biraz zaman vereyim, kendini toparlasın dediğim kim varsa, süre dolduğunda yanımda bulamıyorum.
dışarda çok üşümüş, evime alıyorum. şöminenin başına oturtuyorum. battaniyemi veriyorum. sen dur ben sıcak çorba getireyimmiş. getiremiyorum. o gitmiş oluyor.
ben başını dizlerime koyup uyutmayı düşünüyorum mesela, ısınsın istiyorum; bir daha hiç üşümesin, üşümek nedir unutsun istiyorum. ben üşümeyi hatırlarken o gitmiş oluyor.
yardım etmek istiyorum, belki başarılı olamam ama deniyorum. elimi uzatıyorum, yetişemesem de. yanında olduğumu bilsin istiyorum, yanında değilmişim ama yanındaymışım. ben varım, burdayım. sen de var mısın diyorum. yokum diyor. hamdi beyin teklifine cevap verir gibi, yüzüme telefonu kapatır gibi, 3 hayırla uğurluyor beni. ben hata yaptığım yeri bulana kadar o gitmiş oluyor.
merak ediyorum, endişeleniyorum. tedaviyi reddeden hasta gibi reddediyor beni. ben yeni bir tedavi yöntemi kurgulayana kadar o gitmiş oluyor.
hiç bisikletten düşmemiş olduğumu, hiç boğulma tehlikesi atlatmadığımı, hiç ağaçtan düşmediğimi hüzünle fark ederken ben, bana tecrübeden bahsediyor. ben yaş alana kadar, o gitmiş oluyor.
yetemeyince yetemiyor insan demek ki. beni pes edeceğim durağa götürmesi için bindiğim otobüsün kart işlemleri kısmında "yetersiz bakiye" yazıyor. ben kartı doldurup gelene kadar, o gitmiş oluyor.
kendimi ispat trenini kaçırdım. ama o istasyonda beklemekten de vazgeçmiyorum.
çünkü biri benim için değerliyse, değerlidir. izin verdiği kadar yanında olurum, kaldığı kadar kalırım, gittiği kadar giderim. yanında olurum. "yanında olmak" ne güzel söz öbeğiymiş aslında.
bana kalırsa herkesin yanında olmak isteyeceği en az bir kişi olmalıdır hayatta.
ve yanında olmasını isteyeceği biri de olmalı elbette.
çıkar gözetmeden, karşılık beklemeden, sadece kendi için ve sadece sen, sen olduğun için.
"karşılık beklememek" de ne güzel söz öbeğiymiş sonra. zormuş, zor olan güzelmiş. çıkar gözetmemek de güzeldir tabi.
çünkü salça bile domatesin ölümünden nemalanıyormuş.
ben de diyorum ki,
avize düşer cam incinir, rüzgar hep kazanır, tül hep kaybeder.
şu hayatta en çok korktuğum şeyleri say deseler, muhakkak, insanların gözünde kendini beğenmiş, kibirli, burnu havada biri olmayı dahil ederim korkuların arasına. hayatım boyunca birinin hakkımda bu tarz bir düşünceye kapılmasından korktum. bu yüzden insanlarla olan ilişkilerimde her zaman ulaşılmaz, kendini üstün; insanları aşağı gören bir imaj çizmemeye özen gösterdim.
mesela bir ortama girdiğimde hemen herkesle konuşmaya çalıştım. güler yüzlü olmaya dikkat ettim. gülümsemek karşı tarafa negatif elektrik vermenizin önüne geçer. karşı taraftan aldığınız negatif elektriği keser. sürekli asık suratlı ve sıkılgan tavırlar sizi karşı tarafa "memnuniyetsiz ve antipatik" gösterir.
dediğim gibi bu durum benim için ciddi anlamda ehemmiyet arz ediyor.
geçen gün başımdan geçen bir olay, bu konudaki tavrımın ne kadar yerinde olduğunu görmemi sağladı.
yakın bir arkadaşımla cihangir'deki bilindik kafelerden birinde buluştuk. teras kısmına geçtik. az sonra garson geldi. muhtemelen 30lu yaşlarındaydı. sipariş aldı, getirdi, götürdü derken bir süre sonra hesabı isteyip kalkmaya karar verdik.
geldiğimizden beri bizimle ilgilenen garsondan hesabı istedim. getirdi. tam kalkacakken elimdeki poşede bakıp utangaç bir tavırla "size bir şey sorabilir miyim, çok aklıma takılıyor." dedi.
"tabi, sorabilirsiniz" dedim.
+ burda nerdeyse tüm müşterilerin elinde aynı poşedi görüyorum, hep merak ediyorum nedir bu, anlamı ne, nasıl okunur? kimseye de soramadım gülerler diye."
-ben gülmez miyim?
+gülmezsiniz, gülecek birine benzemiyorsunuz, size o yüzden sordum. vallahi çok aklıma takılıyor.
- h&m bu. giyim markası, logodaki "h" bayanlar için, "m" erkekler için anlamına geliyor diye biliyorum. burdan her alışveriş yapan da bunu bilmiyordur muhtemelen. gülünecek bir şey değil ki bu. *
+ ne bileyim, dalga geçen falan olur diye işte... valla çok teşekkür ederim, ne zamandır aklıma takılıyordu. yine gitmem belki oraya ama en azından merakım gitti.
gülümsedim.
ardından yol boyunca düşündüm, belki o insan farkında değildi ama o soruyu bana sormuş olması benim için birçok anlama geliyordu.
tahminen sipariş verirkenki tavrım, teşekkür etmem, belki bir "kolay gelsin" i çok görmemem onun gözünde beni "bilmeyişimle dalga geçmez, beni hakir görmez, aşağılamaz" yapmıştı.
teşekkür etmesi gereken bendim, bu konunun üzerinde bu denli duran biri olarak yaptığı hareket beni çok mutlu etmişti.
şimdi bunu yazarken o mahçup tavrı gözümün önüne geliyor. gülümsüyorum. insanların safça yönelttiği sorulara nasıl aşağılayıcı cevaplar verebildiğinizi merak ediyorum.
nasılsa bir daha görmeyeceğim düşüncesiyle insanları nasıl incittiğinizi anlamaya çalışıyorum.
güler yüzlü olmayı, teşekkür edebilmeyi, insanlara kolay gelsin demeyi bu kadar zorlaştıranın ne olduğunu bilmek istiyorum.
sürekli kullandığınız o yol boyunca sıralanan belediye temizlik görevlilerinin sizi gördüğünde tanıyıp selam vermelerinin, günaydın demelerinin, onca iş arasında kafalarını kaldırıp gülümsemelerinin aslında ne kadar önemli olduğunu bilmenizi istiyorum.
tramvay çıkışlarında saat parfüm vs satan insanların kalabalığın arasında sizi tanıyıp yönelttiği "nasılsın" sorusunun yaşattığı "beni nasıl hatırladı" şaşkınlığını yaşamanızı istiyorum.
her gün uğradığınız pastanede "az daha bekle sana tazelerinden vereyim, sıcak yersin." cümlesini duymanın samimiyetini hissetmenizi istiyorum.
sık sık gittiğiniz kitapçının ne tür kitapları ya da hangi yazarları okuduğunuzu bilmesinin ve kendince tavsiyelerde bulunmasının ne kadar güzel olduğunu bilmenizi istiyorum.
en basitinden; bulunduğunuz sokaktaki köpeklerin sizi tanımasının, yabancılamamasının nasıl hissettirdiğini anlamanızı istiyorum.
karşılıksız bir şeyler yapmanın verdiği hazzı fark etmenizi istiyorum.
bilmemenin değil, öğrenmemenin de değil; sizin insanları aşağılayan bakışlarınızın asıl ayıp olduğunu bilin istiyorum.
...
3928
şu olayı da * 6 basamaklı karaktere sahip uzunlukta yazı yazabilen bir zat-ı muhteremden arakladım. sever böyle şeyleri kendisi. pehehe. *
zaten bence insanlar olarak bu tarz şeyleri fazla abartıyoruz. bir şey sadece rengi olağandan farklı olduğu için değer görmemeli, başka şeyler de sunabilmeli.
misal, mavi ay aynı zamanda dünyaya bir soğuk hava dalgası da gönderebilmeli.
o zaman biz de deriz ki "aa mavi ay bize soğuk hava gönderiyor. teşekkürler mavi ay."
hal böyleyken mavi ayı takdir edemiyorum ki mavi de değil.
mavi olsa bile bence verilebilecek maksimum önem, yürürken "anaa aya bak mavi" diyip muhabbetin devam ettirilmesidir.
çocukluktan beri süregelen alışkanlıklarımın başında her yaz anneannemlerde kalmak gelir. küçüklükten beri ne zaman anneannemlere gitsem, birkaç gün içinde sıkılmaya başlarım. çünkü ne arkadaşım var orda, ne de zaman geçirebileceğim bir takım şeyler.
anlatacağım şey çok net hatırladığım ama her nasılsa bir şekilde hafızamda geri bellekte kalmış; pek de iç burkmayan fakat aklıma geldikçe pişmanlık duyduğum bir olay.
o zamanlar anneannemler üç katlı bir evde en üst katta oturuyorlardı. kiracılarla aramız iyiydi, onları da annenanne dede gibi görürdüm. alt komşu biraz huysuz bir kadındı, kocası çok yaşlı ama güleryüzlü biriydi. her zaman da hastaydı. ne zaman evin önüne top oynamaya ya da bisiklet sürmeye insek sürekli "hacı hasta yatıyor, ses yapmayın." şeklinde ikazlarda bulunur, oyun oynama hevesimizi kırardı. ben bu hacı amcanın sağlıklı olduğunu da iyileştiğini de hiç hatırlamam. bazen evde sıkıldığımda annemden gizli alt kata iner, hacı amcanın çiçeklerine ve muhabbet kuşuna bakardım. pek konuşmazdı ama yanında olmamın hoşuna gittiğini yüzündeki ifadeden anlardım. bu hacı amcayla ilgili hatırladığım şeylerden biri de baş parmağının kopmuş olmasıydı. muhtemelen bir iş kazası sonucu başına gelen bu olay hakkında ona safça yönelttiğim "parmağın nerde?" sorusunu hiç bıkmadan "kuş yedi" diye yanıtlar, karşımda duran muhabbet kuşundan ürkmeme sebep olurdu. aynı zamanda "kuş gerçekten parmak yer mi ki" sorusu beynimin ücra köşelerini ziyarete çıkarken yaptığı şakayı ciddiye almamış gibi gülümserdim.
herkesin birbirini tanıdığı bu küçük yerde yaşayan insanları saymak için parmakları kullanmak yeterliydi. ve kuşun yediği dahil değil.
anneannemin uzak durmamız konusunda sürekli uyardığı o kız da bu yerde adı en çok geçenlerdendi. kendisi mahallenin selebritilerinden emine olup, yanlış hatırlamıyorsam benden ya 3 ya da 4 yaş büyüktü.
ne zaman sokağa çıkacak olsam annem ya da anneannem onu görünce eve gelmemi, onunla asla konuşmamı söyler; ben aşağı indikten sonra gözden kaybolana kadar balkonda durup bana bakarlardı.
emineden bahsetmek gerekirse kendisi o kadar da korkulacak biri değildi bana kalırsa. annesi deliydi. bazı akşamlar sokakta kendi kendine bağırarak ağlardı. babası hapisteymiş. hiç görmedim zaten. anlatılanlar yüzünden hep korktum ama. küçükken ne zaman katil lafını duysam aklıma eminenin hiç tanımadığım hatta görmediğim babası gelirdi. abisi askerde olan emine. bitli olduğu için uzak durulması gereken emine. annesi deli olduğu için kendisi de deli yaftası yemiş emine. anneannemlerin bahçesindeki vişneleri ve fındıkları aşırıp her fırsatta mahalledeki yaşlıları çileden çıkaran bela emine...
o zamanlar ben tahminen 7 yaşında falanım, akrabalarımızın sürekli gelip gittiği bir dönemde, uzaktan tanıdığımızın oğlu olan bir abi vardı. kendisi yaşanmamış şeyleri yaşanmış gibi abartarak anlatmakta bir numaraydı. onu severdim ama, hikayeleri eğlendirirdi beni.
her geldiğinde, abimle birlikte bize bir anısını anlatmasını ister, bazılarını defalarca anlattırırdık. o da her anlatışında şehir efsanelerinde olduğu gibi yeni şeyler eklerdi anlattığı hikayelere. mesela okul çıkışında ( o zaman liseye gidiyordu) "sayamadığı kadar" kişi ellerinde bıçaklarla buna saldırmış. elinde alet olmamasına rağmen hepsini dövebilmiş. bu hikaye sık sık değişir; bazen bir kız mevzusu üzerinden anlatılan hüzünlü bir aşk öyküsü, bazen okuldaki teröristlerin saldırdığı mağdur milliyetçi çocuğun hayatına dair ufak bir anekdot olurdu. yine de zevkle dinlerdim. yalan olduğunu bile bile kendimi inandırmaya çabalayarak dinlerdim.
yine bu abinin bizde olduğu bir akşam konu emineye geldi. (aslında kendisi o sırada ramazanda iftar saati dağın tepesine top patlatmaya çıkan adamın, tam topu patlatacakken büyük bir karaltı tarafından nasıl yok edildiğini anlatıyordu. ama her nasılsa konu emineye gelmişti)
emineden sonra arkadaşlarına yaptıkları (gerçekten yapmışlar mıydı?) eşek şakalarından bahsetmişti.
daha sonra emine ve eşek şakası fikri ortak bir noktada kesişip bu hayalperest, hikayeci ve dede korkut'un birinci dereceden torunu olma kabiliyetine sahip abinin beyninde ışıklar yakmaya başladı.
bir fikri varmış. önceden arkadaşlarına yapmışlar, çok komikmiş. yine yapalımmış. kurbanımız emineymiş...
diğer gün öğleden sonra bu şakacı abi elinde bir paket rondo bisküvi ve diş macunuyla kapıda belirdi. ilk defa bir eşek şakasına birinci dereceden şahitlik yapacak mahallenin yağız delikanlıları (yaş ortalaması 7) ve elbette naif ruhu o günden bu güne varlığından bir şey kaybetmemiş ve hatta gün geçtikçe artmış meraklılar meraklısı, sevimliler sevimlisi, adeta mini mini bir kuş ben, oldukça heyecanlıydık.
ustalıkla ikiye ayırıp kremasını sıyırdığı bisküviye bakarken sonrasında duyacağım pişmanlık aklıma bile gelmemişti. diş macununu krema misali bisküvinin ortasına sıkışını izlerken, bu iki iğrenç maddenin bir araya gelinceki tadının neye benzeyebileceğini pek tabi merak etmiştim. *ve halen denemeye cesaretim yok.
büyük bir dikkatle yeri pakedin baştan üçüncü bisküvisiyle değiştirilen diş macunlu bisküvi şakaya öylesine hazırdı ki, adeta pakedin içinden "hadi hadi hadi" diye bağırıyordu.
sonrasında herkes yerini aldı ve eminelerin evinin orda beklemeye başladık.
az sonra emine göründü. her zamanki gibi gülünmemesi gereken ortamda gülme meziyetimi de göstererek abinin bana uzattığı pakedin en üstündeki bisküviyi aldım. ve sesli bir şekilde teşekkür ettim ki, emine de görsün. bisküviyi ben de yiyorum ve hayır kesinlikle yenilemez bir şey yok. güven bana, lütfen.
daha sonra abi sıradaki bisküviyi diğer çocuklardan birine uzattı, o da aldı ve yemeye başladı.
sıra geldi diş macunlu olana...
bu müddette emine artık tam olarak yanımızdaydı. yaklaşmamam gereken korkulu emineye ilk defa bu kadar yakındım. kısa ve kirli saçlarına bakıyordum. bit olsa görür müydüm acaba, ve bu kadar uzaktan bit bulaşır mıydı? inşallah bulaşmazdı.
daha sonra paket emine'ye doğru uzandı ve abinin "alsana bi tane" dediğini duydum. o an kendimi dışardan üçüncü bir göz olarak görsem belki de kahkahalarla gülerdim o halime.
emine başta tereddüt etse de pakede doğru uzandı. bisküviyi aldı. hiç beklemediğim bir hamleyle tamamını ağzına attı.
allahım...
kız bir anda çığlık çığlığa bağırarak koşmaya başladı. suratı kıpkırmızı olmuş gözleri yaşlanmıştı. hareket edemedim. o giderken arkasından bakabildim sadece.
diğerleri gülüyordu. kalan bisküvileri paylaştılar. güldüler. ben kaldım. hiçbir şey demedim, gülemedim. ağlayamadım. soramadım. belki ölmüştü. belki düşmüştü, belki hasta olmuştu. ağlamış mıydı? bilemedim. sebebini sormuş muydu kendine. pişman olmuş muydu o da, benim gibi. ben olmuştum.
uzaktan ona bakarken yanına gitmediğime değil; uzaktan ona bakarken suçluluk duyduğum için, onu o hale getirenlerden biri olduğum için pişman olmuştum.
eve döndük.
herkes normaldi. ben hariç. konuşmadım. merak ediyordum, ne olmuştu.
fikir benim değildi, hazırlık ve uygulama aşaması bana ait değildi. bizzat şakayı yapan ben değildim. yüzde kaç suçluydum...
kimseye anlatmadım. anneme anlatmak çok istedim. anlatamadım.
sabah anneannem balkonda otururken yanına gittim, aşağıda biriyle konuşuyordu. emineyi hastaneye götürmüşler. şeker hastasıymış galiba. fena olmuş akşam. "durduk yere hem de." deli annesi tek başına götüremeyince komşular yardım etmiş.
birkaç gün sonra eve döndük, istanbul'a.
o günden sonra emine'yi hiç görmedim. bir sonraki yaz gittiğimde yoktu. taşınmışlar. bir sonraki yaz gittiğimde yine yoktu. sonraki 10 20 50 yaz yoktu emine.
bu yaz da bayramda anneannemlere gittik.
geçen hafta ben seneler sonra emine'yi gördüm.
evlenmiş, çocuğu bile olmuş. şehre taşınmışlar. kocasının da hali vakti yerindeymiş. güldüm. o beni görmedi, görse de hatırlamaz belki.
yanına gidip özür dilemek istedim. yapmadım.
ah be emine, haberin var mı senin yüzünden kaç gece uykusuz kaldım ben. en azından ettiğim dualar işe yaramış, mutlu bir ailen olmuş.
aklımızdan geçenler, alakalı ve alakasız.
daha çok alakasız.
birbirini kovalayan anlamlı ve anlamsız fikirler toplamı, beklenen.
o.
mesela saçma, ama kafanı yastığa koyunca aklına gelen.
istemesen de var olan, orada.
bilinçsiz yani.
aklını işgal ediyor, uyuyamıyorsun.
tek bacaklı sandalye tıkırtısı gibi.
otoban kenarı sıcağı gibi mesela.
ıslak şemsiyeyle otobüse binme rahatsızlığı ya da.
bayır aşağı yürüme güzelliği,
bulutların şekillerini bir şeylere benzetme özgürlüğü,
en sevilen şarkının introsu,
herkesin güldüğü belki komik videoler,
çok ağlayan az mutlu çocuk,
şarjı bitmesin diye uçak moduna alınan telefon hüznü gibi,
gündemi bir anda değiştiren olay haber,
çok eşyalı huzursuz odalar,
otobüs yolculuğunda dinlemeye değer şarkılar,
yüz güzelliği değil kalp güzelliği,
kaybedilen eşyanın artan kıymeti,
küçük çaplı kendini kaybetme girişimleri,
otobüsün tuhaf ve insanı rahatsız eden kokusu,
pencere kenarı uykusuzluğu,
uykuyla uyanıklık eşiği,
orijinalinden daha güzel coverlar,
eski evlerin sadece fotoğraflarda güzel çıkan ön cepheleri,
otobüste ineceğin durağı kaçırma korkusu,
tünel çıkışı ferahlığı,
mola yeri soğuğu ve ıslak asfaltları,
rüzgarlı havada yokuş yukarı yürümeye çalışırken kendi ağırlığının farkına varmak,
tek kişilik dev yalnızlık,
yağmurlu günde çocuk küskünlüğü,
kırık kalbi sözlü avutma çabası,
takma kafana geçer umarsızlığı,
üzerinde canım eltim yazan el havlusu samimiyetsizliği,
yol tarifi sorulan esnafa duyduğun sonsuz güven,
şifresiz wifi bulma anı minnettarlığı,
kitap okurken önce son sayfayı okuma merakı,
toplu taşınamama problemi,
ağlamadan önce göz yanması,
ciddi ortamda gelen yersiz gülme isteği,
bir anda,ölmüş birini hatırlama hüznü,
seçim sonrası gergin bekleyişi,
küçükken ön koltuğa verilen aşırı önem,
acil durumda hastane kokusu,
kısa süreli tatil için valiz hazırlama çabası,
gittiğin yerden gideceğin yerdekilere aldığın ayıp olmasın hediyesi,
tutamayacağını bildiğin halde verdiğin sözün ağır sorumluluğu,
sevdiğin şehrin adını tabelada görmek,
yağmur öncesi hava kapalılığı,
terzinin kendi söküğünü dikemeyişiyle avunduğun anlar,
kendi yaptığın şeye verdiğin gereğinden fazla değer,
beklediğin mesajın beklemediğin zamanda gelmesi,
havanın aydınlanmaya başladığı saat kuşları,
soğuk havada sıcak çorba,
ağlarken aynaya bakıp o halini görünce bir anlık sakinlemek,
sokak lambası yalnızlığı
"niye yaşıyorum"u sorgulama aşaması,
su birikintisinden hızlı geçen şoför saygısızlığı,
görüldü bilgisini kapatma rahatlığı,
kaç sene daha yaşarım acaba sorusu,
marketten çıkarken gelen "bir şey unuttum mu" duraksaması,
istemsizce meydana gelen halıdaki desenleri ezberleme girişimi,
çünkü,
varlığınla sen, desendin her zaman,
düştüğüm halının uzun kenarında.
erkekleri niye bu kadar ilgilendirdiğini merak ettiğim durum. haklı olabilirsin,bir yere kadar ben de aynı fikirdeyim ama erkeklerin "doğal kız arama" olayı bana samimi gelmiyor. zira öyle olsa yüzünde elli kilo makyaj, kırk ton kontür olan ünlü hatunları görünce dibiniz düşmezdi. samimi değilsiniz işte, anca konuşuyonuz.
iyi de niye?
değer verdiğiniz kişilerin yanlış olması bu genellemeyi yapmanızı gerektirmez, yanlışınız var.
benim size tavsiyem, birini sevecekseniz, sevmeye değer olsun.
güven vermiyorsa zaten sevmeyin, seviyorsanız güvenin. siz de güven verin. güven karşılıklı bir olgudur. tek taraflı işlemez.
değer verecekseniz, verdiğiniz değere layık olsun.
verdiğiniz değerin karşılığını bekleyin elbette, ama değer verirken karşılık bekleyerek değer vermeyin. karşı taraf hisseder çünkü.
samimi olun canımı yiyin kızlar.
adam gibi insanlarla beraber olun, üzülmeyin.
üzmeyin de.
sistemi geçici olarak servis dışı olan gsm operatörünün "paket kalan" mesajını bekler gibiyim. ne kalanı görebiliyorum ne de gideni. *bekliyorum ama beklemek yasal olarak suç bence. bekletmek değil ama. bekletmek yüce bir hareket. yine de bekliyorum.
duyarlı insanlara da tahammülüm kalmadı, kimsenin neyi savunduğunu bilesim yok. kimseye hak veresim yok, aynı fikirde olasım yok. fikir beyan edesim zaten yok; ki yine de kendimi bu durumdan alıkoyamıyorum. ( bu benim ayıbımmış)
ayıp demişken bastırılmış anarşist duygularınız ne alemde, hiç arayıp soruyorlar mı? siz de mi arayıp sormuyorsunuz, aferin. ne güzel ayıpmış o da. (arkadaş ortamında muhabbeti açılırsa söylenir yani o anlamda)
"lütfen çimlere basmayınız" yazısını okurken çimlerin üzerinde zıplamakta olduğumu muzip bir tavırla fark etmek istiyorum. eminim siz de isterdiniz.
lunaparklardaki oyuncakları uyarıları dikkate almadan kullanmak istiyorum. kemerimi çıkarmışım mesela, ama kimse görmemiş. sadece ben görmüşüm ve sadece ben korkmuşum. diğer insanları ilgilendiren neymiş?
mide bulandırdığı halde zevkli olan iki şey varmış hayatta, lunaparktaki oyuncaklara binmek ve yalan söylemekmiş. *yalan da söyleyin, yakışıyor. bakayım, valla güzel durdu.
sonra bir de yağmurlu günlerde yerlere çöp atmak istiyorum. yerlere çöp atarken diğer insanları "çöp atmayın" diye ikaz etmek, kısa süreli afallamalarını izlemek istiyorum. *ve belki gülerim de.
sizce de böyle şeyleri fazla büyütmüyor muyuz? büyük ve büyük. kocamanmış, neyse. (sahi güliver ne yapıyordur şimdi)
*bir daha görmeyeceğimiz çöpü yere atarken acayip suçluluk duyuyoruz, bir daha görmeyeceğimiz insana her şeyi yaparız ama.
yanlış anlamayın, size insanlara karşı iyi olmanızı söylemiyorum. (ne haddimeymiş zaten) yere rahatlıkla çöpünüzü atabilirsiniz, nasılsa bir daha görmeyeceksiniz. başka birinin attığı çöpü görürsünüz belki, ama ona da siz bir şey yapamazsınız zaten.
bazılarımız söyleniyor çöp görünce, atana kızıyor. hiç yere çöpünü atmamış gibi. o an öyle masum ve tatlı oluyorsunuz ki... (tasvir etmeyi çok istedim ama halim yok, çok hastayım, varsa bir duanızı alırım. eksik olmayın.)
dediğim gibi, yere istediğiniz kadar çöp atabilirsiniz. hepsi sizin. yerler de çöpler de. (dahası da vardır muhakkak da ben bilmiyormuşum, mazur görün.)
atın işte, çünkü sizi rahatsız eden şey kendi çöpünüz değil. başkalarının çöpü.
en güzelini bilemem ama bazı yazarlar hatunlardan fotoğraf alabilmek için pm'den "kesin güzel değilsindir sen ya" falan yazıyor.
kızları salak yerine koymak nedir ya. valla gülüyorum size. *
olm bir kız uyanıklık konusunda bir erkeği ona katlar beşe böler, yerden yere çarpar üstüne bir de türevini alır.
edit: beyler attığınız oltalara dibe batmış ayakkabı misali takılıp zafere giden bu uzun yolda önünüze taş koyduğum için kusuruma bakmayın. eksi veriyonuz, ayıboluyor.
edit2: bu sazanı uygulayan erkek sayısı ne kadar çokmuş ya hahaha eziksporlular sizi.
solisti de geçen haftalarda intihar etmiş gibi yapıp çektiği fotoğrafı instagramda paylaşmıştı. caps var, merak edene pm'den atabilirim. burda paylaşmaya gerek yok şimdi. kan tutan falan vardır belki.
ergen fanlarının yaşadığı ufak çaplı kalp krizinden sonra fotoğraf silindi ve intihar falan etmediği ortaya çıktı. (ki zaten inanmamıştım)
dikkat çekmek için böyle şeyler yapmaya gerek duymasan güzel adamsın sayın sabahattin kaan boşnak.
şarkılarınızı seven seviyor, dinleyen dinliyor. kendi kitlenizi de oluşturdunuz. grup olarak başarılısınız da.
yok biz grubu dağıttık yok solist intihar etti edecek edememiş vs bunlara hiç gerek yok. bunu okuyacağını biliyorum umarım bundan sonra böyle yaramazlıklar yapmazsınız.
yeniden sahalara dönen yazar. bir günde iki çaylak vak'ası naif bünyeme ağır geldi dostlar, sormayın.
hem kızgın hem kırgınım.
fakat gel gelelim ana bacı karıştırmak istemiyorum. özellikle bacı karıştırmak istemiyorum.
hakkımı aramayacağımı sananlar yanılıyor efenim.
göriciz.
büyüklerimin kazayaklarından Küçüklerimiz göz pınarlarından öptüm.
kendisini çekemeyen modlar tarafından çaylak yapılmış naif ruhlu yazar kişisi. boş yere onca saat çaylak olduk iyi mi.
sonunda adalet yerini buldu elbette.
edit: yine çaylak olduk yav. yalama oldu galiba. ne çokmuş çekemeyen.
edit2: işin kötüsü mesajlara cevap verilmiyor böyleyken.
beni "dört nala gelip uzak atinadan, sözlüğe bir kısrak başı gibi uzanan bu yazar kim" diyerek dışlayan moderasyon abilere saygılar.
yalnız kalınca sıkılmıyorum. çok şeye ihtiyaç duymuyorum çünkü. çok insana da.
yastıksız da yatabiliyorum mesela.
çay veya kahve içerken şeker kullanmıyorum, -ki zaten çayı da nadiren içerim-
yağmurun yağacağını önceden hissedebiliyorum. son cümledeki "önceden"in gereksiz olduğunu biliyorum. gereksiz şeyleri seviyorum. gerekli şeylerden pek hazzetmiyorum.
bazen uyuyorum, bazen uyanmayı unutuyorum. yıllardan yorulmuş tüm saatlere saygı duyuyorum. çoğu zaman haklı olduğumu düşünüyorum.
nadiren yalan söylüyorum (misal; az önce) "her zaman haklı olduğumu düşünüyorum."
kalabalık ortamlarda pek gülümsemiyorum. sevdiğim şarkıyı bıkana kadar dinliyorum. sevdiğim şarkıdan bıkmıyorum. sevdiğim şarkıyı kendimden bıktırıyorum.
korktuğum şeyleri sayarken sayamıyorum. aklıma gelen şeyleri aklıma getiremiyorum. düşündüğümü düşünüyorum. düşünmediğim de beni düşünmesin istiyorum. düşündüğüm de düşünmesin istiyorum. düşünülmek istemiyorum, gerek duymuyorum hiç duymamışım meğersem.
bir gün "çoluk çocuk nasıl iyiler inşallah" durumuna gelmemek için konuşuyorum. hızla değişen şeylere saygı duyuyorum. değişmeyen şeylere imreniyorum. yeteneklerimi duvarlara karalamaktan hoşlanıyorum. (ve duvarlar temiz.)
aynı kuyuya iki kez düşmüyorum. keşke düşsem. aynı kuyuya birden fazla kere düşen insanı anlayabiliyorum, o insan salak değil. kuyunun orda olduğunu o da biliyor; ama su tanıdık geliyor. tanıdığım su yokmuş ki, keşke olsaymış.
kendimi 10 yıl sonra hayal etmiyorum. siyasi görüşümü göremiyorum. elle tutulur ne varsa yere düşürmüşüm bak, kaymış elimden; tutamıyorum. olsunmuş.
x'e değer vermeden de denklem çözebiliyorum. (bunu duvara yazmak istemişim; kalemim bitmiş ama bu aslında yetenek bile değilmiş, öğrenince üzülmüşüm) bilinmeyenleri toplayıp karşıya atıyorum, zaten karşı çok da uzak değilmiş. köprü açıkmış, trafik yokmuş. kar yağmış ama tutmamış, bu şehirde hiçbir şey tutmazmış zaten. biz de tutunamamışız. kar bile yakıyorken; ben ısıya falan inanmıyorum.
sonra maç varmış, maç bitmiş. holiganlar sokakağa dökülmüş. merak ediyorum. seni takım tutar gibi tutuyorum. * *belki sen de elimden kayarmışsın ama şimdilik bekliyorum.
fazla kıpırdamıyorum, üç yanım denizlerle çevrili; dördüncü yanım özerkmiş. söndürülemeyen bazı ışıklar var ama bu toplumu yine de seviyorum.
size hayatta yanlış kararlar almanıza ya da hatalı tercihler yapmanıza neden olan bazı durumlardan bahsetmek istiyorum.
öncelikle şunu belirteyim, bu yazı az biraz uzun olacak. bu yüzden aramızda "ben okumam, uğraşmam, durumumuz yoktu kardeş, bunu kim okuyacak, durumumuz vardı ama yine de okumadık, özet geç piç, okumadım ama kesin güzeldir" gibi çeşitli komiklikler şakalıklar yapacak yazar dostlarımız varsa onları şuradan, sol yukardan "geri" butonuna alayım.
amacım kararlarınızı, tercihlerinizi nelerin etkilemekte olduğunu size göstermek.
vira bismillah...
availability bias: bir şeyi hatırlamamız- hayal etmemiz ne kadar kolaysa o şeyi o kadar olası sanıyoruz. çevrende 40 yaşında kalp krizinden ölen bir veya daha fazla kişi varsa konusu geldiğinde 40 yaşlarında kalp krizi riski çok yüksek yea falan diyorsun, halbuki değil.
hindsight bias: daha önceden olmuş bir şeyin olma olasılığını abartıyoruz. mesela bir yangına şahit olduysak, yangın çıkma olasılığını çok yüksek sanıyoruz. yani bir nevi curse of knowledge (çok bilmenin laneti lol)
herhangi bir konuda sahip olduğun bilgiyle o konudaki riskleri abartman doğru orantılı. bir kalp doktoruna göre kalp hastalığının riski %70 falandır, ama gerçekte tabi ki o kadar değil.
representative bias: bir şey, diğerini ne kadar temsil ediyorsa ya da anımsatıyorsa, bu iki şeyin olasılığını birlikte değerlendiriyoruz. örnek olarak,
gözlüklü bi adam sizce hangi mesleği icra ediyor olabilir?
a) kütüphaneci
b) doktor
c) mimar
çoğunluk kütüphaneci der, aslında mimarmış.
istatistiksel olarak gözlüklü mimarlar diğer meslek sahiplerine nazaran sayıca daha fazla ama sana göre gözlüklülük ve kütüphanecilik birbirini temsil eden iki şey ve bu yüzden kütüphaneci seçeneği senin aklına daha uygun geliyor.
anchoring (çapa) bias: her insanın seçimi, alakasız bir ön ipucundan etkileniyor.
deney yapmışlar:
insanlardan ilk olarak numaralarını (bizdeki tc kimlik gibi) kağıda yazmalarını istemişler.
(çapa denilen kısım burası oluyor)
daha sonra bazı ürünler için ne kadar ödeyebileceklerini sormuşlar. bu içeceğe/ayakkabıya kaç lira ödersiniz gibi.
kimlik numarasının değeri yüksek olanlar her üründe fiyatları daha yüksek söylemiş.
yani demek istiyorum ki alakasız da olsa bir konuda aldığınız kararlar saçma sapan her şeyden etkilenebiliyor.
endowment bias: bir şeyi elimizde tutmak için -kaybetmemek için- elde etmekten çok daha fazlasını ödemeye razıyız.
bu konuda çok basit bir deney yapmışlar mesela: bir kupayı bi grup insana ücret talep etmeksizin vermişler, kaça satacaklarını sormuşlar. diğer gruba da kupa vermek yerine bu kupayı kaça alırsınız demişler. kupaya sahip olan grup kupayı alacak gruba göre çok daha yüksek fiyat biçmiş kupa için.
eski eşyalarımızdan, sevgililerimizden falan neden kurtulamadığımızı ( zor kurtulduğumuzu?) ve sahip olduğumuz şeyleri neden olduğundan daha kıymetli gördüğümüzü açıklıyor. *
bu arada isimleri ingilizce vermemin sebebi artistik yapmak değil türkçede muhtemelen tam karşılığı olmadığı varsa da bilmediğim için. lüzumsuz yorumlarda bulunmayın sonra, baştan olmasa da ortadan söyleyeyim. lol. *
sırada benim en sevdiğim ve en "helal olsun bunu düşünene be" dediğim:
IKEA effect
adının ikea effect olmasının sebebi ikeanın muazzam marketing stratejisi olarak literatüre geçmesi.
olayın özü aslında şu; "bir şey için ne kadar emek harcarsan o şeye o kadar çok bağlanırsın." ikea'dan aldığımız mobilyaları evimizde, canımız yuvamızda kendi imkanlarımızla -ya da imkansızlıklarımızla ki bu onu kat be kat daha değerli kılar- bir araya getiriyoruz. (monte ediyoruz?)
sonuçta ortaya çıkan şey sallanan dandik rezalet bir kitaplık olsa bile, "hey yavrum beee efsane oldu" falan diyoz. ikeadan alışveriş yapıyorsak malız zaten biz. orda dandik olmayan tek şey isveç köftesi galiba. köfte sevmem normalde ama isveç köftesi fena değil, sos falan oluyor ya yanında. hayır konu buraya nerden geldi onu anlamadım, neyse.
sıradaki biraz karışık olacak, iq'su belli düzeyin altındakiler çıkarsa sevinirim zira kasıyor. lol.
framing effect. adı üstünde zaten. "çerçeve, resim hakkındaki kararımızı değiştiriyor."
bir kazanma kaybetme durumunda eğer olay bize "kazanma" olarak sunuluyorsa riskten kaçıyoruz.
kaybetme olarak sunulduğu takdirde de risk arayıcı oluyoruz. - kötü çeviri :( -
misal, desinler ki %100 ihtimalle 500 lira kazanmak mı, %50 ihtimalle 1000 lira kazanmak mi?
çoğu kişi garanti olan 500 lirayı tercih eder. (riskten kaçış, aksi halde %50 olasılığın "kazanmama" kısmı vurursa cepteki 500 liradan olmak var çünkü)
ama deseler ki %100 ihtimalle 500 lira kaybetmek mi, %50 ihtimalle 1000 lira kaybetmek mi?
bu sefer %50 ihtimalle 1000 lira kaybetmek seçiliyor, risk arayışına giriliyor. çünkü belki kaybetmez. az önce kazanma durumunda görmezden gelinen %50 burada değer kazanıyor. kaybetme durumunda daha gözükara davranırken kazanma durumunda götü sağlama almaya çalışıyoruz yani. fazla kibarım biliyorum ama başka bir şekilde açıklanamaz bu durum bence. en iyi şekilde açıkladığımı düşünüyorum.
geldik en güzellerine: hot-cold empathy gaps
hot : fazlasıyla duygulu olduğumuz durumlar.
cold : duygusal anlamda fazla uyarılmamış olduğumuz durumlar
2 çeşit olarak;
1)hot to cold
2)cold to hot
(sıcaktan soğuğa, soğuktan sıcağa işte, anlamayacak bir şey yok)
sıcaktan soğuğa doğru olanda, o kadar duygu yüklüsüzün ki yanlış kararlar veriyorsunuz. prostat kanserinde ameliyat işe yaramıyormuş (inşallah prostat kanseri olan yoktur aramızda) ama doktorlar adamlara "kansersiniz ameliyatı da var ama pek işe yaramıyor boşverin o yüzden", bile deseler "yok ben ameliyat olcam" derler mesela. duygu yükü altındayken yanlış kararlar veriyoruz yani.
aynı şekilde cinsiyet değiştirmek isteyenler uzun süre takibe alınıyormuş ki başka sebepten duygusal bir dönemden geçip hayatını değiştirmesin. (değiştirmek derken baya yani, her yönden)
soğuktan sıcağa doğru olansa, duygusal anlamda nötr bir durumdayken, birçok şeyin sonucunu azımsıyoruz ya da önemsiz görüyoruz anlamına geliyor.
örnek; genç yaşta sigaraya başlamak. sigara içen kişi ilerde bir hastane odasında akciğer kanseri ameliyatı olmadan önceki korkuyu hissedemez. dolayısıyla sigarayı bırakması yönünde ikaz edildiğinde pek umursamaz.
başka bir örnek, bir hafta boyunca canınızın istediği (kalorisi yüksek) ne var ne yok yedikten sonra "haftaya diyete başlayayım" diyebiliyorsunuz. çünkü "cold" haline geçtiniz, o kadar çok şey yemişsiniz ki o yoksunluğu hayal edemiyorsunuz, dolayısıyla diyet yapmak artık size aslında olduğundan daha kolay geliyor.
diğer bir "hatalı karar alma" sebebimizse: relativity (görecelilik)
bunu firmalar müşterilerden para koparmak için çok kullanıyorlar.
az az ama öz öz. yani o azımsadığımız miktarı tüm müşterilere vurduğumuz zaman "abovvvv" bir para çıkıyor ortaya. böyle böyle zengin oluyorlar zaten. neyse.
relativity diyor ki "seçeneklerin sunum şekli, seçimlerimizi etkiler." biz de diyoruz ki "nasıl yani?"
burda asıl önemli olan kavram "decoy" olup kendisi güzel türkçemizde "yem" anlamına gelmektedir.
decoy: diğerlerinden bariz bir şekilde daha kötü olan seçenek.
örneğin üyelik alacaksınız karşınıza 3 seçenek çıkıyor, bunlar;
a)online üyelik 49 tl (50 değil ama 49 lol)
b)normal üyelik 100 tl
c)online + normal üyelik 100 tl
burdaki b seçeneği yemdir. kimse onu seçmez, onun yerine c'yi seçip kendince akıllılık eder. aklını seveyim, gel.
orda yalnızca a ve c seçenekleri olsa, çoğu insan a'yı seçecekken, yem yüzünden c'yi seçiyorlar çünkü efsane uyanığız. diyoruz ki 100 liraya hem online hem normal üyelik ikisi bir arada. yukardakinde (yemde) tek başına normal üyelik de aynı fiyat niye ikisi birlikteyken aynı meblayı ödemek varken daha azına ödeyeyim. tebrikler, yemi yedin. kalanını paket yaptır evde yersin diyecem ama bırakmamışsın ki, vallahi bravo. *
bu görecelilik olayı, seçenekleri kıyaslayarak karar vermemizi söylüyor. halbuki her seçeneği tek tek irdelesek doğruyu buluruz da bakmayın işte arada böyle muziplikler tatlı şakalar yapıyoruz.
geldik bir başka sazan.avi durumuna,
zero price effect (bedava etkisi) :
bedavayken talep acayip fazla oluyor, fiyatın 0,01 lira olması bile talebi düşürüyor.
mesela " x tl üzerine kargo bedava" olayı bunun en güzel örneği. bu ifade bana biraz tehtid gibi geliyor. o x tl'yi doldur aksi halde kafana sıkarım değil de, aksi halde kargoyu paşa paşa ödersin gibi.
bedava olması nasıl cazip geliyorsa artık, o x tl'yi doldurmaya çalışıyoruz. misal 20 tl'lik kitap alacakken 50 tl üzerine kargo beleş diye 5 liralık kargoyu ödemek yerine ihtiyacı olmadığı halde 30 tl'ye gereksiz kitaplar alan birini tanıyorum ben. ilişkimi kestim zaten ya, enayilerle işim olmaz benim. (yalan)
neyse nerde kalmıştık?
focalism...
bir olaya öylesine odaklanıyoruz ki (focal olay) olabilecek diğer şeyleri ve doğuracakları sonuçları düşünemiyoruz.
örnek: evlenince her şeyin çok güzel olacağı, iyi bir aile hayatı, sevdiğin bir eş, aile sofrası, romantik anlar( bunun üstüne pek durmuyorum anladınız siz) ama diğer yandan faturalar, iş güç, sıkıcı aile ziyaretleri, bazı tartışmalar hatta aile içindeki küçük çaplı kavgalar vs bunlar aklınıza bile gelmiyor. sürekli tek bir olaya odaklı, sadece iyi yönlerini görerek düşünüyoruz. bir nevi zihinsel demirlenme yani.
sıradaki benim en sevdiğim ve en çok yaptığım. okuyunca anlayacaksınız ki aslında hepiniz bunu sürekli olarak yapıyorsunuz. ama bilinçsizce. ben sizi bilinçlendirmek için varım buyrun oturun daha bir yere gitmiyoruz az daha var buyrun buyrun.
preference for Improving sequence (iyiye giden seriyi tercih)
birden çok olay üst üste gerçekleşecekse, en iyi olanı en son yapmayı tercih ediyoruz. bununla ilgili komik bir deney yapmışlar. gençlere 2 seçenek sunmuşlar.
1)akraba ziyaretine gitmek
2)arkadaşlarla gezmek
bu iki olay birbiri ardına gerçekleşecekse önce akraba ziyaretini tercih etmişler çünkü arkadaşlarla gezmek eğlenceli, o sona saklanıyor. son yapılan hafızada da kalıcı olur hem. ama o ayrı konu. bu arada ben de güzel olan yemeği hep en sona bırakırım. sevmediğim şeyi ilk yerim ki güzel olanın tadı kalsın. sevmediğim yemek pek yok zaten. köfte sevmiyorum mesela ama isveç köftesi güzel oluyor bahsetmiş miydim, haydaaaa.
ve son olarak,
confirmatory bias:
herhangi bir şeye hayatının bir döneminde (çocuklukta olanlar daha kalıcı oluyor) bir kere tam anlamıyla ikna olunca, bir daha o konu hakkındaki (destekleyen ya da ters düşen) bilgiler umrumuzda olmuyor. bu hepimizin bildiği bir şey zaten çok da üstünde durmaya gerek görmüyorum. hepimiz sabit fikirli lanet insanlarız sonuçta.
bu bilgiler hayatta işinize yarar mı bilmiyorum umarım bu yazı doğru kararlar almanıza yardımcı olabilir, zahmet edip okuyan herkese teşekkür ederim.
kavramları da ingilizce yazdım ki, googledan aratıp baksın merak eden. her şeyi devletten beklemeyin.
ayrıca bu konu hakkında ayrıntılı bilgi edinmek isteyen, kaynak soran falan olur diye, aşağıya bu konu hakkında yazılmış kitabın adını ve görselini ekliyorum. okuyun da az kültürlenin. *
(bkz: thinking fast and slow)
(bkz: daniel kahneman)
Yatağınıza girdiniz. Tanıdığınız eşyalar arasında kendi kokunuz ve anılarınızla dolu çarşaflar, battaniyeler arasına yerleştiniz, başınız yastığınızın tanıdık yumuşaklığını buldu, yana döndünüz, bacaklarınızı karnınıza çekerken boynunuzu öne eğdiniz, yastığın serin yüzü yanağınızı serinletti: Birazdan, birazdan uyuyacak, karanlığın içinde hepsini, hepsini unutacaksınız.
Hepsini unutacaksınız: Sizden üstün olanların acımasız gücünü, söylenmiş o düşüncesizce sözleri, budalalıkları, yetiştiremediğiniz işleri, anlayışsızlığı, ihaneti, haksızlığı, aldırışsızlığı, sizi suçlayanları ve suçlayacak olanları, parasızlığınızı, hızla geçen zamanı, hiç geçmeyen zamanı, kavuşamadıklarınızı, yalnızlığınızı, utancınızı, yenilgilerinizi, zavallılığınızı, acıklı halinizi, felaketleri, felaketlerin hepsini, hepsini birazdan unutacaksınız. Unutacağınız için memnunsunuz. Bekliyorsunuz.
Beklerken tanıdık sesler duyuyorsunuz; mahalleden geçen bir otomobilin bildik parke taşlarının ve yol kenarındaki su birikintilerinin üzerinden geçişini, yakınlarda bir yerde kapanan bir sokak kapısını, eski buzdolabının motorunu, çok uzakta havlayan köpekleri, taa deniz kıyısından gelen sis düdüğünü, muhallebicinin ansızın kapanan kepengini. Uyku ve rüya çağrışımlarıyla, mutlu unutuşun yeni dünyasına açılan anılarla dolu bu sesler, her şeyin yolunda gittiğini, birazdan onları da çevrenizdeki eşyalar ve sevgili yatağınızla unutup başka bir aleme gideceğinizi size hatırlatıyor. Hazırsınız.
Hazırsınız;sanki vücudunuzdan, sevgili bacaklarınız ve kalçalarınızdan, hatta daha yakındaki kollarınız ve ellerinizden de uzaklaştınız. Hazırsınız ve hazır olduğunuz için o kadar memnunsunuz ki, gövdenizin bu yakın uzantılarının bile artık yardımına gerek duymuyor, gözleriniz kapanırken yakında onları unutacağınızı biliyorsunuz.
Ama uyuyamıyorsunuz da.
Bu gerçeği itiraf etmek için çok erken değil mi daha? Huzurla uyuduğunuz zamanlarda düşündüğünüz şeyleri aklınıza getirin: Hayır, bugün ne yaptığınızı ve yarın ne yapacağınızı değil, içinden geçerek sizi uykunun unutuşuna kavuşturan o tatlı anları düşünün: işte herkes sizin dönüşünüzü beklerken en sonunda geri geliyorsunuz ve çok seviniyorlar; hayır gelmiyorsunuz geri, çantanızda en sevdiğiniz şeyler, karlı telgraf direkleri arasından giden bir trendesiniz; aklınıza gelen o güzel sözleri, zeki cevapları verince hepsi hatalarını anlıyor, susuyor ve size gizli de olsa bir hayranlık duyuyorlar;sevdiğiniz güzel gövdeye sarılıyorsunuz, o gövde de size; unutamadığınız bahçeye dönüp dallardan olgun kirazlar topluyorsunuz; yaz geliyor, kış geliyor, bahar geliyor; sabah geliyor, mavi bir sabah, güzel bir sabah, güneşli bir sabah, yolunda, mutlu bir sabah...Ama Hayır uyuyamıyorsunuz.
O zaman benim gibi yapın: Kolunuzu bacağınızı onları hiç huzursuz etmeden usulca kıpırdatarak yatağınızda hafifçe dönün, başınız yastığın öteki ucunu bulsun, yanağınız yastığın serin bir köşesini. Sonra, yedi yüzyıl önce Bizans'tan Moğol Hakanı Hülagü'ye gelin olarak yollanan Prensis Mariya Palaeologina'yı düşünün Sizin yaşadığınız bu şehirden, Konstantinopolis'ten de iran'a Hülagü'yle evlenmeye yollanmış, daha oraya varmadan Hülagü ölünce, yerine tahta geçen oğlu Abaka ile evlenmiş, iran'daki Moğol sarayında on beş yıl yaşamış, kocası öldürülünce sizin de üstünüzde huzurla uyumak istediğiniz bu tepelere geri dönmüştü. Prenses Mariya'yı içinizde iyice hissedene kadar onun yola çıkışındaki hüznünü düşünün, geri dönüşündeki, dönüşte yaptırıp içine kapandığı Haliç kıyısındaki kilisede geçen günlerini düşünün.
Bunlar da uyutmazsa beni, sevgili okurlarım, ben ıssız bir gece yarısı, ıssız bir istasyonun peronunda aşağı yukarı yürüyerek bir türlü gelmeyen bir treni bekleyen tedirgin adamı düşünürüm; adamın nereye gideceğine karar verdiğimde ben o adam olmuşumdur.
Dünyanın içinde açılan ikinci dünyayı düşler, her şeyin ikinci anlamı bana ağır ağır açılırken bu yeni dünyada yeni anlamlar arasında nasıl sarhoş olacağımı kurarım. Hafızasını kaybeden adamın mutlu şaşkınlığını düşünürüm. Hiç tanımadığım bir hayalet şehre bırakıldığımı düşünürüm; bir zamanlar milyonlarca yaşadığı mahalleler, caddeler, camiler, köprüler, gemiler, her şey, her şey bomboştur ve ben hayaletimsi boş alanlarda yürüdükçe gözyaşlarıyla kendi geçmişimi ve kendi şehrimi hatırlıyor, ağır ağır kendi mahalleme, kendi evime, içinde uyumaya çalıştığım yatağıma doğru yürüyorumdur. Rosette taşı üzerindeki hiyeroglifi çözmek için gece yatağından kalkıp, uykuda gezenlerin dalgınlığıyla kendi belleğimin karanlık dehlizlerinde dolaşan, çıkmaz sokaklara girip tükenmiş anılarla karşılaşan Francois Champollion olduğumu düşünürüm. içki yasağını denetlemek için bir gece sarayında kıyafet değiştiren IV.Murat olduğumu düşünür, kılık değiştirmiş muhafızlarımla birlikteyken kimsenin bana zarar veremeyeceğinin gizli güveniyle camilerde, hala açık tek tük dükkanlarda, gizli geçitlerdeki miskin hanelerde pinekleyen kullarımın hayatını sevgiyle seyretmeye koyulurum.
Hala uyuyamamışsam sevgili okurlarım, anılarının izini sürerek kaybettiği sevgilisinin suretini arayan mutsuz aşık olur, şehrin her kapısını açar, afyon içilen her odada, hikaye anlatılan her mecliste, şarkı söyleyenler, evde kendi geçmişimin ve sevgilimin izlerini ararım. Bu uzun yolculuklarım sırasında hafızam ve hayal gücüm ve oradan oraya sürüklenen benim hayallerim yorgun düşüp pes etmemişse hala, en sonunda, uykuyla uyanıklılık arasında o mutlu belirsizlik anlarının birinde önüme çıkan ilk tanıdık mekana, uzak bir dostun evine ya da yakın bir akrabanın boş kalmış konağına girer, belleğimin unutulmuş köşelerini yoklar gibi kapıları aça aça bulduğum odaların sonuncusuna girer, mumu söndürür yatağa yatıp, uzak, yabancı ve tuhaf nesneler arasında uyurum.
yoktur gün, bir yuvarlak vardır bir de ışığı. bir boşluk vardır; günlerin, ayların, insanların, lunaparkların, çay bardaklarının sığdığı bir boşluk. büyük binaların, köprülerin, alt yapıların kabullenemediği bir boşluk.
kalabalık şehirlere bakınca gözlemlenebilen bir boşluk,yalnızca zihinde şekillenebilen.
soğuğun ve sıcağın var olmadığı , denizlerin sonsuz olduğu , hiçbir sevgilinin dolduramayacağı bir boşluk, hiçbir lezzetin tat veremeyeceği bir boşluk.
kelimelerin hiçbir anlama gelmediği; hiçe giden o trenin aslında var olmadığını fark ettiğin, renksiz; saydam olmayan, yarı saydam da olmayan, hatta hiçbir şey olmayan boşluk.