"Bir millet eğitim ordusuna sahip olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin kalıcı sonuçlar vermesi ancak eğitim ordusuyla mümkündür."
ekmek insanlık kadar eski bir yiyecektir. temel bileşeni un - su - tuz dur. un, su, tuz hali ile gerekli fermantasyonu doğaya yani ekmeği kendi haline bırakırsak yiyebileceğimiz en sağlıklı ekmeği yemiş oluruz. ekmek bana kalırsa en temel besin kaynağı ancak bim ekmekleri değil tabi ki. ekmekte normal ve sağlıklı şartlarda üç temel bileşen varken sanayi ekmeğinde 30 ila 37 arası bileşen bulunuyor. bu da sizi şişman sağlıksız ve hantal yapıyor.
beyaz unun ilk kullanımına başlanmasından sonra halk sağlığı ciddi oranda bozuluyor kapitalizm her zaman bir yol bulur derler aynen böyle oluyor beyaz unu elde etmek için buğdayın en sağlıklı tarafını çöpe attığımızı fark eden insanlar olduğunu görünce kapitalizm, o zaman eski usül daha sağlıklı ona dönelim madem demiyor. o zaman beyaz una vitamin protein ve eski usülde ne varsa onu katalım ama biz bunu yapay yollarla üretelim böylece o üretim içinde yeni iş kolları yaratalım ve biraz daha sömürelim diyor.
böylece biz sağlıksız ekmekleri yemeye devam ediyoruz.
ekmeği ekmek yapan şey içinde ki hava ve gazdır. hava ve gazı alırsanız geriye hiçbir şey kalmaz. güzel lezzetli bir ekmek yediğinizde bunun tadını genizin arkasından alırsınız çünkü fizyolojimiz bazı gazımsı tatları buradan alır.
ekmeğe maya katmak bile saçma bir adettir çünkü ekmeği maya ile mayalayamazsınız sadece bileşenlerini çözersiniz.
sağlıklı bir ekmek temel üç madde ile harmanlanır ve bekletilir asıl maharet bekletme süresindedir. bim ya da benzer marketlerdeki ekmeklere baktığımızda onu gerçek bir ekmekle kıyaslayabilirseniz gözle ve tadıyla hemen fark edersiniz. çünkü sanayi ekmekleri artık göze hoş gelmesi için üzerleri bile çizilmiyor bir ekmeğin üzerini çizmezseniz onun içinde ki gazı oksijen ile buluşturmazsanız o ekmek sadece sanayi ürünlerinden oluşmuş gaz olur ve bu durumu içinin yarısının boş olması gibi gözle görülür durumlardan tespit edebilirsiniz.
ekmek politikacılar içinde önemli bir noktada. herkes et alamayabilir herkes sebze alamayabilir ancak tarih boyunca ekmek herkesin ulaşabileceğini bir noktada olmuştur, eğer halk ekmeğe ulaşamazsa o zaman birkaç koltuk belki kelle elden gidecektir. tarihteki geçmiş dönem ülkelere bakabilirsiniz ya da yakın zamanlı savaşlara haberleri izleyebilirsiniz meydanlarda ekmek tutan yüzlerce öfkeli insanı. bu sadece bizim halkımız için böyle değildir. biz ekmekten çok biat etmeyi önemseriz çünkü eğer tarihine bağlı bir millet olsaydık bu toprakların buğdayını avucumuzun içine alabilseydik, bir buğday tanesine bakıp yaşamı görebilseydik bize sağlıksız bize fahiş fiyatlarla bize 200 gram ekmeği layık gören kimseyi alıp baş tacı etmezdik.
hastanelerde ki döner sermaye ve mobbing mantığını açıklaması bakımından alıntı bir yazıyı paylaşıyorum.
"Sağlık Sektörü, Ticarethane ve Siyaset birlikteliği..
...
ilk olarak tüm doktorların performans kaygısı var..en dinine bağlısından hak gözeteninden en umursamaz paragözüne kadar..çalıştığım hastane tam bir ticarethane mantığıyla yönetiliyor..ama bu kadar olabilir akıl almaz derecede halk kandırılıyor, devlet bu hastane iyi çalışmış zannediyor, sonra halka, hastanelere devlet şu kadar para verdi, ey halk işte bu parayı sen ödemedin devletin senin yerine ödedi deyip sonra vergilere abanıyor, halkın bir cebinden girip öbür cebinden çıkıyor, her türlü devletin cebinde toplanıyor..halk da bedava sağlık hizmeti aldım sanıyor..
Doktorlar kesinlikle bu niyetle yaklaşmasalar da düzene uydukları için yaptıkları fiil açıkça şuna çıkıyor; insanları sömürelim, devletten para alalım, performansım yüksek olsun döner sermayeden büyük pay alayım..hastalara yapılmayan şeyleri yapılmış gibi göstereyim..hem hastanenin geliri artsın hem puanım yükselsin..devlet beni çalışkan doktor sansın..
Şimdi bu niye oluyor biraz anlatayım..işini adaletle yapan bir doktor ayda 1000 hasta baksın diğer adaletsiz doktor da 600 hasta baksın.. normalde daha çok çalışan adaletli doktor ama ay sonu geldiğinde performansa bir bakılıyor adaletsiz doktor 600 hastaya hiç yapmasa bile şöyle muayene yaptım böyle muayene ettim gibisinden bir sürü şey girmiş sisteme..ve sonuç şu 1000 hasta bakan doktor devletin hastanenin bütçesinden almaya hak tanıdığı paradan 0 ( yazı ile sıfır tl) alıyor..çünkü ortalamanın altında kaldın hiç çalışmamışsın diyor devlet..diğer adaletsiz doktor ise hem kendi çalıştığının hem de devletin ceza kestiği parasını vermediği adaletli doktorun parasını alıyor..doktorların hiçbiri birbirini sevmez oluyor yarışmaktan..ne dostluklar gördüm performans performans diye diye yitip gittiler..
Peki neden böyle oluyor..adaletsiz doktor dedik ama suç onda değil çünkü bunu yapmasını amiri söylüyor..amirin gözü yükseklerde..Amir, amiri olduğu hastahane çok çalışılıyo çok para kazanılıyo görünürse daha yüksek makamlara gelirim diyor..girin yapmasanız bile hastanenin geliri tavan yapsın diyor..çoğu doktor da amirinden bildiğimiz dümdük emir olarak aldığı adaletsizliği yapıyor..ilk önceleri bi içi gıdıklanıyor ama sonra adaletli doktorun halini görüp devam ediyor amirinden aldığı emire..
işin halk kısmına gelelim..onlar da memnun..giriyor acile ne şikayetin var sorusuna bana bi serum tak hocam bana bir “inne” yap hocam diyor..adaletli doktor direniyor boşuna tedaviye ne gerek var hem vücuda zarar hem devletin yani halkın parasına zarar diyor, içinden tabi..sonra o doktor kötü doktor bir şey bilmeyen doktor oluyor..adaletli doktor yılmıyor anlatıyor boş yere ilacın serumun antibiyotiğin zararlarını, acile ne için gelinmesi gerektiğini..birazı he tamam çok konuşma(%30)diyor, birazı yine serum takmayan doktora denk geldik şansıma tüküreyim(%60) diyor, birazı sayenizde öğrendik hocam Allah razı olsun(%5) diyor..
Doktor nöbet çıkışı telefonla aranıyor..arayan amiri..”hasta başına gelir ortalaman düşük daha çok uğraşman lazım..diğer doktorlardan öğren deniyor..” ertesi gün nöbete geliyor işe giriş raporu veremem yetkim yok diyor adaletli doktor işe girmeye çalışan işsiz insanlara..bir kaç insanı geri çevirdikten sonra aranıyor..arayan amiri
-“ işe giriş raporu veriyoruz hastaneye 37 lira girdisi var kişi başı..” diyor..
- hocam hastaya hiç bir muayene yapamıyoruz verme yetkim yok ama gerçekten işe giriş muayenesi yapsam akciğer filmi kan tetkiki istesem hasta 200 liraya yaptırmış oluyor..
- onlara gerek yok yapma..sen kaşeni bas sıkıntı olmaz..
-doktorun iç sesi “ya bi hastalığı varsa ve yaptığı iş ağırlaştırırsa hastaya bir şey olursa bunun hesabını nasıl veririm.. amirim sıkıntı olmaz dedi, vicdanımı rahatır mı..sanmıyorum..”
Amir sinirleniyor ver raporu aslanım diyor telefonu kapatıyor..
halka açıklama yapıyor adaletli doktor..”bak amca zaten işsizmişsin buradan bu belgeyi alsan devlet senden 40 lira para alacak..ama iş sağlığı merkezinden yaptırsan beş lira..”diyor doktor..
Amca “kasada verdim bile parayı oğul, sen artık ver yapcak bişey yok..” diyor..
Hastane amirinin hastanesinin geliri yükseliyor, amca Allaha emanet diyor yoluna gidiyor.. yüz lirayı bi arada göremeyen amcamın cebine devlet hoşgeldin köleliğe parası alıyor..
Fazladan girdi yapmayan doktor haliyle döner sermayede düşüşe neden oluyor.. doktorlar kızgın param azaldı diyor.. amir burnundan soluyor hastanemin geliri düştü ne derim sağlık müdürüne diye..amirin koltuğu da bu ahlaksızlığa bağlı yoksa kaliteli ahlaksızlık yapamıyorsun deyip sağlık müdürü görevden almakla tehdit ediyor..
neyse en sonunda adaletli doktora yol görünüyor..görevlendirmeye gönderiliyor..adaletli doktor istemiyorum deyince ; amir hırlıyor ” soruşturma açarım tutanağımı tutarım sen bilirsin..” deyip açık açık tehdit ediyor hekimini..adaletli doktor postalanıyor..herkes rahat bir nefes alıyor..herkes derken gerçekten herkesten.. halk, doktor, amir..
işte bu da devletimin, amirimin, meslektaşlarımın ve halkın adaletli doktora yaptığı mobbingin hikayesidir..
Ülkeyi eğiterek oy toplanmayacağı aşikar olduğunu gören devlet yöneticilerinin toplumun her kısmını ahlaksızlaştırıp seçmeninin oyunu cebe indirme metodunun eline sağlık..bombokluğa hoşgeldiniz buradan çıkış yok..
fazlasıyla iyimser arkadaşlara başlarına sokağa düşecek kadar bela gelmesini temenni ederim.
bir devlet altında yaşıyorsak ve bu devleti yöneten gücü toplumun çok büyük bir kesimi iyi olumlu karşılıyorsa devlet ve iktidar güçleri bizim onlara verdiğimiz paraları doğru yere aktarmalı toplum inşaası sağlamalıdır.
çalışkan ya da tembel olmak tamamen kişiye bağlı kavramlar değildir. öğrenilebilir kavramlardır. devlet her bir bireyin rehabilitesi ile uğraşmak zorundadır.
kişinin amelelik yapması neyi değiştirir amelelerin nasıl şartlar altında yaşadığını göremiyor musunuz? kaldı ki iyi eğitimli insanlar var eden bir ülke yaratmak varken amelelik yapıp sadece karnını doyurmaya çalışan birey topluma ne kazandırır?
işkur ve belediye seçeneklerini öne atanlar var sanıyorum ki kaba etlerinden sallamayı pek seven insanlar
işkur size iş mi arıyorsun, gel sen bu işin başına otur diyip tepeden bir iş sağlamıyor. iş bulmanız bile aylar alıyor hadi iş çıktı bu defada sizi işverene yolluyor ancak siz oraya tek giden misiniz? ya da sizi elininden devlet baba bu çocuğu işe alın diye tutup mu götürüyor. insan kaynakları odasına alınıyorsunuz karşınıza iyi giyimli biri oturuyor sizi süzüyor cv istiyor ve karar süreci ondan sonra başlıyor bilin bakalım işi kim alıyor?
bir belediyede aynı bu tip bir gencin ite kaka daha güvenliği geçemeden dışarı atıldığını gözlerimle gördüm oysa açım bile demedi iş bulamıyorum yardım dedi şikayet ettim bende bilin bakalım davanın seyri ve sonucu ne oldu?
onca yol göstericiye rağmen ne yapacağını nereden başlayacağını bilemeyen apışıp kalan eğitimli insanlar görüyorum çevresindeki işaret tabelası kafalı adamlar olmasa onlara ne olur?
babam, istanbula ilk geldiğinde 14 yaşında sokaklarda yatıyor kalkıyor. şans eseri garsonluk yapmaya başlıyor gece benim yattığım yerde sabahları köpekler uyurdu diye anlatır hiç geçmeyecek sanırdım diyor köye dönüyor da sokaklardan kurtuluyor köyde ne var işsizlik açlık.
bu yazıyı dilenciliği meslek edinenler adına değil sadece yolunu kaybetmiş insanlar adına yazdım. bizler sokakta gördüğümüz insanların ne olduğunu bilemeyiz ancak devlet ve kurumları bilmek ve önlem almak zorunda.
Siyahilerin protesto yapabildikleri bir müzik türü iken nereden nereye diye açıklayabildeceğim bir şekilde Türkiye'de de kendini göstermiş hip hop kültürü.(imiş)
Sağda solda kulağıma çalınan ceza parçaları dışında hiçbir bilgim yoktu. (halen yok) Tavsiye üzerine birkaç parça dinledim ve dinlenemeyecek olduğuna karar kıldım o zamandan şimdiye sarp palaur (şanışer) adında bir adam eklendi listeme iyi de oldu.
yukarıda bulunan yorum üzerine asgari ücretin 1.404,00 TL olduğunu hatırlatmak için yazıyorum. Eleman bulamamanız çok normal. işçisine asgari ücret bile ödemeyen bir patron o işçinin hangi hakkını koruyacaktır? işçi değil köle arayan bir insana cevap vermek bile anlamsız sadece yüzüne tükürülmeyi hak ediyorsunuz.
"heri" kelimesi Amasya ve çevresinde sıkça kullanılan "ya "yahu" artık" anlamına geldiği söylenen kelime. Çingenelerin "abe" si gibi kalıplaşmış bir yapıya sahip o yörede bulunduğunuzda mutlaka kulağınıza değer biri kızar "get heri" der biri bir şey ister "getü heri" der biri sizi sever beğenir "maşallah heri" der. Her duruma uygun sözcük.
Bu site belgesel konusunda tatmin edici bir noktaya doğru gidiyor. ilk karşılaştığımda bir belgeselleri vardı ve onlarca sitede arayıp bulamamıştım şimdi hızla büyüyorlar üstelik istediğiniz bir belgesel var ve bulamadıysanız facebook ya da twittirdan belgeseli istediğinizi söylüyorsunuz sizin için bulup en kısa sürede ekliyorlar. Tavsiye ederim.
Şu koskocaman şehrin sokaklarında dolaşanların yüzlerine bakın… Yüz mü bunlar! Sararmış, uzamış… Gülmeyi unutmuş… Bu yüzler sevinci unutmuş. Sevmeyi unutmuş. Şöyle yürek dolusu, can dolusu, kucak dolusu sevmeyi unutmuş. Ağız dolusu öpmeyi unutmuş bunlar. Şöyle sağlıklı, kütür kütür öpmeyi unutmuşlar. Gözleri kırgın, yılgın, paslı… Kuşkulu, korkulu, düşmanca… Ben bu şehirden korkuyorum, bu şehirde hasta oluyorum, deliriyorum… içimden her şeyi bırakıp kaçmak geliyor. Kirlenmiş, bitlenmiş, çamur içinde bir şehir. Dedikodu hastalığında, merhametsiz, sevgisiz, kazıkçı… Bu şehir karaborsacıların şehri… Bire bin kazananların, lüksün şehri… Ve bu şehrin dört bir yanını çamur deryası içindeki çerden çöpten gecekondulu, yüz binlerce insanın yaşadığı umutsuz insanların mahalleleri çevirmiş. Ağzını açmış, bir ejderha gibi duruyor.
Ben güzellikten söz açmayı istemez miyim. Ben karnı tok, sıklı peklikten söz açmayı istemez miyim… Ben insanların önüne güzel sözcüklerle, güzel bir dünya açmayı öylesine bir isterim ki, can atarım…
Sonra ben yazar olarak, capcanlı bir güneş altında sevişenlerden de söz açmayı isterim. iki genç, daha çiçeği burnunda. Kol kola yumulmuşlar… Bunu yazmayı nasıl, nasıl isterim… Ve bir yazar bunu ne güzel anlatır. Böyle şeyleri çok anlatmışlar, diyeceksiniz. Ama sağlıklı bir dünyada, bu sevginin anlatacak çok yeni, pırıl pırıl yönü de bulunur.
..
"Hrant üç beş ulustan on milyonlarca insana, işlenmiş suçun, yaşanmış felaketin, bugün hâlâ tesirli zehrinden arınma yolunu önerme cesareti gösterebilmiş adamdı. Böyle insanlarla karşılaşmak, her zaman her yerde herkese nasip olmaz."
"1971 yılı yazıydı galiba. O gün Cumartesiydi ve öğleden sonra, okul çıkışında abime yakalanmıştım. ‘’Bir sürü iş varmış, kimse yokmuş şişeleri yıkayacak, zaten hep kaçıyormuşum gazozhaneden, işim gücüm kitapmış,’’ falan filan… Madem öyle, hızla girdim havuza. Deli gibi yıkıyorum kirli şişeleri. Radyodaki ‘’Çocuk Saati’’ programı saat beşte başlar. Taş köprüden koşsam yetişirim. Abim şişeler bittikçe yeni kasalar koyuyor önüme. Göndermeyecek belli ki!
Az sonra babam geldi, her zamanki dalgın yürüyüşüyle. Koruyucu meleğim. Yan komşumuz Hacı Osman Amca’yla kapının önünde bir şeyler konuşuyor. Şişeleri bırakıp gittim, bacağına sarıldım. Kafamı koltuğunun altına sokuyorum durmadan. O da başımı okşuyor farkında değilmiş gibi. Bir şeyler anlatıyor Hacı Osman Amca’ya:
“Zelve’ye giden yolun hemen başında, karakolun önünde gençten bir oğlan. Nevşehir otobüsünden mi indi, yoksa Ürgüp tarafından mı geldi bilmiyom… Beni görünce yaklaştı yanıma. Sırtında çanta. Ayağında kot pantolon. Hafif sakallı, temiz yüzlü bir delikanlı. “Merhaba amca” dedi. ‘’Merhaba’’ dedim ben de. “Buralarda mağaralar varmış, oraya gideceğim. Nereden giderim?” “Göreme’yi mi soruyorsun, kiliseleri falan” dedim. “Hı” dedi. ‘’Öyleyse şurdan gideceksin, Zelve yolundan.’’ Öyle, yüzüme bakıyor. ‘’Yürüyerek mi gideceksin?’’ dedim. “Evet” dedi, “Yürüyeceğim.” Dedim, ‘’Bayağı bi yürümen lazım, minibüsleri bekleseydin.’’ “Sağol amca” dedi, “Ben yürürüm…” Döndü gitti…” Bir süre sustu babam ve ardından mırıldanır gibi konuştu: ‘’Deniz Gezmiş’in arkadaşlarından biriydi sanki!’’
Gördüğü, duyduğu, rastladığı her şeyin az sonra dünyayı alt üst edeceği zannıyla yaşayan Hacı Osman Amca, “Allah esirgeye, Allah esirgeye” nidalarıyla döndü gitti dükkana.
Babamla bir süre buğday pazarının beton zeminine hışırtıyla buğday boşaltan traktörleri izledik. Aklı yol tarif ettiği delikanlıda kalmıştı besbelli. Abim dükkanın penceresinden eliyle şişeleri işaret ediyor. Biraz daha sokuldum babamın koltuğunun altına.
‘’Nerden anladın baba, Deniz Gezmiş’in arkadaşı olduğunu’’ dedim.
‘’Temiz yüzlü, iyi bir çocuğa benziyordu oğlum. Mutlaka Deniz’in arkadaşlarından biridir.’’
Babamla yan yana durup, bozkıra karışan buğday kokusunu içime çektiğim o günlerden yaklaşık bir yıl sonra Denizleri bir Hıdrellez sabahı astılar. Babası Cemil Gezmiş, oğlunun cenazesini toprağa verip geldiğinde, Mukaddes Hanım oğlunu görüp görmediğini sorar:
‘’Gördün mü çocuğumu?’’
‘’Gördüm, sarıldım’’ der, Cemil bey.
‘’Nasıldı?’’
‘’Yoktu bir şeyi. Boynunda bir morarmışlık vardı, ipin izi herhalde, o kadar!’’
Marquez, ‘’Yüz Yıllık Yalnızlık’’ kitabını büyükannesinin hikaye anlatma yöntemiyle yazdığını söyler. Büyükannesi en acımasız şeyleri bile kılını kıpırdatmadan, sanki her zaman gördüğü şeylermiş gibi anlatırmış. Anlattıklarını bu kadar değerli kılan, onun bu olağan, duygusuzmuş gibi gözüken tavrıymış. Bunu okuduğumda, ‘’Tevekkeli değil!’’ diye mırıldanmıştım. Demek, bu yüzden içimi bu kadar acıtmıştı Ali Kaypakkaya’nın anlattıkları. Oğlu ibrahim’in işkenceyle tüketilmiş bedenini Diyarbakır’dan Çorum’a götüren Ali Amca, onun ölümünden daha çok, tabutu kaça aldığını, tabutun içini niye alüminyumla kaplattığını falan anlatıyordu sakince. En çok da ibo’nun tabutunu taşıyan hamalın, onun işkenceyle öldürülen bir öğrenci olduğunu öğrendiğinde ağlayıp, taşıma için para almamasıydı Ali Amca’yı gururlandıran.
ibo’nun ölümünden yıllar sonra bir başka baba, Orhan Keskin’in babası, oğlunun elli günlük ölüm orucundan artakalan cansız bedenini almak için yine Diyarbakır zindanının kapısındadır. Baba alır cenazeyi ve döner memlekete. O gece mezarlığa götürmez oğlunu.‘’Beş yıldır eve gelmedi, bu gece de bizimle evde kalsın’’ der.
Oğlunun ölümünden sonraki 26 yıl boyunca, her sabah onun büyük boy resminin önüne geçip, ‘’Seni nasıl kurtaramadım, seni nasıl kurtaramadım?’’ diye yanan bir babadır o.
28 Ekim 2014’de Ermenek’deki maden ocağında ölen Tezcan’ın babası Recep Amca’nın insanın canını yakan bir saflıkla sorduğu soruya bakın: ‘’Bizim oğlan gitti mi şimdi? Saklamayın benden!’’
Ya da faili meçhul oğlu için ömrünü tüketen Fatma Morsümbül’ün, ‘’Kemiklerini verseniz yeter. Kemiklerini bulsam oğlumun, omzuma torba yapıp gezeceğim, kokusunu çok özledim onun’’ demesi gibi.
19 Ocak 2007’de katledilen Hrant da, kendi halkının yaşadığı acıyı ve o felaket yıllarını böyle anlatıyordu. Marguez’in büyükannesi gibi. Soylu ve ağırbaşlı bir dille.
19 Ocak 2007 Cuma günü bu ülkenin ‘’Kırmızı Pazartesi’’sidir. ‘’Kırmızı Pazartesi’’, sadece bir cinayeti ve onun arka yüzünü değil, bir kasabanın ortak davranış biçimlerini de analiz eder. Hrant’ın ölümünden sonra yaşananlar ise, muktedirlerin davranış biçimlerini anlamaya yeter de artar zaten.
Kutsal kitaplarda ilk öldürme hikayesi Habil ile Kabil’in hikayesidir. ‘’Öldüren tektir, lakin tüm kolektifi temsil eder.’’(S.Tuğrul)
Hrant da, adeta kurucu bir cinayetin öznesi olarak seçilmiş bir kurbandır. Onu öldürenlerin işledikleri ortak cinayet, aslında onları biraraya getiren birleştirici bir güç gibidir.
Hrant Dink, ‘’Ben Malatyalıyım, Anadoluluyum, acımı onurla taşırım’’ diyen haysiyetli bir insandı. ‘’Hiç kimsenin toprağında gözüm yok, bütün Türkiye benim, her yer benim vatanım’’ diyen bir yurtseverdi. ‘’Dünyadaki en büyük suç ırkçılıktır’’ diyen bir aydındı. ‘’Biz Ermenilerle Türkler birbirimizin hastası ve birbirimizin doktoruyuz’’ diyebilecek kadar da yüce gönüllüydü. Kendi ifadesiyle, ‘’iyi bir Ermeni ve iyi bir solcuydu.’’
Marguez, ‘’Kırmızı Pazartesi’’ romanında, iki kardeş tarafından bıçaklanan Santiago Nasar’ın son anlarını şöyle anlatır:
‘’Halam Wenefrida, ırmağın öte yanındaki evinin avlusunda bir tirsi balığının pullarını temizlemekle uğraşıyordu. Santiago Nasar’ın eski rıhtımın merdivenlerini inip, kendinden emin adımlarla evine doğru yürüdüğünü görmüştü.
‘’Santiago, yavrum!’’ diye bağırmıştı. ‘’Neyin var?’’
Santiago Nasar onu tanımıştı.
‘’Beni öldürdüler, Wene Hala!’’ demişti.
Son basamakta tökezlemiş, ama kendini toparlamıştı. Hatta bağırsaklarına bulaşan toprağı eliyle sikelemek titizliğini bile gösterdi’’ dedi bana Wene Halam. Sonra açık olan arka kapıdan evine gitmiş, mutfağın içine yüzükoyun yığılıp kalmıştı…’’
Burada, beni ve okuyucuyu da en çok etkileyen şey kuşkusuz, ölmek üzere olan Santiago’nun, hala hayatta olmasına rağmen kendisinden, ‘’Beni öldürdüler!’’ diye söz etmesidir.
19 Ocak 2007 Cuma günü, bir halkın en soylu evlatlarından biri; Hrant Dink kalleşçe öldürüldü.
Hrant o gün Agos’un önündeki kaldırımda kurşunlandıktan sonra kalkıp yürüyebilseydi eğer, mutlaka gazetedeki odasına gitmek için merdivenlere yönelirdi. Basamakta tökezlese de kendini toparlardı. Hatta eliyle kafasının arkasındaki kanı siler ve odasına doğru yürürdü. Onu gören arkadaşlarından biri mutlaka sorardı:
‘’Hrant abi, neyin var?’’
Hrant, arkadaşına dönerek her zamanki mahcup gülümseyişiyle,
‘’Beni öldürdüler kardeşim!’’ der ve kalbimizin üzerine düşerdi.
“insanlığın en büyük hazinesi doğasıdır, çevresidir.
1854 yılında Duwarmish Kızılderilileri'nin reisi Seattle'ın, kendisinden toprak satın almak isteyen ABD başkanı Franklin Pierce'e yazdığı mektup bunun en güzel kanıtıdır. Ben şimdi bu anlamlı mektubu kısaltılmış olarak sizlerle paylaşmak istiyorum.”
“Washington'daki büyük şef, topraklarımızı SATIN ALMAK istediğini bildirmiş. Gökyüzünü, toprağı, kayaların ısısını nasıl olur da satabilirsiniz? Bir kızılderili, su üzerine vuran rüzgarın sesini, yağmurun damlalarını, çamların kokusunu her şeye yeğler. Geyik, at, büyük kartal, kokulu çiçekler, ıslak kayalar… hepsi bizim kardeşlerimizdir. Büyük şef bizden topraklarımızı satın almak isterken çok şey istemiş oluyor.
Beyaz adamların kentlerinde sakin yer yoktur. Orada bahar gelince yaprakların açılışını veya böceklerin kanat seslerini dinleyecek yer bulunmaz. Eğer insan bir kuşun yalnız başına ağlayışını, kurbağaların bağırışını dinlemezse yaşamanın ne anlamı kalır? Ben kızılderiliyim, başkasını anlayamam.”
Yayınevinin kişiyle kitap arasına bu kadar samimiyetsiz bir biçimde girmesi öncelikli olarak üzmüştür. Kitaplar mahremdir. Sadece siz ve kelimelerden oluşan yazıldığı tarih ve döneme, yazarın zihnine yolculuktur. Yeni bir hayattır. Benim okuduğum kitabın yazarla arama bu derece acı ve yılışık birkaç cümleyle dahil olması çok da affedilebilir bir şey değil. Kaldı ki viginia dünya ve birçok kadın için bir edebiyatçı olmaktan çok ötedir. Gördüğüm kadarıyla kadınların tepkisi gayet normal bu tarz eril yorumlar benim kitabıma dokunuyorsa zihnimde yer edecek cümleler orada yazılıyorsa bizler yani kadınlarda onlara biz burdayız diyerek zihinlerine kazınacak bir düzeltme yapmalıyız. Bu hakkımızdır.
Kaos gl virginia yı bir de bizden dinleyin demiş. bir de onlardan dinleyelim bence.
Feminist eleştiri maşist imleme ekonomisinin bütüncülleştirici iddialarını araştırırken bir yandan da feminizmin bütüncülleştirici hamlelerine özeleştirel yaklaşımını korumalı. Düşmanı biçim itibariyle tekil bir şey olarak tanımlama çabası, farklı bir dizi terim sunmak yerine ezenin stratejisini eleştirmeksizin taklit eden bir tersine söylemdir.
— Cinsiyet Belası / Feminizm Ve Kimliğin Altüst Edilmesi, Judith Butler
temel sebep erilliğini farkedememek ya da kabul etmemek. duygularınızı ifade ederken kızgınlığınızı gösterirken amına koyayım diyorsunuz tecavüze amına koyayım diyerek tepki gösteriyorsunuz onu da siksinler diyorsun. önce o erilliğini bi indir diye boşuna demiyor kadınlar. küçük kızın başına gelenin tüm sorumlusu bizleriz bu başlığa yazı yazanlar hepimiz bu sistemi kalkındırdık fırsat verdik. düşünmedik, dinlemedik, öğrenmedik.
her yerde olduğu gibi insanın olduğu her toprak parçası katliamlarla anılıyor. bodrum diyince akla ilk gelen bugörüntüler bu "gelenekselleşmiş" cinayet gelir!
Yirmi dört bin kişinin öfkesi bir şey değil mi sanıyorsunuz? Sanıyor musunuz ki, bir milyon yaldızlı kölenin sizden yana olması, o öfkenin karşısında durabilir ve siz sonuna kadar burnunuz kanamadan zorbalığınızı sürdürüp gidersiniz?
Halkın toplanma ve danışma merkezlerini darmadağın etmeyi başardınız. Size karşı düşündüklerini serbestçe söylemelerini önlediniz. Halkı, en küçük sevinç duygularını bile açığa vuramıyacak kadar baskı altında tutarsınız, hem de ne zaman? Siz türlü rezaletler yaparken. Hoş, sizin rezalet yapmadığınız zaman da yok ya! Sanıyor musunuz ki bu iş böyle yürür? Homurtuların kulağınıza kadar gelmesini geçici olarak önlüyorsunuz, işte o kadar. Siz acınacak, cılız çocuklara benziyorsunuz, yüzlerini kapadılar mı kimsenin kendilerini görmeyeceğini sanan çocuklara. Düşündükçe, daha çok yakıştırıyorum size bu benzetmeyi, işlediğiniz cinayetlerin birer cinayet olduğunu yüzünüze karşı söylemelerine engel olunca, sanıyorsunuz ki, sizi yalnız namuslu insan diye bilecekler. Bunda çok, ama çok yanılıyorsunuz. Bütün yaptığınız, patlayacak şeyi sıkıştırmak. Bomba duruyor altınızda. Lavlar toprağın derinlikleri içinde uzun zaman kaynar kaynar da ne olur? Sonunda patlar.
Daha önce de söyledim size, düşüp kalktığınız yerler, şahane haydut yatakları, mağrur köşklerden, büyük kentlerdeki züppe topluluklarından öteye geçmez. Oysa, halk çoğunluğunun o kendi halindeki evlerine inebilseydiniz, elleriniz yüzünüzün karasını kapayamaz olurdu. Anlardınız ki, seçmenler kulübünü gece yarıları kapamak ve Jacoben’ leri taşa tutup kovmakla, yüzbinlerce canlı ışığı boğamazsınız, o ışıklar ki, yerinde ve zamanında suratınıza çalmak için, bütün yaptıklarınızı gözlüyor, deftere geçiriyor.
Anlardınız ki, bugün her kulübe, her mahzen bir kulüptür. Götürün bakalım polislerinizi bu sayısız sığınaklara! O kadar curnalcı zor bulursunuz.
Dostlar Beni Hatırlasın
Ben giderim adım kalır
Dostlar beni hatırlasın
Düğün olur bayram gelir
Dostlar beni hatırlasın
Can kafeste durmaz uçar
Dünya bir han konan göçer
Ay dolanır yıllar geçer
Dostlar beni hatırlasın
Can bedenden ayrılacak
Tütmez baca yanmaz ocak
Selâm olsun kucak kucak
Dostlar beni hatırlasın
Ne gelsemdi ne giderdim
Günden güne arttı derdim
Garip kalır yerim yurdum
Dostlar beni hatırlasın
Açar solar türlü çiçek
Kimler gülmüş kim gülecek
Murad yalan ölüm gerçek
Dostlar beni hatırlasın
Gün ikindi akşam olur
Gör ki başa neler gelir
Veysel gider adı kalır
Dostlar beni hatırlasın
Columbia Üniversitesi Öğrenci Konseyi, profesör Edward Said’le ilgili kampüsteki tartışmada idarenin pozisyonuna ilişkin bir açıklamada bulunmamızı talep etti; bu yazı, rektör Rupp ve kendi adıma verdiğim yanıttır. Bugüne kadar bu açıklamayı yapmaya yanaşmadım, çünkü bana göre burada Columbia’da benimsenen değerler, başından beri gayet iyi bilinir ve açıktır, teyide ihtiyaç duymaz. Yine de bunu yapacağım zira kimi zaman herhangi bir büyük üniversitenin dayandığı temel prensipleri tekrar etmek yerindedir ve bu, o zamanlardan biri olabilir. Öğretim üyelerinin hakları ve dokunulmazlıkları, Üniversite Yönetmeliği’nin 70. Bölümü’nde, Columbia’daki “akademik özgürlüğün” tartışıldığı bölümde açıklanmaktadır:
“Akademik özgürlük gereğince, ders anlatan herkes sınıfta konuları tartışırken özgürdür; araştırma yaparken ve araştırmalarının sonuçlarını yayımlarken de özgürdür; ve özel veya kamusal alanlardaki açıklamaları ve bağlılıkları nedeniyle Üniversite tarafından cezalandırılamaz; ancak akademik camiadaki konumlarından kaynaklanan yükümlülüklerini akıllarından çıkarmamalılar.” [Fakülte Elkitabı, Columbia Üniversitesi, 2000, s.184]
Profesör Said’in ve üniversitenin diğer mensuplarının faaliyetleri, akademik özgürlüğe ilişkin bu kurallarla korunur. Columbia’da bir ifade nizamnamesine inanmıyoruz ve bir ifade polisi gibi de davranmamalıyız. Profesör Said’in sınırda öteki tarafa taş fırlatması meselesine gelince: bildiğim kadarıyla, taş birisini hedef almış değil; herhangi bir yasa ihlâl edilmiş değil; herhangi bir yasal şikayette bulunulmuş değil; Profesör Said’e karşı cezai veya aslî bir dava açılmış değil. Elimizde kulaktan dolma bilgiler ve Profesör Said’in kendisinin inkâr ettiği çeşitli iddialar var.
Bunlara inanç duyarız ya da duymayız, Profesör Said, Üniversite’nin karışamayacağı, koruma altındaki “açıklamalar ve bağlılıklar”la iştigal etmiştir. Profesör Said hakkında, bizim ülkemizde veya başka bir ülkede dava açılsa bile onu Üniversite’nin davranış kurallarına dayanarak cezalandırmak uygun değildir. Kısaca Üniversite, bir mensubunun fikirlerini açıklamasına veya davranışlarına karşı, bunlar cezai veya aslî bir davanın konusu olsa da, herhangi bir yaptırımda bulunamaz. Tepkiyi, koşullar belirler.
Aynı şey öğrencilerimiz için de geçerli. Eğer bu son olay, bir taşı herhangi birini hedef almadan sınırın öbür tarafına atmaya dair olsa, orada bırakabiliriz. Fakat bu tartışma, taş atmaktan çok Üniversite’nin yapısıyla daha temelden ilgili, çünkü bence bu, Profesör Said’in herkesçe bilinen siyasî görüşleriyle bağlantılı olmasaydı, ateşli ve sürüp giden bir tartışmanın konusu olmazdı. Bu mesele, büyük bir Üniversite’nin temel değerlerinin neler olduğuyla doğrudan bağlantılı.
Bir üniversite için, siyaseten egemen ideolojinin pasifleştirici etkisinden korkmadan görüşlerini ifade etme özgürlüğüne sahip bireylerin söylem özgürlüğünü korumaktan daha temel bir şey yoktur. John Stuart Mill, olağanüstü eseri Özgürlük Üzerine’de, bir insanın kendi fikirlerini çürüten ya da tehdit ediyor görünen ve çoğunluk tarafından benimsenmeyen fikirlerin ifade edilmesini desteklemenin, neden özgürlük için son derece önemli olduğunu etkileyici bir şekilde tartışır: “Eğer tüm insanlığın, farklı düşünen tek bir kişiyi susturmasını haklı buluyorsanız, gün gelip de o tek kişi iktidarı ele geçirdiğinde tüm insanlığı susturmasına karşı çıkmaya da hakkınız olmaz…”
Sınıfta veya dışarıda ifade edilen ve bize çirkin gelen fikirlerin, bizim “gerçek” kavrayışımızı yerinden eden, önyargılarımızı ve peşin hükümlerimizi sorgulayan fikirlerin, akademik düzenimizin temel yapısını tehdit etmedikleri sürece güvence altına alınmaları gerekir.
Öyleyse Profesör Edward Said çevresinde dönen tartışma, fikirlerin serbestçe ifade edilmesini engelleme veya Profesör Said’i cezalandırma çağrıları içermediği sürece bizi rahatsız etmemeli. Profesör Said’in veya onu eleştirenlerin ifade özgürlüğünü kısıtlama fikri, her ne kadar iki konum da muhalifleri için sevimsiz olsa da, hepimize ve akademik özgürlüğe yönelik bir tehdit oluşturur. Öğretim üyelerimizin fikirleri üzerine böylesi kısıtlamalar getirmek, bu Üniversite’nin saygı duyulan bir niteliği -çoğunluğun kabul edilmez olarak nitelendirdiği fikirlere hoşgörü göstermesi- üzerinde uzun süre etkili olacak olumsuz sonuçlar doğuracaktır. Biz Columbia’da, McCarthy döneminde, farklı siyasî görüşlere sahip öğretim üyelerinin cezalandırılması veya atılması yönündeki baskı ve telkinlere, diğer kurumların tersine, boyun eğmedik; bugün de öğretim üyelerinin kendini ifade etme hakkını güvence altına almaktan vazgeçmeyeceğiz. Profesör Said’in bir üniversite profesörü olduğu için korunaklı bir konumu olup olmadığı meselesine gelince; böyle bir konum söz konusu değil. Akademik özgürlük hakları bağlamında Üniversite profesörlerine ayrıcalıklı bir muamele yapılmaz. Tüm öğretim üyelerimiz Profesör Said’le aynı haklara sahiptir, daha az ya da daha çok değil. Edward Said bir Üniversite profesörü çünkü kendi alanında büyük bir isim; yeni bir çalışma alanı yaratmış bir insan. Edward Said’in çalışmaları ve düşünceleri üzerine diğer üniversitelerde verilen dersler ve yayımlanmış kitaplar var. Öğrencileri ve arkadaşları dünyanın en iyi üniversitelerinde önemli görevlerde bulunmaktalar. Önde gelen ve etkin hümanist ve entellektüellerdendir.
Akademisyen ve eğitimci olarak yaptığı katkılar gözönünde bulundurularak kendisine en yüksek ünvan, Columbia Üniversitesi profesörü ünvanı verilmiştir. Yaptığı çalışmaların değerini ve Columbia’daki pozisyonunun uygunluğunu, kişinin kendi siyasî görüşlerinden farklı görüşlere sahip olduğu için sorgulaması, Edward Said’i neden Columbia’nın önde gelen öğretim üyelerinden biri olarak onurlandırdığımızı anlamamaktır. Son tartışma, özellikle de Profesör Said’in buradaki pozisyonundan uzaklaştırılması gerektiğini söyleyenler, akademik ünvanların (tenure) ilk çıkışındaki niyetin gerçek değerinin hâlâ geçerli olduğuna dair inancımı pekiştirdi. Eğer biz Profesör Said’in özgürce yazıp konuşma hakkını inkâr edersek bundan sonra kim susturulacak, ceza korkusu olmadan aklındakileri söyleme hakkına kimin sahip olduğunu belirleyen engizisyoncu kim olacak; bunları da şimdiden düşünmeye başlamamız gerekir. Columbia’da öğretim üyeleri ve öğrenciler için farklı farklı belirlenmiş davranış kuralları vardır. Ancak, ifade özgürlüğünü içeren akademik özgürlükle ilgili meselelerde, birine tanınıp da ötekine tanınmayan çok az dokunulmazlık vardır. Profesör Said’e yöneltilen suçlamaların benzeri bir öğrenciye yöneltilseydi, Said’in durumunda olduğu gibi niyet ve sonuca dair sınırlı kanıt bulunsa da, öğrencinin ifade ve hareket özgürlüğünü korumak için de uğraşırdım. Üniversite’nin disiplin mekanizmalarının çalışmasını gerektiren bir mesele olduğuna inanmıyorum.
Öğrenciler ve öğretim üyeleri doğru olduğuna inanmadığım pek çok şeyi yapmakta özgürler, ancak o anda iktidar konumunu işgâl edenlerin fikirleriyle uyuşsun diye bütünlüklü bir fikirler kümesini garantilemek için üniversiteinin otoritesini hiçbir zaman uygulamam.
Jonathan R. Cole, Columbia Üniversitesi idari Rektörü, 18 Ekim 2000 (HK)