Ahmet Telli'nin "yetmiş iki gündür bir dolapta kilitliyim" mısrasıyla başlayan muazzam şiiri. "su çürüdü" tabiri esaret altındaki, işkenceye maruz kalan insanın gerçekliğini yitirmesini anlatması anlamında önemlidir. Gerçekliğin böylesi yitimiyle kişinin olduğu şey bir inkara dönüşür. Artık o karanlıkta kalanın kim olduğu veya karanlığın ne olduğu birbirine karışmıştır. Bu yüzden böylesi "insanlık-dışı" bir durumda su da çürür, insan da yaşadığına inanır.
cehennem adlı muazzam romanın yazarı. Bir yarıktan yan odadaki insanları izleyen isimsiz bir adamın hikayesini anlatır. Varoluşçu edebiyatın izlerini taşıyan metin bu yanıyla bir ahlak distopyasıdır.
Aidiyetsizliğin vücut bulmuş hali. Gerek Camus'nün, gerek Hemingway'in ve gerekse de henri barbusse'nin yabancılarında ortak olan nokta "Gerçekdışı" olgusudur. Üçü de gerçekliğin dışında yer alırken, gerçeğe ciddi bir tepki gösterirler. Bir prototip oluşturmak elbette mümkün değil ama bu üç yazarın "Yabancı"ları kalıplaşmış olan pek çok şeye tepkilidirler. Nietzsche'nin "Ahlaksız" olarak erdem sahibi kıldığı insanlara da benzerler.
Şiire gitmeyi ve yersizyurtsuzluğu öğreten şair. Cemal Süreya'da şiir adsız ve sansızdır. Çağrılmaz, okunmaz; sadece hissedilir. Bir tutkudur onda şiir. Benimsenmişdir. Cemal Süreya okuyorsanız bir yolculuğunuz var demektir. Dahası sürgünsünüz demektir.
Nietzsche'nin öne sürdüğü teori. Silvaplana gölündeki piramitle bu düşünceye ulaşır. Albert Camus'de gördüğümüz sisifos mitosuna dair bir esindir bu. sisifos Tanrılar tarafından sürekli aşağı yuvarlanacak bir kayayı tepeye itmekle cezalandırılır. Yani olan şey hep aynıdır. Camus bu duruma bakınca "Absürd" kavramına ulaşır. Nietzsche bu "olumsuz" duruma bakarken bile hayatı olumlamaktan vazgeçmez.
Bir yazarı büyük kılan nedir sorusunun cevabı olan yazar. Nasıl ki bir çocuğu anlatırken çocuk olabiliyorsa bir kamçıyı anlatırken de kamçı olabilecek derinliktedir. Bir yanıyla işin mizahı yanını görür ve kara hali diğer renklerle netleştirir.
Her öyküsünde, bize farklı bir hayat sunan yazar. Sait Faik öykülerinde bir kalabalığa girersiniz ve o o anda o kalabalığa değil de o kalabalığın içinde ama onun tarafından dışlanmış birini görürsünüz. Yalnızlığı ne kadar güzel öğretiyorsa, uyumsuzluğu da o kadar güzel anlatır.
Sanılanın aksine, şiir yazmayan şiiri bulup çıkartan onu yaratandır. Nasıl ki Sait Faik öykülerinde en insani, en yalın halleriyle insanı karşımızda görüyorsak Edip Cansever şiirlerinde de insanlaşması adına gayret edilen bir arayış vardır. "Çok şiiri var" demek Edip Cansever'i anlamamanın ilk adımıdır. Doğru cümle şu şekildedir; çok fazla sorusu var!
Albert Camus'nün hayran olduğu düşünür. Simone Weil odak olarak insanı görür. Bunu herhangi bir noktaya çekmeden salt bir varoluş olarak görür. Bu yüzden adalete ve hukuk kavramlarına yaklaşımı da şüphecidir.
Unutulmaya terk edilen yazar. Edebi metnin bir kavga veya arayışın ürünü olmaktan çıkıp çamurlaştırıldığı şu dönemde Feyyaz Kayacan gibi bir dehanın metinlerinin kenara atılması doğaldır. Çünkü büyük bir çoğunluğun okumak gibi bir derdi yok. Etiketler üzerinden metini algılayan insanların çağında Feyyaz Kayacan gibi bir kalem erbabının unutulması gayet doğal.
Kırmızı Kedi yayınları Feyyaz Kayacan'ın metinlerini yeniden yayımlamaya başladı.
En yalın haliyle bilme eylemine vesile olan süreç veya eylem. Özellikle son dönemde "Enformasyon" tanımı kullanılmakta. Bu tabir bilginin doğasında var olan araştırma veya okuyup tartışma ile kopuktur. Enformasyon internet üzerinde elde edilen bilgi olmayan bir veridir. Sadece bir veri özelliği taşır. Artan bilgi kirliliğine bakınca da enformasyona bağlı olarak böylesi bir felaketin yaşanması gayet doğal.
hiçbir engeli olmayan, düzgün anlamına gelen kelime. sorun kelimenin "Düzgün" adı altında bağırdığı genelleme değil yersşzyurtsuzluğun ta kendisi aslında. Bir şeyin pürüzsüz olması onun düzgünlüğüne değil onun imkânsızlığına kanıttır. çünkü hiçbir ize sahip olmayan bir şey veya bir insan olsa olsa en fazla yalan olur.
Sıklıkla Beckett ve Kafka etkisi görülen japon yazar. ikinci dünya savaşının yarattığı bilincin gölgesini taşıyan o kayıp kuşaktandır. Stefan Zweig "Bu çağ kendi çocuklarını sevmedi" derken haklıdır. Kobo Abe de işte sevilmeyen o çocuklardandır. Özellikle üç kitabı - Başkasının yüzü, Kumların Kadını ve Kutu adam- tema olarak gizlenmeyi, saklanmayı işler. Kurtuluş için kendinden caymaya temas eder. Kutu adam romanı pek çok kişi için ağır olarak tanımlanmış olsa da anlamsız geldi bana. Çünkü yoğun anlatım dilinin oluşu "Ağır" olduğu anlamına değil, okuyanın "sığ" olduğu anlamına gelir.
Ölü haldeki yasayı en net gören yazar. Dava ve şato romanlarına bakıldığında - dava'daki duruşmayı hatırlayın- ortada olmayan bir yasanın ve uygulamanın kopuk haldeki tezahürleri vardır. duruşma salonunda sevişen insanların "ahlaksız" tavrı yasanın ölü halinin bir kanıtıdır. Aynı dostoyevski'nin "Tanrı yoksa her şey mübahtır" minvalinden sözü gibi "Eğer yasa yoksa suç özgürlüktür" türünden bir yaklaşım sergilenir. Hatta insan olmaya bile gerek yoktur.
Hayatını ve kendini bir yapıta dönüştüren filozof ama çokça şair. Nietzsche'nin hayatında gözden kaçan bir nokta vardır. Yaşadığı sağlık sorunları nedeniyle körleşme noktasına gelmektedir. Bu yüzden özellikle yazarken uzun cümleler son derece yorucu oluyordu. Okumasını ve yazmasını yasaklayan doktorlara rağmen vazgeçmedi bundan. Aforizmalar halinde yazmasının nedeni de budur. Hastalığı caymak için mazeret tahtına oturtmadı.
Nietsche'nin öne sürdüğü bir kavram. Silvaplana Gölü'nde bulunan piramit görünümlü bir kayadan alır bu ilhamı. Nietzsche'nin günlükleri türkçeye tercüme edilmediğinden bu konudaki net fikirlerini bilemiyoruz. yalnız iş bankası yayınlarından Julian Young'un kaleme aldığı kallavi biyografide Nietzsche'nin "Bengi dönüş" kavramını günlüklerine not alırken bir hakikat değil, tartışılması için bir önerme olduğu bilgisini ediniriz. Karl Jaspers'ın "Nietzsche nasıl felsefe yapıyordu" adlı "düşünsel biyografi" metni de farklı bir yöne bakar; neden "Ebedi" kelimesi kullanılır? Jaspers bununla ilgili olarak Kiekergard'ın "Ebedi" kavramını ele alır.
Çizimleriyle gerçekliği sorgulatan ressam. Çizmiş olduğu bir tabloda kırmızı zemin üzerine çizdiği iki kübik figür ile hanginin gerçek olduğu hususunda bir soru işaretine neden olur. Aynı varyasyona sahip birkaç tablosu da mevcuttur.
Kendisinin olmayan soyadından bile sürülmüş olan şair. Cemal Süreya'nın takma adından bir harf atması onun adressizliğinin bir göstergesidir ve bu duygusal bir tavır değildir.
dostoyevski tarafından kaleme alınan eser. Kronolojik bir izleme tabi tutulduğunda Öteki ve Yeraltından Notlar adlı yapıtları dostoyevski'nin insanı görmeye başladığı, daha anlamaya başladığına bir kanıya ulaşmamızı sağlar. Öteki ve Yeraltı kitaplarında karakteri ele alış biçimi Lacancı anlamda bir "Yarılma" haliyledir. Bu bölünüş neticesinde bir karakter değil de daha çok bir semptoma bakar gibiyiz. Okuyanlar hatırlayacaktır, Suç ve Ceza'nın sonlarına doğru "Raskolnikler"den bahsedilir. Raskolnikler Rus tarihinde görülen bir güruh ve ayrılıkçı bir gruptur. Dostoyevski Raskolnikof ismini "Bölünmüş" kelimesini bu anlamda tesadüfen verilmemiştir.
Bir yer oluşun dışına itilmiş belirsizlik. Çukur düz bir zeminde sonradan, zamanla oluşmuş bir anlamsızlıktır. Bu anlamsızlaşma durumu içinde bulunduğu zemini kesintiye uğratarak anlamın sınırlarını gösterir.
Dışarıda aranan kayboluş. Başka olarak tanımladığımız şey veya kişi, çocukluktan bu yana "Eğitim" ile birlikte alınan gramer bilgisiyle sistemle aynı dili konuşan insanların bilinmez bir durumu bilinene, bildiğini sandığına indirgemesidir. Bu anlamda "Başka" bir sınırın ortaya konulmasından başkası değildir. Düşman olarak belirlenen şablonun hayata geçirilmesidir başkası.
giorgios lanthimos'un 2009 yılı yapımı filmi. film özellikle "dil" açısından incelediğinde karşımızda erk veya sistem tarafından dayatılan dili görüyoruz. Filmin bir yerinde kasetten çocuklar "Eğitimlerini" şu şekilde alırlar;
“Günün yeni kelimeleri: deniz, otoyol, seyahat, tüfek. ‘Deniz’,oturma odasındaki ahşap kolluklu koltuktur. Örneğin ayakta kalmayın ‘deniz’e oturun da biraz konuşalım. ‘Otoyol’, çok güçlü bir rüzgâr türüdür. ‘Seyahat’, zemin kaplamada kullanılan oldukça dayanıklı bir maddedir; örneğin, avize düşüp, yere çakıldı, ama zemine bir şey olmadı çünkü yüzde yüz ‘seyahatten’ yapılmıştı. ‘Tüfek’, beyaz güzel bir kuştur.”
Burada olan şey en yalın haliyle bilinmeyen bir olgunun veya şeyin bilinene ingirgenmesinden öte bir şey değildir. Bu sayede bilme hali içine girildiğinde mevcut sistemin tekrarı durumuna gelir birey. Diğer yanıyla bilinmeyen şey, daha doğrusu bir bilinmeyen halini alması için baskı gören şey düşman konumuna gelir.
Futbol gibi çirkinleşmiş bir alanın içinde "tutmak" değil de daha çok benimsediğim fikir. Beşiktaş bir fikirdir. Eylem sürecinde olması, tepkisel oluşu bunun en bariz göstergesidir. Avrupa'daki başarısını eleştiriye açmak, bunun üzerinden söylem geliştirmek aslında bir acziyetin örneğidir. Beşiktaş şu durumda başarılı mı? "Şuan" için evet ama bu durum gelecek sene devam etmese değildir. Başarı dediğimiz şey bir döneme mahsus bir albeni değil uzun vadeye yayılmış bir gayrettir. Galatasaray kupayı alması bir başarıydı evet ama bu kupayı alma durumunu geleceğe yönelik bir hamleye dönüştürememesi başarısızlıktı.
işte bizdeki genel sorun bu. Başarı denildiğinde anı kurtaran durumlardan bahsediliyor ama kimseye o başarının devamlılığından bahsetmiyor. Başarı işte bu durumda ortaya çıkar. Aksi durumda bu başarı değil tesadüftür.
Ölümsüzlük, sonsuzluk fikri bu haliyle bir yalıtılmışlık, izole edilmişlik halini barındırır. Özünde bir "ben" olma hali de yoktur. Çünkü sonsuz olma durumu içinde ölümden muaftır. Yalnız cümlede geçen "Paylaşalım" tabiri çok önemlidir. Çünkü sorunumuz sonsuz, ölümsüz olmak değil insan olmak adına her şeyi bölüşmektir.
maurice blanchot'nun monokl yayınlarından çıkan kitabı. felaket kavramını sorguladığı kitap olma özelliğini taşır. Ama tek başına felaket olgusunu alıp bilindik kavramların dışında değerlendirir.
monokl yayınlarınlarından felaket yazısı isimli eseri yeni çevirilen düşünür. Blanchot bir noktaya bakmaz. O noktayı bakışın kendisi kılar. Kendini şeyleştirmek anlamına gelmez bu, mevcut şeylerin sonluluğundan cayar.
"Bütün insanlar, ister Cézanne olsun ister Nietzsche, bütün sanatçılar, mükemmellik kulesinde tırmandıkları her basamağı, daha önce belirtildiği gibi melekle ya da ilham perisiyle değil, kendi duendeleriyle verdikleri mücadele pahasına çıkmışlardır. Eserlerinin özü için esas olan bu ayrımı yapmak gerekir."
Bir his değil gaye. Mutluluğu hep dışarıda, bizden hariç veya herhangi bir şeye sahip olunca elde edeceğimizi sandık. Çünkü o kazağı alınca, o işe girince veya kadın/erkek ile ilişkimiz başlayınca her şeyi elde edeceğimizi sandık. Oysa biz onlara asla kendi oldukları için değil kendi bencil duygularımız için sahip olduk. Biz mutlu olmayı değil insan olmayı bilmiyoruz.