hiyerogliflerden sonra, emojilerden öncesi dönemde kullanım amaçlarından birisi de cümleye duygu katmak olan sevimli işaretler. yazılı edebiyatta duygu aktarımının zorluğuna çare olarak uzun süre cengaverce çalışmış; ama pek de kıymetleri bilinmemiştir. emoji kullanımının hiçbir kuralı olmamasından olsa gerek, cümlenin sonuna nokta ya da aralara virgül bile koymayan insanlar, emojisiz mesaj göndermiyorlar. imla hatalarına hiç girmiyorum. karşınızdaki insan hakkında fikir sahibi olmak istiyorsanız, nasıl yazdığına dikkat edin.
şuraya ufak da bir uyarı bırakayım.
tırnak içindeki alıntının sonunda bulunan işaret (nokta, soru işareti, ünlem işareti, vb.) tırnak içinde kalır.
eğer olur da bir gün seninle evlenirsek; nikahımızı bostanlı sahildeki nikah salonunda, ılık bir bahar günbatımında yapacağız. fonda, pilli bebek'ten efe şarkısı çalacak ve şarkı çalarken sahnenin arkasında el ele tutuşup bekleyeceğiz, ta ki 01:17'ye kadar. şarkının yükseldiği yerde ben senin elinden öpeceğim ve alkışlar eşliğinde nikah masamıza yürüyeceğiz...
nikahtan sonra da girne caddesi girişindeki tuna pastanesinden karışık meyveli dondurmamızı alıp, elimizde dondurmalarla sahilden yürüyerek yuvamıza gideceğiz.
uzun bir süredir, durup durup "ve şimdi yak" diye söylemeye başladığım deniz yılmazşarkısı.
bas riffleri ve elektro gitar süslemeleriyle çok keyifli bi şarkı; ama asıl olay sözlerinde.
ve şimdi yak...
yorulmaz hırsınla,
cennetin kalbinden çaldığın dünyamı.
yok!
unutmaz hiç kimse o altın kurşuna attığın imzayı.
ve şimdi yak...
yoktan sebeplerle, yalancı sözlerle çaldığın dünyamı.
unutma bak!
kan aktı bahçemde, çiçek açar birgün, büyürler nefretle...
"solistin sesini birine benzetiyorum; ama çıkaramıyorum" diyenler için, deniz yılmaz, kurban grubunun solisti.
"aşkım bak sana o çok istediğin oyun konsolunu aldım" diyecek bir sevgilim olmadığı için, mecburen kendi imkanlarımla edindiğim oyuncak.
doksanlar çocuğu olarak sony markasının üzerimde inanılmaz bir etkisi var. artık hiçbir konuda çok iyi bir marka olmadıklarını bildiğim halde, amblemi görünce aklım gidiyor. hele ki, her yeni playstation sürümü çıktığında çocuk gibi seviniyorum. playstation exclusivelerinin oyun dünyasındaki gerçekten bambaşka.
konsol piyasasının önemini yitirdiği şu dönemde böyle bir cihaz edinmek tabii ki mantıklı değil; ama insan yapmak istiyor bazen bu tarz şımarıklıklar. kaldı ki, yurtdışından* gelmeyecek olsa almazdım.
ilk versiyonundan beri bütün sürümlerini bir şekilde edindim.
evet. itiraf ediyorum.
ben bir bağımlıyım. izmirli ispanyol arkadaşımızı alkışlıyoruz.
türkiye'de popüler olduğu dönemde ortaokula gidiyordum. ben ve bizim yaşımızdaki çocuklar, o'nu hep bir komedi malzemesi olarak gördük. şimdi anlıyorum ki, bütün türkiye'ye o şekilde tanıtılmış. adamcağız da ülkenin kültürüne biraz uzak olduğu için, samimi hareketlerinin aynı samimiyetle karşılandığını düşünmüştür muhtemelen; ama aslında bütün ülke o adamla dalga geçiyordu. her yerde taklitleri yapılıyor, bütün programlarda soytarı gibi muamele görüyordu.
sonra büyüdüm. az çok müzikle ilgilendim, farklı müzik tarzlarını gördüm, iyi müzisyenleri dinledim. zamanında, yazları çalıştığım kırtasiyeden kazandığım parayla aldığım kaseti sayesinde, şarkılarına hakimdim ciguli'nin. sonraki dönemlerde de ara ara açıp dinlerdim bilgisayarda da. o aralar farkına vardım ne kadar iyi bir müzisyen olduğunun. solistliği için yorum yapamam, biraz tarz meselesi; ama enstrumanına hakimiyeti inanılmaz. yine ahkam kesecek durumda olmasam da dünyada sayılı akordiyonistlerden biri.
ölümüne yakın, ciguli'ye iade-i itibar yapılmaya başladı. daha çok saygı görmeye başladı ülkede. hatta bununla ilgili bates motel pro, ortamlarda kültürlü görünmenin yolları diye bir videosunda bunun bir şakasını yapmıştı. neyse ki ölümünün ardından herkes kendisi iyi bir müzisyen olarak anıyor.
ciguli'nin bu ülkede yaşadıkları, akıl tutulmasının ete kemiğe bürünmüş hali. başka bir ülkede yaşasa, tüm dünyanın saygıyla andığı bir sanatçı olacak bir insan, burada komedi unsuru oldu. sanırım dolandırılma hikayesi vs.'de var. gece gece aklıma geldin ciguli.
17 mart 2023 itibariyle gösterime girmiş gain dizisi. dizi demek de pek olmuyor aslında, mini hikayelerden oluşan bir izlence.*
senaristleri arasında volkan öge, erman çağlar ve ozan akyol var. (bkz: kalt) yapımcılığını da ayak işleri dizisinden tanıdığımız caner özyurtluyapmış.
ilk bölümü beklentimin altında kaldı. bunun sebebi kalt grubunu çok sevmem muhtemelen. çok daha komik bir bölüm beklemiştim. aslında ilk skeç tam olarak çok daha komikti ama genel olarak eh işte diyebilirim. ilerleyen bölümlerde açılır diye bekliyorum.
kadınlara en yakışan aksesuarlar listesinde en üst sıralarda yer alan takı. hafif balık etli hanımlarda özellikle güzel duruyor ki onlarda her şey güzel duruyor.
ikinci sezonunun ortalarına geldiğimiz blu tv dizisi.
ikinci sezon da ilk sezon gibi çok güzel. her ne kadar nuri pamir olmasa da, ekibe yeni katılan karakterler de harika. oyuncu seçmeyi çok iyi beceriyor (kotarıyor yazsam daha edebi olurdu bu arada) dizinin yapımcıları. milliyetçi geçinen polis tarık'ın tabancasının şarjöründeki ay yıldıza kadar yapmışlar mesela ki bu harika bir detay. sürekli mısır(darı) yiyen şafak da hissetmeniz gereken bütün duyguları veriyor.
ilk sezondaki gibi, toplumun gizli ve sapkın taraflarına bakmış senaristler. günahları gizli kaldıkları sürece etrafa ahlak satan insanlar var yine sahnede. dindar gözüküp şeytanın ta kendisi olanlar. ülkenin özeti işte.
diğer iyi yaptıkları şey ise insanların ne kadar kolay manipüle edildiklerini tekrar tekrar göstermeleri. ilk sezonda nuri pamir, bu sezonda ise seyfi başkomser. insanlarla böyle böyle küsülüyor zaten insanlara. tek başına kabuğa çekilmek güzel.
diğer bir güzel şey de dizinin müzikleri. sevdiğim bir tarz olmasa da yine de çok etkileyici kullanmışlar enstrümanları.
son zamanlarda yayınlanan en iyi türk dizilerinden.
geceleri âşık olur, birbirimize aşkımızı geceleri ilan ederiz. gündüzler bizi mantığımızı kullanmaya, kendi hapishanemize kapanmaya zorlar. gün boyunca baskı güçleri, aşkın özgürlüğüne karşı savaşır; ama geceler bizi yeniden âşık eder, bize “seni seviyorum” dedirtir. gündüzleri söylenen “seni seviyorum”lar geceye gönderme yapar.
"you make me wanna be a better man" gibi, dünyanın en hoş iltifatının yer aldığı güzel film. bire bir çevirisi olmasa da, anlam bakımından "bende, daha iyi bir adam olma isteği uyandırıyorsun" olarak düşünülebilir ki bir kadına söylenecek en güzel cümleler arasında kafaya oynar.
hatta bu bir seçim şartı bile olabilir.
ilişkinin sizi götürdüğü yerde dönüşeceğiniz insan, aynı zamanda olmak istediğiniz insan mı? yoksa bu ilişki sizden toksik, kıskanç, obsesif bir manyak mı çıkartacak?
evet bu gerçekten bir kıstas.
çağlar çorumlu bildiğin ustalık eseri bir performans sergiliyor. travmalarıyla, iyi kalbiyle bir mafya ayakçısı nasıl olur onu izletiyor bize. güven murat akpınar ise, bu rol için biçilmiş kaftan. mafyatik dünyada bir filozof. aynı zamanda, ölmüş birinin ruhuyla ruhlar alemi hakkında tartışacak kadar ukala.
favori bölümüm; vedat'ın hipnoz edildiği bölüm. hafızam beni yanıltmıyorsa 2. sezon 4. bölüm.
bonus: gibi ve ayak işleri arasına katılacak diğer bir yapım da muhtemelen dünya bu dizisi olacak. şubat ayında gain platformunda başlıyor. bu sefer ekibe kalt da katılıyor.
mizahi tarafını feci şekilde terry pratchett'e benzettiğim yazar. çok basit gibi görünen detayları, yıllar sonrasına mizahi bir şekilde bağlaması çok ustaca gerçekten.
iyi yazarların çoktan ölmüş olduğunu düşünürdüm hep. bir şey farkeder mi bilmiyorum; ama aynı dönemde yaşamış olmak garip bir şekilde mutlu ediyor insanı.
ergenliğimizde sevip, repliklerini yıllarca kullanarak prim yapmaya çalıştığımız güzel filmin ikincisi.
netflix'e gelmiş olmasıyla, nostalji olsun diye tekrar açıp izledim. ilk izlediğimde, muhtemeldir ki beklentimin yüksek olmasından dolayı fazla beğenmediğimi hatırlıyorum; ama son seferde, "o kadar da kötü değilmiş" dedim. sanırım, filmdeki öğelerin benzerlerinin benim de hayatımda olması bunda etken.
filmin geçtiği coğrafyada yakın zamanda yaptığım bir buçuk aylık yürüyüş, bağımlı bir çok yakın arkadaş, motosiklet teması, enteresan bir aşk hikayesi gibi olgular ister istemez kaan'la bir ilişki kurmama yol açtı.
bu sefer, önceki ilişkisindeki pişmanlığını yaşamak istemeyen kahramanımız aşkının peşinden gitmeye karar verse de, ne istediğini bilen bir karakter karşısında bu romantizmi bir işe yaramadı. iki türlü de mutsuz olacağını bilen esas kız, en azından mutlu olma ihtimali olan bir yolu tercih etti.
16 ekim 2022'de fethiye'den yürümeye başlayacağım, bir aydan fazla sürecek, 550 km'lik dünyanın en güzel yürüyüş rotası.
daha önce de bu yolu yürümeye niyetlenmiştim ve bu planımı kime anlatsam, anlattığım herkes bu plana dahil olmak istemişti. tabii ki sonrasında baağğzı olaylar oldu ve benim teker teker organizasyondan aflarını istediler. * yine her zamanki gibi, yalnızlığın neden bu kadar iyi bir tercih olduğunu baha tekrar hatırlattılar.
doğada yürümenin tedavi edici bir tarafı var. bir süredir yaptığım günübirlik yürüyüşler biraz iyi gelse de, sanırım daha farklı bir şey lazım. into the wild filmindeki gibi, geri dönüşü olmayan bir macera planlamasam da ruhumda bir şeyleri onarmasını bekliyorum.
yolum köylerden, deniz kenarlarından, yaylalardan, tatil köylerinden, batık şehirlerden ve bir sürü tarihi kalıntıdan geçecek. geçmişte o coğrafyada yaşamış insanlar hakkında biraz araştırma yaptım ve merakım daha da arttı. köle olmamak için kadın ve çocukların kendini bir kaleye kapatıp yaktığı, erkeklerin de tamamının savaşta öldüğü, kalanların da intihar ettiği bir topluluktan bahsediyoruz. hem de bunu farklı zamanlarda iki defa yapmışlar. enteresan insanlar anlayacağınız...
ilerde tekrar aşık olursam, aynı yolu sevgilimle yürümek de hayallerim arasında. ben bi gidip öğreneyim. sonra sana da anlatırım. söz.
pek sevgilim sayılmazdı. saçlarımın yeni uzamaya başladığı dönemde, -tecrübesizlikten olsa gerek- saçlarımı bir türlü toplamayı beceremiyordum. bu kız da, tam ev topuzu dediğimiz şekilde, yaklaşık iki saniyede tam istediğim gibi toplayabiliyordu; ama ne o öğretebildi, ne de ben adam akıllı öğrenebildim. benim beceriksizliğim muhtemelen. hala daha istediğim gibi toplayabildiğim zaman anarım kendisini.
inanılmaz görseller, inanılmaz hobbit sahneleri, inanılmaz oyunculuklar, inanılmaz khazad dum şehri ile bize harika anlar yaşatan, berbat senaryosu, berbat diyalogları, berbat elfleri, berbat mantık hataları ile de küfür ettiren dizi.
tolkien, george martin gibi sayfalarca diyalog yazan bir yazar değil. kaldı ki ikinci çağ çok uzun bir dönemi kapsadığı için, hikayede senaristlerin doldurması gereken birçok boşluk var bunlar kaçınılmaz zaten. buradaki sıkıntı, senaristlerin karakterlerin ve ırkların özelliklerini anlayamamış olması yada anlamak istemediler bilmiyorum.
binlerce yıldır orta dünyada yaşayan elfleri; uzun kulaklı insan, yaratıcıları bile farklı bir valaya ait olan cüceleri; kısa boylu, sakallı insan, hobbitleri; daha kısa boylu insan olarak yaftalayıp, ona göre senaryo ve diyalog yazmışlar. bütün diyaloglar insanlar baz alınarak yazılmış
burada hobbitleri ayrı tutalım. sanırım hobbit halkı, ekrana ancak bu kadar iyi yansıtılabilirdi. peter jackson da iyi kotarmıştı bu işi hakkını yemeyelim. hele ki shire müzikleri efsaneydi.
neyse ne diyorduk, doldurulması gereken boşluklar. şimdi buradaki sıkıntı; tanıdığımız, daha doğrusu tolkien'in bize aktardığı karakterlerin, bu yazılan diyaloglarla ve hikayeleriyle ne kadar bağdaştığı. yani ben ekranda, galadriel mi izliyorum, yoksa senaristlerin uyduğu bir karakteri mi izliyorum belli değil. şöyle söyleyeyim, bu karakteri dizide başka isimle bize tanıtsalar ya da başka bir dizide görsek, "aa bu karakter galadriel'in aynısı" ya da "galadriel'den ne kadar esinlenmişler" der miydik? bence demezdik. konu sadece galadriel de değil. bütün elfler aynı şekilde. söyledikleri şeyler, hikayeleri ne kadar hayalimizdeki elf karakterlerine benziyor?
artık derdim zenci elf, zenci cüce falan da değil. onlara da ayrıca takığım ama neyse. belli ki bu boku yiyecekler. daha fazla düşünüp germiyorum artık kendimi. alt tarafı ırklar ve karakterler, olması gerektiği gibi konuşsun istedik. onu da yapmadılar...
ben en çok da bu kararların alınma aşamasını merak ediyorum. kim ortaya attı bu fikirleri ve kim onayladı? hiç mi "ne yapıyorsunuz siz?" diyen çıkmadı? olsa olsa şu tarz konuşmalar geçmiş olmalı.
+yaz. sauron saklansın. galadrel elinde kılıç, yanında on kişiyle sauron'un peşine düşsün.
-bulsalar ne yapacaklar?
+nasıl yani?
-abi sauron bu. orta dünyadaki en güçlü maia. gücünün yarısını yüzüğe aktarmış ve yüzüğü olmayan, fiziksel bir forma bile bürünememiş halini bile ak divan ancak mordora sürebildi. kılıç mılıç pek işe yaramaz yani.
+hmm öyle mi diyosun?
-aynen.
+olsun böyle iyi yine de.
-ok.
+yaz. galadiriel ve adamları ice troll ile karşılaşsın. galadriel kılıçla tek başına öldürsün.
-abi troller öyle iki üç kılıç darbesiyle ölmez. hatırla bak moria'da, gandalf, aragorn, legolas, gilmi, boramir dakikalarca savaştan sonra ancak öldürebildiler.
+cgi çok kaliteli ama, çok güzel görünecek troll.
-ok.
+yaz. elrond galadriel'e akıl versin.
-galadriel'e mi?
+yaz. gil galad galadriel'i gemiye bindirip zorla valinor'a göndersin.
-galadriel'i mi?
+noldu olm? neden sürekli galadriel mi diye soruyorsun?
-abi galadriel pek öyle bi karakter değil. elrond falan çoluk çocuk sayılır galadriel'in yanında.
+ee gil galad kral değil mi? sikertir isterse herkesi.
-abi tam öyle olmuyor o işler ama sen bilirsin yine de.
+yaz. galadriel valinor'a giden gemiye binsin ama istemeye istemeye.
-galadriel mi?
+aynen. sonra da valinor'un kapısına geldiklerinde denize atlasın.
-ee.
+sonra yüzsün orta dünyaya kadar.
-abi?
+canım?
-yok bi şey.
+yaz. gökten meteor düşsün. içinde de birisi olsun.
-anlamadım?
+işte tanrılar göndermiş birisini. meteorun içinde.
-neden meteorun içinde gönderiyorlar?
+neden göndermesinler?
-yani hiç olmamış öyle bir şey daha önce. orta dünya'ya gelenler hep gemilerle gelmişler. neyse kim bu adam?
+bilmiyorum düşünmedim daha. gandalf olur, sauron olur, başka bir istari olur. olmadı kendimiz uydururuz bi şeyler.
-abi gandalf falan diğer istariler üçüncü çağda geliyor. tolkien yazmamış onları bu çağda.
+olm kim s.ker tolkien'i. verdik parasını aldık haklarını. gandalf'ı zenci kadın ve eşcinsel yaparım istersem.
-onu da yaparsınız siz amk.
+pardon duyamadım.
-yok bi şey. başka bi şey diyo musun bu meteor adam hakkında.
+yaa aslında şey vardı hatırlıyor musun? kemal sunal'ın hanzo filmi. ona benzesin karakter. konuşamasın falan. ama mesela armut yemesin de salyangoz yesin. tipini falan ona göre yapın.
-hobbit'in memesini de ellesin mi?
+nasıl?
-yok bi şey...
+yaz. elrond ve celebrimbor bir gün yolda yürüyorlarmış.
-nereye?
+khazad dum'a.
-yürüyerek?
+aynen.
-yalnız?
+olmaz mı?
-neyse.. sonra?
+kapıya geldiklerinde cüceler onları içeriye almasınlar.
-celebrimbor ve elrond'u?
+hee
-ok.
+sonra prens durin elrond'a trip atsın.
-neden?
+düğününe gelmedi diye.
-...
+noldu? ne bakıyon?
-...
+yaz. elf olsun bi tane.
-tamam.
+ama zenci.
-...
+...
-tamam yazdım. sonra?
+köyde bi kadına aşık olsun.
-insana mı?
+hee insana.
-şey de yapalım mı? sultan filmindeki gibi at arabasını çeksin çeşmenin yanına. arkada ferdi tayfur çalsın. kadın su doldururken bakışsınlar falan.
+oha süper fikirmiş. zaten dizide saçma sapan bir aşk koyamayacağım diye ödüm kopuyor. olsun böyle şeyler.
-dur bakiim. yoksa sen galadriel'i kurtaran adamla, galadriel'i birbirlerine aşık mı edeceksin?
+...
-susuyorsun...
+...
+çok kolaymış olm senaryo yazmak.
-...
+bir de tolkien ömrünü vermiş bu hikayeleri yazmak için. bence gereksiz övülmüş bu adam yıllarca.
-...
+bundan sonra silmaillion'u da yapalım.
-...
+yaz. melkor ile manwe eşcinselmiş...
en iyi şairleri kimlerdir emin değilim. zaten şiirle de aram pek iyi olmadı. benim ayıbım muhtemelen. eğer türk edebiyatının en iyi şiirini yazan şair, aynı zamanda en iyi şairidir diyeceksek; cevabım attila ilhan.
elimden tut yoksa düşeceğim.
akşamsa, eylülse ıslanmışsam
beni görsen belki anlayamazsın
içlenir gizli gizli ağlarsın
eğer ben yalnızsam, yanılmışsam
elimden tut, yoksa düşeceğim
yağmur beni götürecek yoksa beni...
yüzüme bakmasan da yağmura düşürsen de gözlerini
gözlerime bakmasan da ne kadar o kadar aydınlığın gökyüzüme uzanıyor
uykularımda nefesinin sıcaklığı o kadar
hangi akşam kapımı çalan sen değilsin
sen değil misin gizli bir kıvılcım gibi gözbebeklerimde duran
umutsuzlandığım her akşam
senin rüzgârın almıyor mu uğultulu yorgunluğumu
yoksulluğun eşiğinde kapaklandığım zaman
ellerimden sımsıkı tutmuyor mu senin iyimserliğin
sen beyaz bir kadınsın
uzaktaki
gözlerin aklımdan çıkmıyor
sen beyaz bir kadınsın
karanlıkları dinleyen
uzaktaki
sarmaşıkları duyuyor musun rüzgârda
yorgun başını
üşümüş yastığına koyuyor musun
uyuyor musun...
sanılanın aksine intihar edenlerin bir çoğu, bu kadarı aklını kaybettiği bir anda değil, gayet sağlıklı düşünebildiği bir anda almıştır. bu kararı alma sebebi çok farklı olabilmekle beraber, aldıkları bu kararı cesaretle uygulayabildikleri için her zaman saygımı kazanmışlardır.
hiç kimse bu hayata kendi isteğiyle gelmedi. hiç kimse bu dünyada yaşayacağı coğrafyayı seçmedi ve hiç kimse kendisine dayatılan bu hayatı sevmek zorunda değil, başarılı olmak zorunda da değil. o yüzden intihar eden insanlar için "korkak, looser" gibi yakıştırmalar yapmak, en basit haliyle hadsizliktir. "dünyada yaşanacak onca güzel şey varken.." cümlesi, çok bencilce bir cümledir. hayat o kadar güzelse, gidin doya doya yaşayın, kendi hayatınızla ilgilenin. intihar edenleri bi salın.*
olup bitenler, herkes gibi bana da bazen ağır geliyor; ama hala yapmaktan keyif aldığım şeyler var. onlardan keyif alamamaya başlarsam, bende intiharı düşünebilirim.
kapanışı da bir zamanlar anadolu'da filminden yapalım:
-yahu doktor! bir insan, bir başkasını cezalandırmak için hakikaten kendini öldürebilir mi? olabilir mi böyle bir şey?
-zaten intiharların çoğu başka birini cezalandırmak için yapılmıyor mu savcı bey?
sözleri pek aynı fikirde olmasa da, dinlerken mutlu eden şarkılardan. solistin ve kullanılan enstrümanların etkisi olsa gerek.
sporda denk gelip de rastgele dinlemiştim..
komediyi ve hüznü içinde barındıran güzel bir amazon dizisi. bu tarz içerikler hep en sevdiklerim oluyor.
fleabag'in karakterini pek tasvip etmiyoruz tabii ki. kendi pişmanlığını başkalarının hayatından çıkaran bir zavallı aslında. dokunduğu herkesi kendi bataklığına çeken birisi. yine de çabası, yapmak istedikleri, yaşadığı onca şeyden sonra güçlü kalmaya çalışması takdire şayan. bu arada bu güçlü kadın profili, kadınları seksi gösteren detaylar listesine en üstten girer.
genel olarak ilişkiler üzerinde ilerleyen bir dizi. başroldeki fleabag, çoğu zaman dördüncü duvarı yıkarak seyirciyle konuşuyor. aslında bu aynı zamanda kahramanın kendi içindeki bir konuşma. dizinin ben en çok etkileyen kısmı da bu konuyla bağlantılı.
--spoiler--
flebag rahiple tanıştıktan bir süre sonra, rahibin o iç konuşmaları farkettiğini anlar. daha önce böyle bir şey başına gelmemiştir ki daha önce aşık da olmamıştır. anlaşılmak, farkedilmek, bütün gizli odalarına girilmesi böyle bir his. aynı dönemde beraber olduğu ve bir gecede dokuz kere orgazma ulaştıran bir zenci avukat dururken, rahibi arzulaması çok güzel detaydı.
--spoiler--
game of thrones dünyasında, bir konsey toplantısında; joffrey baratheon ciddiye alınmadığını hissettiği bir anda ayağa kalkarak, "ben kralım" diye bağırır. o sırada konseyde bulunan joffrey'in dedesi tywin lannister "kral olduğunu söylemek zorunda kalan kimse, gerçek bir kral değildir" der.
insan, psikolojisi gereği zaten olduğu bir şeyi ispatlamaya çalışmaz. kuyumcuların, altınlarını pazarlamak zorunda olmaması gibi. diğer taraftan, olmadığı ama karşı tarafı öyle olduğuna ikna etmek istediği konularda ise defaatle bunu belirtme ihtiyacı duyar. bir örnek de v for vendetta filminden gelsin. "dindar ve namuslu görünerek, şeytanın ta kendisi oluyoruz". *
karşı taraf size ısrarla kıskanç olmadığını söylüyorsa, kıskançtır. size çok sadık olduğunu söylüyorsa, değildir. çok sakin bir insan olduğunu söylüyorsa, agresiftir. güvenilir olduğunu söylüyorsa, yalancıdır.
"ölümün olduğu bir yerde, daha ciddi ne olabilir ki?" temalı harika coen kardeşler film denemeleri.
işin yönetmenlik ve görüntü kısımları zaten çok başarılı, keza oyuncuklar da öyle; ama filmlerin arka planında işleyen ve finallerde karşımıza çıkan ölüm konusu, fazlasıyla çarpıcı.
kendi ölüm tarihini büyük bir başarısızlıkla hesaplayan cahit sıtkı kadar olmasam da, kendi hayatımın ortalarına yaklaştığımı tahmin edebiliyorum. hayatımın ikinci yarısının ilk yarısında daha iyi olmayacağını düşünmekle beraber bu durumdan çok da şikayetçi değilim. var olmanın güzelliği kadar, yok olmanın da ayrı bir heyecanı var. hayatında bir kere yaşayacağın bir tecrübeye doğru ilerliyorsun. eğer bir çok disiplinde anlatıldığı gibi öldükten sonra yeni bir hayat varsa, bambaşka bir dünya bizi bekliyor demektir. bunun heyecanı paha biçilemez. yok ölünce perde kapanacaksa, zaten telaş edecek bir durum yok. ölüm geldiğinde biz gitmiş olacağız.
kapanışımız da ahlat ağacı filminden, idris hoca'dan gelsin;
unutuşun bile bir cazibesi var bence. insan biraz da zamanın içinde süzülmeli, iyi ve kötü anıları birbirine karışıp belirsizleşmeli ve silinip gitmeli...