çok tuhaf değildir. felsefe tarihini bilenler için orada diogenes* isimli mübarek bir şahıs vardır ve halkın ortasında mastürbasyon yapmasıyla bilinir. kendisi cyniclerden bir filozoftur.
tüm insanların cinsel ihtiyacı vardır, bunları da karşılaması mecburidir.
bu kutsallaştırmanın sonuçlarından biri de yetişen kemalist zihniyettir.
şunlardan öte gitmez atatürk'ü sevmeyenlere karşı sözleri
"baban kimdi bilemezdin. soyadın papudopulos olurdu."
"atatürk'ü sevmiyorsan kurtardığı ülkede yaşama."
"atatürk'ü sevmeyen insan değildir."
"atatürk'ü sevmeyen orospu çocuğudur."
"atatürk'ü sevmeyen insanlar üzerinde resmi olan para kazanmak için uğraşıyorlar." vs vs.
atatürk'ü tamamen mantıksız, tamamen ayrımcı, tamamen faşist bu sözlerle savunan insan ne kadar anlamıştır acaba atatürk'ü? ne anlamıştır önderim dediği insandan?
bilhassa okullarda devlet eliyle yapılan, atatürk'ü anlaşılmaz, erişilmez hale getiren, insan-üstü bir imaj yaratan, atatürk'ü eleştirilemez bir tabu haline getiren, dogmatizme yol açan uygulama.
okullarda atatürk hatasız, günahsız, yanlışsız biri olarak öğretiliyor, "atatürk yaptıysa vardır bir sebebi" denilerek eleştirel düşüncenin önü kesilip farklı fikirler imha ediliyor. vatan sevgisi atatürk sevgisine indirgeniyor. atatürk'ü sevmenin bir zorunluluk olduğu izlenimi yaratılıyor. atatürk şişirildikçe şişiriliyor, insan olmaktan çıkarılıp bir übermensch haline getiriliyor, böylece tabulaştırılan anlaşılmaz oluyor. insanlar atatürk'ü neden sevdiğini, nasıl seveceğini bilmiyor. birini sevmenin yolu onu anlamaktan geçer fakat çocuklara sevin gerisi yeter anlayışı aşılanıyor.
atatürk'ü eleştirdiğinizde insanlar uzaylıymışçasına bakıyorlar size, vatan hainliği yaptığınızı zannediyorlar. sizi bildikleri 3-5 kalıptan birine sokmaya çalışıyorlar (şeriatçı dinci, yunan dölü vs.) insanlara çok garip geliyor eleştirmek. halbuki atatürk değil miydi "ben size ardımda hiçbir dogma bırakmıyorum" diyen?
atatürk makyavelistti. yani her zaman iyi olması zaten olanaksızdı. ayrıca atatürk de bir insandı, bu yüzden hataları vardı. atatürk'ün durumu şuydu, doğruları hatalarının daha üstündeydi. normalde bir insan bu kadar güç elindeyken gücün şehvetine kapılır, atatürk gücün büyüsüne çok kapılmamıştır, bu da iyi bir lider olduğunu gösterir.
ama dediğim gibi yanlış uygulamaları da vardır. kendine muhalifleri öldürtmesi, dersim, zilan deresi, şapka kanunundaki sert tutum, milliyetçiliği vs. "atatürk yaptıysa bir nedeni vardırcılar"ca bunları tartışmak bile vatan hainliğidir.
atatürk'ü kutsallaştıran kişiler, atatürk hakkında en z fikre sahip olanlardır.
nietzsche'nin nihilizmi ontolojik değil ahlakidir. bu nihilizmi de "ahlaki eylem yoktur, eylemlerin ahlaki yorumu vardır" cümlesiyle özetlemiştir. bu da not olarak burada dursun.
hitler'in akıl hocası demek saçma olur. illa bir akıl hocası aranıyorsa hegel olur bu; ki hegel'i kendi istediği doğrultuda yorumlayarak en fazla. nietzsche ırkçılık, milliyetçilik gibi olgulara karşı çıkar. üstinsana ancak milletlerden, devletten, dinden arınarak varılabileceğini söyler. peki milliyetçi-ırkçı olan hitler'in nasıl akıl hocası olabilir?
hitler hegel ve nietzsche'yi çarpıtarak kullanmıştır. nietzsche görse bir dolu söverdi bu adama.
nietzsche'yi pek sevmem. üstinsanı çok soğuk geliyor bana. birkaç neden daha var ama yazmaya üşendim. nietzsche'nin diğer yönleri yine tartışılabilir ama kendi ahlak anlayışımız üzerinden değil, rasyonalizmle.
edit:
en büyük alman felsefeci demeyin bre kafirler; schopenhauer, immanuel kant, hegel dururken nietzsche'ye bok yemek düşer.
tartışmayı piç etme yöntemlerinden biri olan kart. atatürk'ü yanılmaz, hatasız, insan-üstü bir varlık olarak görenlerce sıkça kullanılır. tartışmalarda zorda kalınca direkt atatürk kartını oynarlar. (argumentum ad verecundiam). sanırlar ki atatürk bu sözü söylediği için karşı taraf tartışmayı kaybediyor. çokça karşılaştım, diyelim konu liberalizm ve komünizm, hemen atlar der ki biri "atatürk komünizmin başının ezilmesi gerektiğini söylüyor." al işte, gitti tüm tartışma. atatürk komünizmin kötü olduğunu düşünüyor diye neden komünizm kötü olsun? komünizm faydalıdır, zararlıdır bu tartışılır ayrıca argümanlarla. ama atatürk'e başvurarak fikir korunamaz, insanların bunu anlaması lazım.
milliyetçilik, türklükle gurur duyma vs. gibi konular atatürk kartının en çok kullanıldığı konulardır.
şöyle diyaloglar bolca geldi başıma:
-atatürk milliyetçiliği övüyor!
+e russell da yeriyor.
-ama o atatürk!
+e bu da russell.
işin garip yanı bu insanların atatürk hakkında pek fikre sahip olmaması; aynı atatürk osmanlı'yı sevmez*, dindar da değildir**. bunları söylediğinizde de size sövüp sayarlar, yalan olduğunu söylerler.
nazileri hatırlatan polis. (hoop geldik yine nazilere, godwin amcamıza selamlar). nazilerin bu kadar çoğalmasının en önemli etkeni hitler önderliğindeki nazilerin tehditleri ve cinayetleriydi. nazilerden korkan insanlar birer ikişer nasyonel sosyalist partiye yazılmaya başladı. sırf ölümden kaçabilmek için. sonra aynı insanlar yahudileri yaktı, insanları öldürdü. peki bu onları affetmemiz gerektiği anlamına mı geliyor?
nazileri bir kenara bırakalım, polise dönelim. polisin görevi nedir? halkın güvenliğini sağlamak. peki polislerin görevi onların güvenliğini sağlamakken halkı öldürürse biz bunu nasıl görmezden gelebiliriz? psikoloji, yorgunluk vs. bu durumda kabul edilemez bir nedendir. eğer polisleri öldürme teşebbüsünde bulunmamışsa o insanlar, hiçbir ahval ve şeraitte öldürücü biçimde zarar verilemez. yorgunluk, uykusuzlukla savunulamaz. insan ölüyor insan!
ayrıca gezidekiler de günlerce uykusuz, bitkin, yorgun durdular, onlar niye kimseyi öldürmedi? öldürseydi "yorgunluktan yea" denilip geçilir miydi?
polislere korumak için para verilir, öldürmek için değil. mesele basit, hiçbir koşul da bunun önüne geçemez.
bir felsefe sorusu. bu soruya aristotales'in verdiği cevap incelenmeye değerdir.
aristotales şeyi şey yapan şeye "biçim" der. biçim, birbirini tamamlayan dört nedene ayrılır. bunu mermer heykel örneği üzerinde incelersek:
1) maddi neden: heykelin yapımı için gerekli mermer maddi nedendir. bu şeyin var olması için gereken en önemli neden budur.
2) edimsel olarak yapan neden (hareket ettiren neden): çekiçle mermerin yontulması işlemi.
3) formel neden: bu şeyin heykel olabilmesi için insanın, aslanın vs. şeklini alması gerekir. gelişigüzel yontulmuş bir mermer parçası heykel değildir. şeklin tanınmasını sağlayan şey, maddede kendini gerçekleştiren neden formel nedendir.
4) ereksel neden (sonul neden): varoluş nedeni. heykeltraşın amacını gerçekleştirmek üzere maddi neden, edimsel neden ve formel nedenin birlikte çalışmasıdır.
2 nedenin de yeterli olduğu olur bazen.
yani bir şeyi o şey yapan şey; maddesi, çalışılması, şekli ve amacıdır.
dindarların düştüğü ve (genellikle) yanlış tarafı seçtiği çatışma. dindarlar genel-geçer olduğunu iddia ettikleri din ahlakını içinde bulunulan çağın ahlaki normlarıyla bağdaştırmaya çalışarak dini ahlakın zaman-üstü olduğunu farkında olmadan reddediyorlar.
bir örnekle açımlayacak olursak:
islam'da çok eşlilik var ama 21. yüzyıla geldiğimizde çok eşliliğe sıcak bakılmıyor. bu durumda dindar insan ne yapıyor? çok eşliliği rasyonalizasyonla 21. yy ahlağına uygun hâle getirmeye çalışıyor; şu şu şu durumlarda çok eşlilik olur, kadın istemeden olmaz vs.
oysa söylemesi gereken şudur:
evet, belki siz bunu ahlaksızlık olarak görebilirsiniz ama dinim ahlaksızlık olarak görmüyor. sizin geçici ahlağınızın dediğini umursamıyorum.
böylece dinin zaman-üstülüğü reddedilmemiş olur.
bir kanthauer'le ramazan sohbetinin daha sonuna geldik. tekrar görüşmek dileğiyle, bizimle kalın.
değişme, hareket veya oluş neden çelişiktir ? çünkü bir şeyin hem olması hem olmaması; mantıksal bağlamda şeylerin aynı anda hem "a" olması hem de "a olmaması" demek olgular cephesinde mümkünsel süreç teşkil etmez. değişmede değişen bir şey, bir an önce her ne ise o şey olmaktan çıkmakta ve başka bir şey olmaktadır. o halde onun bir an önceki şey olarak artık varolmadığını, bir an önceki şey her ne ise onun ortadan kalktığını, buna karşılık şimdi ortaya çıkan şeyin de bir an önce varolmadığını, dolayısıyla onun da bir an önce var değilken şimdi var olduğunu kabul etmemiz gerekir. fakat, akılsal bakımdan imkansız olan tam da budur. çünkü bu, var olan bir şeyin artık var olmadığını, var olmayan bir şeyin ise şimdi artık var olduğunu söylemek anlamına gelir. bir an önce var olduğunu gördüğümüz veya söylediğimiz şey şimdi nasıl ve nereden varlığa gelmiştir? böyle bir şeyi, yani varlığın var olmadığını veya varolmayanın varolduğunu söylemek, aklen zor ve esasen çelişik olduğuna göre, insana böyle bir şeyi söyleten, onaylatan şeyin kendisini, yani duyusal-deneysel gözlemi, duyusal bilgiyi değersiz, çünkü yanıltıcı olarak reddetmemiz ve onun yerine akılsal mantıksal yöntemi yani doğrudan a priori düşünme, akıl yürütme yöntemini geçirmek gerek.
parmenides'te kendini bulan akıl yürütme olgusuna aristoteles karşı çıkar ve onun özdeşlik ve de çelişmezlik ilkesini yanlış anladığını ileri sürer. çünkü aristoteles'e göre özdeşlik ilkesi; "bir veya aynı şeye, bir veya aynı niteliğin, bir ve aynı zamanda, bir ve aynı bakımdan hem ait olması, hem de olmamasının imkansız olduğu"nu söyleyen ilkedir. Oysa burada böyle bir durum söz konusu değil.
değişme; bir şeyin belli bir zamanda belli bir niteliği kazanması başka bir zamanda ise bu niteliği kaybederek yerine başka bir niteliği almasıdır. bunda özdeşlik ilkesine aykırı olan bir şey yok, kısaca değişme; mantıksal bakımdan hiç de çelişik değil.
aristoteles'in bu itirazına parmenides şöyle bir cevapla karşı çıkmaya devam edecek:
"asıl önemli olan asıl sorun birinci niteliğin ne olduğu, nereye gittiği, ikinci niteliğin ise daha önce var değilken nereden ve nasıl varlığa geldiği değil midir? bu nitelik, herhangi bir varolan şey gibi varsa, ortadan kalkamaz; eğer var değilse o zaman da varlığa gelemez. bunun aksini söylemek veya düşünmek çelişki içine düşmektir. çelişki ise kabul edilemez."
aristoteles'in varlık kavramını parçalayarak, yumuşatarak ve varlık-kavram çiftini yardıma çağırarak bu ikinci/ve son derece havada bırakılmış itirazı nasıl cevaplandıracağını ve oluş hakkında nasıl net bir açıklama vereceğini ele vermek kaçınılmaz: bu aklın, yani varlığı kuracak, inşa edecek veya yaratacak olan aklın değil; onu düşünecek, kavrayacak ve doğru ifade edecek olan aklın klavuzluğuna kendimizi bırakırsak, o bize önce ve kesin bir zorunlulukla "varlık vardır" diyecek, daha sonra "varlığın varolmadığı"nı veya "varlığın hem varolduğu, hem varolmadığı"nı söylemenin imkansız olduğunu belirtecektir. ancak sözünü etmeye çalıştığı akıl veya mantıksal düşünce bununla kalmayacak, varlık veya varolan kavramının içeriğinin analizinden varlık hakkında daha başka şeylerin de söylenmesinin mümkün, daha doğrusu zorunlu olduğunu gösterecektir. varlığın bölünemezliği sistem doğru işlediğinde farkedilecebileceği gibi.
ve nihayetinde değişme; mantıksal bakımdan hiç de çelişik değil.
non sequitur kendisinden önce gelen öncüllerden doğal olarak çıkmayan önermeyi ifade eder. latince "izlemeyen" anlamına gelir ve tam karşılığı oturtulamadığı için latince olarak kullanılır. esasında non sequitur'ları akla yatmadıkları zaman saptamak her zaman daha kolay olagelmiştir. örneğin çoğu kedinin süt sevdiği ve kedilerin kulakları olduğu bir gerçektir. ancak bu gerçeklerden karl marx'ın en büyük alman düşünürü olduğu sonucunu çıkaramam. bu durum; sonucu ister doğru ister yanlış olsun, her halükarda sürrealizm sınırında dolaşan bir non sequitur olur. evet marx'ın bir düşünür olduğu doğrudur, kendisinin alman olduğu da doğrudur ve bazı insanlar için bu ikili öncülde "en büyük" sıfatı da doğrudur. peki bunun kedilerle ne ilgisi olabilir?
Herkes tarafından kullanılan sözcüklere özel anlamlar yüklemek olarak bilinir. Adını nereden alır: Lewis Carroll'un "Aynanın içinden" adlı kitabındaki Humpty Dumpty karakterinden. Humpty Dumpty'ye zafer sözcüğü ile ne demek istediği sorulur. Sana der Humpty Dumpty 'güzel bir nakavt tanımı yapmak isterim'. Zafer! diye karşı çıkar muhatap, zafer bu anlama gelmez her zaman! Humpty Dumpty aşağılayıcı bir tavırla cevap verir:
-Ben bir sözcük kullandığımda, o sözcüğün ne anlama gelmesini istersem, o sözcük tam olarak o anlama gelir -ne bir eksik ne bir fazla.
Kullanılan sözcüğün hangi anlama gelmesi gerektiği konusunda açıklanmış bir koşul yoksa örnekleri içselleştirmek kolaylaşır, çünkü hayatımızda, bizim hayatımızın bizzat odağında rastladığımız örneklerdir bunlar. Örneğin şiddet konusundaki bir tartışmada biri çıkıp da şiddetin ne demek olduğunu bildiği halde söz edilen bölgede ısrarla şiddetin var olmadığını söylüyorsa humptydumptycilik yapıyor ve "şiddet" sözcüğüne kendince alışılmadık ve bilinmeyen anlamlar yükleme eğilimi gösteriyor demektir.
Bir başka örnek; son derece gaddar son derece acımasız bir çete önderinin hayranları tarafından "çok iyi bir adam" olarak tanımlanması doğrudan humptydumptyciliktir. "Çok iyi bir adam" sözcükleri kaçırılmış ve bilinen anlamlarından farklı bir anlam teşkil etmeye adeta zorlanmıştır.
Sonuç olarak bir kimsenin dil kullanımının humptydumptycilik olduğunu söylemek, o kimsenin dilini şaşırtmacalı bir dil olduğu için eleştirmek anlamına gelir. Bu; sözcüklere yöneltilen bir dizi tehdidin kavramlar dünyasında vücut bulmasıdır.
adına yüzlerce savaş yapılmış, yüzbinlerce kişi öldürülmüş olgu. tüm dinler barışı istediğini söyler fakat gariptir ki yayılmak için dökülen kanın haddi hesabı yoktur. dinin en temel çelişkisi burada başlar.
din bireysel olarak faydalı olsa da, toplumsal açıdan zararlıdır. en başta ayrıştırıcıdır ve ayrıştırıcı hiçbir kurum dünyaya iyilik sağlamaz. milliyetçilik ne kadar iyilik, barış getirmişse din de o kadar fayda sağlamıştır.
her şey değişirken, anlayışımız, evrene bakışımız, fikir yapımız değişirken değişmez/dogmatik kurallar koymaya çalışmıştır. bu çok büyük bir hata. zaten "gerçek islam" "gerçek hristiyanlık" vs. çatışmalarına da sebep olan bu dogmatizmdir. her ne kadar fark etmesek de düşünce şeklimiz bir hayli değişti binlerce senede. artık hümanizmi içselleştirdik, bu yüzden binlerce sene öncesinin kuralları çok ters geliyor bugün. değişim esastır, kalıcı olan bir şey yoktur.
5 creative new ways businesses are screwing over employees
ask any old person and they'll tell you that the best way to learn a business is to work your way from the bottom up. want to be a professional dolphin wrangler? start by applying for the job of underwater shit shoveler. think you'll be a great ceo? you're going to need to work your way up from aeo to beo first.
but what no one tells you is that the jobs at the bottom of the totem pole aren't simply the crappiest jobs in the workforce. no, the totem pole itself is rigged to steal everything it can from the guys on the bottom. don't believe us? here are five new ways companies are exploiting their lowest level employees.
#5. guaranteeing commissions for salesthat will never happen
like everyone else selling big-ticket items, music supply chain guitar center has been losing business to online sales. guys walk into a music store, try out the harpsichords, then buy them cheaper on harpsichordsrus.net. unfortunately, that means guitar center's salesmen are forced to survive on $800 a month because they just can't earn any commission.
the weird thing is that guitar center's biggest online competitor is musician's friend ... which is owned by guitar center. the company is hiring salesmen by promising commissions on sales that they know they'll never make, because everyone's going to get their gear online, from them. guitar center still gets their money, the customer gets a better deal, and that unlucky schmo who plays "welcome to the jungle" for non-committal customers gets minimum wage.
#4. avoiding benefits by only hiring temps
have you ever broken up with someone just before their birthday so you wouldn't have to get them a gift? of course not, you're not an asshole. retail giant walmart can't say the same because they're pretty much doing the equivalent of the avoid-a-gift breakup in their hiring practices. here's why: during the holiday season, most stores, including walmart, hire temporary employees to soak up the extra work. it's also a great way to give college kids something to do during christmas break.
lately, however, walmart has decided to make every day christmas by hiring temps all the time, which means they get to sidestep benefits and health care for new employees. so if anything happens in that employee's life -- like they need to care for a family member or if they get sick -- walmart can just fire them and hire someone else. plus, they can use temp workers to cut the hours of their full-timers. win-win! coupled with the fact that their employees are specifically forbidden to talk to the media about their jobs, the retailer looks more like an extra-low-rent james bond villain every day.
#3. paying their employees with a debit card (packed with hidden fees)
one mcdonald's in pennsylvania has brought payroll into the next century by paying employees through a convenient debit card. on the surface, it sounds like a decent deal -- the paycheck is deposited onto a jp morgan chase bank debit account, which you can then spend on cigarettes and denim and other products that regular humans like to buy. no pay stubs, no signatures, no awkward drive-through bank conversations where you pretend to have eight kids in the car to get nine lollipops. everything is streamlined and simple.
that is, until you look at the fees attached to your card. want to check how much money you've earned standing over a hot fryer? that will be a dollar. want to take out cash for a night out? that's a $1.50 atm fee. want to pay your bills online? seventy-five cents. want to take out cash from your bank? five fucking dollars. when you're probably only making $7.25 an hour. at mcdonald's. good luck getting ahead in life, sucker.
#2. blackmailing undocumented workersinto employment
unless you're talking about architecture or actual crops, nothing good is going to come from attaching the phrase "plantation" to your place of work. so when 7-eleven was accused of recreating a plantation system for its workers, you know it's going to be bad.
in this case, owners of 10 7-eleven franchises smuggled illegal immigrants into the united states with a promise of jobs, which was partly true. what they didn't tell their future employees was that 7-eleven would provide a fake id, pay them $3 an hour, and force them to live in substandard housing owned by the owner of the store, and that their rent would come out of their tiny, cash-only salary. and also the workers would put in 100 work weeks, and if they complained, the owners would have them deported. again, that was partially true: a sting operation finally caught and indicted nine guys involved, and the 50 illegal immigrants caught up in the case are now facing deportation. u-s-a! u-s-a!
#1. goodwill pays their disabled employees pennies an hour
for the most part, nonprofits are pretty rad. usually you can expect them to focus less on making money and more on their mission statement, like "providing housing for homeless puppies" or "protecting wildlife" or "setting up six-figure salaries for their ceos while paying their disabled employees just pennies an hour." wait, shit, how did that last one get in there?
thanks to a law written in 1938 (back when we still thought eugenics might not be such a bad idea), nonprofit organizations are allowed to pay their disabled employees "according to their abilities," basically meaning that there is no minimum wage. and in pennsylvania, some workers' "ability" is apparently worth 22 cents an hour, which you'll notice is roughly a metric tittyload less than is necessary to survive.
and it's not just people working at nonprofits: the "certificate holders" for section 14(c) can place workers at for-profit organizations. the helen keller school for the blind in new york has placed workers in applebee's and barnes and noble, where they were paid as little as $3.80 an hour.
the reason the numbers fluctuate so much is because of "time studies." the employer will time how long it takes for an abled person to complete a certain task, and then time the disabled employee performing that task once every six months and adjust the salary accordingly, because obviously when a company is conducting a "how little can we get away with paying you?" test, there's no incentive to rig the whole thing in their favor at all.
atatürk'e diktatör denildiğinde kızan, sinirlenen, küfürler eden insanlar var. "diktatörü tanımla desek" ilk söyleyeceği şey "hitler" bunların. ne diyorduk, hah, hitler olmasa kendilerini savunamaz bu insanlar. evet hitler bir diktatördür de, diktatörün anlamı "kalpsiz, cani yönetici" değil.
diktatör, tüm siyasal ve hukuki gücü elinde bulunduran yöneticidir. diktatörler yararlı, iyi de olabilir kötü de, bu onun kişiliğiyle alakalı daha çok. iyi diktatörlere örnek verecek olursak roma imparatoru, stoacı, şair, iyiliksever marcus aurelius'u örnek gösterebiliriz. (marcus yine de bir sezar veya diğer roma imparatorları kadar saygı görmemiştir. erasmus "deliliğe övgü"de bundan bahseder. nedenleri ise machiavelli'nin prens kitabında hükümdarlara saygı duyulmasını sağlayan şeylerle ilgili bölümde bulunabilir.)
kötü diktatörlere ise mussolini, stalin, sezar, darth sidious, melkor morgoth örnek verilebilir.
bu bağlamda değerlendirecek olursak:
a) atatürk gücü elinde topladığı için diktatördür.
b) atatürk bu gücü çoğu zaman halk için kullanmasından dolayı iyi bir diktatördü
evet, türkiye cinsellik açısından sıkıntıları olan bir ülke. sokakta öpüşmek bile ahlaksızlık olarak adledilebiliyor, kınanıyor. sokakta öpüşmenin kimseye bir zararı yok halbuki, iki insanın "kendi özgür seçimleriyle" yaptıkları bir hareket. özgürlük zaten budur, insanlar kendi özgür iradeleriyle bir şeyleri yaparlarsa ve bu başkalarına zarar vermiyorsa yapılmasında hiçbir sakınca yoktur. eşcinsellik, seks vs. de bunun içinde. anahtar kelimemiz özgür irade.
eşekle ilişkiye girmek ise tamamen farklıdır. neden? çünkü eşeğin özgür bir iradesi yoktur. yani eşekle ilişkiye giren biri bunu "eşeğin rızası olmadan" yapmaktadır. tecavüzden farkı yoktur. eğer eşekler ve diğer hayvanlar da konuşabilseydi ve bunu kendilerinin de istediklerini söyleselerdi o zaman savunulabilirdi.
sözlük ortamlarında (ekşi olsun ulu olsun itü olsun) çok sık rastlanan hadise. eğer bir taraf diğerinin görüşünü sevmiyorsa hemen "liboş" joker kartını devreye sokuyor. tartışmalarda katlanamadığım şeylerden biri argüman kullanmak yerine sıfat takmak.
konumuza dönecek olursak kim; liberalizm kötü bir şey değildir. liberalizm, birey haklarını ve özgürlüklerini esas alır. liberalizm, özgürlükçülüdür. bir liberalin savunduğu şey şudur: insanlar özgürdür ve hakları vardır. bunlardan önemli hiçbir şey yoktur. "liberal" kelimesini hakaret olarak kullanmak, aptal kelimesini övgü olarak kullanmak gibi.
"liberal ekonomi sistemi destekçisi" anlamında kullanılacaksa daha iyi kelimeler bulunabilir sanırım çünkü bu şekilde anlam karmaşasına yol açıyor.
bu konu üzerinde durulası bir konu ki hepimiz hayatında bir kez de olsa şu cümleyi duymuştur diye tahmin ediyorum: "ingilizce'de turkey hindi demek yaa, e türkiye de turkey demek bize hindi diyorlar, aşağılamak amaçlı" deli misin diyeceğim olmayacak kızacak. bu nasıl gereksiz bir komplekstir böyle. hep o lüzumsuz faşist tutumun, hep o aynı en üstün bizim ırkımız algının, hep o bastırdığın manasız cehaletin ve yine hep bu yıllardır süregetirdiğin yersiz kompleksinin sonucu bunlar ve evet yanlış biliyosun kimsenin senin ülkeni aşağılamak için hindiyi kullandığı falan yok çünkü söyleyeceklerim umarım düşünce dünyana kapıları kırarak girer:
nereden başlayım? mısır'dan. mısır ülkesinden ve mısır besin maddesinden. kavramsal olarak düşünmeye gerek yok yani mısır yerine bobbom gibi bir ifade de kullanabilirdik. tek takılası nokta o ülke ile o besinin aynı ismi taşıma haliydi. mısır dediğimiz o besin bize mısır dediğimiz o ülke topraklarından geldi. hoş bir tesadüf oluşturmak mıydı, yeni kelime üretmekteki kıtlık mıydı bilemiyoruz ancak yediğimiz mısıra da gezdiğimiz mısır'a da mısır dememiz bu besinin bize bu ülkeden gelmiş olmasıyla doğrudan alakalıydı. sonra örnekler çoğaldı. portakala portakal ismini verdik çünkü portakal portekiz'den getirildi. sessel uyuşuma dikkat, biraz dilbilim bilginiz varsa bu altın kurallardan biri ayrıca. ve ıspanak. ıspanak adını ispanya'dan aldı. çünkü bu topraklara ispanya'dan geçti. hiçbir ispanyol da zannetmiyorum ki şunu düşünsün: "türkler bizi ezikliyo bize ıspanaksal isim takıyo" yok öyle bir şey. basit bir dilde sembolleşme süreci.
evet gelelim hindiye. hindi bu coğrafyaya ne zaman girdi? ve asıl, en asıl soru: hangi ülkeden alındı ilk kimden geçti? -hindistan. ipek yolu baharat yolu derken hindi dediğimiz hayvan, hindi diyerek yediğimiz besin bir de baktık ki hindistan ülkesiyle bu topraklarda aynı sistemle adlandı.
son olaraksa; batı hindi diye bir şeyi türkiye diye bir bölgeden aldı. o sebeple turkey, o sebeple hindi. neden aşağılandığını düşünesin şimdi ?
vejateryen/vegan biri tarafından yapılmadığı sürece ironik olan hadise. bir sürü kez duydum "abiii çinliler kedi köpek yiyorlarmış ıyy" diyeni. işin garip tarafı bu insanların hemen hepsi mangala, köfteye, kebaba bayılan insanlar. kendileri tam bir etobur. gel gör ki aynı insanlar kedi, köpek yiyen insanları "iğrenç, midesiz" hatta "ahlaksız" görüyorlar.
köpek yemek ile koyun, tavuk, hindi yemek arasında pek fark yok. fark kültürde. dünyanın dört bir tarafında farklı farklı yüzlerce hayvan yeniyor ama sadece çinlilere çatılıyor. bu da garip.
"ama köpekler temiz deyil ki" de pek geçerli bir argüman değil. bu argümanı kullanarak köpek yiyenlere saldıranlar kendi yedikleri etlerin hazırlanışını bilseler hayatlarında ağızlarına bir lokma et koymazlardı. (bkz: earthlings)
mülkiyetinin var olmasının ancak sınırlanmasının , mülkiyetsizlikten ve tam liberalizmden daha iyi olması durumu. burada liberalizmden kasıt liberal ekonomidir. john locke mülkiyet hakkını veren şeyin harcanan emek ve bu emekle istediğimizi yapma özgürlüğü olduğunu söyler. locke'a katılmakla birlikte liberalizmin kısıtlanması gerektiğini düşünüyorum çünkü liberalizm sömürüyü de beraberinde getiriyor. tamamen liberal ekonomik sistemde kapital şirketler, tröstler, emekçiyi yok sayarak tüm nimetlerden kendisi faydalanıyor. bu kaçınılmaz.
mülkiyetsizlik ise yine özgürlüğün önünde engel. bir insanın sahil kenarında küçük bir evi olması farklı şey, gökdelenleri, şirketleri olması farklı şey. birincisinde hiçbir sorun yokken, ikincisinde yine sömürü devreye girebiliyor. bu durumda yapılabilecek en iyi şey, mirası, borç vermeyi, mülkiyeti vs. sınırlamaktır.
2013 türkiyesi'nde hala recep tayyip olmasından daha kötü müdür bilemedim tabi. buyrun toplumbilimci arkadaşlarım siz el atın duruma. yapısal işlevselci kuram ile açıklamaya çalıştığımızda evet toplum bir organizma ve herbir organın farklı işlevleri mevcut. çok afedersiniz de bu şey, toplumun hangi işlevini yerine getiriyor? ha evet; aşk bu kızıl ötesi yaralı müzesi hareket edememek işlevini. 2013 türkiyesi'nin de en çok ihtiyaç duyduğu birey kendisiydi gerçekten.
eğer nedensellik yanlış bağlamda kullanılırsa, mesela "horoz öttükten sonra güneş doğuyor, demekki güneş'i doğuşunun nedeni horozun ötmesi" bu da post hoc ergo propter hoc olur.
onurlandırma ve unutturmama çabası değildir. ne dedik "çok fazla" heykel var, hiç heykel olmasın demiyorum.
bir kişiyi onurlandırmak için sürekli heykeli mi yapılmalı? her tarafa resmi, fotoğrafı mı asılmalı yoksa öğretileri mi aktarılmalı insanlara? eğer okullarda atatürk'ün ve diğer insanların fikirleri düzgün olarak öğretilse gerek kalmaz bu "unutturmama" çabalarına.
bir insana değer verdiğini göstermenin yolu sürekli ondan bahsetmek, sürekli bir yerlerde onu sergilemek değil, onu anlamaya çalışmaktır. mesela atatürk'ü çok sevdiğini söyleyen insanların kaçı atatürk'ü en çok etkileyen kitaplardan biri olan toplum sözleşmesi'ni okumuştur? kaçı atatürk'ün biyografisini okumuştur? kaçı atatürk'ün etkilendiği düşünürlere göz atmıştır? ben söyleyeyim: çok azı.
zaten hatırlanması gereken insanlar değil, fikirlerdir. insanlar atatürk'ü değil, özgürlüğü, hakları unutturmamaya çalışmalı.
çocukların özgürlüğünü ortadan kaldıran eylem. çocuklar söylenilen her şeye inanır o yaşlarda. eğer sen çocuğuna kendi inandığın dinin doğru olduğunu söyleyerek büyütüyorsan o çocuk senin dininden olur; ama kendi seçimiyle değil. sırf sen öyle büyüttün diye. böylece çocuğunun düşünce ve seçim özgürlüğünü almış olursun.
"büyüyünce kendi başkasını seçer isterse" de düzgün bir neden değildir. senin öğretilerin çocuğun zihninde kalıcı etki yapar, seçimlerini etkiler. mesela müslüman olarak yetiştirmişsen çocuğunu büyüyünce illa ki "incil'in bozulduğu" yer eder kafasında ve objektif olarak hristiyanlığı incelemeye çalışsa bile aklının bir köşesinde vardır o. kendimden biliyorum.
bırak çocuk büyüyünce istediği dine inansın, ama küçükken kafasına zorla bir şeyler sokma.
bir de çocukları cinlerle korkutmak var, o daha da kötü çünkü o da hiçbir zaman akıldan tamamen çıkmıyor. karanlıkta bazen korkutuyor.
bir sorun. hem de önemli. türkiye'de onbinlerce (belki de yüzbinlerce). başımızı sağa çevirsek atatürk heykeli sola çevirsek atatürk büstü. evet atatürk önemlidir türkiye için ama bu yapılan bir anlamsız bir putlaştırmadır.
çocuklar zaten okulda sürekli atatürk'ün nasıl insanüstü bir varlık olduğunu duyarak yetişiyor, bir de üstüne bu kadar çok heykel, büst görünce iyice tapmaya başlıyorlar ve bir süre sonra ne atatürk'ü eleştirebiliyor ne onu anlayabiliyorlar.
sen okullarda atatürk'ün demokrasi, özgürlük anlayışını, dünya görüşlerini, fikirlerini, etkilendiği isimleri düzgün bir şekilde öğretmedikten sonra 10 milyon tane heykel diksen neye yarar?
bir eleştirilemezliği var. özellikle atatürk hakkında pek bilgi ve fikir sahibi olmayan, düşüncelerinden bihaber olmalarına rağmen atatürk'e tapan kemalistler insanın sinirini bozuyor. zaten kemalistlerin atatürk'ü anladığı da yok.
neyse, konumuza dönelim. ne zaman biri çıkıp atatürk'ün hatalarından, günahlarından bahsetse, veya 5816 numaralı atatürk'ü koruma kanunu'nun saçmalığından dem vursa iş "baban kimdi bilemezdin şerefsiz" seviyesine iniyor. atatürk senin onu böyle savunduğunu görse ne derdi acaba?
atatürk ülkemizde ciddi bir tabu. bu tabunun nedeni de okullarda verilen insanüstü varlık atatürk imajı. atatürk'ün dehasına hayran olmakla birlikte görmezden gelinemeyecek hadiseleri (dersim ve zilan deresi gibi) eleştirince "atatürk düşmanı vatan haini" oluyorsunuz. insanlara atatürk'ün de hata yaptığı, söylediği her sözün, her davranışının iyi olmadığı anlatılması gerek.