daha demin yolda yururken "kaldirin kicinizi tembel tenekeler" diyalogunu duydum resmen yarildim. Yapan herif (ki saniyorum ki o templarlarin geldigini Yusufa Ezio'ya haber veren cocuk cunku Turkcesi cok super) baya kafa bulmus. Rastgele, gozleri fal tasi gibi acik ve bunun gibi cok Turkce ve komik cumlelerin gectigi cok kafa bi oyun olmus. *
Aslinda Macar Krali Lajos'un 20 yasinda ölmüş olması ve dizide 40 yaş üstü bi oyuncunun onu canlandirmasi, tarihi acidan ne kadar eksik olabilicegi hakkinda bi ipucu verebilir.
bağımlılık yapar efendim.
bir kere gidip mistik ve tarihi sokaklarında şarap içersiniz, fotoğraf çekersiniz. aynı gün içinde mütevazi halkın içine karışırsınız ve bi kap lokma için sahilin başından ortasına kadar uzayan bi kuyruğa girersiniz, ege usulü yerleştirilmiş sandalyelere oturup çeşit çeşit insanla ada çayı ve sakızlı türk kahvesi içersiniz.
her sokağında keşfedilecek ayrı güzellikleri vardır, ve her güzelliğin harmanı detaylar. sahili baştan başa yürümek şehirin unutturduğu paylaşımı huzurla size sunar; herkes birbirine selam verir, kimse kimseyi giydiğine göre değerlendirmez-bohem takılırlar, hayvanlar ve "delilere" saygı gösterirler.
rakı balık cundada bi başka olur. cundada içtiğin rakıya güvenirsin, daha doğrusu o masanın ve sonrasının dostane olduğuna. 50 yaş üstü babaların gözlerindeki candan ışıltıdır rakı cundada, ve bunu görürsünüz. yarebbim bir meze yaparlar hiç bi yerde bulamazsınız. Lor böreği, sıcak ot, papalina, ada şarabı, kabak çiçeği dolması ve daha nicesi tap taze günübirlik tüketilir. ha siz gelirseniz özel mesajdan ulaşın ben size daha nicesini anlatırım da *
her adımda birliği yansıtır cunda. gündüz gece her adımında varlığı hissedersin. gece yıldızları izlemek denize karşı, rakıyla tamamlanıp güneşin doğuşunu izlemeye zorlar. güneşin doğuşuyla balıkçı teknelerini görürsünüz, ağ ören babaların ellerini. tam fotoğraflıktır cunda.
herkesin yurdudur; tavernaya gidilir, fasıla gidilir, dibek kahvesi içilir. sokakta her milletin ve varlığın hoşgörüyle dayanışma içinde olduğu gözükür. kedinin, köpeğin, insanın, denizdeki balığın aç kalmadığı bi adadır o şükürü her adımda hatırlayan halkı ile. adalarındaki cami 100 kişiyi anca alır, bu cami tüm adaya hoperlör sistemiyle duyurum yapar. her girdiğiniz dükkanda atatürk resmi görürsünüz.
kızları çok güzel, erkekleri çok yakışıklıdır.
çok kişi bilmez cundayı, aman diyim bilmesinler. siz de gelmeyin bak, mütevazi kalsın, bozulmasın.
ay ışığının ruhumu harmanlaması ve iyileştirmesi, denizin dinginliği ve balıkçı teknelerinin mütevaziliği, rakının hayata verdiği sürrealizm, kalp gözü açık insanlarla yapılan paylaşım, ilahilerin ruhumu dans ettirmesiyle varlıklarla aramdaki fizik ötesi aşk ve bedenimi alkolle yaktıran çok boyutlu aşk olsa gerek dostlarım. Iyi sabahlar, bugün tahmininizden güzel olacak, köşeyi dönün ve mucizeyi görüceksiniz. gününüz aydın olsun.
paraya ibadet etmeyin. insanı insan olduğu için sevin. para olmasa da yaşayabilin ve kıskanmayın. olanı paylaşın, küçük hesap adamı(cimri) olmayın ve bunlar içinizden gelsin.
son olduğunu kabullenmek koyar ya insana, inanmak istemezsin. zaten başımıza gelen her şey istemekle doğru orantılı değil midir?
onunla geçirdiğim ve gerçek olduğuna inanamadığım 3 saat içinde beni defalarca öpmüş ve okşamıştı. kokusunu saçlarımda hissettim. inanmaya çalıştım.
gözlerimin içine ailesinden uzak düşmüş bi çocuk gibi baktı ve "belki bir gün" dedi... güldüm kahkahayla ve dedim ki yarın, hemen yarın görüşürüz. yaklaştı bana, bildim, evet eğer buna izin verirsem, imzadır bu ayrılığa. Kabullenmek için yeterince bilge olmayan ruhum, ışıltıyla onun ruhuna fısıldadı "her şey çok güzel olacak, ayrılsak bile" sımsıkı sarıldık yine de atmadım, atamadım o imzayı dudaklarımla... gülümseyerek ondan uzaklaştım. birbirimize baktık ve bana öpücük yollamıştı.
bitmişti.
demişti ki bana, şiir yazmaya başladığında ve o şiiri bitiremediğinde o şiire geri dönmezdi. şiir onun için bi görev değildi. yarım kalırdı şiirleri. yarım kalırmış şiirleri...
ayasofya nın tarih kokan, loş merdivenlerinden yukarı çıkarken durup bana baktı ve ona kalpten gülümsedim. iki adım daha yürüdük ve durduk. belimi sardı ve gözlerime bakıp dudaklarıma yapıştı. mucizeydi.
doğruydu. Amsterdamdan amerikaya tasinmadan istanbula gelmişti. vapurda dalgalar çarptıkça kalbim dalgalarla bir olmak isteyen meltem gibiydi. bir kaç gün önce yalnız gittiğim, bastığım mermerlerin bana sorular fısıldadığı, içinde doyasıya dans ettiğim, herkesin duymadığı dehşet verici çığlıları ve içten kahkahaları duyduğum, ilahilerin beni yolcu ettiği ayasofyada buluşucaktık. onu gördüm ve sırtına hafifçe dokundum, sarıldım ve gözlerinin içine bakıp zıplayarak ne kadar mutlu olduğumu söyledim. Burda olduguna inanamiyodum. elimi tutmuştu ve görkemli ayasofyaya adım atmıştık. Inanamadığımı söyledikce elimi daha sıkı tuttu.
onunla internet üzerinden kitaplar ve varolmaktan bahsediyoduk. çok uzun muhabbetlerdi bunlar ve ikimiz de zor anlaşılmamıza rağmen birbirimizi anlıyoduk. farklı milletlerdendik, ikimize de yabancı olan bi ülkede tanışıp ayrılmıştık. aslında varoluş ve ayrılıkların bizim yaratıp inandığımız oyunlar olduğundan da bahsetmiştik. ayrılık çok acıtmazdı artık beni, bunu kabul etmiştim. ta ki istanbula geliceğini söylediği ana kadar. buna inanmakta güçlük çektim, inanmadım da.
gidicekti çok uzaklara. amsterdamda yaşarken tanıştım onunla. zaten uluslararası okulların vazgeçilmez yasasıdır ayrılıklar.
istanbula geldim. ondan uzaktım ve onu bir daha göremeyecektim de. ciğerlerimde gaz gibi dolaşan boşluk katılaşıp kasılıyordu. gözlerimdense aşk denizine çağladığımı rahatça görebilirdiniz. içimdeki atomlardan en küçük olanlar bile kuvvetle titreşirken ben kendimi ağır ve aynı zamanda ipimi bıraksanız uzaya doğru yol alabilicek bi uçurtma gibi hissediyordum.
birine aşıktı. aşk fiziksel boyutlarda sıkışmış bi duygu ve karanlık bi fenerdi onun için. oturup aşktan bahsettik, anlattım uzunca aşkın benliğimdeki titreşimini. aşkın ruh tekamülünde derviş olduğunu.
sordu "have you ever been in love" (hiç aşık oldun mu?) onun hematit taşından oyulmuş gözlerine baktım onun aşk yarasını teselli ederken. tao nun ne denli yüce bi komedyen olduğunu düşünüp güldüm.
tanım: tanımsız, biçimsiz, eşsiz, kavramlaştırılamayan duyguyu ilk hissediştir.
Bir ses duydum. o ruhu gönül gözüme altın gibi yansıyan sonsuzluğu gözleriyle içime akıtırken zamanı varlığıyla durduran tanımsızlığın sesiydi.
Dedi ki "sandwich?".
onu daha önce görmüştüm. hayır yaşam döngümdeki kutsal yerini kastetmedim, okulda kafamı kitaptan kaldırıp onun hipnotize edici ruh pencereleriyle buluşmamdan bahsediyorum. işte gözlerimizle uzunca konuştuğumuz andı o an.
o günün akşamında ona yazdığım mail ile kendimi tanıtmıştım. onu tanıdığımı söylemiştim. tabii ki anlamadı. adını ve yaşadığı yer değildi onu tanımak ve görmek. adını almadan kim olduğunu bilmekti, nereden geldiğini ve ne arzuladığını görmekti yaşamak için onu tanımak. yaşamak tecrübelerdi; sonsuz döngümüzde aşkla aktığımız. ona bunu öğreticektim.
ona da söylediğim gibi; biz akarsularız, aynı sonsuz platformun üstünde. Korku önümüzdeki kayalarken, sevgi kayaların altından akabilen güçtü ve aslında güç sevgiydi. Bunu temenni ettim o yaşlı ağacın dünyam(ız)a yansıyan gölgesine.
Insan canlılarının nefes aldıkları ve kalplerinin attığı fiziksel alanı kapsayan sonsuz döngüyü kişiselleştirmek suretiyle özetlemektir efendim.
Tecrübe, öğreti, aşk, yolculuk