kanuni sultan sinan
1006 (ulu)
altıncı nesil yazar 2 takipçi 90.73 ulupuan
entryleri
oylamalar
medya
takip

    seçim sonrası

    1.
  1. artık her seçim bir öncekinden daha kin ve nefret dolu...

    hepimiz birer seçmeniz, gönüllüyüz, partiliyiz... hatta bu işin o kadar çok bokunu çıkarıyoruz ki, sanırsın parti / dava o kişiden (benden ibaret)... bunca küfür kıyamet içinde sesleri duyulmayan narin ve naif, aklı başında kalabilmiş, insan olabilmiş parti mensuplarını tenzih ederek, herkesin ve her kesimin iki lafından biri ülkemizde cinayet sebebi sayılabilecek küfürlerle bezeli haldedir. hayret ve ibretle görüyorum ki ülkecenek cinnetin tam göbeğindeyiz..

    hepimizin çevresinde, mahallesinde, ailesinde kendinden olmayan (parti dışı) ama saygı gösterdiği, sevgi beslediği ve aynı kanı taşıdığı birilerinin olduğunu unutmaması lazım gelir... bu seçimde daha önceki her seçim gibi geçip gidecek ve yine biz bize kalacağız. biz olabilmek için aynı fikri paylaşmadan biz'in parçası olanların hatırı için, rakip partili mahalle bakkalı mustafa abi için, eczacı aysel abla için, üst komşu mahmut abi için, ferit dayı için artık dilinizi temizleyin..

    her kesimden yergime konu olanlar umarım ki; kendinden olmayana seçim öncesi sokup çıkarıp, sayıp sövüp, küfredip boşalanlar seçim sonunda nirvaya değil yerin dibine ulaşacaklarının bir an önce farkına varırlar..
    0 ...
  2. tek kullanımlık maske

    1.
  3. bağışıklık sistemi zayıflayan hastalar tarafından, kendini dışarıdan gelecek virüslere karşı korumak maksadıyla kullanılır.

    amma milletimiz öylesine öküz ki... sanki takılan maske takanı değil, maske takmayanları korumak içinmiş muamelesi yapılır milletimizce.. otobüse maske takmış bir insan binmeyi versin, maske ilk fark edildiği an önce hafif bir acıma duyulur maskeli kişiye. ikinci adımı tahmin etmek zor değildir. hemen götüm götüm uzaklaşılmaya başlanır maskeli süvariden.. beş dakika gözlemlerseniz, tıklım tıkış otobüste maskeli süvarinin çevresinin saydam bir korku boşluğu ile çevrildiğini fark edersiniz..

    ez cümle, maske takan sizin sağlığınızı düşündüğünden ve size hastalık bulaştırma riskinden dolayı takınmaz o maskeyi.. sizden bulaşması muhtemel virüslerin önüne geçmek için takmıştır.. hasılı korkmayın ve öküz gibi gözlerinizi dikip acımaklı bakmayın bu insanlara..
    3 ...
  4. eskimeyen yeni yıl

    1.
  5. bir sene de isteyerek değil vererek başlamalı...
    yeni yıl beklentileri içinde sadece iç güdüsel olarak yarım ağız geçiştirilen sağlık temennisi, kendi elimiz ile gök yüzüne saldığımız uçan bir balondur. kendimizin ve sevdiklerimiz yaşam standartlarını biraz daha yükseltmek için kıçımızı yırtarken, onun dikilme maliyetini göz önüne almadığımız için hem yanarız hem yakarız. gelin bu yıla tüm kötü huy ve alışkanlıklarınızı zorunlu olarak bırakmanız gerekmeden, isteyerek bırakmayla başlayın.

    bu kamu spotu soğukluğundaki bu girişin pek de makbul olmadığının farkındayım. şimdiden sigara bırakma spotunda oynayan amcanın kulaklarını çınlatır erkan oğur'un ellerinden öperim...

    https://www.youtube.com/watch?v=Vj3iO4P5JmM

    malumaliniz insan unutan bir varlıktır. ki bunu gerçekleştirmek için biraz olsun hakkında düşünmesi gerekir. bu mevzuyu çoğunuzun şimdiden çokta sikimde deyip, direk çöp kutusuna attığınızı biliyorum. ama merak etmeyin hayatınızı unutarak güzelleştiriyorsunuz. yoksa nasıl çekilirdi bu kahır değil mi!?

    neyse efendim biz ne kadar hakkında goy goy yaparsak yapalım geçmesi gereken yıl geçecek ve gelmesi gereken yıl da bizden izin istemeyecektir. görmesi gerekenler bu yılları elbette görecektir. ama göremeyenler, görenlerin boğazını acı bir yutkunuş ile düğümleyecektir. ve her ne kadar unutacak olsanız da, yeni yılda zengin olma umuduyla aldığınız piyango bileti ile zengin olma ihtimaliniz, yeni yılda ölme ihtimalinizden çok düşüktür. bu ihtimalin gerçekliğini her saniyede iki kişinin öldüğü bilgisini versek de anlatamayız. bu gerçekliği anlamak için ancak yaşamak gerekir..

    https://www.youtube.com/watch?v=Q0WJMptcw-I

    vermek demiştik ya söze başlarken, allah bizleri verenlerden kılsın, isteyenlerden değil(kendisi hariç)..

    içine henüz dahil olmadığımız nice dertli gamlı yaslı topluluklar vardır. bendeniz geriye bırakmak üzre olduğumuz sene içerisinde bu topluluklardan birine dahil oldum ki, bu öyle bir kısa orta ve uzun vadeli planlarım içinde yer almayan zınk diye gerçekleşen bir olaydı. tabiidir ki bu olay tüm hayatınızı etkiliyor. o meşum film şeridinin siyah beyaz karelerinin hayatın ne kadar içinden olduğunun ancak o zaman ayrıdına varıyorsunuz.

    şu an türkiye'de toplamda 40 binin üstünde organ nakli bekleyen hasta olduğunu ve her gün nakil alacağı organ bulamadığı için onlarca hastanın öldüğünü biliyor muydunuz? bende sizin gibi sadece kulaktan dolma bilgilerle haberdardım bu vahim tablodan. ancak canım yanınca ne kadar acı ve gerçek bir tablo olduğunu farkettim. bahse konu olan hastalıklar bir sürece bağlı seyredebildiği gibi apansız bir yetmezlik haliyle de görünebiliyor. bu durum insanın ne kadar çaresiz, eli kolu bağlı olduğunu öyle bir gözüne sokuyor ki. kör olmak işten değil. ne para kar ediyor ne de mevki. canınızın, ciğerinizin gözünüzün önünde yavaş yavaş eridiğini görmek nasıl bir his biliyor musunuz? ben bunu biliyorum! bu çaresizlik insanın içinden her gün bir parçasını koparır. günbegün hissizleştiğini farkeder insan. bu noktadan sonra teslimiyetten başka bir çaren yoktur. ya kahredip isyan bayrağını göndere çekeceksin ya da boyun eğeceksin. gerçekleşmesi çok güç olan o küçücük ihtimaller senin gözünde öyle büyür ki, gerçekleşmesi için saniyeler belki saliselerle yarışırsın. ama ne yaparsan yap, ne edersen et ol dediğinde olduran öl dediğinde öldürür.. ve ölümden öte köy yoktur..

    https://www.youtube.com/watch?v=-yxtTmYdtAU

    allah'tan ümit kesilmez ve nice sebepler çıkarır karşımıza. belki de yeni yılda insanların umutlarının gerçekleşmesine siz vesile olacaksınız. bir hayat kurtaracaksınız ve esas öldükten sonra çok dua alacaksınız. hem belki yeni yıla bu vesile ile unutmamamız gerekeni hatırlayarak başlarız. ne dersiniz daha kutlu olmaz mı?

    https://www.youtube.com/watch?v=iVOiXwYrDh0

    eskimeyen yeni yıllara..
    0 ...
  6. engelen

    1.
  7. bazı filmler vardır "eh işte" der geçersin ama bazı filmler vardır ki, insana "vay amk!" dedirtir. işte, 2009 yapımı olan bu norveç filmi aslında bir buçuk saatlik kamu spotunu bize öyle güzel izlettirir ki, izlerken gıkımız bile çıkmaz. işte bu yüzdendir ki; Margreth Olin'in ellerinden, Maria Bonnevie'nin gözlerinden öperekten başlamak isterim sözlerime..

    çekildiği coğrafya gibi soğuk ve buz gibi ölüm kokmasına rağmen, işlediği konuyu ve konuyu ele alış biçimi açısından gayet sıcak bir film. her ne kadar beşiktaş'ın bugünkü mağlubiyeti sonrası kendimi aldolan'dan Codein'e ondan da Methadone'a ve nihayetinde Pethidin'e vurmak istesem de yapmayacağım tabii ki sonra götü merter'de toplamak var azizim...

    neyse efenim, güzeller güzeli lea'nın en vurucu cümlesiyle başlayalım "sınırlar nerede aşılmıştı yada var mıydı?" sınırsız bir dünya hayal eder ya insan, sınırları aşmak, kabuğunu kırmak, uçmak uçmak ve kaybolmak.. elbette ki bir maliyeti vardır bu acı dünyanın can yakan gerçekliğinden soyutlanmanın. hem kaçtığımız, hartırlamak istemediğimiz gerçeklik ne kadar acı bile olsa uçuş sonunda ayaklar yere bastığında bilançonun o acı tablonun aratır halde olduğu gözümüzün içine sokulur. hemde öyle duru bir halde sokulur ki o iki minicik elden, sıcacık nefesten uzak kalmanın fahişelikten de hırsızlık hatta katillikten bile daha acı olduğu...

    ezcümle, karganın kılavuzluğunda girilen dönüşü çok zor ve bol acılı olan yollar vardır, sonunda burnunuzun boktan çıkamayacağı yollar. bu yollardan uzak durun ve ulaşabildiğiniz herkesi uzak tutun.

    izleyiniz, izlettiriniz..
    0 ...
  8. sevgili düşmanım

    1.
  9. Her sabah ilk yaptığım şey senin yerinde olup olmadığına bakmak... Çünkü sen orada değilsen, ben de burada olamam. Ben kendimi sana bakarak inşa ediyorum her sabah. Sen kim değilsen, ben oyum. Sen kimsen, o değilim ben. Sen siyahsan, ben beyaz... Sen kötüysen, ben iyi... Sen yerinde olmazsan, ne beyazlığım kalır, ne iyiliğim... Çünkü senin olmadığın bir yerde, olamam ben de... Bütün iddiam, sen olmamaktan ibaret... Kendi adıma ne bir sözüm var söyleyecek, ne bir iddiam, ne bir hayalim, ne bir tasavvurum... Bütün istediğim, senin istemediklerin... Bütün reddettiklerim, senin istediklerin... Sana olan öfkem yaşatıyor beni. Öfkem olmasa... Başka bir şeyim de yok!

    Hep oradaydın sen ve beni kendinden nefret ettirecek bir şeyler buldun daima. Alıştım nefretle yaşamaya. O kadar ki, sakinleşemiyorum artık istesem de. Bunu nasıl yapacağımı bilemiyorum. Öfkemin yerine ne koyacağımı bilemiyorum. Nefretimin bırakacağı boşluğu neyle doldurabileceğimi bulamıyorum. Orada olmalısın, hiçbir yere kaybolmadan karşımda durmalısın. Senin kahrolmanı umarak yaşıyorum ben. Yaşamayı bildiğim tek şey bu... Düşmanım yoksa, ben de yokum!

    Beni kendine mahkum ettin. Öfkeme esir, nefretime köle kıldın. Bütün Habilliğim, senin Kabilliğin kadar... Senin cehennemliğin olmasa, kendime nereden bir cennet bulacağım. Senin insanlıktan uzaklığın beni yakın gösteriyor insanlığa. Senin kalpsizliğin o kadar göz önünde ki, ben bile bir kalp sahibi gibi hissediyorum kendimi. Kendi gerçeklerim değil, senin yalanların doğruluyor beni. Her an sana bakmakla kurtuluyor bakışlarım bir köşede kendime rastlamaktan. Aynı atmosferi kirlettiğimi sayende unutuyorum. Senin gem vurulamaz ihtirasların ki, görünmez kılıyor içimde kol gezen kemirgenleri. Sana küfrederek arındırıyorum kendimi. Senin hainliklerinle yıkıyorum ellerimi. Bir gün eksilsen hayattan, çırılçıplak ortada kalacağım. Görünecek, kendimden bile gizli tuttuğum bütün karanlıklarım. Belki ayakta bile duramayacağım, öfkem yerinde yokken, nefretimin kasırgaları kesilmişken...

    Beni ayakta tutan sensin. Beni iyi kılan senin kötülüğün. Beni gerçek gösteren senin yalanlığın. Beni ak gösteren senin karalığın. Beni aydınlık gösteren senin karanlığın. Sen karanlığını söndürsen, aydınlatamaz hiçbir yeri benim aydınlığım da. Senin olmadığın bir dünyaya söylenecek tek bir sözüm yok. Senin inkar ettiğin hakikate benim de bir aşinalığım kalmadı. Sürüklendim senin peşinde. Yitirdim hafızamı. Her gün uyanıp seni lanetliyorum akşama kadar. Sonraki gün yine... Sen tamamen sürgün edilsen yeryüzünden ve hayat bembeyaz bir sayfa haline geliverse bir sabah, o kağıda bırakacak izim yok. O kadar kayboldum ki senin peşinde koşmaktan, sıfır noktası yok artık gidişlerimin.

    Ben sana muhtacım yaşamak için ey sevgili düşman... Ey sonu gelmez kötülük, ey dibi görünmez karanlık, ey paha biçilmez yalan... Sen sen olmasan, ben kim olurum? Bir nevi aks-i sadânım ben senin. Bir nevi gölgenim. Küçüle küçüle o kadar kaldım. Sözüm senin söylemediğin söz... Kimliğim, sen kim değilsen o! Farketmez seninle aynı kara kükürtü soluyor olmam, aynı dolambaçta dönüyor olmam, aynı çıkıntıya takılıyor olmam, aynı deliğe düşüyor olmam. Sen bir şekilde var ol ki, ben de bilebileyim ne yapacağımı... Nerede duracağımı... Neye benzeyeceğimi...

    Yaşa sen ey düşman, hep yaşa... Ve mümkünse kahrol bir ara, müsait olduğunda!

    GÖKHAN ÖZCAN
    0 ...
  10. hoi sa won

    1.
  11. 2012 güney kore yapımı filmin yönetmenliğini Lim Sang-Yoon üstlenirken, başrolünü Hyun-ju Oh üstlenmiştir. derinlikli ve bol alt metinli güney kore filmlerine görece sığ kalan film, konusu ve işleniş biçimi yanı sıra oyunculukları ile göz doldurmaktadır..

    plazaları süsleyen o bol parfümlü ve bol makyajlı hanımların sadece dedikodu yapmaktan ve e-alışveriş sitelerinde fink atmaktan başka işleri de olabilir. mesela mesailerinin bir kısmını arazi görevinde, iş icabı ve gereği daha önce hiç tanımadıkları birilerini şişlerken ya da kafalarına tek kurşun sıkarken hayal edin. nasıl ama? bu iş tanımı benim çok daha hoşuma gitti. hem alımlı hemde son derece jedi... bir elf kadar beyaz ve bir mustang kadar yabani.. neyse efendim, benim filmin özünde ihtiva etmesini dilediğim unsurları bir kenara bırakıp, filmin özüne dönelim..

    g.kore filmleri denince herkesçe akla gelen ilk beş filmin üçünde bol kanlı sahneler ve aşırı şiddet yer alır. bu filminse konusu direkt olarak şiddet ve cinayet olmasına rağmen, filmin sonuna değin çok naif ve neredeyse yok denecek kadar az şiddet sahnesi yar almaktadır. film şiddet açısından tam anlamıyla sonunda kopmaktadır. 96 dakikalık filmin ilk 70 dakikalık kısmında sekiz on adam ölürken. bizim taze aşık baş rol oyuncumuz, Ji-Sub So sayesinde 20 dakikada 3500 kişi filan ölmektedir. sayın türk beyleri ve hanımları bu korelilerin melek yüzlerine aldanmayın. bunlar dellendimi içlerinde sekiz on tane rambo çıkıyor. sonra sizi keserler falan neme lazım uzak durun anacım. filme dönecek olursak. içerik itibariyle sığ olmasına rağmen kendini izleten ve konu itibariyle sıra dışı bir film. bu arada film şiddet filmi olmasına rağmen, sıfır cinsellikle iran sinemasıyla yarışabilir konumdadır..

    son olarak, insan sevince güzel diyor ve Yuk Mi-yeon'un gözlerinden öpüyorum..
    0 ...
  12. derste altına işemek

    1.
  13. az sonra okumaya başlayacağınız satırlar tamamen gerçek hayattan alıntıdır. tüm karakterler, yerler ve olaylar tamamen gerçektir. hikayede müstehcen unsurlar ve pornografik figürler sıkça yer aldığından 18 yaşından küçük kişilerin okumaması önemle rica olunur. bu açıklamalar ışığında hikayeden etkilenip sağa sola işeyen ergenlerin yaptıkları bu kaka hareketlerden dolayı hiç bir şekilde sorumlu tutulamayacağım değerli kamuoyuna saygıyla duyurulur..

    +18 gerçek kesit

    zaman geçmiş zaman azizim, ama zaman geçmişte kalmasına rağmen olaylar aynı sıcaklığını korumaktadır. o sıcaklığı hala hissederim allah sizi inandırsın. o zamanlarda da eğitim sistemi bugünkünden çok farklı değildi. bugünün aksine o zamanlarda, foseptikte yüzen keser sapı büyüklüğünde ve bölünüp parçalanması mümkün olmayan bir dışkı gibiydi. şimdiyse parçalanamaz o yapı, aynı foseptiğin içinde yüzmesine rağmen bölünmüş ve parçalanmış bir halde farklı kanallara dağılmış durumdadır. e tabii ki başıboş halde gezen bu dışkı, dizlerine kadar foseptiğe batmış öğrencilere çarpa çarpa yoluna devam etmekte ve darbeyi alan her çocuk, dengesini kaybedip foseptikte boğulmamak için üstün refleks göstermek durumundadır. işte ben o refleksi gösteremeyip boğazına kadar boka batanlardanım anacım...

    tamam şimdiki çocuklar bizden daha şanssız, bunu kabul ediyorum. ama bizimde üstümüze yarış atına binercesine binen ehliyetsiz jokeyler mevcuttu. hemde henüz koşmayı bilmeyen tayı dörtnala sürmek gibi bir densizliğe sahiptiler. şimdiki çocukların bizden tek farkı, koşmayı öğrettikten sonra binmeleri. ama bu seferde onların üstüne binenler bizimkilerin aksine, profesyonel yiyiciler. her biri en az doksan kilo allah canımı alsın..

    neyse efendim geçip gitmesine rağmen hala hafızalardan silinmeyen o meşum zaman diliminde, bizde doğru düzgün eğitim almadan sınavdan sınava koşardık. daha ilk sınavım olacaktı, ilkokul henüz bitmişti. ve adına parasız yatılı denen bir sınav vardı. ilk sınav deneyimimi, o zamanlar fatih'te ikamet etmekte olduğumuzdan mütevellit evime yakın olan davutpaşa lisesinde yaşayacaktım. abimden tüm nefretime rağmen, "gel len ben götüreyim seni okula" dediğinde, itiraz etmeden kabul ettim ve sınav günü geldi çattı. sıcak bir pazar günüydü, evden bir sürahi suyu kafama dikerek çıkmıştım. abim götü de, abilik yapacak ya; bakkaldan bir şişe soğuk su ve çikolata almıştı. lan ne bilirim ben, sınavdan önce fazla sıvı tüketilmeyeceğini. içtikçe içtim tabi suyu. sınava girerken öğretmen (öğretmen ne lan amk! diyenler; ne bilirim lan ben o yaşta hacıyı hocayı!) çocuklar sınav başlamadan önce çişinizi yapabilirsiniz dediğinde akıllılık edip, hemen koştum tabi tuvalete. neyse, sonra başladık sınava. 5, 10, 15, 25, 35 derken benim çişim yine şaha kalktı. 10 dakika daha böyle sallana silkene devam ettikten sonra, baktım olacak gibi değil. hemen koştum öğretmenin yanın, "öğretmenim çişim geldi." dedim tüm çocukluğumla. o it herifte, "evladım daha yarım saat olmadı, sık bakayım biraz dişini" dedi. ulan göt herif sanki sıkmaktan diş mi kaldı ağzımda. neyse bir beş dakika daha devam ettim etmedim, yine dayanamayıp vardım hocanın yanına, daha bir şey söylemeden "geç yerine" diye bağırdı köpek! olum hala yüzün hafızamda ölmediysen ve bir gün karşıma çıkarsan kendi sidiğini içtireceğim lan sana. neyse bir beş dakika daha dayandım ama artık sınavla filan alakam yok, öyle sallanıyorum ki gören; sırada tek başıma bayburt dım dımı oynamdığımı sanır. neyse artık dayanamayacağımı anladığımda, sikerim ulen sınavını diyerek, kastığım götümü kaldırmamla, baldırlarımdan aşağı şorul şorul akan bir sıcaklık hissettim. artık pipime hükmedemiyordum. lan onlarca kişinin önünde baya baya altıma işemiştim. birde öyle böyle değil, oturduğum sıranın altı neredeyse bir iç deniz oluşmuştu. bundan sonra gitmenin bir alemi yoktu, öyle sidik içinde sınava devam ettim. hatta arada yine çişim gelince koyverdim gitti. bu rahatlıktan sonra soruları öyle hızlı cevaplıyordum ki, sanki sidiğin o keskin kokusu beynimin daha hızlı çalışmasını sağlamıştı..

    ama benim iç deniz gidecek yol bulmuş olacak ki göt öğretmenle birleşerek okyanusa bağlanıverdi. bu duruma yarım saatte o kadar alıştım ki, puşt öğretmen gelip başıma dikilip, ne yaptın sen dediğinde, lütfen dikkatimi dağıtmayın hocam. henüz sınav bitmedi diyebilecek kadar olayı içselleştirmiştim. lan ben daha ömrümce öyle hızlı soru çözmedim. demek ki herkesin motivasyonunu arttıran şeyler farklı oluyor. neyse sınavımı bitirdikten sonra, pantolonum ve gömleğimin yarısı sırılsıklam olmuştu. öylece siki taşağına denk bir vaziyette, sınav cevap kağıdını öğretmen masasına sert bir şekilde koyduktan sonra, öğretmene bakarak, sınav baya zordu, çok terledim diyerek, ıslak bir şekilde gerine gerine sınıftan çıktım. lan sanki koca sınıfın önünde altına işeyen bir başkasıydı. o günü düşündükçe, vay amk! ne yüzsüz adammışım be diyorum. ama yinede o öğretmenin kulaklarını çınlatmadan geçemiyorum.

    önemli olan tabii ki sınıftakilerin altıma işediğime şahit olması değildi. göt abimin diline düşersem boku yedim, dedim kendi kendime. ne yapsam diye koridorda, bir aşağı bir yukarı dolanırken, koridoru da hafif ıslattıktan sonra attım kendimi tuvalete, musluğu sonuna kadar açtıktan sonra bir güzel ıslattım kendimi, sidik konusundan arındıktan sonra, culop culop abimin yanına indim. çakal altıma işediğimi anlamadı tabi. noldu lan sana? dediğinde, kodumun musluğu elimde kaldı yerine takana kadar sırılsıklam oldum dedim.

    valla yemişti, baya baya yırtmıştım lan, önce sınıfa işe sonra hiçbir şey yokmuş gibi çık eve git. ne pislik bir çocukmuşum lan. o sidik kokusu hala aklımdan çıkmıyor..

    gerçek kesit +18
    1 ...
  14. camiye gelen çocukları azarlamak

    1.
  15. çocuklar camileri o şen cıvıltılarıyla doldurduğunda, kendini caminin idare amiri sanan ve caminin sükunetinin teminatı olan sert bakışlı, koca kulaklı, (yeri gelmişken; hakikaten nesil aşırı derecede güzelleşiyor. ulan bizim bile kafalarımız yamuk yumukken, siz birde o koca kulaklı babalarımızı, fırın küreği ebatlarında elleri olan dedelerimizi düşünün. şimdikiler baya kalemle çizilmiş gibi.) acımasız, tüm çocuklara korku salan ve cami çay ocağının dedikodu komitesinde üst düzey yetkileri bulunan emekli amcalar, hayata dair tüm güzellikleri camilere taşıyan, ışıl ışıl parlayan bu güzelim çocuklara, camiyi dar etmek için hemen işe koyulurlar...

    ha birde bu amcaların ortak özelliklerinden biri; şeytan muamelesi yaptıkları çocukların yaşlarındayken, camiye adım atmadıkları için kendilerine şeytan muamelesi yapılmamasıdır. hiçbir çocuk camide kendine yapılan bu muameleyi unutmaz, unutamaz. ve hayat boyu bu ihtiyarlardan (ihtiyar tamamen hakaret amaçlı kullanılmıştır.) nefret eder. e hal böyle olunca; istisnasız herkesin din otoritesi, siyaset uzmanı yada futbol dehası olduğu bir ülkede, bu amcalarda emekli olduktan ve yapacak işleri kalmadıktan sonra gündüzleri eşleri tarafından evden kovuldukları için din otoritesi kisvesine bürünüp, hem dedikonun dibine vurmak, hemde emekli oluncaya kadar girmedikleri caminin ihtiyar heyetinde görev almak üzere camileri mesken edinirler. (aslında bu kadar yüklenmek niyetinde değildim. lakin bilinç altımda nasıl bir "camiden ayrılmayan emekli korkunç amca" canavarı yatıyorsa hortladı gitti. durduramıyorum efendim!)

    maalesef bu amcaların çoğu ilmihal bilgisinden bile yoksun, yalan yanlış namaz kılmaktadırlar. amma gel gelelim hocalığı da kimseye bırakmazlar ve bilgiçlik taslar, camide namaz kıldıran imamın arkasından demediklerini bırakmazlar...

    her şeyden önce az buçuk izan sahibi bir insan. çocuğun her yerde çocuk olduğunu ve çocukça hareket etmesinden daha doğal bir davranış olmadığını bilir. lakin bu bet sesli amcalar, çocukları camiye ilk adım attıklarından itibaren çıt çıkarmadan baston yutmuşcasına oturması gereken ucubeler gibi gördüğünden mütevellit; caminin, kılınan namazın, salat ve selamın, solunan kutsal havanın falan anlamından bihaber bir vaziyette, ağızlarından salyalar saçarak ve namaz kılmak için toplanan insanların dikkatlerini dağıtarak "çocukluk yapan" çocukların akıllarını başlarına almaları için höykürür durular. (bu arada belirtmem gerekir ki; çocuklar caminin içine falan sıçmazlar, en fazla fısıldaşır ve kikirdeşirler.)

    çok şükür ki çocukken bende o azar yiyen çocuklardandım. camide oyun oynadığımız zaman azar yerdik. evde babam ve annem namaz kıldıkları zaman kardeşlerimle beraber onların üstlerine tırmanma oyunu oynar, namazları bittikten sonrada, onların katılımlarıyla oyunlarımıza devam ederdik. camide oyun oynar azar yerdik, evde bu bizim için muhteşem bir oyun olurdu. babama camideki ihtiyarların neden böyle davrandıklarını sorduğumda, "onların içi geçmiş oğlum, siktir et sen onları. ne kadar kızarlarsa kızsınlar, sen çocuk gibi davran." derdi.

    buradan, camileri çocuklardan temizlemeye çalışan emekli ve buruşuk amcalara sesleniyorum; hepiniz topsunuz oğlum!

    yeri gelmişken,içindeki çocuğa sarıl sana insanı anlatır diyerekten sezen ablanın ellerinden öperim..
    2 ...
  16. katmandu un espejo en el cielo

    1.
  17. (bkz: gökyüzünde bir ayna)

    ıciar bollain'in yazıp yönettiği konusunu yaşanmış bir hikayeden alan film, bize bir öğretmenin; dilden, dinden, ırktan ve tüm değişkenlerden bağımsız bir şekilde öğretmek için göğüs gerdiği güçlükleri anlatıyor. ama bu eğitim gönüllüsünün hayatına mercek tuttukça, sadece sınıflara ayrılmış bir milletin kırmızı çizgileri arasında sıkışıp kalmıyorsunuz aynı zamanda laia'nın geçmişiyle yüzleşmesine tanıklık ediyorsunuz...

    nepal'de yaşamak; yokluk ve sefalet içinde yaşamaya denk düşer. bu yokluğun ne demek olduğunu bir nebze olsun sinema salonuna taşıyan filmde, en temel yaşam hakkı olan; barınma, sağlık, eğitim ve güvenliği bir kenara bırakın, insanların yiyecek yemek bulamadığı, kast sisteminin acımasızlığına ve sınıfdışına itilenlerin sefalet içinde yaşadığı, sadece şanslı doğanların ve doğuştan şanssızların bulunduğu bir ülke, nepal.

    geleneklerine bağlı insanların, sınıf kaybına uğramamak adına çektiği sıkıntılar gözümüze öyle güzel sokuluyor ki, sharmila'nın yasını tutan laia'ya ortaklık ediyoruz. kaç anne doğacak bebeği kız olduğu için ölümü göze alarak henüz doğmamış çocuğunu hayattan koparabilir?

    son olarak farklı dünyaların insanları, birlikte her ne kadar çok şey yaşamış ve paylaşmış hatta feda etmiş olsa da, o coğrafyada yaşamadan (doğmadan), o coğrafyanın tüm zorluklarına rağmen o coğrafyada yoğrulup yurt olarak görmeden, yokluk ülkesinin çocuklarını tanıyamıyor.

    yaşanması gereken o duygu dolu ansa, ancak hüzne boğuyor..
    0 ...
  18. ben hiç anlamıyorum seni

    1.
  19. hiç mi?
    -şu rampadan aşağı vurdurunca anlarsın!

    çocuk oyuncağı..
    https://galeri.uludagsozluk.com/r/274221/+
    0 ...
  20. gavat sensin istanbul da sana girsin

    1.
  21. nicki (bkz: gavat istanbullu) olanların kullanmaması gereken (bkz: bkz)!
    tamam beyin bedava ama her anne kutsaldır!
    birde şeker falan derken en galiz küfürleri yutmak var.
    benden söylemesi sonra vay efendim bilemedim, duymadıydım...
    0 ...
  22. nabar canım

    1.
  23. taş gibi göründüğüne kanmayın, içerde kocaman bir erkek uyumakta..

    herhangi bir yerde gördüğünüz taş gibi hatun size hadi git be salak! yerine (bkz: nabar canım) dediyse; işte o şey, adına tanım yazılan kadın görünümlü erkektir!

    -ananı avradını derken kaçmayı ihmal etmeyin!
    1 ...
  24. sözlüklerde güzel kadın bulunmaması sorunsalı

    1.
  25. hayat sanal ölüm gerçek

    1.
  26. Ölüm, her şeyin adeta bir oyuna ve eğlenceye dönüştürüldüğü sanal alemde de var. Teorik olarak bildiğimiz ama bununla ilk kez yüzleşinceye kadar gözardı ettiğimiz bir şey bu. Benim yüzleşmem ilk kez bir fotoğraf sitesinde, fotoğrafı hakkında kendisine küçük bir kaç not ilettiğim bir kullanıcının, bundan birkaç gün sonra bir trafik kazası sonucu ani ölümüyle gerçekleşmişti. Dört beş yıl önce oldu bu olay ve benim için gerçekten sarsıcı bir tecrübeydi. Tanıdığım biri değildi, fotoğraf makinesiyle akıp giden zamanın bir 'an'ını dondurmuş, o 'an'ın fotoğrafını hayat albümünde görünür hale getirmişti. Hayatın o karesi üzerinde karşılıklı birkaç kelam etmiş, fotoğrafın o 'an'ı yansıtmaktaki etkisi üzerine hissettiklerimizi aramızda paylaşmıştık. Binlerce yıllık zaman yolculuğu içinde ikimizin hayatlarının yegane temas noktasıydı bu. Birkaç gün sonra o aniden ölüverdi, ben de her insanın karşısına başka bir yüzle çıkan ölümü onun hikayesinin keskin bir kavşağında bilmemkaçıncı kez yeniden tanımak durumuyla karşı karşıya kaldım.

    Ölüm böyle bir şey; içimizin derinliklerinde bir ömür boyu, biraz merak ama çokca da tedirginlikle beklediğimiz halde, onunla her karşılaşmamız bizim için 'beklenmedik' bir buluşma oluyor. Her can için ölümün mukadder olduğunu biliyoruz elbet; ancak ayaklarımız dünyaya o kadar dolaşmış durumda ki bunun kendi gerçekliğimizin de bir parçası olduğunu tam olarak hiçbir zaman idrak edemiyoruz. Ölümün bir başkasının dünyadaki hikayesini sona erdiren çıplak gerçeğiyle yüzyüze gelinceye kadar... Bir başkasının ölümü, bundan ne kadar kaçınmaya çalışsak da gelip bizim üstümüze de siniyor çünkü.

    Adı 'sanal' olan ve bir yönüyle insanların gerçek hayatlarındaki ağırlıklarından kurtulmak ümidi ve maksadıyla sığındıkları bir 'alem'de ölüm içimizin hangi teline dokunuyor peki? Öyle ya yapılan, söylenen, hissedilen hemen her şeyin temel niteliği sanal oluşu orada. Ölüm o kadar sert bir gerçek ki, bu sanal zeminin onun ağırlığını çekemeyeceğini düşünüyor ilk başta insan. Yeni insanın sanal ve gerçek olan arasında salınıp duran yeni bir kimliği var artık. Modern zamanları bu trajik ikilemden kopararak düşünmek neredeyse imkansız. Dolayısıyla hayata bir sanal yüz icat ettiğimiz gibi, ölüme de sanal dünya içinde uygun bir mezar yeri açmamız gerekiyor. Mezarlıkları şehirlerin dışına atmakla ölümü gerçek hayatın ücrasında görünmezliğe mahkum edebileceğimizi sandık. Şimdi aynı beklenmedik misafir sanal alemin kapılarını çalıyor.

    Hayata veda etmiş kullanıcılar, şimdilerde sanal alem mühendislerinin üzerine kafa yordukları meselelerden biri. Çeşitli milletlerden beş milyonu aşkın facebook kullanıcısının artık hayatta olmadığı tahmin ediliyor. Buna twitter ve diğer sanal 'tabiiyetler'i de eklerseniz, epeyce büyük sanal mezarlıklara ihtiyacımız olduğu ortaya çıkar. Ölmüş kullanıcıların sanal kimlikleri yakınlarının ciddi uğraşları olmadıkça silinemiyor, sanal ülkelerde yaşamaya devam ediyorlar. insanlar onlara mesaj atabiliyor, arkadaşlık talebinde bulunabiliyor, onları hala bu sanal döngünün içinde zannedebiliyor. Yani sanal alemde cenaze, gerçek hayattaki kadar ivedilikle kaldırılamıyor.

    "insan öldükten sonra bütün bunların ne önemi var?" diye düşünülebilir. Doğru, ölen için bir önemi yok. Biz de zaten yaşayanlar olarak dertleşiyoruz burada. Hani sanal olana kapılıp da ölümün gerçekliğini unutmayalım diye. ister sanal ister gerçek, vaktimizi hangi alemde değerlendiriyor ya da zayi ediyor olursak olalım nefeslerimiz sayılı çünkü; limitsiz bağlantı diye bir şey yok bu dünyada insanlar için!

    (bkz: gökhan özcan)
    0 ...
  27. türkiye nin okuma alışkanlığı

    8.
  28. bakha satang

    1.
  29. ingilizceye peppermint candy olarak çevrilen 1999 yapımı bol ödüllü bir güney kore filmi.
    aslında tam anlamıyla garip bir film. başladığı gibi, tren olanca hızıyla 20 yıl geriye doğru yol alırken, geçmiş zamanda ince ince işlenmiş öyle duraklara uğrar ki; başında sıkıcı ve anlamsız gelen başlangıç sahnesi buram buram nane şekeri kokmaya başlar..
    beklentilerin üstüne çok çıktığı kesin..
    1 ...
  30. kadın ve erkek eşitsizliği

    1.
  31. kadın erkek eşitliği, pozitif ayrımcılık, falan feşmekan...
    artık bunlardan sıkıldıysanız, aşağıdaki yazıya bir göz atın derim..

    haber7 yazarı sema maraşlı'nın peki erkeklerin hakları ne olacak? başlıklı yazısından alıntıdır.

    http://www.haber7.com/hab...rin-haklari-ne-olacak.php

    Aile ve Sosyal Politikalar Bakanımız Fatma Şahin Hanımefendiye,

    Sayın bakanım, çalışmalarınızı basından takip ediyorum. Büyük sorumluluğu olan bir görevdesiniz. Aile toplumu ayakta tutan en önemli kurumdur. Devletlerin bekası aileler ile mümkündür. Eli kalem tutan ve aile konusu ile yakından ilgilenen biri olarak gördüğüm eksiklikleri yazma mecburiyetinde hissettim kendimi.

    Yaptığınız çalışmaları basından takip ediyorum. Daha çok "Kadın Hakları" ile ilgili çalışmalarınız var. Peki "Erkeklerin Hakları Ne Olacak?" Siz "Kadın Bakanı" değilsiniz, "Aile Bakanısınız" ve erkeklerin de haklarını korumak zorundasınız. "Yaşama hakkının korunduğu, eşit fırsat sağlanan bir dünya için yola çıktık." demişsiniz. "Kadınlar, erkeklerle eşit olsunlar." diye kadınlara haklar veriyorsanız, erkeklerin taşıdıkları sorumlulukları da vermek zorundasınız. Kadınları erkeklerle eşit yapmak istiyorsanız, düzenleme yapılması gereken üç önemli konu var. Yoksa eşitlikten bahsedilemez.

    Birincisi: Askerlik. Madem ki eşitiz, niye erkekler vatan hizmeti yaparken; cephede ölürken, öldürülürken biz kadınlar evde oturuyoruz? Neden? "Kadınlar da erkekler kadar güçlüdür." deniyor. Madem ki onlar kadar güçlüyüz, o halde niye askerlik yapmıyoruz? Devletimiz kadınların güçsüz ve zayıf olduğuna mı inanıyor da biz kadınlar askerlik hizmetinden muaf tutuluyoruz?

    Madem ki yaratılıştan gelen kadın erkek farklılıkları kabul edilmiyor; eşitlik isteniyor, o zaman kadınlarda cepheye gitsinler. Kadın erkek eşitliğini savunup da kadınların vatan hizmeti yapmaları ve cepheye gitmeleri konusu olduğunda sesi çıkmayan, kadın hakları savunucularını, asla samimi bulmuyorum.

    Neden gencecik delikanlılar, yiğitler, karda kışta dağların başında hayatlarını ortaya koyarken, genç kızlar bilgisayar başında twit atarak eşitlik mücadelesini kazansınlar ki? Eğer gerçekten eşitliği savunuyorsanız, erkeklerin askerlik sürelerinin yarıya indirilmesi, kadınlar da askerlik yapması konusunda çalışmaları başlatmanız gerekir.

    Yanlış anlaşılmasın ben kadınların askere gitmesi gerektiğini savunmuyorum. Çünkü ben kadın ve erkek eşitliğine inanmıyorum ve "evin reisi erkektir" bunu gönülden kabul ediyorum. Erkekler gibi cesur da değilim, askere gitmek istemem, dağlardan ve karanlıklardan da korkarım. Fakat eşitliği savunan kadınların, askere gitmesi gerektiğine inanıyorum.

    ikincisi: Erkeklerin boşandıkları eşlere nafaka vermesi konusu. Anayasadan "Erkek evin reisidir." maddesi kaldırılmışken, erkeğin geleneksel rolleri kabul edilmezken, erkeğin üzerindeki geleneksel yükleri neden almıyorsunuz? Hakların alınıp, yüklerin bırakılması adil midir? Neden evliliğin ve boşanmanın bütün yükünü erkekler çekmektedirler?

    "Erkek evin reisi değilse" neden ailenin masraflarını üstlenmek zorunda olsun? Erkek kira ödemekte zorlansa hanıma "annemlerle oturalım" dese bu kadın için haklı boşanma sebebi oluyor. Çünkü erkek eşine ayrı ev açmak zorunda kanunlarımıza göre. Evin reisi sayılmayan adamın, neden böyle bir sorumluluğu olsun ki? Eşitlik varsa erkek ev işlerine yardım etsin, kadın ayrı ev açsın kocasına.

    Boşanma durumunda da yük yine erkeğin üzerinde. "Erkek aile reisi değilse" boşandığı kadına nafaka vermesi anayasaya aykırı değil midir? Üstelik boşanmayı kadın istemişken. Boşanma durumunda çocuk varsa ve çocuk annede kalacaksa, çocuğu için baba elbette nafaka verecek; fakat pek çok erkek çocukları için ayrı, boşandığı eşi için ayrı nafaka ödemek zorunda kalıyor. Neden?

    Bir kadın, iki ay gibi kısa zaman bile evli kalmış olsa boşandığında, başka biriyle resmi bir evlilik yapmadığı sürece eski kocasından ömür boyu nafaka alabiliyor. Nerde eşitlik? Erkek işsiz olsa bile nafaka ödemekten kurtulamıyor ve hapis cezası alıyor. Kadınlar ise çalışıyorsa bile kocalarından nafaka alabiliyor ve boşandıklarında kocalarına nafaka ödemek zorunda bırakılmıyorlar. Eşitlik ilkesine göre burada büyük bir haksızlık ve adaletsizlik yok mu? Cezaevlerinde nafaka ödeyemediği için yatan kaç erkek var? Bunlar bir açıklansın.

    Evlenirken ev kurmanın bütün yükü erkeklerin üzerinde. Ev kuracak, eşya alacak, nişan, düğün masrafı, geline takılacak takılar...Bunları erkek karşılıyor. Sonra gelin hanım üç beş ay sonra kocadan memnun kalmıyor ve ayrılmak istiyor. "Romantik değildi, annesine çok gidiyordu, falan filan..." Önemli sebeplerle boşanan kadınlar da var tabii ki fakat böyle ıvır zıvır sebeplerle boşanan kadın da çok.

    Boşanmanın bütün yükü de erkeğin üzerinde. Belki de bir gün bile ona mutluluk vermemiş bir kadına, ömür boyu nafaka ödeyecek, kazancını paylaşacak. Kanun yolu ile kölelikten başka nedir ki bu? Belki düğün masraflarının bile kadından tahsil edilmesi gerekirken, bir de erkeği ömür boyu o kadına bakmak zorunda bırakmanın neresi eşitlik?

    Boşanan kadının durumu ise daha iyi. Büyük ihtimalle ailesinin yanına gidecek, o zaman babası ya da erkek kardeşleri bakacak. Veya yeniden evlenecek kocası bakacak. Eski kocadan nafaka almaya devam etmek için nikahsız bir beraberlik ya da dini nikahla evlenerek masraflarını karşılayacak başka bir erkek bulan kadın sayısı da az değil bu arada.

    Erkek ise yeniden evlenmek için bir kez daha masrafa girecek, bir yandan da eski karısına para gönderecek. Yani iki kadına birden bakmak zorunda kalacak. ilk karısına nafaka ödediği için, belki ikinci eşi ile maddi sorunlar yaşayacak. Bu arada anne babasının durumu iyi değilse onlar da yardım bekleyecekler, erkek ya. Erkeğin ikinci evliliği de iyi gitmedi ondan da ayrılmak zorunda kaldı ne olacak? iki kadına nafaka ödeyecek, varsa çocuklarına nafaka ödeyecek derken bitti bu adam. Bir daha evlenemez. Günümüzde erkekler evlilikten kaçınıyorlar, bu sebeplerden olabilir mi?

    Ülkemizde her yıl yüz bine yakın çiftin boşandığı gerçeği var olduğuna göre, boşanmalarda erkeklerin de zarar görmemesi için çalışmalar yapılmalı ki bu erkekler tekrar evlenebilsinler. Ayrıca boşandığı belki de nefret ettiği kadına her ay para göndermek zorunda kalacak bu erkeklerin akıl sağlığını korumaları, eski eşleri ve toplum için potansiyel tehlike olmamaları için, boşanılan eşe verilen nafaka konusunda mutlaka bir şeyler yapılmalı. Her yıl boşanmalarla yüzbin, yüzbin, artan bir erkek sayısı var burada. Bu konu aileler ve toplum sağlığı için çok önemli.

    Üçüncüsü: Anne ya da babadan kalan maaşlar konusu. Anne-baba öldüğünde bekar ya da dul kızları onların maaşını ömür boyu alırken, erkek evladı işsiz de olsa anne baba maaşından faydalanamıyor. Bunun neresinde eşitlik var? Pek çok evli kadın resmen boşanarak eşleri ile yaşamaya devam ediyorlar, anne- babanın maaşını almak için. Öte yandan erkek kardeşleri evinin kirasını, karısının ve çocuklarının masraflarını karşılayamıyor. işsiz olabiliyor ya da çalışsa bile maaşı yetmeyebiliyor; fakat anne-babanın maaşından faydalanamıyor. Neden? Suçu ne? Erkek olmak mı? O da onların evladı değil mi? Hani eşitlik?

    Devlet pozitif ayrımcılık yaparak kadınlara iş imkanını artırdı. işsiz aile reislerinin sayısı 1 milyon 649 bine yakınmış. işsiz aile reislerinin yüzde 89'u erkeklerden, yüzde 10'u kadınlardan oluşuyormuş. Bir milyona yakın erkek işsiz, evine ekmek götüremezken, karısına ve çocuklarına bakmak, varsa eski karısına nafaka ödemek zorunda iken; babası, kocası ya da eski kocası tarafından masrafları üstlenilmiş pek çok kadın eşitlik adına işe alınarak erkeklerin işsiz kalmalarına sebep olunuyor. Adalet bunun neresinde?

    Bu yapılanlara bakıldığında eşit fırsat falan görünmüyor, kanun yoluyla erkeklerden alıp kadınlara verme gibi bir durum var. Kadın gerçekten ihtiyaç sahibi ise onun yükünü eski kocası değil, devlet çekmeli. Biliyorum, yazdığım bazı sorunların direk muhatabı siz değilsiniz; fakat aile bakanı olarak erkeklerin sorunları ile de ilgilenmek zorunda olduğunuz ve eşitliği savunduğunuz için bağlı olduğunuz bakanlar kuruluna teklif götürebilirsiniz.

    Madem ki eşit bir dünya isteniyor, o zaman gerçekten eşitlik sağlansın. Batı ülkelerine, yüksek sayıda çalışan kadın rakamı verelim, modern görülelim derken erkeklere haksızlık yapılmasın. Pek çok kanun batıya bakarak yapılıyor. Batının iki yüzlü kanunları da politikaları da bizi ilgilendirmez. Zaten batının aile konusunda geldiği noktaya bakarak onları bu konularda kesinlikle model almamamız gerekir.

    Kadına şiddet konusunda çalışmalarınız var. Şiddete uğrayan kadınlara elbette yardım edilmeli. Fakat konu öyle abartılıyor ki basın tarafından neredeyse bütün erkekler, şiddet yanlısıymış gibi gösteriliyor. Bu da işinde gücünde, ailesinin geçimi için canla başla çalışan pek çok erkeği zan altında bırakıyor. Neden yüz erkeğin hatasını yüz bin erkek çeksin ki? Şiddet konusundaki çalışmalar erkekleri zan altında bırakmadan yapılmalı.

    Ayrıca şiddeti önlemek şiddetten sonra yapılacaklarla olmaz. Şiddetten sonra karakola gitmek ya da polis çağırmak bir çözüm değildir.

    Öncelikle şiddetin tanımı iyi yapılmalıdır. Fiziki şiddet üzerinde durulurken, psikolojik şiddet hiç konuşulmuyor. Psikolojik şiddet, fiziki şiddetten daha hafif değildir. Kadınların erkeklere uyguladığı psikolojik şiddet önemsenmezken, erkeklerin kadınlara uyguladığı fiziki şiddet görülüyor sadece.

    Kadın erkeğe sokak ortasında "şerefsiz, namussuz" gibi her türlü hakareti yapıyor, bu suç olmuyor, erkek kadına bir tokat atsa suç oluyor. Erkek attığı tokadın bedelini ödeyecekse, kadın da yaptığı hakaretlerin bedelini ödemeli; madem eşitlikten haktan hukuktan bahsediliyor. Karakollarda "psikolog polisler" olmalı. Kadın fiziki şiddette nasıl polisi arayabiliyorsa, erkek de "psikolog polisi" arayabilmeli. "Karım bana şu hakaretleri yaptı, ruh sağlığımı bozuyor, şikayetçiyim diyebilmeli."

    Şiddetini önlemek için işe yarayacak bir kaç önerim var:

    Kadınlar, erkeklere hakaret etmeden konuşmayı öğrenirlerse şiddet önemli oranda azalacaktır. Kadına şiddet durumunda polis çağırmayı öğretmeden önce, erkekle nasıl konuşulur onu öğretmek lâzım. "Kadın hakaret ederse, erkek vurabilir." demiyorum yanlış anlaşılmasın.

    Kadının önce kendini korumayı öğrenmesi lâzım, yoksa polis gelene kadar canından olur. Kadının haklı ya da haksız olması önemli değildir. Mesela adam içmiş gelmiş, çocukların ekmek parasını içkiye vermiş, kadın haklı olarak şöyle diyor: "Allah belanı versin, yine zıkkımlanmışsın, ekmek paramızı içkiye yatırmışsın, pis sarhoş" Bu adamın, zil zurna kafayla bu sözlere karşı şiddet uygulaması hiç şaşılacak bir şey olmaz.

    Kadın canın seviyorsa, haklı da olsa adama hakaret etmesin, madem fiziki güç erkeklerde, madem ona gücü yetmiyor. Kadın, devlete polise güvenip ağzına gelen hakareti erkeğe yaparsa, polis gelene kadar kadın canından olabilir. Bu yüzden kadınlara önce kendini korumayı öğretmek lâzım. Bu da ne eline silah vererek ne de savunma sporu öğreterek olur. Kadının en büyük silahı dilidir. Kadın dilini düzgün kullanırsa kendini koruyabilir.

    Kadın cinayetlerinin çoğu ya erkek içkili iken ya da boşanma aşamasında gerçekleşiyor. Boşanma aşamasında kadın "nasıl olsa ayrılıyorum, babam abim yanımda" diye güvenerek erkeğe ağzına geleni sayıyor. Ayrıca pek çok boşanmada çocukların velayeti için ya da erkekten nafaka almak için dava dilekçelerine erkeğe yazılmayan iftira kalmıyor. Erkeğin sapıklığından tutun, aklınıza gelebilecek her türlü iftira atılıyor. Bir kaç yalancı şahit bulmak da pek zor olmuyor.

    Elbette boşanan erkeklerin içinde kötüsü de, sapığı da, akıl hastası da vardır ve bunlar yazılmalıdır; ama bu kadar boşanan erkeklerin hepsinin kötü, kadınların da çoğunun iyi olması pek gerçekçi değil. Kadın erkeği cezalandırmak için çocukları babalarından kaçırıyor, çocuklarının yanında ya da sokak ortasında hakaretler ediyor, üstüne dava dilekçesinde iftira atıyor. Yine de bunlar, sebep ne olursa olsun, erkeğin cinayet işlemesinin asla haklı sebepleri değil tabii ki.

    O zaman "Türk erkeği kadını kendi malı gibi görüyor, boşanmak istemiyor" gibi meselenin özüne inmeyen tespitler de bulunmak yerine "neden boşanma aşamasında bu kadar cinayetler işleniyor" onun araştırmasını yapıp, ailelere boşanırken yardımcı olunmalı.

    Şiddeti önlemenin ikinci yolu cinsel eğitimdir. Evlilikte muhabbeti sağlayan en önemli şey "cinsel hayattır." Toplumumuzda namus kavramından dolayı kızlar cinsellikten korkutularak büyütülüyor. Kadınların çoğu evlendikleri zaman cinsel isteksizlik yaşıyorlar ve eşleri ile birlikte olmak istemiyorlar. Erkekler de bu konuda eğitim almadıkları için eşlerine nasıl yardımcı olacaklarını, sorunu nasıl çözeceklerini bilemiyorlar. Cinsel sorunlar evlilikte öfkenin ve boşanmaların en önemli sebeplerinden biridir. Bu yüzden hem evlenecek olanlara, hem de evlilere mutlaka cinsel eğitim verilmelidir.

    Aileyi çok ilgilendiren "feminizm" konusunda da bir kaç şey söyleyerek bitirmek istiyorum.

    Kadınları kurban, erkekleri ise saldırgan ilan eden günümüz "feminist" yaklaşımı yanlış yönlendirici oluyor ve sorunları daha kötü hale getiriyor. Kadınların "iyi" erkeklerin ise "kötü" olduğu yolundaki sosyal algılama, gerçekleri görmemizi engelliyor.

    Aile bakanı olarak kadınlara eşitlik sağlama çalışmalarından ziyade iki tarafa da eşit bakar ve günümüz dünyasında sürekli ezilmeye ve aşağılanmaya çalışılan erkeklerin haklarını da korursanız çalışmalarınızla aileye gerçekten katkı da bulunacaksınızdır.

    Son olarak bir kaç ay önce sitemize gelen Gaziantepli sizin hemşehriniz olan ve mailinde size de yardım için seslenen boşanma aşamasındaki bir erkekten gelen mektubun linkini vererek bitirmek istiyorum. Bu vesile ile onun sesini de size duyurmak isterim.

    http://www.cocukaile.net/...n-erkekler-neler-cekiyor/
    3 ...
  32. yaya ıslatmaktan zevk alan sürücü

    1.
  33. yağmurun ilk damlasından itibaren, daha önce mağdur duruma düşmüş yayaların içini sıkan, ve tedirgin bir biçimde yangeç gibi yürümelerine sebep olan şerefsizdir..

    bu sadistlerle her yerde karşılaşabilirsiniz. ve ıslandıktan sonra ağız dolusu küfür etmezden özce; şayet bile isteye yapmadıysa, su birikintisini farketmeyip kazara yayayı ıslattıysa, hele birde durup özür dilediyse, yapılacak bir şey yoktur. işi gücü rast gelsindir. amma bu eşşoğlu yağmur yağdığında yayaları ıslatmak için fırsat kolluyorsa, yayaları ıslatmaktan zevk duyuyor ve her ıslatışla beraber oley çekiyorsa, işte bu tam bir orospu çocuğudur..

    be amk! oğlu, ne istiyorsun işine gücüne giden insanlardan!? diyeceğim geliyor, ama diyemiyorum. çok mu terbiyeliyim ne!
    0 ...
  34. oturduğu koltuğu babasının malı zanneden memur

    1.
  35. oturduğu koltuktan aldığı güçle, millete hizmet etmek yerine zulüm eden yavşak memur tipidir.

    böyle memurları bundan on sene öncesine kadar daha sık görmekteydik. şükür ki azaldı böyle şerefsizler. ama bunların kökünün kuruduğunu söylemek hala imkansız. özellikle vergi dairesi ve sgk kurumlarında şef ve benzeri yetkilere sahip, orta yaş üstü memurlarda hala görülmekte olan boktan durumdur.

    bu durumda kalanların yapması gereken şey basittir. kimse keyfen canı istiyor diye ekstra evrak, belge isteme imkanına haiz değildir. bu ve benzeri istekleri olan yetki sahibi tiplere denk gelirseniz. istediği evrakların gereklilik olmadığını anlatın. ha anlamadı mı? o zaman müdür yardımcısına çıkın ve o na durumu izah edin. bu da işgüzarlık yapıp gereksiz bir şekilde personelinin arkasında durursa işi inada bindirin. ve ilgili tebliğ yahut mevzuatı getirip müdür yardımcısının gözüne sokun. hala yapmakta ayak diretirse, o zaman müdüre çıkın ve durumu tafsilatlı bir şekilde anlatın. ilgili kurumun müdürü hemen işinizi halledecek ve müdür yardımcısı ve ilgili memurun götünü tekmeleyecektir..

    şunu bilin ki, birileri keyif sigarası yaksın diye gerekmediği halde onun isteklerini yapmaya başlarsanız, bunun önene geçemezsiniz..
    2 ...
  36. doğum gününde hüzünlenmek

    1.
  37. otuz yaşını aşmış her insanda görülebilecek hüzün yoğun durumdur. çoğu zaman hüzün veren yaşlanmak değildir. yaşlanmaya devam ettiği süreç boyunca kaybettikleridir, yitirdikleridir onu hüzünlendiren..

    hayatın kısa olduğu gerçeği ancak geriye doğru bakılarak anlaşılabilir. ve geriye doğru baktığımızda bu kısa anların toplamında elimizde kalan gerçek unutulmaz anların, çok sevip kaybettiklerimize dair yaşanan anlardan ibaret olduğu anlaşılır. gerçek mutluluklar ve gerçek hüzünler bu anlarda saklıdır ve her doğum gününde o tozlu raflardan düşen birkaç eski resim vardır elimizde kalan. bu yüzden sevmez bazı insanlar doğum günlerini. ve bilirler doğum günlerinin genelde sahte anlardan ibaret, çoğu zaman riyakar olduğu gerçeğini. çünkü hüzünlenmemelidir insan doğduğu günde. peki neden? hayat gülmek için bu kadar genişken, hüzünlenmek için neden bu kadar dardır?

    hüzünlenmek, ye'se düşmek değildir elbet. ve her insanın yenilenmek, yeşermek için hüzne ihtiyacı vardır. hüzün insana insanlığını hatırlatır kimsenin ulaşamadığı, kendine ait kuytusunda. bu kuytu köşeyi zırıl zırıl zırlamak için değil hatırlamak için kullanırlar. çünkü bilirler bir şeyi unutmanın, onu tamamen aklından silmenin asla mümkün olmadığını..

    silmeye çalışmak ancak zarar verir. bunun yerine onunla yaşamayı öğrenmek gerekir. ve her yaş alışında onu da yeşertmek..
    1 ...
  38. bu bayram kurban siz olmayın

    1.
  39. ito tarafından uyarı içeren ve sürücüleri dikkatli olmaya çağıran slogan. iBB, trafik uzmanları ve sivil toplum kuruluşları ile ortaklaşa gerçekleştirilen ve istanbul un tüm ilçelerini kapsayan çalışma çerçevesinde; 750 adet döviz, 5 bin adet afiş, 25 bin adet reklam etiketi hazırlandı. Şehrin ana arterlerinde 200 adet reklam panosu kiralandı. Uyarı mesajlarını içeren radyo ve TV reklamları hazırlandı. 200 binden fazla e-posta adresine de sanal ortamda "Bu Bayram Kurban Siz Olmayın, Trafik Kurallarını Dikkate Alın, Dikkat Edin" mesajları verildi.

    çalışmaya katkısı olan her kurumu ve kişiyi tebrik eder, kazasız, belasız bir bayram dilerim..
    1 ...
  40. annenin cam silmesi

    1.
  41. ertesi gün yağmur yağacağının habercisidir.
    yazık lan şu annelere! otuz yaşına geldim, hala aynı terane..
    4 ...
  42. evdeki herkesin hasta olması

    1.
  43. özellikle kış başlarında yaşanan, soğukların henüz önemsenmediği ama önemsenmesi gerektiğini gösteren. tüm hane halkının şifayı kapması ile salya sümük akıttığı, öksürük seslerinin burun silme (hımkırma) seslerine karıştığı, evde bu sesler dışında çok az ses duyulduğu, bol bol nane limon, ıhlamur, şifalı otlar eşliğinde, evi saran hastalığın iliklerine kadar hissedilmesidir.

    evde bebek-çocuk varsa ve hastalananlar içinde yer alıyorlarsa, sizin hastalığınız ikinci, üçüncü derece önem arzetmektedir. öncelikli olarak iyileşmesi, canlanması, yüzüne kan gelmesi, yaramazlık yapacak takati kendinde bulması gereken bebekler-çocuklardır.

    ne diyelim, şimdiden allah şifa versin..
    0 ...
  44. kefendeki sökükler

    1.
  45. yırtacak bir kefeni bile olmayanlarla doludur yerin altı. kefeni olsa, yırtıp girmemiş olabilecek miydi yerin dibine?
    belli ki var bu kefende bir hikmet.. peki yerin üstünün mü yoksa altının mı daha hayırlı olduğunu nasıl anlayacağız?
    ya bizim hayır gördüğümüz şeyde şer, şer gördüğümüz şeyde hayır varsa? gel de çık bu işin içinden.. sanırım o bize gelmeden kapısını çalmamak ama geldiğinde kapıyı suratına çarpmamak, iyi ağırlamak boynumuzun borcu. işte bu yüzden değil mi ölmeden önce ölmek..

    biraz olsun ölmek gerek, fazlasına hacet yok aslında. ölümünde birazı mı olurmuş? demeyin. olur elbet.. hem hangi baba yiğit ölmeden önce ölebilir/ölebilmiştir şu zamanda? kolay olanı zor hale sokmaktır bizim işimiz. oysa en basit haldir ölmek!
    ne yarın için yaşamak ne de sadece ve sadece bugünü semirmek. gereken tüm bilgi zamanda mündemiç..

    yerin altına girmek de değil aslında korkutan bizi. oradan yansıyan keskin karanlıktır bizi kahreden, dünyaya bağlayan. tırnakların şimdiye geçirilmiş olması işte tam bu yüzden. dünü unutuş, yarını yok sayış.. demir atarak bugüne yarının getireceklerini umursamamak, korkaklığın cesaret addedildiği sahte bir kavrayış sadece.. ölüm gerçek ve umulmadık bir anda gelecek. bu yüzden değil mi, her ölüm biraz erken..

    ve mal canın yongası olmamalı, temiz bir testere ile yontulmalı ancak kendinden başkasına. bağını çözmek bugünden ve o na yelken açmak... ancak o zaman dikilebilir kefendeki sökükler. üşütmez esen rüzgar, esen yel kapandıkça sökükler. ve bilinir ki dikilmiştir artık kefen. hazırdır ölmeye..
    0 ...
  46. yaz yorgunluğu

    1.
  47. yazın yükselen aşırı hava sıcaklığına bedenin uyum sağlayamaması sonucu hissedilen yorgunluk..

    yazı çekilmez kılan aşırı sıcak hava sonucu; vücut su kaybeder, kan basıncı artar, nefes almak zorlaşır, geç saatlere kadar uyunamaz ve uyku delik deşik olur, zihin bulanır, konsantrasyon zorlaşır, çalışılan işin emek yoğunluğu nispetince ayakta kalmak zorlaşır, masa başı işlerde çalışanlar koltuğa yığılır kalır, yemekten tat alınmaz, sigara içmekse tam bir işkenceye dönüşür..

    sıcak sevmeyen soğuk bir adam olarak, kıştan şikayet edenlere çok pis küfür edesim geliyor!

    sıcak çok yordu beni, gel de bir teselli ver!
    2 ...
  48. açlık günleri

    1.
  49. ramazan ayının yaklaştığı şu günlerde insanın sadece orucu değil tüm ibadetleri ritüelleştirip, sosyal hayattan soyutlayarak din anlayışını sadece tapınak ve belli zaman dilimleri içine sıkıştırarak, tüm hayatı kuşatmayan, manasını ve ruhunu yitirmiş şekilci ve basmakalıp bir din anlayışının nasıl normalleştiğini ve gerçek din olarak algılandığını ortaya koyan çarpıcı bir (bkz: ihsan eliaçık) makalesi..

    makalenin tamamına yazarın kendi web sitesinden ulaşabilirsiniz.
    http://www.ihsaneliacik.c...9&utm_content=twitter

    --spoiler--
    dinlerini tapınak dini ve zengin eğlencesi haline getirenler, başta oruç, iftar ve sahur olmak üzere islam’ın özgün ritüllerini tahrif etmişlerdir.
    artık ramazan bir festival.
    iftar, zenginlerin davet ve şatafat gösterisi.
    sahurun anlamı yok.
    ramazan gelince din pazarı açılıyor. ekranlar ramazan meddahlarından, kıssacılardan, hurafecilerden geçilmez oluyor.
    allah’ın bizim sırf aç kalmamızı istediğini, ondan hoşnut olduğunu sanıyorlar.
    sanki biz aç kaldıkça allah’ın egosu tatmin oluyor ve bundan büyük zevk duyarak "nasıl da milyonlarca insan benim için aç kalıyor, en büyük benim!" diye gökte tanrılığını kutluyor (!)
    sırf "bir" ay aç kalmada maharet var sanıyorlar.
    sadece "beş" kez eğilip kalkmanın meziyet olduğunu sanıyorlar.
    kabe’nin etrafını "yedi" defa dönmenin yeteceğini sanıyorlar.
    hayvan boğazlamanın, her yanı kan gölüne çevirmenin, derinin, bağırsağın, dananın, tekenin "din kuralı" olduğunu sanıyorlar.
    saçının tek telini göstermezsen, domuz etini zinhar yemezsen en çok takva sahibi ve en iyi dindar oluyorsun.
    bu zihniyet nusükun (ritüelin) hayattaki gereğini yapmayı değil; bizzat kendisini din sanıyor.
    --spoiler--
    1 ...
  50. köpek tekmelemek

    1.
  51. insanlıktan nasibini almamış, bazısı iyi bir eğitim almış ve iyi bir ailede yetişmiş olmasına rağmen sonradan orospu çocukluğu makamına yükselmiş, bazısı sonradan değil çocukluktan itibaren kendini orospu çocuğu olarak yetiştirmiş, kişiler tarafından büyük bir zevk duyularak köpeğe uygulanan şiddettir..

    vicdanından, acıma duygusundan ve merhametinden sıyrılmış kişileri insan olarak adlandırmak ne derece doğrudur!? eskiden insanlık öldü mü? diye sorulur ve vicdan devreye girerdi. bugünse evet insanlık ölmüş be abi! demekten başka bir şey gelmiyor elimizden. insanlık denilen şey denir acaba? ve nasıl ölmüş, öldürülmüştür? kim kıymıştır insanlığına, sadece kendi sevgisinden dolayı? hem o bile sahteyken!
    1 ...
  52. rüyaya giren senegal erkeği

    1.
  53. hemen uyanılması gereken, feci bir rüya şeklidir.
    kabustur, kabus..*
    0 ...
  54. senegal erkekleri

    1.
  55. kara kıta afrika'nın batısında bulunan senegal'in bağrında yetişmiş bol damarlı karamı kara, yağızmı yağız erkeklerdir..
    italyan erkeklerinden bahsetmek kolay, gecenin bir vakti senagal erkeklerinden bahset de göreyim götünü.
    rüyana girsin de gör ebenin uzağını..
    1 ...
  56. binyılcılık

    1.
  57. hiristiyanlıkta, kıyametten önce hz. isa'nın geri dönerek yer yüzünde bin yıl hüküm süreceğine duyulan inanç. bu dönemin huzur ve mutluluk içinde geçeceğine inanılır..
    0 ...
  58. daha fazla entry yükleniyor...
    © 2025 uludağ sözlük