Yine getiriyordu hayattaki her şey adamı kadına ama koca bir gökyüzü çöktü hayallerinin üstüne ve yıkıldı binalar 'adamdaki kadın'ın üstüne, enkaz altında şimdi tümden ama eli kaldı dışarıda sadece ya da adam öyle olduğunu düşünüyor fakat ses duyuyordu bazen içinden geliyor gibi, 'hey! kimse var mı orada?'. Yaşıyor gibiydi kadın bazen ama yaşıyor olmaması gerekirdi çünkü adam o en sevdikleri kitabın, birbirlerinin gözlerinin içine bakarak canlandırdıkları, üstelik de en sevdikleri bölümlerini yine aklından geçirirken ezbere:
+Demek kraliçe olmasaydınız beni sevecektiniz madam, öyle mi? bu durumda, sizi bana karşı böyle acımasız kılanın konumunuzun saygınlığı olduğuna inanabilirim, demek Madam de Chevreuse olsaydınız, zavallı Buckingham ümit besleyebilirdi? Ah! Güzel majesteleri, bu tatlı sözler için yüzlerce teşekkürler.
- Ah! Milord, beni yanlış anladınız; demek istediğim...
+ Susun! Susun! Bir yanlış anlaşılmadan dolayı mutluysam, o mutluluğu elimden alma acımasızlığını göstermeyin. Kendiniz de söylediniz beni bir tuzağa düşürdüler, belki de ölebilirdim, çünkü ne gariptir ki bir süredir öleceğimi hissediyorum.
- Aman Tanrım! Evet dük, benim de bazı önsezilerim, rüyalarım var. Bir keresinde sizin yaralandığınızı gördüm, kanlar içerisinde yatıyordunuz.
+ Sol yanda, değil mi, bir bıçak yarası?
- Evet, aynen öyle, sol tarafta bir bıçakla.
+ Daha fazla duymak istemiyorum madam, beni seviyorsunuz, bu çok güzel.
- Sizi seviyor muyum?
+ Evet. Beni sevmeseydiniz, Tanrı benim gördüğüm rüyayı size gönderir miydi? Birbirlerine yüreğinden bağlı iki insan aynı önsezileri paylaşabilir miydi? Ah! Kraliçem, beni seviyorsunuz, beni ağlatacaksınız!
- Aman Tanrım! Tanrım! Bakın dük, Tanrı aşkına gidin artık, sizi sevip sevmediğimi bilmiyorum. Bana merhamet edin ve gidin. Ah! Fransa'da ölürseniz, ölümünüzün nedeninin bana olan aşkınız olduğunu düşünüp kendimi asla effetmeyeceğim.
+ Ah! Bu halinizle ne güzelsiniz! Sizi ne kadar seviyorum!
- Gidin! Gidin! Size yalvarırım ve daha sonra geri dönün; elçi olarak, bakan olarak etrafınızda sizi savunacak muhafızlarla, size göz kulak olacak hizmetkarlarla geri gelin, o zaman hayatınız için endişelenmeyeceğim ve sizi yeniden görmekten mutlu olacağım.**
içinden bir başka ses yanlış köprülerde yanlış gemilerin yakıldığını söylüyordu kulağına ve o kadar kontrol etmesine rağmen köprünün bastığı yerlerindeki tahtalarının eksik olup olmadığını, tam ulaşmak üzereyken köprünün ucundaki kadına, köprü çökmüş adam da 'o'na ulaşamadan aşağı düşmüştü. Oysa ne çok seviyordu kadın kraliçe, adam kılıç taşıyan bir dük olmayı ve ne de çok da benziyordu birbirine ulaşamayan tiyatral yönleri ile gerçek karakterleri, çünkü sonunda hep sorguluyorlardı 'biz var mıydık?' diye.
Oysa ki yaşam kadar gerçekti 'biz' olgusu onlar için ama yaşamak gibi sahteydi, çünkü aynı kraliçe gibi, git diyordu ama gelme diyemiyordu kadın. Sadece biliyorlardı ki, bir başka zaman gerekti onlara, erkeklerin, atların sırtında aşkları için düelloya çıktıkları, sevdikleri kadının uğruna gözlerini kırpmadan ölüme gidebilecekleri kadar temiz ve onurlu sevebilecekleri ama kadınların da kraliçeler gibi asil ve kendilerine gösterilen bu aşk reveranslarını kaldırabilecek ya da kendileri için ölen bu adamların ardından yaşamamayı tercih edebilecek kadar tutkulu oldukları ve aşkın birini acı içerisinde yaşarken öldürmek değil, saf ve şerefli ve tutkulu şekilde birlikte ölmek olduğu zamanlar gibi ancak yoktu öyle bir şansları ve kadın çabuk sıkıldı bu şeyden, hemen her şeyden çarçabuk sıkıldığı gibi. işte bu yüzden git dedi adama, sadece git ve bilmiyorum:
-git!
+ya sevgi?
-bilmiyorum, git işte.
Gitti adam kendi yoluna, ne de olsa kendinden önce gelirdi 'o'nun istekleri ve bu da onlardan biriydi, sonra saate baktı bir gün kendini dünya kadar yorgun hissettiğinde, saat kendi yönünde dönmüştü yıllarca ve geçmişti zaman o çürük köprüyü aşma denemesinden bu yana ama akrep ve yelkovan birbirlerini kovaladıkça, eski bir 'an'ın tortusunun korkusundan geçememişti ve ayırdına vardığı tek gerçekti aslında sadece 'saat ibresinin tersi yönünde dönen bir hayat'a sahip olabildiği, gerisi ise zamandan korkmuş bir düştü ve artık bir mucize gerekti adama ve son düşüşü değil, kafa tutuşu olacaktı kaderine, altındaki tahta köprüden boynunda bir iple bir sonraki kayışı.
bir çocuğun hayallerini içine koyarak özgürleştirdiği saklama kaplarıdır sabun köpüğüne üflenerek şişirilen köpük balonlar, kimi zaman akşam yemeğinden sonra babanın yardımı ile el ve ağız yıkanırken dudaklarla, kimi zaman da suya karıştırılan bulaşık deterjanına, diğer ufak dostlarla birlikte balkonda, annenin çamaşır mandalları yardımı ile üflenerek oluşturulan, gökkuşağı rengindeki yüzlerce irili ufaklı ve her biri bir diğerinden farklı, renkli, kokulu, mutlu hayaller, düşler, istek ve planlar ama en çok da hava dolu, bazen en uzağa bazen en yükseğe ulaştırılmaya çalışılan ve patlayana kadar arkasından bakılan ya da koşarak yakalanmaya çabalanan içi boş ama dop dolu bir çocukluktur ve balon üreticisinin tek sorumluluğu en büyük balonu şişirerek, en yükseğe ve böylelikle en uzağa ulaşarak, o balonla dünyayı gezmektir, üstelik 80 gün gibi uzun bir süreye bile ihtiyaç duymadan, kaybetme ve düşme korkusu hissetmeden, yaşayarak, ter sırtında soğuyarak ve canı acıdığında, kendi düşenin ağlamayacağı genellemesine inatla her seferinde daha şiddetli ağlayarak ve her gün bir masumiyetini kaybederek büyümektir çünkü artık elini ağzını kendi başına yıkama zamanı gelmiştir ve mandallar oynamak için fazla sıkıcıdır, hayaller baloncuklara sığmaz, sığsa balon onu kaldıramaz, kaldırsa uzaklaşamaz ve patlar, üstelik peşinden koşup onu yakalamaya çalışmak da anlamsızdır çünkü büyükleri bir kere demiştir ki elde edilmez hiçbir hayal böyle ve bu sayede rüyaların olağan şekilde gerçekleşmeyebileceği ihtimali dolaşmaya başlar damarlarında ve çocuk hayatın artık patlayan bir köpükten ibaret olduğunu kabullenir, üfleyerek köpük yapmaktan vazgeçer.