ak sakallı dede: bu çölün alevli kumlarını yalnız leyla'nın gözyaşları söndürür.
mecnun: bırak yanayım o zaman dede. onun bir damla gözyaşı, içimdeki alevi büyütür.
insanların çoğunun hissettiği şey. çünkü insanlar kendi hayatlarını değil, toplumun kendilerine dayattığı hayatı yaşıyor. önce oku, sonra da bir meslek öğren diyorlar ve insanlar da ya üniversite okuyup beyaz yakalı oluyor, ya da bir şekilde para kazanmayı öğreniyor. ardından bir aile kur diyorlar ve bu sefer de evlenip geçim derdine düşüyor. sonra yıllarca çalışıp emekliliğini bekliyor ve emekli olduktan sonra da ölümü.
sonuçta kaç kişinin hayali, bir şirkette takım elbisenin içinde ve camları bile açılmayan bir plâzada onlarca yıl sabah dokuz akşam yedi çalışmak olabilir ki. mesela birçok kişi dünyayı gezmek istediğini söyler ama çoğu bunu gerçekleştirmez. ne de olsa iş, güç, kariyer, çoluk çocuk vs buna engeldir. çoğu insan işinden memnun değildir ama çok azı işini değiştirmeye cesaret edebilir. insanların aslında yaşadığı hayattan çok farklı hayalleri vardır ama hiçbir zaman bunu gerçekleştirmeye çalışmaz. çünkü kaybetmekten korkar. o yüzden oscar wilde'ın da dediği gibi; insanların yüzde doksanı yaşamazlar, sadece vardırlar.
son günlerde yatalak dede başlıkları ayyuka çıkınca yazayım dedim.
benim de bir dedem vardı. yatalak değildi. aksine sapasağlam bir eksi topraktı. bileği kuvvetliydi. boylu poslu heybetliydi. 70'ine merdiven dayamıştı ama dış görünümüne hâlâ önem verirdi. pos bıyığına gerekli önemi gösterir, evde otururken bile takım elbisesi her zaman üzerinde olurdu. çok eskiden kalma ve parmağından çıkarmadığı taş kısmı büyükçe, taşın ortasında kırmızı zümrüt olan altın bir yüzük vardı. sigara elinden düşmez, çayını her daim demli içerdi. gençliğinden bir namı vardı dedemin. bir nevi kabadayıymış dönemin. güçsüzlere, çaresizlere, fakire fukaraya yardımı eksik etmezmiş. zehir gibi de kuvvetliymiş. hürmet görürmüş herkesten.
her neyse işte ben dedemi ayrı severdim. torunlarına düşkündü kendisi ama benim yerim ayrıydı onda. en çok beni severdi. zaten kendisi babaannemle birlikte memleketten istanbul'a geldiğinde hep bizde kalırdı. bir gün, yıllardan 2009. kışa yakın yine istanbul'a, bize gelmişlerdi. ama bu sefer dedemde bir değişiklik vardı. benzi biraz soluktu. zayıflamıştı da. daha sonraki günlerde de karnı sık sık ağrımaya başlamıştı. gündüzleri biz çalıştığımız için annem götürmüştü dedemi doktora. akşam oldu ben geldim. tüm aile fertleri evdeydi. neyse yemek faslı vs bittikten sonra annem beni odama çağırdı. aha dedim, kesin bi terso var. girdim odama. dedem kansermiş. akciğer kanseri. son evresindeymiş ve yapılabilecek hiçbir şey yokmuş. sigaranın dedeme armağanı. maksimum 3 ay zaman biçmişler. 3 ay amk. rahmetli kemal sunal'ın korkusuz korkak filminde doktora ''hadi 7 ay olsun doktor idare et açıktan bi binlik çalışır'' diye pazarlık yaptığı sahnedeki diyalogları içimden tekrarlamaya başladım. en azından birkaç yıl olsaydı, 3 ay nedir diye içimden kendimle tartışma yaşadım. dedeme söylemedik. tüm eş dost akraba öğrendi. kimse belli etmemeye çalıştı. herkes, ne kadar tanıdığı varsa ziyarete geliyordu kendisini her hafta. güya hastalanmış geçmiş olsuna. dedem hariç herkes biliyordu öleceğini oysa. hoş gerçi dedem de son zamanlarında anladı. bize hergün zehir zemberek gibi geçiyordu. ama asıl acıyı dedem yaşıyordu. ağrıları şiddetlendi önce. sonra geceleri uyuyamaz oldu. odanın içinde volta atardı uyuyamadığı için. sigara içerdi balkonda. zaten olan olmuştu, biz de içmemesi için bir şey demiyorduk artık. daha sonra yemekten iştahtan kesildi. ayakta duramaz oldu. evet, ''yatalak dede'' oldu kendisi. içindeki yara büyüdüğü için hiçbir yiyecek kabul etmiyordu midesi. doktor ona özel besin maddesi içeren mama yazdı. dağ gibi adam, artık yatalaktı ve mama ile beslenmeye başlamıştı. o kadar zayıflamıştı ki, kalın ve bükülmez bileği incecik kalmıştı. bıyıklarına çok önem verirdi. neyse ki saçları ve bıyıkları dökülmemişti. ve doktorların dediği gibi tam 3 ay sonra, şubat 2010'da bir gece son sigarasını da içtikten sonra yatağında son nefesini verdi. öldüğü vakit yanında annem, halam ve babaannem varmış. ölmeden önce de bir süre sohbet etmişler. sonra hemen babama haber vermişler can verdiği sırada. ben ise öldükten birkaç dakika sonra haberim oldu. o geceyi, hissettiklerimizi, evin birden cenaze evi kalabalığına bürünüşünü, dedemi bir çarşafa sarıp aşağı indirmelerini unutamam. hepsi hâlâ gözümün önünde.
siz troller de yatalak dede başlıkları açıp trollemeye devam. size de bu yakışır zaten.
insan doğduğu andan itibaren kaybetmeye mahkumdur zaten. çünkü bizim olan hiçbir şey aslında bizim değildir.
doğduğumuzda dünyaya değişik koşullarda geliriz. ana rahminden çıktığımız andan itibaren üzerimizde kıyafet bile yoktu. çıplaktık. sonra bir ailemiz oldu. anne, baba ve varsa kardeş. onların oluşturduğu, dayadığı döşediği ve bizim hiçbir şekilde dahil olmadığımız, emeğimizin geçmediği bir eve gideriz ve o ev bizim olur. daha sonra ise ölene kadar bunun gibi daha birçok şeye sahip oluruz (sahip olduğumuzu zannederiz), manevi birliktelikler olur (arkadaş, dost, sevgili) ve biz bunları kaybeder dururuz. hayata dair ne varsa, hepsi zaten sonradan kazanılan şeyler. ve yine kaybedilmeye devam edecekler. kaybetmediğimizi düşündüğümüz vakitler bile kaybetmeye devam edeceğiz durmaksızın. kesintisiz, her an, her saniye kaybedeceğiz. efkarımızı bir nebze tedavi etsin diye sigara alırken para kaybedeceğiz. para kazanmak için meşguliyet denilen işe büründüğümüzde ihmal ettiğimiz dostlarımızı kaybedeceğiz. bugünü kayıpsız kapattım diye moral verirken bile kendimize, en kötü ihtimalle ömrümüzden an kaybedeceğiz. ve kaybetmeye hep devam edeceğiz.
''aslında benim ne istediğimi biliyor musun? hepinizin canı cehenneme! rahatlık, sakinlik istiyorum! kendi huzurum için bütün dünyayı beş paraya satarım ben. beni kıyametin kopmasıyla çaysız kalmam arasında bir seçime zorlasalar, dünyanın batmasını umursamaz, çayımdan vazgeçmeyeceğimi haykırırdım.''
birden bire oluşmaz bu tabii. ama oluşunca da birden bire yok olması beklenemez. kişi hiçbir yere gidemez. zira gittiği her yere kendisini de götürmek zorunda olduğu için gitmek bir çözüm değildir. aslında hiçbir şey çözüm değildir. üzerine gidildikçe çamur gibi her yanına daha çok bulaşır. sanki ikiye bölünür ve iki parçası arasında bitmek tükenmez bir kavga başlar. bazen ruhu bedenini terk etmek ister. kendisine tahammül edemez çünkü. her gün ayağına bir pranga daha ekler. ruhu kendisine mikroplu gelir. ne hiçbir şey kendisini, ne de kendisi hiçbir şeyi memnun edemez. yerin altındaymış gibi hisseder. ya da çölde o kızıl kumlara gömülü. ayağına bağlı tonlarca ağırlıkla okyanusun dibindeymiş gibi de hisseder. yok olmak ister kısaca. buhar olup uçmak ister.
birçok kişi sizin yerinizde olmak istese bile, belirli sebeplerden dolayı kendinden nefret eden bir insan bunları hisseder. kişi kendine alışmış olsa da, başkalarının kendisine alışmak gibi bir zorunluluğu olmadığını bildiğinden, insanlardan uzak durmaya bakar. çünkü kişi, ilk izlenim olarak olumlu bir etki bıraksa da başkalarının üzerinde, iç dünyasını tanıdıklarında canları yanar ve başkalarının canlarını yakmaya gerek yoktur daha fazla, kendisini yeterince yakıyorken.
Gece. koca bir anlamsızlık. açık pencere ve o pencereden giren rüzgardan bulmaya çalıştığın huzur. hiçlik. kurgular. tükenmişlik ve her şeyin son bulması isteği. gözleri kaparken tedirgin olmak. düşüncelerden kurtulamamak. Huzursuzluk Derin bir karanlıktır. bedeninizi bırakıp kaçıp gitme isteği uyandırır.
bayan değil, hanımefendidir o. cinsiyeti erkek olan kişilere ''pardon erkek bakar mısınız bi'' denmiyor sonuçta. pardon beyefendi deniliyor. o yüzden ''pardon kadın bakar mısınız'' da denmeyeceği için ''pardon hanımefendi bakar mısınız'' denir.
ikinci denememde geçmiştim. niye bu kadar abartıldı anlamadım. bombayı ilk kattan değil de, son kattan yerleştirmeye çalışınca kolayca geçiliyor. çünkü en üst katta daha çok zarar görüyor helikopter. inşaat çalışanları helikoptere vurup patlatmaya çalışıyor. alt kattan başlarsanız üst katlara çıktıkça daha fazla darbe görmüş oluyorsunuz ve böylece görevi tamamlamadan helikopter patlıyor. ama hiç darbe almamış bir şekilde üst kattan başlarsanız, alt katlara indikçe alacağınız darbe sayısı da azaldığı için helikopter patlamadan tüm bombaları yerleştirmiş oluyorsunuz. eyyorlamam bu kadar.
Andy'nin nesi var
Çılgın korsan jack
402 no'lu sınıf
Roboroach
Afacan louie
Tutenstein
Pokemon
Bayblade
Regular show
Süngerbob. (squidward'ın hatrına).