidir diyorum bunlar senden haberli,
yoksa nerden bilecekler
korbon sınırlarında yaşayan balıklar
kovadan sızan hicret gününü,
peygamberin parmaklarına asıp paltolarını
nasıl girecekler tanrıevine
mucizesever müslümanlar,
ve on binlerin dönüşü sırasında
grek keçilerinin çiftleştiği
dağ yolları neyle donacak?
yine de sevişirken
kullandığımız her kelime
hırsızın devirdiği eşya.
minibüsleri morarmış sokaklar
buğdayın parayla değişildiği
paranın ekmekle değişildiği
ekmeğin tütünle değişildiği
tütünün acıyla değişildiği
ve artık hiçbir şeyle değişilmediği acının.
o sokaklarda.
saatler yağmuru gösteriyor,
bugün bu küçük salı günü
her şeyi eksik istanbul'un, tepedekilerden başka
yalnız galata
galata
gecenin bodrumlarında beslediği
o tükenmez paslanmaz tutkusu
bir ağız mızıkası halinde
denize yediriyor yavaş yavaş.
ağlatan maçtır. öyle bi takım hayal edin ki borç içinde yüzsün, yüreğiyle oynasın, oyuncuları "biz bu forma için ölürüz" desin, reklam amacı gütmeden, yüreğinden gele gele.
öyle bir takım ki tam bir aile, öyle büyük güç gösterileri yok ama yürek var yürek.
şimdiyse haketmediği bi ligde, mazisi dahi olmayan takımlarla mücadele devri sona erdi.
hiçbir şeye benzemez Altay taraftarı olmak, bize de bu mutluluğu yaşattı ya helal olsun.
artık deniz baykal'dan, ortada dolaşan videodan, skandal olmaktan, komplodan çıkmış başka boyutlar kazanmıştır.
akp'de cemil çiçek'in yalandan deniz baykal'a geçmiş olsun demesi, mahremiyetin korunması gerektiğini söylemesi, rte'nin mit'e bunun "sorumlularının" bulunması için talimat vermesi, akabinde deniz baykal'ın istifa etmesi, istifa ederken de akıllara zarar açıklamalar yapması -ki ben olsam nasıl olsa siyasi hayatım bitmiş, çok daha fazlasını söylerdim.- pensilvanya'ya kadar uzanan göndermeler, fethullah gülen'e teşekkürler -ki bu gerçek bi hataydı- haklı olarak ak parti'yi suçlaması, rte'nin baykal'ı düzeysiz ilan etmesi ülkeyi iyice bi kaos havasına sürüklemiştir.
gündemimiz bi süre daha meşgul kalacaktır, hayırlı olsun.
beklemekten sıkılmıştım. sabretmeye çalışmak ayrı bir çile. o gün ayrılığın ilk günü müydü yoksa ben mi evham yapıyordum? artık benim olmadığını düşünmek benden küçük küçük parçalar koparıyordu. kanıyordum ama pıhtılaşmak gelmiyordu içimden. şiddetle reddediyordum gerçeği. hani bizim verdiğimiz sözler vardı, hani farklıydı?
küfürler edesim geliyordu, edemiyordum. seviyordum çünkü. kanamaya devam diyordu kalbim. kaldım öyle bir süre.
sonra kolay olanı seçmeye karar verdim. yatağa yattım, sana daldığımı fark edene kadar uykuya daldığımı sanıyordum. beni rahat bırakmamaya ant içmişti sanrılar. gözlerin neden gitmiyor gözlerimin önünden? gülüşün...nasıl kazınmış böyle beynime.
oysa bir zamanlar benimdin. ben mi kaybettim seni? sensizliği hiç düşünmemiştim ben. nasıl bi his olduğunu bilmiyordum. öğreniyorum. ya da... öğreniyor muyum acaba?
"olmazdı zaten" diye fısıldıyor yabancı sesler kulağıma. her kafadan bir ses. uyu, unut, gül, üzülme, yapma, değmez.
hepsini savuştururcasına bağırmak istiyorum, sesim çıkmıyor. hani bazen kabus görürdüm de korkarak uyanırdım, sana anlatırdım ya bağırmak isteyip de ses çıkaramadığımı. sen avuturdun beni.
ne kadar şefkatliydin. nasıl bakardın öyle içime işleye işleye.
başımı omzuna koyup kalbinin atışını hissederdim. hızlı atardı hep. "sen yanımdasın da ondan" derdin. tanrım, inanamıyordum bu kadar güçsüz olduğuma. hani benim kimseye ihtiyacım yoktu?
sana bakarken gözlerim dolardı bazen. güçlüydüm ya, gözlerimi kaçırırdım sen görme diye. güçlü falan değilmişim, olmuyormuş sensiz.
kalkıyorum, ölü gibi dolaşıyorum evin içinde. gözlerim bi noktaya odaklanmış. kaçırmak istiyorum, oynamıyorlar. yine yabancı bir ses. "ağlama". tuhaf, ağlayamıyorum zaten. dayanamıyorum diyorum içten içe, bu kadarı çok fazla.
bir anda çıkıyorum sana daldığım uykumdan. sen varsın yanımda. gözlerin kapalı, bir elin sanki beni korumak istermiş gibi üstümde. doğrulup öpüyorum seni. "uyan" diyorum. her zamanki uyku mahmurluğunu izleyip huzurlanıyorum. anlıyorum, sensizliğe dayanamıyorum.
"ne oluyor lan böyle bana" dedim hayatımda ilk kez.
karşımdan el sallayarak bana gelen oydu. gülümsüyordu. ben de gülümsedim. o gülümsemese de gülümserdim. koşup boynuna sarılasım geldi ama henüz başlarındaydık bu garip ilişkinin, olmazdı.
zaten yürümezdi bizimki, öyle diyorlardı. ne yalan söyleyim ben de öyle diyordum. aramızda kilometreler vardı, tam 579 km, aşağı yukarı 8,5-9 saat otobüsle.
kolay mıydı be canından bi parçayı her seferinde terminallerde bırakmak, arkasından el sallamaya yüreğin dayanamayıp başın önde yürüyüp evine gitmek, ayda bir görüşücez diye gün saymak, gün saymak, gün saymak... zamanın alay etmesi seninle, yavaşlaması, durması.
sadece bir öpücük için, bir çift göz için bıkmadan usanmadan kat edilen yollar, geçmeyen kilometreler, yol boyunca gözünün önüne gelip duran hayali, bekleyen taraftaysan gece uyuyamamak, gelsin artık demek. her şeyi telefonla paylaşmak, internetten görmek yüzünü, kamera karşısında ağlamamak için, onu da üzmemek için zor tutmak kendini. moralin bozuk olduğunda gidememek yanına, omzuna yatıp huzur bulamamak, kıskanmak, delice kıskanmak, onu sakınmak.
o kadar zordur her şey ama bütün bunlar onun parmaklarının ucundan çıkmış tek bir telefon mesajıyla yok olur gider, "belki de bu kadar uzak olmasaydık böylesine büyük bi aşkı hissedemezdik, bu kadar özel olmazdı seni öpmek, sana dokunmak."
ve bu şiir nazım'dan geliyor;
Yüz yıl oldu yüzünü görmeyeli,
belini sarmayalı,
gözünün içinde durmayalı,
aklının aydınlığına sorular sormayalı,
dokunmayalı sıcaklığına karnının.
Yüz yıldır bekliyor beni
bir şehirde bir kadın.
Aynı daldaydık, aynı daldaydık.
Aynı daldan düşüp ayrıldık.
Aramızda yüz yıllık zaman,
yol yüz yıllık.
hani ellerin kirlenmişken ama oturduğun yerde çok rahatken
ve kıçını kaldıramazken
el mahkum kalkmaya hazırlanırken
yanındaki bi tomar peçeteyi görürsün ya*
aldatmanın yan dalları, hafifi, müebbeti olmaz. adı üstünde "aldatmak"
birini kandırmak, inan bana kendini de kandırmak değil, direkt karşındakini kandırmak. sevdiğim dediğin insanı, belki de o tam da seni düşünüyorken aldatmak. daha iğrenç bir şey olamaz herhalde.
aldatan insan beynini kullanamamış da aldatmıştır, hangi beyinden bahsediyoruz biz?
sanırım bazılarının kapitalizmi ve kapitalist düşünce sistemini anlamamış olduğuna delalet etmektedir bu düşünce. kapitalizm, adı üstünde "kapital" yani para odaklıdır. şimdi biraz sosyalizmi kurcalayalım. basitçe siyasal ve sosyal eşitlik demektir sosyalizm ve atatürk dönemi dışında sosyal devlet anlayışı kimse zamanında benimsenmemiştir. atatürk'ün kurduklarının, temelini attığı şeylerin üzerine bir gram bir şey eklenmedi başa geçenler tarafından.
hadi şimdi bu iddiayı çökertelim. atatürk döneminde;
***
-yabancı şirketlerin elindeki demiryolları alındı, bunlar yerlileştirildi.
-tarım kredi kooperatifleri kuruldu, çiftçiye ücretsiz tohum imkanı sağlandı.
-yeni liman ve havaalanları yapıldı.
-kapitülasyonlar kaldırıldı, ekonomik bağımsızlık kazanıldı.
-çifçiye kredi vermek için ziraat bankası, yapı kredi açıldı.
-doğal kaynaklar değerlendirilsin diye etibank, sanayi işletmeleri kurulsun diye sümerbank kuruldu.
-MTA kuruldu.
-zonguldaktaki demir çelik fabrikaları kuruldu.
-kabotaj kanunu çıkarıldı, yerli sermayeye gemi işletme imkanı verildi, çok düşük krediyle deniz taşıtı sahibi olunması (bu size bir şey hatırlatıyor mu?) sağlandı, deniz ticareti yaygınlaştırıldı.
***
şimdi bi durup düşünelim, vatandaş zaten aç, savaştan yeni çıkmış, para yok. her şeyi devlet yapıyor, fabrikayı, bankayı devlet kuruyor. çiftçiye, tüccara, fabrika sahibine krediyi devlet sağlıyor. evet doğrudur, "milyonerimiz yoktu" ancak atatürk bunları öngörmeseydi, şimdi de milyonerimiz olmayacaktı. şuanki devlet adamlarımız dışında. atatürk parayı en azından kendi adına en az önemseyenlerden biriydi. onun için para devletin ekonomisiydi, ülkenin gücüydü, kalkınmanın temeliydi. o bir kapitalist değildi, o sosyal devlet düzeninin dünyada en güzel biçimde uygulamasını yapan, dehası tartışılmaz bir insandı. artık saçmalamayı keselim.
her zaman "ayrılmak isteyen" veya "sizi sevmeyen" sevgili değildir.
günümüzde öyle bi durum var ki insanlar cep telefonlarıyla yapışık yaşıyorlar, her dakika konuşmak, her dakika mesajlaşmak gerekiyormuş gibi bi izlenim var. evet, sevgiliden birkaç güzel söz duymak, attığı güzel mesajları arşivine katıp arada dönüp okumak güzel heyecanlar ancak sevgili de insandır, partnerinin dışında da bi hayatı vardır, müsait olmadığı zamanlar vardır veya canının sıkkın olduğu biraz yalnız kalmaya ihtiyacı olduğu zamanlar vardır. sevgiliye kendi hayatını yaşaması için fırsat verilmelidir.
al: Hooters, hooters, yum yum yum. Hooters hooters on a girl that's dumb.
***
al: Now, son, you've got two choices: you can get out, or, you can get the hell out.
***
peg: hey al, seni bilmem ama ben şuanda cehennem kadar ateşliyim.
al: evet, tabi ben de. ama bununla seni rahatsız ettiğimi gördün mü hiç? gördün mü?
***
al: peg evi satmalıyız.
peg: neden al? bir yerde kendin için bir tişört falan mı beğendin?
al: evet ve üzerinde "beni tebrik edin, karım öldü" yazıyor.
***
neden ingilizce yazdın diye soranlar için, diğerlerini türkçe'ye çevirdim ama bazıları sadece ingilizce haliyle komik.
iyelik ekleri alan kelimelerin en güzeli, en masumu, en anlamlısı.
"daha küçücüksün sen, seni ben büyütücem, hep benim kollarımda olacaksın" derdin bana.
tutamadın sözünü, tutamadık, bir yerlerde eksik kaldık birbirimize. çok farklıydı derdik hani, kimse anlamazdı bizi. saçma sapan şeyler yapıp sadece biz mutlu olurduk bundan. başka kimseye ihtiyacımız olmadığından umursamazdık da başkalarını. onlar sadece "başkalarıydı" işte.
ellerimi avuçlarının arasına hapsedip öperdin, öyle mutlu olurdum ki. pek sık görüşemezdik belki ama kopamazdık da birbirimizden asla. delice bi tutkuydu, aşkın ötesiydi, farklı bi boyutuydu belki de.
ilk kez şakağımdan öpmüştün beni, küçücük masum bi öpücük. ne sevgiliydik, ne arkadaş. cesaretimiz bile yoktu birbirimize dokunmaya. küçücük bi öpücük işte sevgiline, hiç olmamış gibi davranıp yüzümdeki çocuksu gülümsemeye engel olamamıştım. yanakların kızarmıştı, utanmıştın. ne de sevimli olmuştun, hala seni düşündükçe şakaklarımda bir alev topu parlar, yavaş yavaş iner yüreğime doğru.
aslında düşününce içim de rahat bir yandan biliyor musun, inan ki mutluyum. o kadar çok şey öğrettin ki bana. ve biliyorum ne sen başkasıyla olabilirsin ne de ben.
bugün birinci yılımız sevgilim, sen de hatırlıyorsun değil mi? sana "eski" demeye dilim varmıyor, hiçbir zaman da varmayacak bilirsin. bugün yüzlerce sakız alıp tek tek fallarına baktım senin için, en uygununu seçtim bize ve sakladım bir köşeye. belki bir gün tekrar yanıma gelirsen sana gösteririm diye, olmayacağını bile bile.
ayrılırken "sen benim için hiçbir şey yapmadın" demiştim, ciddi değildim biliyorsun değil mi? bağıramadım arkandan, ne olur dur beni yanlış anladın diyemedim. son sarılmamızdaki hıçkırıklarımız arasında kayboldu sevgi sözcüklerim. senin sıcacık kollarında benliğimi de bırakıp çekip gittim, gitmek zorundaydım, kalamazdım biliyorsun beni.
bugün biraz çıkıp kafa dağıttım arkadaşlarımla, içtikçe açıldım, senden bahsettim, sürekli senden bahsettim. bir süre sonra sıkıldılar benden fark ettim. adını söylerken gözlerim dolmaya başladı sonra, milyonlarca kez adını haykırmak isterdim ama ağlayamazdım, her zaman güçlü görünmem gerekiyor ya, senin dışında kimsenin yanında ağlayamazdım. sadece senin yanında bütün zırhlarımı bi köşeye fırlatıp küçücük, şımarık bi kız çocuğu olmak istiyordum hep ve oluyordum da.
sessizce toplandım, eve yürümeye karar verdim, mart soğuğu yaladı geçti yüzümü. titredim. senin bana dokunduğun zamanki gibi titredim.
yanımdan ikimizin hayalleri geçti, elele tutuşmuş koşuşturuyoruz, elimde bir tanecik kırmızı gül, bi çingeneden almışsın benim için. bi an durdurdun beni, kocaman öptün.
"sen benim küçücük sevgilimsin" dedin.
gözlerimi alamadım bizden, yaşlarımı alamadım gözlerimden. kafamı çevirdim başka yöne, elimdeki gül yere düştü, bir damla gözyaşı kaydı yanaklarıma doğru ve ayrıldık. *
malesef türkiye'de sık sık karşılaştığımız açıklamalardandır. her sene bi deprem bilimci çıkar kuzey anadolu fay hattı bilmem nereyi vuracak, bilmem neresi bilmem kaç santim batıya kayacak, bilmem kaç bin insan ölecek, bilmem kaç bin bina yok olacak gibi açıklamalar yapar.
anneanneler televizyon başında vah vah derler, birkaç kendini bilmez politikacı, düzeltiyorum "tüccar" çıkar "insanlar önlem almalı, deprem bölgesindeyiz" der sonra deprem olunca "biz gerekli önlemi almıştık, müteahhitlerin suçu" derler. sen yerinde çıldırırsın, sinirden duvarları yıkasın gelir, çaresiz insanları görürsün televizyonda, sonra o tombul, sağlıklı, meymenetsiz suratlarıyla yine bu ülke vatandaşlarının seçtiği bu ülkenin yüz karalarını görürsünüz, tuzları kurudur, sakinlerdir, sakin sakin "hastanede bilmem kaç bin kişi var, şu kadar insanımızı kaybettik" bi de sonra içtenlikten uzak lanet olası bir cümle eklerler "yakınlarına baş sağlığı dileriz, yaralılara acil şifalar dileriz bilmem ne belediyesi olarak"
gel de küfür etme, etmiyorsan insan değilsin.
hadi bu sefer farklı bir şey olsun, hadi bu sefer sadece "7.00 şiddetinde bi deprem oldu ve su borularımız patladı" diye açıklama yapsın yetkililer. evimi kendim yıkıp enkazın altına kendimi gömmezsem adam değilim.