Galiba gitme vakti gelmiş Ahmet abi. Hissediyorum.
Seneler de devretmeye başladı artık. Çekilir şey değilmiş. Hiç değilmiş. Ceketimizi alıp gidelim. Kalanlara selam olsun. bizi unutsunlar, bizden zaten hayır gelmedi/ gelmiyordu. bizi sormasınlar, bizi özlemesinler. Yol ver ahmet abi. Kaderin elbet bize de bir yerde tesadüf eder. Geç olmasın be ahmet abim. Senin dizelerinle gidelim, yola koyulalım, ahmet abi;
"Kurumuş kuyunun suyu, incirin
sütü çoktan çekilmiş
Bir zamanlar dünya sandığım bahçeyi
Ayrık otları, dikenler bürümüş"
Muhtemelen bu başlığın en alakasız tanımını giriyorum:
Şöyle ki: veda, bundan yaklaşık 700-800 sene evvel maldiv adaları ve civarında geçerli olan paranın adıdır. Bu para bildiğimiz deniz kabuklarının temizlenmesiyle elde edilen basit bir takas eşyasıdır. Deniz kabuğu çıkarılır, temizlenir ve beyazlatıldıktan sonra para olarak kullanılır. O zamanlar yaklaşık on bin veda bir altın dinara denk gelmekte imiş. Tabii bu enflasyona göre sürekli değişen bir birimdir. Zaman zaman bu sayı yüz bine de çıkabiliyor bine de düşebiliyor. Bu deniz kabuğu doğu afrika kıyılarında da yine aynı dönemde para olarak kullanılmış.
Bengalliler ise bu dönemde pirinci para olarak kullanmaktaydılar. Hatta pirinç ile deniz kabuğu sık sık bu dönemde takas edilmiş. Bir başka konu da yemenli, iranlı tüccarların gemilerine bu dönemde safra olarak kum değil de bu vedaları(kutsal sayılan 'vedalar' kitabı değil aman karıştırmayın)(deniz kabuğu)depolamasıdır. Depolanan bu safradan arta kalanlar maldivler civarında kullanılırmış.
Hay bin yakzan'ın müellifi ibn-i sina'nın * aktardığı, huneyn bin ishak'ın yunanca'dan arapça'ya tercüme ettiği, alegorik, felsefi bir öyküsü vardır: salaman ve absal.
Mezkur öyküde aklı temsil eden, bilime tutku derecesinde bağlı olan kral hermanus keşfedilen yasaları sonraki nesillere aktarabilmek için bu piramitleri inşa ettirir. Bu öyle bir tutkudur ki hermanus'un gözü akıldan başka bir şey görmez ve kadınlar ile hiç ilgilenmez. Hatta büyük maceralar yaşadıktan sonra tahta geçecek olan oğlu salaman bile bir nevi yapay bir rahimde dünya'ya gelir. Salaman da daha sonra babası gibi kendini akıl dışındaki şeylerden soyutlayan bir kişiliğe bürünür.
Hikaye, anlatıldığına göre, piramitlerin bir yerine gizlenmiş altın levhalar ile kayıt altına alınmış ve daha sonra platon bu levhaları mısır seyahati sırasında keşfetmiştir. Fakat devrin kralları bu levhaları almaya izin vermediğinden, platon öğrencisi aristo'ya bunu almasını öğütlemiş ve aristo ise iskender'in mısır'ı fethetmesinin ardından platon'un gösterdiği gizli yollarla levhaları keşfedip bu hikayeyi aktarabilmiştir. Levhaların sonunda salaman'ın ağzından şu satırlar yazılıdır:
"Bilgiyi ve krallığı yetkin ve tam olan yücelerden iste. Eksikliler yalnız eksiklikler verebilir."
Esasında bu hikayenin(salaman ve absal), aktaranın(aristo), tercüme edenin(huneyn bin ishak), tercüme edileni duyuranın da(ibn-i sina) ortak bir yönü vardır o da "akılcı" olmalarıdır. Zaten bunlar toptan aristocu veya daha kulağa hoş geldiğini düşündüğüm -bazı farklar olsa da genel itibari ile aynı olan- tabir ile "meşşaî" filozoflarıdır. Hikayede iklikalos diye öğütleyici, tavsiye verici bir karakter daha vardır. Platon'un hikaye'nin dışında kalması da zannımca bu filozofların düşüncelerinin veya bu aristocu yaklaşımın yansımasıdır.
Hikaye piramitleri anlatan eski kaynaklar ile bir uyum içerisindedir. Kral, oğlu, bilim, akıl, tutku, tufan... piramitlerin mantığını tanımlayan bir çok şey hikayede mevcuttur.
Bilimsel yasaları kaydetme işinin nasıl olduğuna dair bazı kitaplarda ipuçları vardır. Bu ehramı(özellikle keops) anlatan eski kaynaklarda piramidin duvarlarında 10000 sayfayı dolduracak nitelikte yazılar olduğundan bahsediliyor. Maalesef bu yazılardan günümüzde bir eser kalmamış. Piramidin taşları üzerine doldurulan ve düz bir görüntü oluşmasına sebep olan kireçtaşı sıvası da çoktan kayıpları karışmış vaziyette.
Harun Reşid'in oğlu halife el-memun döneminin merakıyla bağdaşan bir şekilde -gerçi kitaplarda bu piramitlerin içinde olduğu söylenen hazineyi bulmak için yapılmış bir girişim olarak zikredilse de, bunu döneminin gelişmelerine dayanarak inanmıyorum- piramitlere girmeye çalışmış ve uzun uğraşlar sonucu bir gedik açıp piramidin bugün bildiğimiz 2 odasını ve bazı yollarını keşfetmiştir. Ama gelin görün ki bu piramitlere dair o dönemde matematiksel hesaplamalar yok denecek kadar azdır. Neredeyse bir şey yapılmamıştır. Yani hem duvarlarında binlerce sayfa tutan yazıları olan bir piramit karşınızda olacak hem de keşfetme dürtünüz sessiz kalacak! Burası ya bir çelişkidir ya da henüz çözülememiş bir muammadır. ingilizler ve fransızlar zaman içinde piramitleri teknik boyutuyla epey incelemişler fakat yine büyük bir yekûn oluşturacak sorular cevapsız kalmıştır.
Kral odasında yalnızca kendi halinde duran bir "lahit"in olmasını da, yalnızca bir takım ritüelleri kralın yerine getirmesi için konulduğunu düşünmek de bence yanlış bir yaklaşım. Yani bu odanın boş olmasının da hikaye ile ilgili bir alegorik bağı olduğunu düşünüyorum. Piramitler anlamın kendisi olduğu gibi oda ve kenarı kırık lahit de bu anlamın, "haram"ın, "ehram"ın kendisi olabilir.
'Sak' kelimesi eski türkçe'de düşünceli, gözü açık, müteyakkız anlamlarında bulunmaktadır.* Bu kelimeden türemiş, anlamı genişlemiş, sık kullandığımız bir fiil de var: sakınmak. Göktürk, uygur ve çağatay metinlerinde "sakın, sakınç, sakındım" çekimleriyle sık sık karşımıza çıkar bu kelime. Günümüzde "sakın yapma, sakındım" filan derken genellikle düşünceli olmayı pek kastetmesek de kelimenin asıl anlamı düşünceli olmaya atıf yapmaktadır. Saklanmak kelimesi de bu kelimelerle aynı kökten gelmektedir. 'Sak' ismi, isimden fiil yapan ek (:-len) alarak türemiştir. günümüzde bu kelimeyi "gizlenme, korunma, uzaklaşma" anlamlarıyla kullanıyoruz yani bu da kelimenin yan anlamlarının, asıl anlamın önüne geçmesi demek oluyor. Saklanmak eski türkçe'de ne anlamda kullanılıyordu bilmiyorum; fakat yine düşünce bağlamında kullanılıyor olması kuvvetle muhtemeldir.
ibn Battûta yaklaşık 700 sene evvel Hind diyarında karşılaştığı yogileri(bunlar kitapta 'cûkî' diye geçer ama sanıyorum kitabı daha sonradan düzenleyen ibn cüzeyy, battûta'nın ye harfini cim diye okuduğundan kitapta böyle geçmektedir. O harfi ise zaten arap alfabesinde u ile karşılandığından böyle okunmuş olsa gerek)şöyle anlatır:
"Cûkî tayfasının pek şaşırtıcı özellikleri duyulur, bilinir. Meselâ kimi aylarca ağzına bir lokma koymadan, bir damla su içmeden yaşayabilir. Onların çoğu yeraltında kendileri için kazılan çukurlarda kalmakta, üstlerine de ev yapılmaktadır! Herifler içeri girdiklerinde üst taraf örtülür ve sırf hava girecek kadar minik bir delik bırakılır. Bu cehennemî çukurlar içinde aylarca kalmaktadırlar. Hattâ bazılarının bir sene kaldığını dahi işittim!
Mencerûr şehrinde cûkîlerden ders almış, onların yöntemlerini öğrenmiş bir müslümanla karşılaştım. Bu adam kendisi için yapılmış bir masa üstünde yemeden içmeden tam yirmi beş gün otururdu. Ben oradan ayrıldıktan sonra daha ne kadar böyle kaldığını bilmiyorum!
Halk inanıyor ki cûkîler özel haplar üretiyorlar; bir tanesiyle günlerce hattâ aylarca idare ediyor, bunun sayesinde hiç susuzluk ve açlık hissetmiyorlar...
Öyle cûkî var ki yoldan geçen adama şöyle bir göz dikse hemen öldürüverir. halkın dilinde dolaşan söylentilere göre adam sihirbaz cûkîlerden birinin o feci bakışıyla can verdiği vakit göğsü yarılsa kalbi bulunmazmış! Çünkü adamın kalbini yemiştir! Ve bu tür işleri genelde kadınlar yapar. Bu işle uğraşan kadına keftâr(sırtlan, kan içici) denilir."
Seyyahımızın bir hayli dikkatini çekmiş olacak ki yogilerden daha bir çok yerde bahseder. Hattâ bir keresinde hükümdarın sarayında kendisine maharetlerini sergileyen bir yoginin(cûkî) yerden yükselmesi sırasında şaşkınlığından bayılır. Sonra hükümdarın gönderdiği şerbeti içince kendine gelir.
Her şey eski bir coğrafya kitabını görmemle başlamış olabilir. Yani pek kimseye bahsetmedim bundan. Pek gereği de yoktu. Bilmem hangi alman profesörünün jeomorfolojiye dair yazdığı pek mühim bir kitabı sahaflarda arıyordum. Kaç kitapçı gezdim bilmiyorum. Bazıları yalnızca suratıma bakmakla yetinip sorumu cevapsız bırakıyordu. Günlerce dolandıktan sonra aralık ayının ortalarına doğru kıyıda köşede kalmış bir kitapçının pek bakılmayan bir köşesinde 1954/ Ankara yazan basımını buldum. Kitabı açtım, sayfaları karıştırdım ve hemen fiyatını sordum. Yanılmıyorsam adam 120 lira fiyat biçmişti. Zaten hep böyle olurdu. Eğer bir şey değersiz bile olsa onunla ilgili olduğunuzu uyanık bir tüccar farkediyorsa fiyatını artırıverirdi. Bu oyuna bir keresinde de üniversitenin ilk senesi unkapanı'ndaki bit pazarında, büyük çoğunluğu hırsızların, çöpcülerin, toplayıcıların, arayıcıların ellerinden alınıp ıskartaya çıkarılmış kitapların arasında rastladım. Adam elime aldığım 1978/istanbul basımlı, ciltli osmanlıca kitaba karşı ilgim olduğunu farkedince hemen 20 lira fiyat biçmişti. Kitabın alınacak bir tarafı yoktu esasında. 1920'lerde basılmış bir coğrafya ders kitabının tıpkı basımıydı. Fakat ilginç olan şey kitabın içerisindeki notlardaydı. Kitabı alan kişi hediye edeceği arkadaşı için kısa kısa notlar tutmuştu. Ve bu notlar bazen resmi dilden çıkıp samimi duygu cümlelerine dönüyordu. Notları alan kişinin bir doçent olduğunu anlamıştım. Yazısında cümlelerinde olan naifliğin yansıması vardı. Adamla biraz pazarlık yapmak istesem de adam gözlerimdeki merakı farkettiğinden fiyatı kırmadı fakat yanında bir kitap daha alabileceğimi söyledi. Adamın tezgahında mevdûdî'nin tefsirinin son cildini de alıp, 20 lira ödeyip, tezgahın başından ayrıldım.
Birkaç gün sonra yine yolum oraya düşmüştü. Bu sefer hocanın verdiği bir röportaj ödevinde aklıma ilk gelen yer o bit pazarındaki tezgahtarlar olduğu için gelmiştim. Yaklaşık 10 tezgâhtar ile konuşup röportaja ikna etmeye çalıştım. içlerinden yalnızca iki tanesi kabul etti. Diğerleri Adlarının ödev de olsa bir belgede geçmesinden korkuyorlardı. Birkaç tanesi beni gazeteci zannedip "kaybol" diye tersledi. Daha sonradan onların kimisinin arandığını kimisinin de aranmasının ân meselesi olduğunu anladım..
Röportaja ikna ettiğim ilk adam rizeli bir göçmendi. 45 yaşında, saçları ağarmış, mütebessim çehreye sahip bir abiydi. Ivır zıvır satıyordu. Sattığı şeylerden pek bir şey kazandığı olmuyordu ama yine de ekmeğinin peşinden koşuyordu. Bir çingene kızı ile evlendiği için ailesiyle bağlarının koptuğundan bahsetti. Orada biraz duraksadı. ikimizin de içi burkuldu. Adamın daha anlatacak çok acısı vardı ama gülümsemeyi yüzünden eksik etmiyordu. Birkaç fotoğraf çektikten sonra yanından ayrıldım. Diğer ikna ettiğim adam ise acayip bir tipti. Yapacağım röportajı üniversite hocasına vereceğimi ve verdikten sonra da muhtemelen hoca tarafından bir kenara atılacağına söylememe rağmen kendisinin vereceği cevapların dünya'nın en büyük dergisinde filan yayınlanacağı ehemmiyetiyle sorularımı cevaplıyordu. Soru sorup cevap almak dışında bir çok şeyi konuştuk. Bir yerden sonra dayanamayıp birkaç poz alıp adamın yanından ayrılmak zorunda kaldım.
O pazara bir hafta sonra oraya yine geldim. Bu sefer herhangi bir işim yoktu. Evet, tam olarak geçerken uğruyordum. pazarın ortasındaki bankta oturuyordum. Yanda erzurum işi semaverde çay yapan, eli yüzü isten kararmış bir adam çay satıyordu. Bir tane söyleyip ayaklarım titreyerek beklemeye başladım. Çamaşır suyuna batırılmış bardakta getirilen is kokulu çayı hiç dert etmeden içtim. ikinci bardağı içerken onu farkettim. 10 metre kadar ötemdeki akasya ağacının altında, yere serdiği kartonların üstünde bir kadın uyanıyordu. Üzerine örttüğü birkaç battaniyeyi çekip kartonların üzerinde doğruldu. 35-40 yaşlarındaydı. Kızıl saçları başındaki yeşil örtünün kenarlarından yüzüne dökülüyordu. Muhtemelen beyaz olan yüzü kirden dolayı epey kararmıştı. Ellerinde kenarları dantellerle işlenmiş eldivenler vardı. Kadınların yolunun nadiren düştüğü bu pazarın ortasında ne işi var, diye düşündüm. Sonra "ya delidir ya delidir" diyerek işin içinden çıkmaya çalıştım. Kadın uykusundan uyanıp iyice kendine gelince etraftaki erkeklerle konuşmaya başladı. Etraftaki erkeklere fransızca bir şeyler deyip duruyordu. Ben de dahil kimse bir şey anlamıyordu. ilk defa gördüğüm için etraftaki erkeklerin arasında galiba en çok şaşıran bendim. Çaycı bu şaşırmamı farketmiş olacak ki çayımı tazelemeye gelince:
"Epeydir burada yatıp kalkıyor. Ne olduğunu anlamadık. Bir de bir konuşuyor ki sorma" dedi.
Etraftaki birkaç erkek kendi kendilerine kadınla dalga geçiyorlardı. Kadının pek aldırış ettiği yoktu. Bir süre sonra kadın sanki yanında birisi varmış gibi konuşmaya başladı. Birine aşırı nezaket gösterdiği belliydi. sanki aristokratların davet edildiği bir baloda, uzak bir ülkeden gelmiş veliahd bir prensle konuşuyormuş gibi jest ve mimikler sergiliyordu. Bir süre böyle devam etti. Sonra yine kendi kendine karşısındaki ile vedalaştığını belli eden tavırlar takındı ve eski haline döndü. Bir süre sonra ise battaniyesinin altına çekilip, gözlerini şeb sefa hatun camii'nin olduğu tarafa doğru dikip kalakaldı. Çaycı yeniden çayımı tazelemeye kalkarken "yeter abi" deyip, borcumu ödeyip kalktım. Giderken düşünüyordum:
"acaba o insanlara tiyatro sunsun, ben de para kazanayım, diye, çaycı mı bu kadını buraya getirmişti?"
"Yok canım daha neler."
Birkaç hafta sonra yine aynı pazara gelince kadını göremedim. Akasyanın altındaki kartonlar ve battaniyelerle birlikte kaybolmuştu. işin ilginci çaycı da ortalardan kaybolmuştu.
"Yoksa?"
"Yok ulan daha neler"
"Bizim fransızca konuşan kadın erzurumlu çaycı abiye aşık olmuş olamaz mı yani?"
"Olamaz."
"Olabilir, olabilir."
işin aslını öğrenmek için kimseye bir şey sormadım. Ben kafamda o çaycı ile fransızca konuşan lübnan göçmeni olduğunu düşündüğüm kadını birbirine aşık ettim. Onların şu an marsilya'da mistik bir kafe açıp işlettiklerini düşünüyorum. Kafenin içerisinde erzurum işi bir semaver yine sembolik olarak duruyordur. Duvarda lübnan ve türkiye'den fotoğraflar vardır. Kadın akşamları bizim çaycı abi ile güzel güzel konuşuyordu. Çaycı abi diyordur "yav canına yandığım ne güzel konuşursun" kadın bu sözlerin anlamını çözmüştür çoktan. Ülkemizdeki insanların bazılarının takındığı gibi yöre ağzı konuşanlara karşı küçümseyici bir şeyler düşünmeyip çaycı abimizin sözlerinin samimiyetine bakıp mutlu oluyordur, içten gülümsüyordur. Çaycı abi kafe işine çabuk adapte olmuş, dili öğrenmiş, kadına da sadık olmuştur. Belki güzel mi güzel kara gözlü bir çocukları bile olmuştur. Mutlu mesut yaşıyorlardır...
Beni sorarsan
Kış işte
Kalbin elem günleri geldi
Dünya evlere çekildi, içlere
Sarı yaseminle gül arasında
Dağların mor baharıyla
Sis arasında
Denizle göl arasında
Yanımda kediler, kuşlar
Fikrimden dolaşıyorum *
Sürekli kendi evinde yaşayanları bir kenara koyarsak bu özünde, bir yere ait olamamanın fiiliyata dönmüş hâlidir.
Yurt tutmak, "ev"lenmek, düzenli yaşanılan bir yere sahip olmak vs. Beraberinde rahat etme arzusunu meydana getiriyor. Evlenmek de esasında bu problemin bir çözümüdür. Rahat ederiz! Her ne kadar evli çiftlerden biri-tabii genelde erkek olur bu- zaman zaman kendi yatak odalarından, kavga sebebiyle veya herhangi kayda değer bir sebep olmadan, salondaki, oturma odasındaki, şurada buradaki kanepelerde uyumaya başlıyorsa bu durum evlilik için bence ileride ortaya çıkacak bir problemin veya [genellikle evlilikleri uzun seneleri doldurmuş (yaşları ilerlemiş) kimseler için ise:] problemlerin sümenaltı etmenin eşiğidir. Kişi artık o odaya tamamen ait olmadığını istese de istemse de bu tavrıyla gösterir. Özellikle yaşı kemale erimiş, ununu elemiş eleğini asmış çiftler için bu eylem bazıları tarafından normal görünse de gördüğüm örnekler evliliğin farklı bir boyuta döndüğünü bana düşündürmüştür.
Misafirler için de durum aynıdır fakat bu onları pek enterese etmez. Çünkü genelde geçici bir zaman için orada bulunurlar. Ait olduğu yere geçici bir süre sonra döneceğini düşününce insan genelde geçici olarak bulunduğu mekanda daha rahat eder.
Aslında bazılarında biteviye rahatsızlıklar olur. Evinde, kanepesinde, bazasında, kuş tüyü yatağında hiçbir yerde rahat edemez. Düşününce elbette buradan dünya'nın geçiciliğine hükmedebilir, bir misafir sıfatı kazanabilir, rahatımızı bozabiliriz. Ama yine bu minvalde düşününce rahatın bozulmadığını, dünya'nın da geçici olduğunu, asıl yurda -ahirete- elbet göçeceğimize düşünüp bir çıkar yol bulabiliriz. Bu bazısını daha da rahatsız eder bazısını ise rahatlatır.
Bir de bu durumun insanın diğer huylarına yansıması da zamanla kaçınılmaz oluyor. Aylardır sürekli yaşayacağımı düşündüğüm yerlerde olamıyorum. Kendi Ailemin yanında "misafir", akrabanın yanında "bir süre sonra gidecek birisi", arkadaşların yanında "yarına kadar kalacak bir dost", memlekette "tatilci"... Farkettim ki bu durum birçok şeyi de etkliyor. En başta daha az şeyle yaşamaya başlıyorsunuz. Daha az ıvır zıvır, daha az eşya, daha az kıyafet, daha az ve öz insan... birkaç sene evvel uzun süre yaşayacağımı düşündüğüm evimde her zaman yanımda götürdüğüm bir sırt çantam olurdu; onsuz bir yere çıkmazdım. Tabii artık böyle değil. Bir yerden sonra insan yüklerini atıyor, kurtuluyor; ama bunun etkili olmadığı ve geçiciliğin de değiştirmediği bazı şeyler var ki onları taşımak işte tam bu noktada insana güç veriyor(muş). bunu da öğrendim.
Kanepede uyumak modern bir konar-göçerliktir. Elbette bunu tv karşısındaki kanepeden uyuşukluğundan kalkamayıp odasına gidemeyen kimseler için değil de bir odası olmayıp, bir yere aidiyeti asgari seviyeye inmiş göçmen bireyler için söylüyorum.
Niye izin vermiyorsun yoluna kuş konmasına
niye izin vermiyorum yoluma kuş konmasına
niye kimseler izin vermez yollarına
kuş konmasına?
“Öyle güzelsin ki
kuş koysunlar yoluna”
bir çocuk demiş. *
Özellikle ondokuzuncu asır osmanlı döneminde avrupa'nın sınırdışı karakolu olmuş bir semttir. 19. Asır sonlarına doğru balkanlardan ve kafkaslardan gelen müslümanlar yerleştirilip demografik yapısı değişene değin burası, avrupa'nın kültürünün osmanlı coğrafyasına pazarlandığı ana yerdir. Büyükelçiler, memurlar, sayıları binleri bulan bekar levantenler, firariler, hırsızlar, tüccarlar... renkli gibi görünse de, gerek osmanlı'nın zihninde gerek avrupa'da burası pek iyi hatırlanmamıştır.hatta italyanların burayla ilgili şöyle eski bir şarkısı vardır:
Pera pera, dei scellerati nido(Alçaklar yuvası pera).
Konikler hakkında yazdığı içerisinde yüzlerce teori bulunan 8 ciltlik bir eserinin ilk 7 cildi günümüze kadar ulaşmıştır. Bu eserin günümüze ulaşmasında fatımiler döneminde yaşamış arap matematikçi ibn-i heysem'in büyük payı vardır. Bazı yanlışları düzelterek Kitabı arapça'ya kitab-ı mahrurât ismiyle tercüme etmiştir. Bu kitap daha sonra batı'ya aktarılıp birçok gelişmenin kapısını aralamıştır. Kitabın oxford, tahran nüshalarının yanında bir de süleymaniye kütüphanesi'nde de bir nüshası bulunmaktadır. Kayıp olan 8. Cilt yerine ibn-i heysem kendisi bir eser yazmış fakat bu yazdığı eser asırlarca kütüphanelerde gizli kalmıştır. Yanılmıyorsam batılı bir matematikçi de -yine yanılmıyorsam halley- böyle bir işe girişmiş ve 8.cildi kendince yazmıştır.
Aslında bu son ciltlerin kayıp olması biraz ilginç bir konu. Birkaç matematikçinin daha kitaplarının son ciltleri kayıp ve son ciltlerde de genellikle izlenilen metotlar ve önceki ciltlerdekinden daha girift problemler ele alınacağı söylenegeliyor. Belki de matematikçiler o son cildi hiç yaz(a)mayıp yalnızca sonrakilere bir insanın bir şeyleri çözebileceği, keşfedebileceği anlamında bir umut aşılamak için bunu yapmışlardır.
Kepler de Pergeli apollonius veya ablamyus'dan(batlamyus'la alakası yok) yararlanıp onun geometrik şekillerini astronomiye uygulayanlar arasındadır. Hocasının keşfettiği gezegenleri çember bir yörüngeye oturtamayınca bir gece aklına apollonius'un elipsleri gelir. Güneş sistemindeki gezegenlerin yörüngeleri buna uymaktadır.
Ayrıca biraz alakasız olmakla birlikte ayasofya'nın iki mimarı trallesli anthemius ve miletli isidoros da pergeli apollonius ile aynı havzanın çocuklarıdır. *
Not:
Batı'ya aktarılan "kitab-ı mahrurât"ın başında aslında ibn-i heysem'in adı yazmıyor. islam medeniyeti'yle batı medeniyeti arasındaki önemli farklardan birisi de aslında burada yatıyor. islam alimleri kitapların başına isimlerini yazmaktan genellikle kaçınmışlardır. Bunun sebebi daha sonra meydana gelecek bir böbürlenmeden, kibirden korktukları için olsa gerek diye düşünüyorum. Bu yüzden islamın bir zamanlar hüküm sürdüğü coğrafyadan çıkan eserlere bakarsanız girişlerinde kitabı yazana dair nadir şeyler bulursunuz(tabii bu her zaman böyle değildir). Bunlar daha sonra araştırılarak kime ait oldukları ortaya çıkarılır. ibn-i heysem'e ait olduğu da kitaptaki ipuçlarından yola çıkılarak bulunmuştur.
Bir durakta bekliyordum. sabahın erken saatleriydi.
Aylardır orayı ve etrafını hatırlamaya çalışıyorum. Bir duvarın önünde, paslanmış demirlerle çevrili birkaç oturağı olan bir duraktı. Duvarın bittiği yerde sağ tarafa doğru bir yokuş uzanıyordu. Ve tam o noktada Bir ağaç vardı sanki. Öyle olmasa da öyle hatırlamak güzel geliyordu. Yani her şeyi daha güzel hatırlıyorsam bir nedeni vardır, olmalıdır.
Durağa pek yaklaşmadan durdum. Yaklaşık 15-20 dakika bekledim. Duvarlara birileri bir şeyler kazımıştı. isimler, isimler, her yana taşan isimler.. Çantama elimi atıp bozuk bir kalem çıkarıp 'B' harfini yazdım. Sonra B geldi. Biraz bakakaldım, başladım b'li cümleler kurmaya. Ben 'b' diyorsam, b'nin boynu büküktür, biliyorum. Aklımı yitirmiş de olabilirim üstelik. 'B' diye bir harf var mı?
-Var,
-var,
-ya yoksa?
Sonra yolun karşısına geçtim. B de geldi. Ben bu kadar güzel bir 'b' görmedim. B'ye uzun uzun bakınca, b 'ben' oluyordu, biraz daha uzun bakarsam 'biz' oluyordu. "biz de ben de, olmasak da, sen b'sin" b'nin hakkı çoktur. B zamanında büyük maceralar yaşamıştır. Bunların bazıları anlatılmaz elbette. Sırdır. Mesela bir keresinde çocukken b'nin ayağı kaymış yere düşmüştür, ben çok üzülmüşümdür. B'yi bir keresinde hastaneye kaldırmışlardır demişimdir yani "ben niçin hastaneye kaldırılmıyorum?". B beceriklidir, elinden her iş gelir. B çok güzel makarna yapar. Şimdi çıkıp biri "makarnayı herkes yapar ulan" diyebilir. Ben ona derim ki: eğer "ulan" demesen sana bunun izahını yapardım ama "ulan" dediğin için anlatmıyorum. Yani önce "ulan" dememeyi öğrenin. Bir de b'ye güvenin. B bir yemek yaptığı zaman parmaklarınızı yersiniz, bir daha o yemeği b'den başkasından yiyesiniz gelmez. Siz şimdi yine "acaba b bu yemeklerin içine sihirli bir şeyler mi koyuyor yani ne bileyim bir büyü filan mı yapıyor?" diye bir soru sorabilirsiniz. Ben de size böyle şeylere pek inancım olmadığını ve b'nin de böyle biri olmadığını söylerim. Tabii b yalnızca yemekleriyle ün yapmış bir b değil. B'nin çizimlerinin seviyesine henüz resim sanatı ulaşamamıştır, b'nin ses sanatçılığının yanında diğerlerinin esamesi okunmaz. Ama bunlar gizlidir. B öyle övülmeyle filan uğraşacak biri değildir. B Kıymetini bileceklere zaten kendini gösterir . Yani siz b'den habersizseniz, bilin ki zaten sanattan manattan çakmıyorsunuz ve ağzınızın tadı da yok. Hani biraz bir yağmur yağsa B gider bir saçağın altında usulca durur, yağmuru izler. benim gibi aptallık edip ıslanmaz. B bir çocuk gördü mü durur, sever. B başka sever çocukları. Sizin benim veya birçoğu gibi eğreti durmaz onun sevmesi. B sevdiği zaman tam sever, anlarsınız sevgi nedir. b'nin bu özelliği de kendini gösterse pedagoji kitaplarına girecek mahiyettedir. B kendisine yanlış yapanları sık sık affeder. B kötülük etmez, zaten bilmez de öyle şeyleri ama bazen kendine çok haksızlık eder. Çıkar der mesela kendi kendine "ben hiç de iyi bir b değilim" ben olsam o an "sen çok iyi bir b'sin, üstelik bunu da b'li cümlelerin hatırına demiyorum, bağımsız diyorum bil" derim. B insaflıdır, vicdanlıdır. Siz gider başka harflerle kafayı bozarsınız ama o yine de vefalıdır "git ulan köpoğlu kafayı bozduğun harflerinle boğul" demez, diyebilir ama demez yani. Siz b'nin b'liğini bilmezsiniz. Siz bir şey bilmezsiniz aslında. Bunu bilseniz yeter.
Sonra b bana bir kapıyı açtı. Ben de bir harftim ama alfabeye henüz konulmamıştım. Zaten ne olduğum da belirsizdi. Hangi harfim ben bilemedim. Eğer belirli Bir harf olsaydım, elimde olsaydı 'm' olmak isterdim. Çünkü 'M'ler bir süre sonra b'ye dönmeye meyillidir. Tabii asırlar gerekebilir ama ne olacak? Bence b'ye dönen her m mutluluktan havalara uçuyordur. inanmayanlar gidip konuşabilir. Ben konuştum ve hepsinin mutluluğuna şahit oldum. Ama dönmediği örnekler de çok. B'ye anlatmadım pek bunları. B'nin zaten gramerle, fonetikle, etimolojiyle falan filanla bir alakası yoktur. Bunlar boş adamların boş vakitlerinde çıkardığı birtakım gereksiz şeylerdir. B hayatı öyle bir yaşar ki aklınız şaşar, siz b ile karşılaşsaydınız zaten kendinizi denize filan atardınız. B size bir baksın, tamamdır. B'siz yaşayamazsınız. B'li de yaşayamazsınız.
Son durum:
Tavşantepe hattının açılmasıyla yoğun saatlerde kartal'dan kadıköy yönüne doğru metroya binenler, sonraki duraklarda metroya binenlerin elim kaderini(yaklaşık yarım saat ayakta beklemek) paylaşmaya başlamışlardır. Hat açıldığından beri sürekli deplasmana giden tavşantepe ve pendik ahalisi hattın devamı açılana değin avantajı elinde bulunduruyorlar. 'Metroda ayakta bekleyenler için alternatif aktiveteler' adı altında bir şeyler geliştirilebilirse istanbullu'ların şu boş boş ayakta bekleme zamanlarını daha güzel değerlendirebileceğini umuyorum. Genel olarak kulaklığı takıp müzik dinleme ve nadiren de zorlanarak okuma yapmak genel görünen aktiveteler fakat bunlar alışmak için uzun süre isteyen ve çok çabuk sabote edilebilen aktiveteler. Şahsen ayakta bekleyenlere tavsiyem zihinsel bir aktivetedir: düşünmek. boş boş cama bakmayı bırakıp düşünebilirsiniz. Aslında belediye metrodaki ekranlara -bu boşluğu farkedip- bir şeyler koyuyor fakat pek dikkat çekici olmayan şeyler. Ve ekranlarda dönen şeylerde sistemimizin nasıl kuru bir bilgi yığını olduğunu olduğunu yansıtan ezberci zihniyetin ürünü basit bilgiler. Esasında bu yabana atılacak bir mevzu değil. Her gün yüzbinlerce insanın gözünü diktiği ekranlara daha zihin açıcı şeyler koyup bunun üzerinden dimağların hareketlenmesini sağlayıp ulaşım araçlarını da bir nevi görsel eğitimin bir parçası haline getirmek fena olmaz. Tabii buna bütün insanların teveccühü olmayacaktır fakat çok az insanın bile zihnine bir içten yanmalı motor mekanizması oluşturacak bir enerji zerk edildiğinde bu proje başarıya ulaşmış sayılacaktır. Ama azizim nerede bizde o ileri görüşlülük ve o ufuk! Yolcusu da aynı aracı da aynı. Belki de bunun böyle olması bizim avantajımızadır. insanı yalnızca entelektüel gelişim gösterme çabasıyla algılamak da belki sakat bir düşüncenin mahsulüdür. Sistemin bunu yanlış bir şekilde farketmesi belki bizlerin daha geç onun yönlendirmeleriyle karşılaşmamızı sağlayacaktır. Aslında bunun 'modern' sistemlerde zihne olan etkisi keşfedilmiş ve uygulanmaya başlanmış olduğunu düşünüyorum. Buradan bakınca da gelişmemek ya da geç 'modernleşmek' belki bizi biraz daha "kendimiz" yapacaktır ama bu düşünce de pek sağlıklı gelmiyor. Bu sorunların temel kaynağı elbette bizim gibi insan olup pek insani düşünmeyen birtakım 'varlıkların' var olmasıdır. Şu güç manyaklığı, iktidar sevdası ve hırs bitseydi bütün bunlar konusunda çelişkiye düşmezdik. insan ne düşüneceğini şaşırıyor.
Sait Faik bu metroları görse bence öykücülüğüne bir nokta koyardı diye düşünüyorum. Muhabbet yok, insanlar gerilmiş yaylar gibi... yaşasın robotlar çağı! Sesten yalıtılmış olsaydı eminim bu yeraltının derinliklerinde bizler kanlarımızın akışından başka bir şey duymayacaktık. Çok uzağa gitmeye gerek yok herkes kendine bir bakarsa halimizin hâl olmadığını, yanlızca basit birer gölge gibi geçip kaybolduğumuzu göreceğimizi düşünüyorum. Yine de umut fakirin ekmeği ve olmayacak şeyler de düşüncelerimizin çeşnisidir. Pes etmeyin. Bir şiir düşünün, mesela şu satırları:
"Uuuuuuuy! çocuklar kim bilir
ne harikûlâdedir
160 kilometre giderken öpüşmesi..."
Puslu kıtalar atlası'nda Büyük Efendi Ebrehe, Dilenciler kethüdası Hınzıryedi'yi yakalayıp bir hap verir ve bu hapın devamını gelip kendilerinden almadığı taktirde öleceğini söyler. Hınzıryedi ise ölüm korkusundan uzunca bir süre ebrehe'nin kölesi olur ve öleceği korkusuyla her dediğini yapıp hapı alır. Tabii daha sonra hınzıryedi böyle bir hayata dayanamaz ve ölüm korkusunu yenip ebrehe'nin kuyusunu kazar.
"Ey hep bir kelime arayan kalbim
Sonra arayan tekrar arayan kalbim" *
Çok aradım onu. Vapurda, demiryollarında, otobüslerin arka ve en ön köşelerinde, köşe başlarında, kaldırım üzerine düşen sonbahar yapraklarında, gece çöktüğünde gökte, gündüz ormanlarda, akşam uzak yollarda, sabah kuş seslerinde... bulamadım. Bulamayınca bulamıyor insan.Bugün Eminönü-Üsküdar vapurunda bir adam onu görmüş gibi sevindi. Vapur sahile yanaşınca Yanıbaşımızda sessizce duran orta yaşlı o adam vapurun kapaklarının açılmasıyla garip bir sevinç sesiyle fırladı. Herkes gülümsedi. Adamı gözlerimle takip etmeye çalıştım fakat kısa bir süre sonra ortadan kayboldu. Nereye gitti sahi bu adam? Herkes, o adam biraz önce aradığı bir şeyi bulmanın sevinciyle koşmuyormuş gibi sanki sıradanmış gibi öylece unutuverip işlerine güçlerine dağıldılar. Öncesinde aranılan şey için Tramvayın düğmesine uzun uzun bastım. Onu görmüş gibiydim. Arkadaş yetişsin diye kapıyı birkaç defa açtım, tramvayı beklettim. Arkadaş yetişemedi. ben de binmekten vazgeçtim. geri adım attım. Yine bulamadım, kaçırdım. Belki aradığım tramvaya bindi, eminönü'ne gitti, vapurla karşıya geçti. O adam o yüzden sevindi belki de. Belki ben o adamdım. Ama o burada değildi, burada mıydı sahi? Dün de bir rüyada aradım onu. Geceleyin bir arabadan iniyorduk. Onun poşetinden elmalar düşüyordu yere. Her yer zifiri karanlıktı. Elmaları görebiliyordum ama onu yanımda olmasına rağmen göremiyordum. Sonra büyük bir yere girdik. Sayısız dairenin arasında onun evini bulduk. içeri girmemizle birlikte yüzü aydınlandı, pırıl pırıldı. Buldum ama kaybettim, rüyaydı.
Kelimeyi görünce " akıl manasına gelen 'us-' isminden böyle bir kelime hangi akla hizmet türetilmiş ki?" diye düşünebilirsiniz(ben düşünmüştüm) ama işin aslı öyle değil. Bu kelime us- kelimesinden değil osan-[<osa] fiilinin ilk hecesindeki ünlüsünün değişmesiyle oluşmuştur. Aynı kökten türemiş benzer kelimeler de var: "osaç, osamadı, osangıl vs." Bu kelimeler hâlâ bazı yörelerde varlığını devam ettirmektedir.
19. Asırda arapça "abd" yani 'köle' manasına gelen bir ön ekle ismi başlayan üç padişahtan(abdülmecit, abdülaziz, 2. abdülhamit) birisidir. Kemal Karpat'a göre, bu ekle başlayan isimleri olan padişahların osmanlı tarihi boyunca, birinci abdülhamit dışında, sadece 19. Asrın yarısından sonra halifelik makamına geçenlerde olması tesadüf değil, halifeliğin siyasal bağlamda daha etkin bir biçimde kullanılmak istenmesiyle alakalıdır.
Çölde tek başına atıyla yol alan şehzade tepeyi aşınca bir adamın bağırtısını duyar. Adam yardım istiyordur. Atını hemen ona doğru sürer. Adam şehzadeye çölde giderken soyulduğunu söyler ve yardım ister. Şehzade atından inip adama yardım etmek için yönelirken yerde yatan adam ani bir haretle yerden kalkıp şehzadeye belindeki hançeri doğrultur. Adam eşkıyanın tekidir. Şehzadenin atına el koyar, üzerindeki bütün değerli şeyler alır. Tam oradan ayrılacakken şehzade:
"Dur, senden bir isteğim var" diye seslenir. Adam,
"Sen benden ne isteyebilirsin ki? Şu düştüğün duruma bak! Birkaç gün sonra burada susuzluktan can verirsin" der. Şehzade yine de isteğine kulak vermesini söyleyip o eşkıyadan bir ricada bulunur.
"Sakın bunu gittiğin yerlerde anlatma olur mu?" Der. Eşkıya sebebini sorunca ise,
"bu olayı anlattığın meclislerde seni dinleyen bir insanın yolu bir gün böyle bir çöle düşer ve karşısına da gerçekten yardıma muhtaç bir insan çıkar. işte o zaman senin anlattıklarını hatırlayıp yardım etmekten vazgeçer."
***
Kaybolan ne kadar güzel şey varsa 'iyilik fikri' can çekiştiği yüzündendir. O fikre inanıp, koruyup, yaymak lazım.
Ayrıca Çehov'un konuyla alakalı -kimilerine ütopik gelecek olsa da- güzel bir hikayesi var. Buyrun sesli kitap hâli*:
"hepimiz mum ateşi önündeki üç kelebek gibiyiz
âşıklar cihanında bir efsaneyiz her birimiz
ilki ateşe yaklaşmış ve demiş: ben aşkı biliyorum, aşkı anlıyorum
ikincisi ateşin yakınında yavaşça kanat çırpmış ve demiş: aşkın ateşini biliyorum.
üçüncüsü kendini ateşin ta ortasına atmış
evet, evet, budur işte gerçek aşkın anlamı!
ey güneş gel çünkü
onun emriyle bütün evren raks ediyor
mutluluktan perişan ruhlar raks ediyor
kulağına nerede raks ettiklerini söyleyeceğim
havada ve çöldeki tüm zerreler
iyi bilin, onlar sanki bizim gibi deli divaneler
her bir zerre ister mutlu ister mahzun
nedenini sormadan güneş divanesi olmuşlar" *
"Ölüm" derlerdi, gecenin bu dakikalarına benzer Ve sonra gelecek olan sabah yeniden diriliştir, düğündür. (bazıları farkında olmasa da) herkesin yaşadığı/yaşayacağı bir hikayenin filmidir. Hep bu şiirle ve şu sahneyle aklımda kalmıştır:
"Silahlara veda
Geceye rüyaya ve sana
Yalnızlığın geyik gözlü köşesinden
Düzenlerin çıkmazına
Çizdiğim resmin
Saat kulesi ağlıyor
Ağzım o çeşit yok
Şişe bu çeşit var
Sen bir gece gelsen
Güneş doğmasa
Gitmeden yine gelsen
Bu yeni geleni
Bu bize bakanı
Sana bir anlatsam
Güneş doğmasa
Sandıkların içini göstersem sana
Çizdiğim resmin
Yalnızlığın geyik gözlü köşesinde
Bir rafa koyabilsen
Olup biteni ve onları
Sabaha kadar konuşsak
O ürkek ürkek bakanı sana bir anlatsam
Ateşi karı tüfeği çeksem
Ocağa pencereye kapıya
Kemana veda
Yağmurda şeytan ve şapkası
Silahın ölümünü kutluyorum
Mustafa kutlu'nun chef isimli hikaye* kitabının tam olarak hatırlayamadığım bir pasajında sorumsuz, evin reisliğine kendini atamış türk erkeği için kullanılan bir benzetmeydi erkek aslan. Kitaptaki erkek tipinin erkek aslanla benzerliği şu minvalde anlatılırdı: Tıpkı afrika savanlarında olduğu gibi dişi aslan çalışır çabalar, kazanır eve getirir, erkek aslan ise bir pençe atıp kadının kazandığını alır, orada burada yer bitirir, tüketirdi.