ekşi sözlük'te yer alan önemli duyuru, buradan da yayalım lütfen.
"arkadaşlar merhaba,
durum acil. çok yakın bir arkadaşımın alzheimer hastası olan babası 27 şubat cuma öğle saatlerinden beri kayıp.
ismi, haluk yolcu. ankara keçiören kavacık subayevleri'ndeki evinden çıkıp kayboldu.
58 yaşında, 1.75 boyunda, 93 kg, hafif kambur, esmer, gözlüklü.
üzerinde kahverengi siyah hırka, altında koyu renk eşorman ve beyaz spor ayakkabıları var.
emniyet birimleri aramaya devam ediyor yalnız bugün 4 gün oldu ve hala bir haber yok. umutlarımızı canlı tutuyoruz ve sizden ricam ankara'da bu eşkale uygun birini görürseniz lütfen yanından ayrılmayın ve polise haber verin.
Az önce becerdiğim şey, %100 çalıştı lan!
Çok basit;
Windows media player'da mabel matiz Çalarken çalma hızını 0.5-1.0 civarına getiriyorsun, bi' bakıyosun söyleyen aydilge Oluveriyor!
"Yeni neslin tüketim çılgınlığına yeni ürünlerle cevap veriyoruz. Zamandan kumbara çıktı, zaman kumbarası diye zambara dedim adına.Tüketmek kolay, üretmek ya da biriktirmek en zoru. Pazarlama stratejisine ne ihtiyaç, kendiniz bilirsiniz. Kaybolan zaman size ait nasılsa. Reklamla tutundurmaya ne hacet, hayatı bırakanlar var aramızda.
Zamandan kazanmıyor, artık resmen zamandan çalıyorum. Gözüm sürekli saatte. Ya geç çıkar, ya geç kalırsam, ya akşam istediklerimi yapamazsam oldu tüm derdim.. Hepsi, direkt olarak kendime kalacak sürenin, benim süremin adaletinin peşinden koşmamla alakalı. Eve dönüşümden sonra hayata başlayışım ve eve dönüş sürelerimin beni kısıtlamasından da ben sorumluyum, onu da hazmedemiyorum. Giriş çıkış saatleri hep netken, işlere varış ve oradan dönüş niye brütler? Gidiş dönüşler bizim yaşam saatlerimizle tolereli, susuyorum. En azından farkındayım bunun diyorum, keşke olmasaydım gerçi.. Yıpranıyorum. Benden çalınan zamanlarda oluyor en çok sinirlenişlerim, kendime çaldığım zamanlarda ise içimde hep yarışlarım var yapacaklarımı es geçmemek adına. Sabah evden çıkış, akşam eve dönüşler hep en hızlı güzergahlar, dolmuşlar otobüsler metrolar kendi içlerinde yarışıyorlar. Spor salonu en yakınımdaki, tam evimin köşesi. Hemen koşarak çıkmaya can atarım evden. Dakikalar benim zaman kavramım. Saniyelerle pek işim yok, onlara yetişemiyorum. Saatler ise çok ucu açık, hayır bunu yapamam. Spor kompleksleri kendi komplekslerimiz aslında. Belki de gereksiz zaman kaybı, günlük yaşamımızın bozulmasından kaynaklı hep bunlar. Biliyorum, bunun da farkındayım aslında. Gerek yoktu tarlalarda çalışırken hareketsiz kalan yerlerimizi demir makinalarda çalıştırmaya. Kürek sallamak yeterliydi aslında. Altımızdan akan yolları inşa ettiler bu yüzden, adları koşu bantları. Kendi mantığımızla paramızı bağlayıp kendimizi oraya hapsedip mutlu hissediyoruz ki hayvan olmadığımızı hatırlayalım, ne de güzel
Kuru temizlemeci ise diğer çaprazda. Kırışıklıklarla işim pek yoktu benim aslında. Kırışıklıklar zaten istemiyorum hayatımda, ütüyü hiç sevemedim belki de bu yüzdendir. Hep anneme inat. Yağmura şemsiyeyle çıkmak gibi gelir bana. Şemsiye bence cesaretsizlik örneği, biraz da karaktersizlik, korkular demek. Ürküttüler bizi, çekiniyoruz hareket etmelere, ıslanmalara, çamurlanmalara, yerlere düşmelere, parasız gezmelere, sokaklarda uyumalara. Toplum ne der insanlar olduk sonunda. Aferim bize.
Evin tam karşısında bar var, malum uzak olmamalı. Biraz pahalı gibi sanki, yok yok en önemlisi samimiyetsiz. Evimde hissettirmiyor beni. Onu görüp el sallayıp ilk sağdan sağ yapıyorum. Şimdi daha evim gibiler. Burada mutluyum. ilk köşe bakkal, aşağıdaki ikinci köşe büfe, süpermarket ve fırın geliyor ardından. Süpermarket de neymiş diyorum kendi kendime. Bakkallara, esnaflara gitmeye zorluyorum kendimi her seferinde. Hemen ileride bir ATM var. Para gerek malum. Hızlıca çekebilmek için iyi oluyor olsa da nefret ediyorum ondan da, imajından da.
Evin üst köşesi pet shop, ve pet shoplar şeklinde. Yukarıya doğru ise parklar başlıyor. Araç kapımın önünde durabiliyor, bisikletler omuzda eve indirilebiliyor, açık havada ekmek arası yenilebiliyor en azından evdeyken, minik arka bahçede. Apartman sakin, belki biraz fazla sakin hatta. En ufak patırtıda laf olacak cinsten. Ona da sorun yok, dingin diyorum adına. Yaşlı insanlar var, anlaşması çok kolay, hızlı sevdiler bizi. Sonunda birileri bizi hızlı ve sorgusuzca sevdi sanırım. Tanımadığımız insanlar bile. Herkesle çok iyi anlaşıyoruz, karşılıklı ilgi için yarışıyoruz gibi hissettiriyor bu bana. incelikten kırılmaktan gocunmuyorum onlarla konuşurken. Gerçi tanıdık dediklerimizi de tanımıyormuşuz aslında, hani şu bizi sevemeyenleri. O dönem tanıdık zannettmişiz diye cevabımı veriyorum, geçiyorum. Sokaktaki insan yalan atmıyor çünkü bize, neyse o. Kendini bile oynamıyor, oyunu da oyuncuyu da unutmuş, kendisinin izleyicisi olmuş artık. Geç fark ettik, olsun.
Dostlarımla ekstra görüşme günleri ayarlamıyorum, hepsi elimin altında. Dedim ya zaman değerli. Geçerken uğrasınlar bana, oluyor da hep. Plan program yapmadan, fütursuzca buluşuluveriyor. Haftasonu daha bir hareketli telefonum, eksikleri düşünüyorum aklımdan yoklama yapar gibi, hepsi tamam gibi oluyor gecenin sonunda. Gün, insan, mekan seçmeye gerek kalmıyor mekan, hepsi yanımdalar, her daim. iyi ki varlar, olmayanlar. Kutlamalar da yapıyoruz arada, sanki normalde yeterince iyi eğlenmiyoruza inat.
Bu yüzden küçülttüm eksenimi, bir avuç içine biriktirdim hayatımı. Keyiften desen değil, zorunluluk hiç değil. Tercihlerle alakalı sanırım. Ben zaman çalmayı öğrendim, öğretildim. Mecbur hissettim kendimi. Ölçüp biçmiyor, ona rağmen yetişemiyorum ısrarla. Yapmam gerekenler o kadar çok ki. Gitarlarca çalışlar, besteler, kayıtlar, yazmalar, okumaktan usanmamam gerekler, dergi ve kitaplar, izlemem gereken belgesel ve diziler, sinema filmlerim var, köpeğim var, motorum, arabam nazlı ilgi ister, gezmem görmem gereken yerler, zaman ayırmam gereken dostlarım var. Gün içinde araya sıkıştırışlar deniyorum, kendimin ezildiğini hissediyorum. Kirletmemek daha doğru olacak sanki, başaramıyorum. Bomboş oturduğum akşamlarda nefret eder oldum kendimden. Hastalanmaktan da nefret ediyorum. Oyundan düşmüyorum ısrarla. Kendim yıpranıyorum sonunda, fakat zorundayım buna. Çılgınca yaşamak, boş geçmemek istiyorum. Oysa günün yarısı senden sorgusuzca alınmışken ve asli tüm hayatını diğer yarıya sığdırmak o güç ki. Kişisel ihtiyaçlar, duş, uyku falan da buna dahil, temizlik ve alışveriş de, kişisel apayrı meseleler de. Niye diğer yarısı net bir şekilde ellerinde, bilemiyorum. Ama şunu biliyorum ki kalan zaman bana yetmiyor. Günler 36 saat olsun diyecek oluyor, ondan da korkuyorum. 18 saat çalışmak istemiyorum. Duysalar yaparlar biliyorum."
"Papazın kızına zorunlu seçmeli din dersi" haberinde bahsi geçen Protestan Kiliseler Birliği'nin 2012 yılı hak ihlalleri raporuna göre gerçekten zordur.
Rapora göre sadece 2012'de yaşanan ihlal ve saldırılar listesi şöyle:
3 Şubat 2012: izmir Çeşme Lütuf Kilisesi önderi Engin Duran, eşi ve çocuğu ile evinde bulunduğu sırada kapısı sabaha karşı saat üç sularında yumruklanarak ve zorlanarak açılmaya çalışıldı. Şüpheliler yakalanamadı. Duran ve ailesi ilçeyi terk etti, kilise kapandı.
25 Şubat: Samsun Agape Kilisesi binasına maddi zarar verildi.
7 Mart: Adana'da Hristiyanlık içerikli yayın satan Söz Kitabevi'ne sözlü taciz ve tehditte bulunuldu. Üç şüpheli yakalanamadı.
7 Nisan: istanbul Bahçelievler Lütuf Kilisesi'ne gelen dört genç kilise önderi Semir Serkek'i 'Burası Müslüman mahallesi, burada kilisenin ne işi var, eğer kelime-i şahadet getirmezsen gebereceksin!' diye tehdit etti. Serkek'i tekmeleyip kaçan saldırganlar yakalanamadı.
3 Haziran: Ankara'da Hristiyanlık içerikli yayın yapan Radyo Shema'nın ofisine, ofiste kimsenin bulunmadığı akşam saatlerinde defalarca gelen şüpheli üç kişi dikkat çekti. Kimlikleri saptanamadı.
28 Temmuz: Denizli'de bir grup, kilisenin kapatılması için eylem yaptı. Tehditler nedeniyle polis güvenlik önlemi aldı.
izmir Konak'ta bulunan ve 'Dua Evi' olarak bilinen Diriliş Kiliseleri Derneği temsilciliğine yıl boyunca sözlü, yumurtalı tehdit ve saldırılarda bulunuldu. Son olarak, silah gösterilerek dernek yetkilisi tehdit edildi.
8 Ağustos 2012: istanbul Güngören Protestan Kilisesi, ibadet yeri tahsis edilmesi için Güngören Belediyesi'ne başvurdu. Dilekçeyi işleme koymak istemeyen yetkililer, bir gün sonra Diyanet işleri Başkanlığı'ndan yazı getirilmesini istedi.
12 Kasım: Batman'da ibadete katılan bir kadın, sivil polislerce toplantılara katılmaması için taciz edildi. Apartman kapıcısından da eve gelenler ve faaliyetler hakkında bilgi vermesi istendi.
Denizli, Diyarbakır, Sinop ve Hatay'da sivil polisler bazı kişileri ibadetlere katılmamaları, Hristiyanlarla görüşmemeleri veya katıldıkları toplantılar, tanıştıkları kişiler hakkında detaylı bilgi vermeleri için uyarıldı.
20 Aralık: Marmara Üniversitesi'nde öğrencilerle Hristiyanlık hakkında konuşan iki Protestan, on ülkücü tarafından darp edildi.
izmir Büyükşehir Belediyesi birçok etkinlik için kullanılan Aya Vukla Kilisesi'nde Paskalya kutlaması talebini gerekçe göstermeden reddetti.
izmir Valiliği, 'Dua Evi' olarak kullanılan ibadet yerini imar Kanunu'na aykırılıktan kapatmak istedi.
izmir'de aynı kurumda çalışan dört Hristiyan memur kilise toplantılarına katıldıkları, Hristiyanlarla görüştükleri ve memurlara misyonerlik yapacakları savıyla, idarecilerine emniyet kuruluşlarından gelen baskı neticesinde, görev yerleri değiştirildi.
Birçok yabancı uyruklu Protestan toplumu üyesi birey ve aile, oturum vizesini yenilememe veya sınır dışı etme yöntemiyle ülkeden çıkmaya zorlandı. Birçoğunun çocukları eğitim hayatlarına devam ederken bu uygulamalara maruz kaldı.
Çağdaş Hukukçular Derneği başkanı ve üyesi avukatların evlerine ve bürolarıyla istanbul, izmir ve Ankara'da sabaha karşı ev baskınları yapıldı, 10'u avukat 55 kişi gözaltında. Gözaltına alınanlar arasında Grup Yorum üyeleri de var.
ing. müttefikler.
ayrıca, tadından yenmez gaz mute math şarkısı. sözleri alttaki gibidir:
Allies fire in the Sky
Splinters in the eye
Don't know any better
Keep your arsenal at bay
Live another day
Pull yourself together
Every war you want to win
There's nothing to defend
Nothing to surrender
I don't want to fight alone
No one does
Hey, look high and we look low
We never find our enemy
We never find our enemy
Somehow this war is out of control
We never find our enemy
We're gunning down whatever breathes
Last try, cross enemy lines
Look out for the mines
Buried in the mirror
Fall out, target's on the move
Coming into view
Coming in clearer
By now, there's no one else around
Narrowing it down
I guess I got to figure
One war is all I can afford
No more
Hey, look high and we look low
We never find our enemy
We never find our enemy
Somehow this war is out of control
We never find our enemy
We're gunning down whatever breathes
There we go
Wasting lives one way or another
There we go
Vacant eyes rearranging their color
internette dolaşan, Burada neden esamesinin okunmadığını anlayamadığım bir yazı. kopi peyst ile aktarayım.
bir şakirt anlatıyor:
ben bir 'ortaokul şakirt'iyim, yani en kıdemli fethullah talebelerinden biriyim. aşağıda anlattıklarımı bizzat yaşadım. sizinle paylaşmak için yine kendim yazdım.
1990'lar ;
orta birinci sınıftaydım ve cuma namazlarına düzenli olarak giderdim. beni aynı semtte bulunan okulumdan ve gittiğim camiden takip ederek fişleyen ve bir gün okul bahçesinde top oynamak bahanesiyle yanıma gelen o kişi ilk 'ağabeyim' idi. daha sonra bana ve okuldan seçtikleri fen, matematik ve türkçe derslerinin toplam notu 21 (10'luk sisteme göre) olan arkadaşıma cami kütüphanesinde ders vermek bahanesiyle yakınlık gösterdiler. yakınlık daha bir samimiyete dönüşünce evlerine davet ettiler. dersler evde devam etti. bu arada bizimle oyunlar oynuyor ve bol bol sohbet ediyorlardı. baştan futbol içerikli bu sohbetler yavaş yavaş dini mevzulara geldi. allah'ı tanımak, namaz kılmak derken 'öğretmenin not defteri' gibi kitapları okumamızı istiyorlardı. buna 'sızıntı' okumaları ve adını henüz bilmediğimiz o hocanın banttaki ses kaydını toplu olarak dinlemelerimiz eşlik etti. bize yeterince itimat kazandıklarında o sesin 'hocaefendi' ye ait olduğunu ve kendisinin çok 'mübarek' bir insan olduğunu anlattılar.
artık 'işi' biliyorduk ve bize adam lazımdı. okuldaki arkadaşlarımızı nasıl 'kafalayarak' ağabeylerin huzuruna getireceğimizi öğrenmiştik. yıllar orta üçüncü sınıfa getirdiğinde bizi artık sınavlara hazırlanma vakti de gelmişti. bu tarihlerde kuleli askeri lisesi'ne girmenin ne kadar önemli ve saygın bir iş olduğu sürekli telkin ediliyordu bize. derken tanıdığımız birkaç arkadaşımız orayı kazandı. biz ise devlet lisesine devam ettiğimizde okuldan arkadaş 'kafalamak' en büyük hedefimiz haline gelmişti. okulumuzun hemen yanında bulunan 'nur evi' ne ders çalışma bahanesiyle getirdiğimiz arkadaşlarımıza yemekler veriyor onları mümkün olduğunca bu evlerde tutmaya çalışıyorduk. bu kişilerle okulda ve başka yerlerde de 'ilgileniyor' yörüngemizden uzaklaştırmamaya çalışıyorduk. bunların durumlarını her hafta düzenlenen 'istişare' toplantılarında ağabeylerimize anlatıyorduk. onlar da bize ne yapmamız gerektiğini, hangi yolları adım adım takip etmemiz gerektiğini, yapmamız gereken jestlere ve takınmamız gereken mimiklere kadar anlatıyordu.
yıl sonlarında gelen 'sızıntı koçanları' nı bitirmemiz ve onlarca, hatta yüzlerce kişiyi sızıntı'ya abone etmemiz her birimizden bekleniyordu. biz ise kimisinin parasını kendi cebimizden vererek bu en kutsal yolda birbirimizle kıyasıya yarışıyorduk. zaman aboneliği de yine bu şekilde cereyan ediyordu. haftada okumamız gereken kuran miktarı, risale-i nur ve hocaefendi kitapları -pırlanta serisi- miktarı belliydi. bunlara ek olarak o zamanki adı 'tuna kırtasiye' olan 'nt mağazaları'nda kaçak olarak çoğaltılan ve ağabeyimizin adını kullanarak arka bölümden aldığımız 'hocaefendi vaaz kasetleri'nden de ağabeyimizin seçtikleri doğrultusunda dinlememiz isteniyordu. bunların hepsinin ortak adı 'keyfiyet' idi. bunu bir çetele halinde ağabeyimize her haftaki 'istişare' de sunmamız isteniyordu.
hiç müzik dinlemezdik, kola içmezdik ve hep kumaş pantolon giyerdik. kız arkadaşımız asla olmazdı, okulda yüzlerine bile bakmazdık. sokakta hep yere bakarak ve hızlı hızlı yürürdük. ağabeyimizin dedikleri ana-babamızdan önemliydi. mehmet kafkas'ın 'geçmişi bilmek' ve 'milli mücadelede öncüler' adlı kitaplarını okuyorduk. atatürk masondu, deccaldi. atatürk kemal'di, kemal ağa idi. atatürk baş eğlencemizdi. okuldaki hocaların bazısı 'duruma uyanmıştı', biz 'tedbir dairesini' genişleterek okuldan çıkınca arka sokaktan dolaşarak nur evine gidiyorduk, içeri birer ikişer giriyorduk ve asla toplu çıkmıyorduk. bize göre iki çeşit adam vardı; 'müspet ve solcu'. solcunun bir adı da 'kom' du. kom, 'komünist'in kısaltılmışıydı. ve okuldaki bazı hocalar komdu. özelikle de felsefeci.
üniversite hazırlık dershanesi olan fem'e lise ikinci sınıfta da kayıt yaptırdık. amaç hem iyi bir üniversite hem de 'hizmet' para kazansın idi. ortaokuldan beri ailelerimizi alıştırdığımız 'ağabeylerle ders çalışma' için onlarda kalmaya gitme faaliyetlerimize ayrı bir önem vermeye başlamıştık. bu kalma dönemlerine biz 'kamp' diyorduk. kamplarda ders çalışılır ve uzun vadeli projelerimizi ağabeylerimize anlatarak onların direktifleri doğrultusunda yaşamımızı planlardık. ailelerimizle ağabeylerimizi ne zaman ve nasıl tanıştıracağımızı ve her iki tarafın ne yapması gerektiğine varıncaya kadar her şey planlanırdı. öyle ki tüm bu insanlara bir üstündeki 'not' verirdi.
evlerin bir imamı vardı, yani evden sorumlu olan kişi. iki yada üç ev bir semte ve semt imamına bağlıydı. semtler bölgelere, bölgeler büyük bölgelere, büyük bölgeler ilçelere, ilçeler şehirlere, şehirler ülkeye, ülkeler kıtalara, kıtalar da en sonunda hocaefendi'ye bağlıydı. hatta öyle ki, o muhterem zat'a dünya yetmez ve evrende başkaları da varsa oraları da 'hizmet'e katmak için ne gerekiyorsa yapılmalı idi. bu insanların hepsi birbirini denetler, not verir ve bir üstündekine durumu iletirdi. yani şıkır şıkır işleyen koskoca bir sistem vardı.
lise sonda fem'in yurdunda kalmaya başlamıştık. çekebildiğimiz kadar arkadaşı fem'e kayıt ettirmiştik nasıl olsa sonra 'ilgileniriz' diye. yurtta, odadaki durumdan pek haberi olmayan diğer kişileri de namaz kılma, çay içme ve türlü türlü bahanelerle yanımıza çekmeyi başarıyorduk. yani ağabeylerle danışıklı dövüş şeklinde 'adam kafalama' tüm hızıyla devam ediyordu. her birimizin 'ilgilendiği' arkadaşlar da zamanla 'şakirt' olma yolunda ilerliyordu. ağabeylerimizin düzenlediği maçlar, mangal partileri, çiğköfte partilerine artık not ortalamasına falan da bakmaksızın islami görüşe yakın ailelerden çocukları seçerek getiriyorduk. kola serbest oldu, kot pantolon giydik.
28 şubat sürecinde hocaefendi'nin video ve ses kasetlerini, kitaplarını evlerden alarak kendi evlerimizde sakladık ve evlere atatürk ile ilgili kitaplar doldurduk. evlerin çoğu yer değiştirdi. bazı ağabeylerimiz 'tedbir' gereği takma isim kullanmaya başladı. cep telefonlarının pilini istişarelerde söktük. telefonda 'hocaefendi, hizmet, sohbet' gibi kelimeleri kullanmayı yasakladık. bunların yerine 'maç yapmak, çay içmek, çorba içmek' gibi önceden kodladığımız filleri kullanmaya başladık. aslında yapılan her şey 'istişare' adı altında yukardan gelen emirlerin bize verildiği toplantılarda kararlaştırılıyordu. yani 'istişare' yoktu, belki teferruatta vardı, ama her şey bir emir zinciri vasıtasıyla bizim önümüze konuyordu.
2000'ler ;
üniversiteye girince artık biz de 'ağabey' olmuştuk. evlerde kalmaya ve sistemi bizzat kendimiz daha büyük sorumluluk üstlenerek yürütmeye başlamıştık. talebelerimiz vardı, onlarla ilgileniyorduk. aksiyon okuyorduk, artık bandrollü ve sakıncalı yerlerinden temizlenmiş hocaefendi kasetlerini koli koli alarak herkese ama herkese dağıtıyorduk. hocaefendi hakkında yine 'hizmet'in başka yayın evlerinden çıkmış kitapları 'mütevelli olmuş esnaf ağabeylerimizin' katkılarıyla kolilerce alıp dağıtıyorduk. kitaplar binlerce satıyordu. ramazanda zekât, kurban bayramlarında deri topluyorduk, kurbanlık parası topluyorduk. amerika'dan, hocaefendi'nin yanından gelen ağabey gelmişti bir seferinde. o anlatıyordu biz ağlıyorduk. ardından adam başına toplayacağı büyükbaş kurbanlıkların sözünü almaya ve kayıt ettirmeye başlamıştı. her birimizden 60-70 belki de 100-120 büyükbaş kurban parası getirmemizi istiyor ve pazarlık bu rakamlardan açılıyordu.
bazı tanıdıklarımızın yaptığı hiçbir iş yoktu. evde de kalmazdı. sonradan bu kişilerin görevinin 'çok özel' olduğunu öğrendik. bunlar türk silahlı kuvvetleri'ne girmek üzere olan öğrencilerle askeri okuldayken 'ilgileniyorlar' idi. hocaefendi'nin 'en önemli on görevden biri' saydığı bu iş için seçilmiş insanlardı. hepimizin en nefret ettiği yer ordu idi. bir toplantımızda bir ağabeyimizin ordu, danıştay ve diğer 'solcu' kurumlar için yaptığı tanımlama ilginçti. ağabeyimiz bu gibi kurumlar için 'artık fitne kurumlaşarak üzerimize geliyor, biz de bir an önce kurumlaşarak karşı koymalıyız' diyordu. gazetemizi sürekli okumamız gerektiği de bir diğer telkin idi. özkök paşa'nın genelkurmay başkanı olacağı günleri ip ile çekiyorduk.
aksiyon dergisi'nin bir sayısında 'ergenekon' diye bir grup kapak yapılmıştı. bu sayıdan çok sayıda fotokopi çekerek hepimizden okumamız istenmişti. yazıda, devlet içinde gizli bir birimin oluşturulduğu ve bu birimin amacının arjantin benzeri sosyal patlamaların önüne geçmek, devlete zarar verebilecek oluşumlara müdahale etmek olduğu yazılıydı. ağabeylerimiz bunun bize de müdahale edeceğini söylediler. bu benim için bir dönüm noktasıydı.
biz bu devletin bekasına, milletin dertlerine derman olmaya çalışmıyor muyduk? bizi solcular engellemiyor muydu? bizim mücadelemiz iman kurtarmak değil miydi? bize ne toplumsal patlamaların önüne geçmek ve devleti korumak için kurulmuş bir gizli teşkilattan? devlet hepimizin devleti değil miydi, neden korumasınlar ki? hem bize ne diye düşman olsunlar ki?
uyanışım;
artık her şey saçma geliyordu bana. biz bir emir kuluyduk ve ne denirse yapıyorduk. çünkü toplu olarak cennete girecektik. sorgulama yoktu, körü körüne bağlanma ve emri ne kadar çabuk yerine getirdiğine bağlı olarak sahte bir samimiyet vardı. ama bu sahtelik genellikle bize emir verenler ve onların üstünden başlıyordu. tabanı samimi ve bir o kadar da cahil -beyni etkisizleştirilmiş anlamında- insanlar oluşturuyordu. bu insanlar dürüst, çalışkan ve edepli insanlardı. ama uyuyorlardı. üstelik biz uyutmuştuk yıllarca çocuklarını, kendilerini, karılarını, tüm yakınlarını.
sırf 'solcularla' inatlaşma uğruna yaptığımız birçok saçma iş vardı. bunlara en iyi örnek yeni yüzyıl gazetesinde hocaefendi'nin röportajının çıktığı zamandı. bu gazeteyi sırf solcular 'hocalarının röportajına bile sahip çıkmıyorlar' demesinler diye balya balya aldık ve zaman gazetesinin depolarında çürümeye bıraktık, sonra da imha ettik. bazı yerlerde zaman gazetesinin içine koyarak dağıtıldığını duyduk. gazete hiçbir yerde bulunmaz olmuştu. üç günlük röportajı on beş güne yayarak ve tirajını da ona katlayarak gazete büyük kar etti sayemizde. bir sefer de süleyman demirel'in fatih üniversitesi' nin açılışında 'burayı doldurabilir misiniz' demesi üzerine iş-güç, okul-sınav demeden koştuk ve doldurduk orayı. hocaefendi istiyor diye daha yeni okuduğumuz kitapları bir kere daha okuduk. hocaefendi çağırıyor diye pılı pırtımızı topladık amerika'da yaşamaya gittik bazılarımız. buna da 'hicret' deniyordu. bir keresinde, bir arkadaşıma giden biri hakkında ne zaman döneceğini sorunca bana güldü ve dedi ki 'hicret bu, dönmek olur mu'. benim bildiğim hicret sayfası dinen kapanmıştır. hele türkiye gibi ibadetlerinizi rahatça yapabildiğiniz bir ülkede.
merakım şu:
türkiye'de halkın %99'u müslüman.
amerika ise, kendi deyimiyle müslümanlara karşı bir haçlı savaşı başlatmış durumda.
nasıl oluyor da burada rahat olunamıyor, lakin orada istediğimizi yapmamıza izin veriliyor?
abd her yere ajanlar sokarken, iki kişi bile kendi arasında abd karşıtı bir şeyler yapmaya kalktığında haberi olurken, nasıl bu denli büyük bir oluşuma müsaade ediyor?
üstelik bu oluşumun biricik görevi insanları müslüman yapmak iken?
abd'nin yoksa insanları müslüman yapmak gibi bir gizli amacı mı var?
yoksa hocaefendi abd'nin de üzerinde büyük bir güce sahip mi ki, abd bizimle uğraşamıyor?
garip işler bunlar!
bizden abd'ye hicret etmemizi, fatih koleji'ndeki bir barkovizyon gösterisi sonrası hocaefendi'nin yanından gelen bir ağabey istemişti. ben de düşünmüştüm; bu resmen bir beyin göçü ve sermaye göçü...
o zamanlar hocaefendi için evden bile dışarı çıkmıyor; denmişti. ağabeylerimiz diyormuş ki hocam zaten çok hastasın, bari bir çık bahçede dolaş; ama hocamız hiç çıkmıyormuş. aynı yıllarda bir internet sitesinde hocaefendi'nin boy boy dışarıda çekilmiş resmi yayınlanıyormuş da haberimiz yokmuş. biz hocamız'a üzülüp dua etmekle vaktimizi geçiriyorduk. bir de tabi gelen emirleri eksiksiz yapmakla.
hocaefendi'nin latif erdoğan'a yazdırdığı 'küçük dünyam' adlı kitabından en az bir kere yazılı sınav olmamış şakirt tanımıyorum ben.
anlamadığım bir nokta da bu işte!
yani sen taa amerikalardan 'diğerkamlık' üzerine, 'hizmette önde mükâfatta geri durma' üzerine göğüslerimize salvolar savur, sonra da çıkıp kendini anlatan kitaptan bizi belki beş belki on kere imtihan et. 'imtihan dünyası' bu olmasa gerek.
halen 'hizmette' aktif olan ve son derecede teslimiyetçi bir arkadaşım bir seferinde şunları söylemişti, ben de yanlışı o zaman fark etmiştim:
'ne bu hocaefendi, hocaefendi ya... allah var, peygamber var ya'
hocaefendi, hocaefendi, hocaefendi.. .
'hocaefendi ne diyor bu konuda,
hocaefendi'nin çok mühim tespitleri var bu konuda,
hocaefendi bugün ne diyor,
hocaefendi'nin dediklerini artık sitesinden günü gününe takip edebileceğiz arkadaşlar,
hocaefendi çok ciddi uyarıyor,
hocaefendi çok mübarek,
hocaefendi bizzat ilgilenmiş,
hocaefendi adını bizzat kendi koymuş,
hocaefendi derhal yapılsın istemiş,
hocaefendi, arkadaşlar dikkatli olsun demiş,
hocaefendi, arkadaşlar artık evlensin demiş,
hocaefendi, çocuk yapın demiş,
hocaefendi, işhad'ı güçlendirin demiş,
hocaefendi, gazete tirajının bu haliyle karşıma çıkmayın demiş,
hocaefendi başı açık 'ablalar' la da evlenilsin istemiş,
hocaefendi, bir dua etmiş, maçın ikinci yarısı galatasaray iki gol atarak real madrid'i devirmiş,
hocaefendi, allah depremde ikitelli medyası'nı 'çiftetelli' gibi sallardı ama içlerinde mübarek gazeteler de var demiş,
hocaefendi üzülmüş,
hocaefendi çok kederlenmiş,
hocaefendi hastalanmış,
hocaefendi, asya finans kredi kartı alın demiş; ulusal televizyon ihalesi yapılacağı gün asya finans'ın kasasında o kadar para yokmuş, para lazımmış,
hocaefendi şunu demiş,
hocaefendi bunu demiş...
bu konuşma tarzına sıradan bir 'ışık evi'nde her gün rastlayabilirsiniz.
nurettin veren'e gelince;
'o ne pis bir adam öyle, tipi kayık, pis bir çıkarcı o, yalancı herifin teki' gibi yakıştırmalar yapıyorlar.
ve size şu kadarını söyleyeyim, bu insanları asla şartlandırıldıkları haricince bir şeye inandıramazsınız. belki size abartı gelir ama ben biliyorum ki hocaefendi bugün atlayın ve ölün dese, sayıları binlere varabilecek kadarı bu emri de hiç çekinmeden yerine getirir. nurettin bey bu konuda ne söylese azdır. hiçbir şey bu gerçek kadar sıra dışı değildir, yine bu gerçeğin tasvirleri bile.
sonuç ;
aklı başında herkesin de anlayabileceği gibi, bu bir karşı devrim örgütlenmesidir. devlet içinde koskoca bir devlettir. abd ve ab çıkarlarına koşulsuz hizmet etmektedirler. ayrıca birçok yerde yazıldığı gibi dergileri, radyoları, televizyonları , üniversiteleri, vakıfları, ışık evleri vs. her şeyleri vardır. öyle ki savcıları, kaymakamları, valileri, emniyet müdürleri, öğretmenleri, doktorları, istihbaratçıları (ki bu konuya doymak bilmeyen bir iştahla yanaşmaktadırlar), askerleri, milletvekilleri, bakanları vardır. hemen hemen her büyük partinin de desteği ile bu noktalara gelinmiştir. bence yegâne çözüm bu örgütün tüm malvarlığına el konmasından geçer. ama sorun şu ki; kim koyacak?
diğer insanlardan tüm bu olan biten son derece profesyonelce saklanmaktadır. hatta çıkan yalan haberler bile buna en güzel şekilde hizmet etmektedir. yok, fethullah komandoları varmış; yok, kendilerini patlatacaklarmış, yok, hücre evleri varmış; tabancalar, tüfekler, bombalar varmış... bu atmosfer onlara en çok yarayan ortamı oluşturuyor ve kendilerinin terörist olmadığını 'muhabbet fedai'leri olduğunu insanlara yaymalarına yarıyor.
bu kişilerin ne yapmaya çalıştıkları çok iyi bilinmeli ve o kanaldan mücadele verilmelidir. örgüt deşifre edildiğinde, abd yerine başkasını bulmak için faaliyete geçecektir ve bu zannımca on yıl on beş yıl kadar bir zamanı alacaktır. bu bir bölünme süreci olarak da yansıyabilir fethullahçılara. çünkü kurulu mekanizma en güzel şekilde işletilmektedir. bir daha böyle bir mekanizmayı kurmak çok çaba gerektirir. bölüp bir kısmını yine abd emriyle kamuoyunda kötülemek, diğer kısmıyla yola devam etmek ile de bu mücadeleyi verebilirler. her ne yapılacak ise bu darbeden hemen sonra yapılmalıdır. yani bir daha güçlenmesine fırsat verilmeden 'meydana getirdiği boşluk' doldurulmalıdır. ama dediğim gibi ilk iş; oyunu açığa çıkarmak ve 'ağababası' olan abd'nin işlerliğini yitiren bu beşinci kolunu gözden çıkarmasını beklemek olacaktır...
girişi fena halde kışkırtıcı olan bir fischerspooner şarkısı. sözlerini yazıyorum, hazır olun.
Et j'étais paralysée, completement paralysé
Est-ce qu'ils dansent en france?
Pourquoi pas la bas?
Mais qu'est ce qui s'est passé ici?
J'ai envie de faire pipi
Je ne sais pas pourquoi
I like to dance this way
Je suis fou de toi
Je veux t'embrasser
Je ne sais pas pourquoi
I like to dance this way
Pied gauche monté
La bouche serrée
Le coude plié
Le doigt pointé
C'est comme ça qu'ils dansent en France
On le fait comme ça ici
Arkadaşının sevgilisi tarafından tecavüze uğrayan Özlem D'nin erkek arkadaşıyla aldığı acı intikam... Sevgilisi Murat G., arkadaşı Esra G.'ye tecavüz etti, Özlem D. ise yaşananları olay yerinde kahkahalarla seyretti.
Şeytanı kıskandıracak plan... istanbul Cumhuriyet Savcılığı'nın hazırladığı iddianameye göre haziranda yaşanan olay şöyle gelişti: Özlem D, sevgilisi Murat G.'ye arkadaşı Esra G.'nin sevgilisi tarafından tecavüze uğradığını anlattı. Bunun üzerine iki sevgili intikam almak için plan yaptı. Murat G., Esra G.'yi aradı, buluşmak istediğini söyledi. Bunun üzerine Esra G. Aksaray'a gitti.
Murat G., beraber geldiği Serdar i. ile Esra G.'yi aracına bindirdikten sonra aracı ormana götürdü. Yol kenarında arabasını durduran Murat G., yanındaki arkadaşı Serdar i. ile birlikte Esra G.'ye tecavüz etti. Özlem D. ise olanları gülerek seyretti.
ÜÇÜ DE TUTUKLANDI
Esra G'nin şikayeti üzerine savcılık soruşturma başlattı. Şüpheliler, Gaziosmanpaşa 2. Sulh Ceza Mahkemesi tarafından tutuklanarak cezaevine gönderildi. Murat G. ve arkadaşı Serdar i. 'nitelikli cinsel saldırı'dan Özlem D. ise 'azmettirme'den 23 yıldan 48 yıla kadar hapis cezası istemiyle yargılanacak.
belirli yazarlarla, makamlarla, olaylarla ilgili birtakım uygunsuzlukları gün ışığına çıkarmanın sonucu karşılaşılabilecek durum.
her şey ne kadar yolunda(!) değil mi sizce de? hiçbir konuda problemimiz yok. güzel günler yaşıyoruz ve yaşanan gelişmelere bağlı olarak yaşamaya da devam edeceğe benziyoruz.
bugün bir daha incelemek istedim; 1 yıl önce yaşananları, yazılanları olay ve sonuçları. sonra durdum ve "neden?" sorusunu sordum kendime. başta burada olduğu gibi; manipülasyon, trolleme insanların daha çok işine geliyor. böyle -ne bileyim- tekdüzelikten sıyırıyor gibi insanı.
sol frame incelenince o kadar iğrenç şeylerle karşılaşılaşıyor ki insan...
Kangurunun birinin yavrusu olmazmış
Bir tavşanı evlat edinip torbasına koymuş
Kanguru memnun, tavşan mutlu
Ama diğer kangurular kızgınmışlar.
Tavşandan kurtulmak için, bir plan yapmışlar
Onlar uykudayken tavşanı kaçırmışlar
Kanguru uyanınca bakmış torbası boş
Şaşırmış kalmış buna olmuş içi bir hoş.
Kanguru zehirli yılanla anlaşma yapmış
Torbada yılan, kanguru kangurular arasında
Yılandan korkan kangurular tavşanı geri vermişler
Plan plan içinde böyle olur demişler.
1 tanecik şiir kitabı olup da 10-15 kitabı olan, -çoğu yurtdışından verilen- 9-10 ulusal/uluslararası ödülü olan bir yazara sataşarak kendi reklamını yapmaya çalışan birisi.
kendini bilmeden başkalarını eleştirenlerin ülkesinin insanı.
hadi serdar ortaç yazın çıkıyor, onun çilesini yazları çekiyoruz da siz hep varsınız. sizi ne yapalım onu söyle sen asıl!