--spoiler--
"bir gün züleyha, arkalığına beyaz sümbül dalları işlenmiş tahtırevanıyla geçiyordu kütüphanelerin ve tapınakların kenti olan kentinin sokaklarından.
"züleyha..." dedi, "sevindir beni, bana gülümse! başka bir şey istemem."
züleyha bu sesi hatırladı ve yüzüne dikkatlice bakınca, aşkını reddettiği silik bir yığın sima arasından bir zamanların ordu kumandanını tanıdı. usulca gülümsedi. ve uçacağım diyordu.
türkler 16. yüzyıl'da iyice ilerlerken, papa 3. paulus haçlı ordusunu toplamaya başlamıştı. tarihi kitaplardan yaptığım yoğun araştırmalar, venedik ve cenevizliler'in burada sayıca fazla olduklarını gösteriyor. Barbaros'un komutası altında 122 kadırga ve galyot ile 12.000 levent vardı. Kutsal Birlik donanması ise 112 kadırga, 50 kalyon ve 140 barka olmak üzere 300 küsür (bazı kaynaklara göre 600 küsür) parça idi ve 60.000 askeri taşıyordu. ve başında yüce denizce andrea doria vardı. kendisi cenevizli bir amiraldir.
arta körfezinde andrea doria ile barbaros'un orduları birbirlerine doğru ilerliyorlardı. doria osmanlı kuvvetlerinin sayısının çok az olduğunu biliyordu. sancak alabanda komutunu vererek gemileri geriye döndürdü. onlarla savaşmayacaktı. sayıları azdı ve bu sikinde bile değildi. bir kaç gemiyi ardında bıraktı ve onlara siz savaşın dedi. geri kalan 2 küçük gemicik, koskoca osmanlı ordusunu epey hırpaladı. ancak dayanamayıp en sonunda battı.
onların sayıları azdı ve bu savaş doria'nın sikinde bile değildi. işte preveze savaşı böyle kazanılmıştı.
bazı sözlük yazarlarına ve entel geçinen tiplere ithafen;
ciao.
baran, galatasaray üniversitesi felsefe bölümü 2. sınıf öğrencisiydi. sourbon'a gitme hayalleri kuran, fransızca ve italyanca'yı çok iyi derecede kullanabilen bir insandı. kendisini bölümüne o kadar çok kaptırmış olacaktı ki, kütüphanesinde kierkegaard'dan aristo'ya, ibn haldun'dan descartes'e kadar bir çok düşünürün kitap ve incelemesi duruyordu. arkadaşlarıyla sık sık gittiği hacco pulo pasajı'ndaki mustafa amca'da oturup çay eşliğinde felsefe yapıyorlardı. baran'ın ara ara ortamdaki güzel kızları süzmesi gözlerden kaçmıyordu. mustafa amca'nın karşısındaki sahafta kamusal insanın çöküşü adlı kitap duruyordu. alıp almamak arasında giderken, bulunduğu ortamdan iyice uzaklaştığını hissetmişti. acaba kendisi de bir ibn haldun olup, bir mağarada mı yaşayacaktı? acaba baran da ibn arabi gibi bütün önemli yerleri dolaşabilecek miydi? yoksa montesquieu gibi, elinde o kadar kütüphane imkanı, o kadar para varken hiç bir sikime yaramayacak mıydı? gerçi geçenlerde aynı mekanda aynı soru aklına gelmişti. michel foucault'un entelektüelin siyasi işlevi adlı eserindeki gibi, o da aynı işlevi görecek miydi? sorular yığının içinde boğuladursun, baran'ın arkadaş çevresinden tanıdığı ilayda, mustafa amca'ya gelmişti. siyah yuvarlak gözlükleri, garip botları ve kolundaki garip takılarla gözler bir anda ona çevrilmişti. marmara üniversite matematik bölümünü yarıda bırakmış, yeniden sınava girerek konservatuara girmek istiyordu. aralarında önceden beri bir etkileşim vardı. çayın dibine vurmak yetmiş olacaktı ki, ilayda baran'ı kilise'nin oraya çekerek, telefon numarasını istedi. baran şaşkınlığını belli etmemek için elinden geleni yaptı ve numarayı söyledi. ilayda numarayı aldıktan sonra bir şey demeden oradan uzaklaştı. yüzünde bir gülümseme olduğunu kimse inkar edemezdi.
akşam olduğunda baran eve gitmiş, bir bira açmış ve italyan yapımı bir film olan ''abim evin tek çocuğu'' adlı filmi izliyordu. filmi kendi arkadaş çevresinde övecek ve böylece hem statüsünü hem de karmasını artıracaktı. çünkü böyle filmleri izlediğini ya da böyle kitaplar okuduğunu her ortamda belli etmek, onun için kaçınılmaz bir fırsattı. ancak ne kadar çok felsefe, edebiyat ya da sinema bilgisi geliştirirse geliştirsin, içindeki liseli ruha, ergen bir abazanlığa dur diyemiyordu. arkadaşlarından saklıyordu ancak daha önce hiç cinsel ilişkiye girmemişti. hep kendi kendini tatmin ediyordu.
birden telefona mesaj geldi. tanımadığı bir numaraydı. bunun ilayda olduğunu anlamamak için bir gerizekalı olmak gerekirdi. heyecanlı filmi durdurdu, biradan bir yudum alıp mesajı açtı. '' müsaitsen, sana gelebilir miyim? ben ilayda, seninle bir şey konuşmak istiyorum.'' diyordu mesaj. baran çok heyecanlanmıştı. cevap vermek istiyordu ancak elleri titriyordu.
kendi kendine gülerek, yazdı. ''tabii canım. ben seni alırım. birazdan galata'nın orada olacağım. oradan alırım seni.'' dedi. baran'ın evi de zaten kuleye 5 dk. uzaklıktaydı. hızlı hızlı nefes alıyordu. tam çıkacaktı ki, pantolonun önündeki ıslaklığı farketti. heyecandan ve abazanlıktan, farkında olmadan boşalmıştı. ''ah!'' dedi titreyerek. bunu bir kez daha yineledi. pantolonunu değiştirip yola koyulacaktı. sadece şunu düşünüyordu.
o kadar felsefe kitabı okumuş, o kadar film izlemişti. ancak hala bir ilişkiye giremeyecek kadar mal mıydı? cevabı biliyordu ancak cevaplamaktan korkuyordu.
zira o sırada dolce&gabbana donundaki dölü siliyordu. bu da zaten felsefenin tesellisiydi.
baran, galatasaray üniversitesi felsefe bölümü 2. sınıf öğrencisiydi. sourbon'a gitme hayalleri kuran, fransızca ve italyanca'yı çok iyi derecede kullanabilen bir insandı. kendisini bölümüne o kadar çok kaptırmış olacaktı ki, kütüphanesinde kierkegaard'dan aristo'ya, ibn haldun'dan descartes'e kadar bir çok düşünürün kitap ve incelemesi duruyordu. arkadaşlarıyla sık sık gittiği hacco pulo pasajı'ndaki mustafa amca'da oturup çay eşliğinde felsefe yapıyorlardı. baran'ın ara ara ortamdaki güzel kızları süzmesi gözlerden kaçmıyordu. mustafa amca'nın karşısındaki sahafta kamusal insanın çöküşü adlı kitap duruyordu. alıp almamak arasında giderken, bulunduğu ortamdan iyice uzaklaştığını hissetmişti. acaba kendisi de bir ibn haldun olup, bir mağarada mı yaşayacaktı? acaba baran da ibn arabi gibi bütün önemli yerleri dolaşabilecek miydi? yoksa montesquieu gibi, elinde o kadar kütüphane imkanı, o kadar para varken hiç bir sikime yaramayacak mıydı? gerçi geçenlerde aynı mekanda aynı soru aklına gelmişti. Michel Foucault'un entelektüelin siyasi işlevi adlı eserindeki gibi, o da aynı işlevi görecek miydi? sorular yığının içinde boğuladursun, baran'ın arkadaş çevresinden tanıdığı ilayda, mustafa amca'ya gelmişti. siyah yuvarlak gözlükleri, garip botları ve kolundaki garip takılarla gözler bir anda ona çevrilmişti. marmara üniversite matematik bölümünü yarıda bırakmış, yeniden sınava girerek konservatuara girmek istiyordu. aralarında önceden beri bir etkileşim vardı. çayın dibine vurmak yetmiş olacaktı ki, ilayda baran'ı kilise'nin oraya çekerek, telefon numarasını istedi. baran şaşkınlığını belli etmemek için elinden geleni yaptı ve numarayı söyledi. ilayda numarayı aldıktan sonra bir şey demeden oradan uzaklaştı. yüzünde bir gülümseme olduğunu kimse inkar edemezdi.
akşam olduğunda baran eve gitmiş, bir bira açmış ve italyan yapımı bir film olan ''abim evin tek çocuğu'' adlı filmi izliyordu. filmi kendi arkadaş çevresinde övecek ve böylece hem statüsünü hem de karmasını artıracaktı. çünkü böyle filmleri izlediğini ya da böyle kitaplar okuduğunu her ortamda belli etmek, onun için kaçınılmaz bir fırsattı. ancak ne kadar çok felsefe, edebiyat ya da sinema bilgisi geliştirirse geliştirsin, içindeki liseli ruha, ergen bir abazanlığa dur diyemiyordu. arkadaşlarından saklıyordu ancak daha önce hiç cinsel ilişkiye girmemişti. hep kendi kendini tatmin ediyordu.
birden telefona mesaj geldi. tanımadığı bir numaraydı. bunun ilayda olduğunu anlamamak için bir gerizekalı olmak gerekirdi. heyecanlı filmi durdurdu, biradan bir yudum alıp mesajı açtı. '' müsaitsen, sana gelebilir miyim? ben ilayda, seninle bir şey konuşmak istiyorum.'' diyordu mesaj. baran çok heyecanlanmıştı. cevap vermek istiyordu ancak elleri titriyordu.
kendi kendine gülerek, yazdı. ''tabii canım. ben seni alırım. birazdan galata'nın orada olacağım. oradan alırım seni.'' dedi. baran'ın evi de zaten kuleye 5 dk. uzaklıktaydı. hızlı hızlı nefes alıyordu. tam çıkacaktı ki, pantolonun önündeki ıslaklığı farketti. heyecandan ve abazanlıktan, farkında olmadan boşalmıştı. ''ah!'' dedi titreyerek. bunu bir kez daha yineledi. pantolonunu değiştirip yola koyulacaktı. sadece şunu düşünüyordu.
o kadar felsefe kitabı okumuş, o kadar film izlemiti. ancak hala bir ilişkiye giremeyecek kadar mal mıydı? cevabı biliyordu ancak cevaplamaktan korkuyordu.
zira o sırada dolce&gabbana donundaki dölü siliyordu. bu da zaten felsefenin tesellisiydi.
pisa kulesinin karşısındaki çimlerde uzanmış, italya'nın ne kadar ilerici, aydınlanmış ve gelişmiş olduğunu düşünüyordum. düşündüm sadece.
colosseum.
pisa.
trevi çeşmesi.
piazza navona.
Campo deFiori.
Trastevere.
böyle çok önemli yapılar sunmuş, insanlığı rönesansla tanıştırmış bu aydın ülkede ışıklarla dans etmekteydim. ancak yeri ve göğü titretecek şekilde pisa kulesine yaklaşan bir grup gördüm.
ellerinde sigara, ''vay vay vay amuğa goyim! adamlar neler yapıyor la?'' şeklinde cümleler kuruluyordu. yanlarına almış olduklar mangal ve ızgaralar da dikkatimden kaçmamıştı. çok önemsemek istemedim. ancak arkadan gelen ergenler bu isteğimin imkansız olmasına yol açacaktı.
gelen grup türk kafilesiydi.
çimlerde uzanmış, da vinci'nin hayat felsefesi üzerine kafa patlatırken, bu grup, özellikle ergen olanları fotoğraf makinesine ellerini attılar.
2012 yılındayız insancıklar. insanlığın önemli gelişmeler kaydettiği bu çağda türkler'in ekmek arası ya da lavaş olmak üzere neden yapıldığı belli olmayan, tabiri caizse martı eti yediği görülmektedir.
üstelik bunu sadece kendi ülkelerinde yapmakla da kalmamışlar, dünyanın dört bir yanına döner fitnesini yaymışlardır.
''gel abim, gel abim gel!'' şeklindeki naraları adeta dünyayı hunharca titretmek üzere yaptıkları görülmektedir.
bir gün roma sokaklarında yürürken karşıma çıkan bu fitne karşısında sarsılarak kaçmaya çalıştım.
ancak, bizim zeki, kültürlü ve aydınlanmış yöneticilerimiz, çareyi bulmuşlardı.