beylikdüzü-fatih üniversitesi arasında çalışan hat(tı). dün itibariyle iett bu hattı iptal etmiş. kendince bahaneler de uydurmuştur. evet devletimiz bütün kurumlarıyla cemaat ile bağlantısı olan her şeye saldırıyor, zulmediyor. daha dün rte reis-i cumhur seçildiğinde neler demişti? hepsinin beyhude laflar olduğu bir kere daha tescillendi. öğrencilerin, vatandaşın ulaşım hakkını elinden almaya ne hakkınız var? hangi kin bunu meşru kılar? sırf cemaate yakın diye birilerine bu zulmü yapmak zalimliğin önde gidenidir. mahalle kabadayısı tarzında yapılan bu kötülükler zulümler elbet cezasını bir gün bulacaktır. sırf kinden dolayı yoldan geçerken dershane tabelalarına tahammül edememek, soyadı "gülen" olan başarılı öğrencilere sırf fethullah gülen'in yiğeni olduğundan dolayı başarılarını vermemek bunlar nasıl bir hırs ve kıskançlığın tecessümüdür merak etmekteyim. "müddei iddiasını ispatlamakla sorumludur" kaidesini ağzından eksik etmeyen rte bu sözü en çok kendisinin çiğnediğinin farkında değil.. ülke üçüncü dünya ülkelerinden beter bir hale doğru yol alıyor.
kendilerini "islami" olarak tanımlayan islamdan nasibini almamış terörist bir örgüt istanbul'da türkiye'de cirit atıyor bizim devlet hâlâ yok 76f, yok bankasya, yok cemaatin kolejleri, yok cemaate yakın işadamları... bunların derdindeler. işid ömerli'de binlerce kişilik panayır düzenleyip adam topluyor, bizim devlet hâlâ laylaylom... aferin aferin böyle basit numaralarla hükümetçilik devletçilik belediyecilik oynayın.
Süleyman soylu'nun akp'ye duhul ettikten sonra cevaplayamayacağı sorudur. Soruyu soran gazeteci gerçekten büyük cesaret örneği göstermiş. Kendisine şimdiden ilerideki akredite olacak hayatında başarılar dilerim.
Dünya'da eşi benzeri olmadığını düşündüğüm Türkiye'ye has bir ikaz yazısı. Metronun çeşitli yerlerinde göze çarpar. Millet yürüyen merdivende zor duruyor zannediyordum meğer el bandının üzerine bile çıkıyorlarmış ki ikaz yazmışlar.
Alış-veriş merkezleridir. Sırf tüketim üzerine kurulu olan bu gereksiz yerler kapitalizmin mabetleridir. Kapitalizm bir din midir? Hayır, ama mabetleri vardır. Orada paraya tamah edilip, mala,mülke, gösterişe gizliden tapılır. Güvenlik ve kapıdaki kontrol cihazları o mabetlerin düzeninin teminidir. kasalar, vitrinler, ışıl ışıl panolar, çekici görevliler, soğuk içecekler, göz dolduran yiyecekler ise bir nevi günah çıkarma işleminin araçlarıdırlar. Evet bu böyledir. Ülkemizde her saniye, her kesimden, onlarca yüzlerce hatta binlerce kişi bu mabetlere adım atma iştiyakıyla yanıp tutuşmaktadır. insanımız sinirine, stresine camide iki rekat namaz kılıp rahatlamak yerine bu mabetlere gidip bir güzel kafa dağıtmakla çözüm bulur . Her geçen gün bu mabetlere daha da bağlanıyoruz. Robot gibi, kukla gibi, aklımız yok gibi...
Her an her saniye, bir bombayla, bir kurşunla ölebilme korkusu yaşamaktır. Zalim bir devletin baskıları altında yaşam mücadelesi vermektir.
Dün yayınlanan bir haber durumun vehametini göstermektedir:
israil donanmasından bir savaş gemisinin Gazze sahilini vurması sonucu 4 çocuk hayatını kaybetti.
Gazze'nin batı sahil şeridine yapılan saldırıda, plajda oynayan ve yaşları 9 ile 11 arasında değişen birbirinin akrabası 4 erkek çocuğu can verdi.
Saldırıda yaralanan biri doktor 8 kişi de hastanelere kaldırıldı.
israil ordu sözcüsü ise olayı araştırdıklarını bildirdi.
Milli Eğitim bakanlığının 15 bin tl'lik kısa film yarışmasında birinci olmuş kişi. Kendisi Fethullah Gülen'in yiğeni olması hasebiyle ödülünü alamamıştır. Ayrıca Fethullah Gülen'in yiğeni olduğunu öğrenildikten sonra ödül töreni iptal edilmiş ve başbakan da bu törene gelmekten vazgeçmiştir.
Tanım olarak şöyle diyebiliriz: kendini sanatsallıktan az veya çok olarak anlıyor addeden kimselerin, sanatsallıktan anlamayan ve sanatsallığa meyletmeyen kimseleri bu anlayışsızlıklarından ve meyil etmemeleri üzerinden sanatı nazara vererek yermektir.
Bu bahsedilen tutumu takınan bir çok insanı etrafınızda -ya da aynaya bakın- görebilirsiniz. Edebiyat, müzik, film gibi sanatlarda öne çıkan bu tavrın bir çok sebebi var. Bu tavrı takınan kesimin içinde samimi eleştiri getirenlerin olduğunu düşünsem de bir çoğunu elitist bir hale gark olmuş, yüzü gözü sözü tekebbür kokan, kendini havass, kitleleri avam gören fildişi kulelere hayran hayran bakan veya o kuleler de yaşayan kimseler olarak görüyorum.
Sanatsallığı festivaller veya bu işte ehil kimseler tarafından onaylanmış filmlerin halk tarafından gişe de bahsedilenin tam zıddı filmlerle kıyas edilmeyecek derecee teveccühe medar olmaması bu kimseleri bir hayli asabi eder. Bu tutumlarında elbette yer yer haklılar fakat atladıkları şey de bir hayli fazla.
Edebi değeri herkes tarafından kabul görmüş eserlerin de popüler eserler karşısında esamesinin okunmaması da bu kimseleri rahatsız eder. Atay, tanpınar, pamuk, kafka, marquez, zweig, dostoyevski, proust gibi yazarların eserlerinin popülerliğe yenik düştüğünü görmek bu insanların hayli canını sıkar. Ki bu durum bana da olmaktadır. Geçenlerde gittiğim bir sahafta tarık buğra'nın osmancık'ı ile ne idiğü belirsiz fantastik popüler bir roman yanyana duruyordu. o genç fantastik romana elini uzatınca içim acıdı. Sordum tarık buğra'yı okumamış. Allah'tan o gün bakış ve sözlerimle onun o kitabı almasına engel oldum. Belki başka bir yerde gidip almıştır ama en azından gözlerimin önünde almadı...
Bu tutumun eleştirilecek çok yanı var. EVine ekmek götürme derdiyle çırpınan, kiraydı pazardı parayı nasıl yetiştireceğinin hesabının yapan, işinden dersinden başına kaldıramayan kimseler için sanat damara enjekte edilmesi gerekli olan bir ilaç mıdır? Yoksa enjekte edilse de edilmese de farketmeyen Bir keyfiyette midir? Bunun cevabını herkes verebilir. Sanat bütün devirlerde böyle olmuştur. Onu sadece belirli bir kesim sırtında taşımıştır o kesimden uzak olanlar ise keyif olarak onu yaşamışlardır.
Halkı filmlerin gişelerine, kitapların baskı sayılarına, albümlerin satış rakamlarına bakarak yermek halkı anlamamaktır. Halk böyle şeyleri umursamıyor ki? bunu ben de çok yapardım fakat anladım ki halkın sanatla arasında, sanattan anlayan kesime göre, mesafe olması çok normal ve olması gereken bir şey. sanat gizli saklı bir maden gibi. Onu herkesin keşfetmesi yalnızca değerini azaltır. Ayrıca şunada kâniyimki, sanatın değerini azaltan bir başka şey de: ben bu madeni buldum bakın bakın ben de var sizde yok, diye naralar atmaktır. Bu gizli maden kibirli bir elde tiksindirici bir perdeye bürünür...
Bu entryi yazarken niyetim yargılara varmak değildi lakin kelimelerin gideceği yer belli olmuyor.
Şu teori ve mantığa göre doğru:
Zaten bütün milletler türklerden türemiştir.
Latinler de bir kavimdir.
O zaman latinler de türklerden türemiştir.
Latin alfabesi de latinlerin olduğuna göre, latinler de türk olduğuna göre: Latin alfabesi Türk alfabesidir!
görme engelli vatandaşları az biraz anlayabilmek için bazen denediğim ve herkesin de deneyebileceği bir eylem. sarı kabartmalı şeritlerde gözler kapali bir şekilde yürümek gerçekten çok zor. yürümekten daha zor olan bir şey ise -gözü kapatınca farkediyorsunuz- sağdan soldan paldır küldür geçen insanların dikkatsizliği. her an biri gelip çarpacakta düşeceğim korkusu yaşıyorsunuz.
Eğer metroya yolunuz düşerse o sarı kabartmalı şeritlerin başında gözünüzü kapatip bir süre yürüyünüz. bunu yapanlar elbet vardır ama ne kadar yayılırsa o kadar iyi olur. Allah o görme engelli kardeşlerimize yardım etsin. bazı dikkatsiz insanların arasında sıkıntı çekebilirler...
M. Fethullah Gülen Hocaefendi'nin Nil yayınları'ndan çıkmış olan, kırık testi serisinin 13. kitabı.
Bu Kitapta çoğu kitabı gibi kendisinin yaptığı ikindi sohbetlerinden derlenmiş bir kitaptır. Bildiğim kadarıyla prizma ve özellikle çağ ve nesil serisi kitaplarını kendisi kaleme almış, bunların haricindeki bir çok eseri sohbet ve vaazlarının talebeleri vasıtasıyla yazıya geçirilmesiyle oluşmuştur.
Kitapta ne anlatıldığınca gelince... bu aslında kitabın isminden kendini belli ediyor. Hocaefendi hayatı boyunca en büyük gaye gördüğü "ruh-i revanı muhammedî'nin her yerde şehbâl açması" için hizmet etmektedir. okullar, yurtlar, evler ve daha bir çok müessese bu yüce gaye içindir.
Efendiler efendisi'nin(as) bu minvaldeki hadisini: " benim adım güneşin doğup battığı her yere ulaşacaktır" ulaşılması gereken bir hizmet alanı gibi görmektedir.
Bu eserde bu yolculuğu katılmak isteyenler için hizmetin nasıl olacağına dair bir kitap...
istanbul merkezli yayın yapan, 2014'ün Nisan ayı itibariyle 148. sayısı basılmış olan dergidir *. Daha bir kaç aydır takip etmeme ve isimlerini daha yeni yeni duymama rağmen bence hakettikleri değeri bunca sene görmemiş olan dergidir. Mürsel sönmez, murat arslan, suavi kemal yazgıç, murat soyak gibi göze çarpan isimler vardır.
Ayrıca yıllardır çıkan bu dergiyle bir arkadaş bir okur vasıtasıyla değil de dergileri araştırdığım bir yerde karşılaşmam benim için ülkemizde edebiyata verilen değeri müşahade etmem adına çok hazin oldu...
Cahit Zarifoğlu'nun "Başım Eğik Dilim Kapalı Gözler Kançanağı anlamında" şiirinin belki de mana yükü en fazla olan dizelerinden birisidir.
Şiirin bütünüyle birlikte düşünüldüğünde bu dize bana şairin Allah'tan uzaklaşırken ki hâlini hatırlatıyor. evet onu düşüren bir şey var yada gözü düşmekten şartı ona bakmak. Yani düşerken onu inkâr etmiyor, onu biliyor.
Şair bu dizede Allah'a seslenmiş olabilir mi?
Bu soru şiiri okur okumaz aklınıza gelecektir. Yine şiirin önceki bir dizesinde de, dünyevi birtakım sıkıntılardan bahsettikten sonra şair şunu diyor " ama söyle olmuşsa yüzüme karşı söyle, neyi inkâr ettim?" burada da yaptığı şeylerin pişmanlıklarını yaşıyor fakat imanından emin gibi söylüyor. ve evet bu şiirin bu dizesinde kendini biraz savunuyor. Kastettiği Allah'ü teala mı, Resul-u zişan efendimiz mi, kendi şeyhi mi yoksa sevgilisi mi Allahualem.
Ayrıca bu dize sezai karakoç'un şu dizesiyle de benzerlik gösteriyor:
Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır.
Sürgün ülkeyi bilenler bunu farkedecektir.
Ne vakit yağmur yağsa dilimi sele götüren bir Yavuz Bülent Bakiler şiiri.
Yağmurlar yağmıyor mu inceden ince
Rüzgarlar esmiyor mu serince
Bir sigara yakıyorum efkarlanarak
çıkıp karşıma sen geliyorsun
Saçların ıslanmış oluyor
''gel'' diyorum duymuyorsun beni bir türlü
seni böyle hayal meyal yaşamak çok zor
uzanıp tutsam diyorum incecik ellerinden
ellerim boşlukta kalıyor.
Bir gün çıkıp gideceksin
sonra arkandan yine ince bir yağmur yağacak
cadde cadde, sokak sokak
sayıklar gibi dolaşıp seni arayacağım
Beni bir köşe başında ağlıyor bulacaklar
saklamak zor olacak, çaresiz kalacaüım
seni sevdiğimi anlayacaklar.
üstüme yağmurlar yağacak
inci bir dal gibi birden kopup kırılacağım
Kaldırım taşlarında sıcaklığım kalacak
Kahrolacağım.
Bu şiiri yağmur yağarken yazdım
Ezanlar okunuyordu minarelerden
seni düşünmeseydim yağmurlu havalarda
sokaklara çıkmayı göze almazdım.
Melul mahzun dolaşmazdım akşam karanlığında
duraklarda yapayalnız kalmazdım.
Yağmurlar yağmıyor mu inceden ince
Rüzgarlar esmiyor mu serince
Bir sigara yakıyorum efkarlanarak
çıkıp karşıma sen geliyorsun
Saçların ıslanmış oluyor
''gel'' diyorum duymuyorsun beni bir türlü
seni böyle hayal meyal yaşamak çok zor
uzanıp tutsam diyorum incecik ellerinden
ellerim boşlukta kalıyor.
Güneş, ay, küre-i arz ve milyarlarca gök cisminin uzay boşluğunda belli yörüngelerde yüzüp gittiklerini 14-15 asır evvel biri kalkıp size söyleseydi ne düşünürdünüz bilemiyorum ama, bugün bedihiyyat türünden kabul edilen bu gerçek, o çağlarda Kur'ân'ın ortaya attığı hakikatlerdendi.
''Ve küllün fi felekin yesbehun'' meal olarak : "Hepsi bir felekte (yörüngede) yüzüp gitmektedir." (Yâsîn sûresi, 36/40) âyet-i kerimesi bu hakikati gayet net olarak ifade etmektedir.
Arapça'da ''küll'' kelimesi umum ifade etmektedir. Bu kelime, âyet-i kerimede sonutenvinli olarak kullanılmıştır. Tenvin ise tenkire (belirsizlik) delâlet eder. Dolayısıyla bu kelimeyle, uzayda bulunan cisimlerin hemen hepsi kastedilmiştir ki, bunlar nâmütenâhî denecek kadar çoktur ve hepsi de kendi yörüngelerinde yüzmektedirler. Buradaki ''felekin'' ifadesini, "gökteki cisimlerin çizdikleri hatlar" şeklinde de, bir çark ve genel âhenge bağlılık şeklinde de anlamak mümkündür. Nitekim bütün gök cisimlerinin, birer galaksi olarak belli bir noktaya doğru farklı süratlerle süzülüp gittiklerini artık herkes söylüyor. Böyle bir seyr ü seyahatte her galaksi kümesi, ötekilerden uzaklaşma hareketi içindedir. Gök cisimlerinin bu hareketi Kur'ân'da, "gezmek" veya "bir cisme dayalı olarak hareket etmek" şeklinde değil de, "yüzmek" ifadesi ile anlatılmaktadır.
Evet, uzaydaki bütün gök cisimleri, denizde yüzen gemi veya balıklar gibi yüzmektedir. Burada mesele hem şairâne duygular içinde hem mütefenninâne bir üslûpla tek bir cümle ile öyle güzel ve net anlatılmaktadır ki, dahası olamaz. Evet, bu ifadeden, nizamı, değişik faydaları, maslahatları ve netice itibarıyla tevhidi anlatmak üzere küre-i arzdan güneşe, güneşten aya, ondan da diğer sistemlere kadar her şeyin kendileri için tayin edilen yörüngelerde yüzüp gittiği, gayet net olarak anlaşılmaktadır.
Aslında bizim burada meseleye yaklaşımımız icmâlî ve umumî hisse mülayim bir üslûp içinde oldu. Böyle olmayıp da astronomi diliyle ele alınacak olsaydı, zannediyorum bunu fenciler de fevkalâde cazip bulacaklardı. Ayrıca burada işaret edilen mühim bir hakikat de şudur: Yüzme boşlukta değil, bir madde içinde olur. Âyet-i kerimede gök cisimlerinin yüzdükleri belirtilmektedir ki, bu da o koca semavî cisimlerin boşlukta değil de bir madde içinde hareket halinde olduklarını ifade etmektedir. Yani uzay, korkunç bir boşluk değil; o dev cisimlerin içinde yüzdüğü latif bir madde denizidir.
Günümüzde ilim adamlarının "karanlık madde" dedikleri görünmeyen madde (esir maddesi), uzay araştırmalarında vuzuha kavuşturulabilirse, pek çok konuyu yeniden gözden geçirmek icap edecektir. Ayrıca, bu husustaki buluşlar, astronomların araştırmalarında da bir dönüm noktası teşkil edecektir. iddialara göre bu görünmeyen madde, kâinatın toplam maddesinin % 90'ını oluşturmaktadır. Yıldızlar ve gezegenler topluluğu olan galaksiler, gazlar ve tespit edilebilen maddeler kâinatta bulunması lazım gelen bu maddenin, sadece onda birinden ibarettir.
Uzaydaki cisimlerin izn-i ilâhî ile teşekkül edebilmesi ve fonksiyonunu eda edilebilmesi için görünen ve tespit edilen maddenin on misli daha fazla maddenin bulunması gerekmektedir. Bilim adamları, daha önceleri gezegenler arasında hiçbir maddenin bulunmadığına ve uzayın korkunç bir boşluktan ibaret olduğuna inanırlardı. Hâlbuki Kur'ân'ın işaret ve lazım-ı mânâ kabîlinden de olsa, "yüzerler" kelimesiyle işareti, tevhid hedefli tespitler açısından önemlidir. Kaldı ki şimdilerde pek çok bilim adamı, uzayı dolduran o görünmeyen bir maddenin, aşağıda zikredilen unsurların bazılarından veya hepsinden oluşabileceği ihtimali üzerinde durmaktadırlar:
Nötrinolar: Bunlar, elektronların, atomdan çok daha küçük olan akrabalarıdır. Elektrik yükleri yoktur. Sıradan maddelerle çok zayıf şekilde etkileşirler de dolu dolu hissedilmezler. Şimdilerde çok hafif kütleye sahip oldukları söylenen bu mini mevcudatın kâinatta hadsiz miktarda oldukları söylenmektedir. Öyle ki bir santimetrekarelik bir yerden, meselâ vücudumuzun bu kadarcık bir yüzeyinden her saniye 60 milyon nötrino parçacığı geçmektedir.
Wimp'ler (Weakly Interacting Massive Particle): Zayıf tesirleriyle kendini belli eden kütleli parçacıklardır. Soğuk (az hareketli) karanlık bir maddedirler ve mevcudiyetleri şimdilerde teorik olarak bilinmektedir.
Macho'lar (Massive Compact Halo Object): Ya Jüpiter büyüklüğünde belirsiz gezegenlerdir veya beyaz cüce(ler ve Nötron) yıldızlardır.
Karadelikler: Bunlar, ışığın bile kurtulamadığı çok şiddetli çekim alanına sahip cisimlerdir. Genel izafiyet teorisi çerçevesinde varlıklarına dair bir hayli delilin mevcut olduğu bilinmektedir.
Bovling topları: Bunlar ise astronomların tespitini zor bulabildikleri objelerdir. Çünkü bilinen fizikî kanunların dışında kalmalarının yanı sıra Macho'nunkine benzer problemlerle karşılaşılmaktadır.
Buraya kadar yapılan izahlardan da anlaşıldığı gibi, Kur'ân'ın ifadeleri, camiye gelen avam insandan, astrofizik uzmanına, ondan da ince ruhlu, edebî zevke sahip bir şair ve edibe kadar her seviyeden insana bir şeyler ifade edecek mahiyettedir. Ayrıca her devrin bilim adamları ondan ayrı ayrı mânâlar hissetmekle, gelişmelere ve zamanın yorumlarına göre yeni hedeflere yönelme mesajları alabilmektedirler. Elbette ki o, ilimleri laboratuvarlar ve gözetleme evlerindeki detaylar çerçevesinde anlatmayacaktır.
O, anlatılması gerekli olanı anlatacak; bu önemli hutbesini irad ederken de bazen ima, işaret, remiz ve bazen de heyetin umumundan süzülüp çıkan tâli bir mânâ ve mazmunla anlatmak istediği hakikat mahfuz Kudret ve irade kitabı olan kâinatla Kelâm sıfatından gelen beyanının sımsıkı bir irtibat içinde olduğunu vurgulayacaktır ki, biz burada böyle bir yaklaşımla Kur'ân'ın bir fen ve felsefe kitabı olmadığını ifade etmenin yanında, onun hikmet-i nüzûlünü bilmeyenlerin "Neden o, her şey ve her hâdiseden açıkça bahsetmiyor?" itirazlarının da vârid olamayacağına küçük bir işarettir.
insan her ne kadar ihtiyar sahibi ise de, emir ve irade Allah'a aittir. O'ndan emir gelmeyince hiçbir şey olmaz.. O irade etmeyince hiçbir nesne vücuda gelemez! O dilememiş olsaydı, bugün ne zaman ne de mekan bulunurdu. O, var ettiği şeyleri devam ettirmeseydi, her şey toz-duman olur giderdi.
Yokluğun bağrına varlık incilerini saçan O, perde perde yokluk karanlıkları içinde gök kapılarını açan O, kâinatları okunsun ve temâşâ edilsin diye bir kitap, bir meşher gibi tanzim edip, sonra da çehresine ışık saçan yine O'dur.
Çeşmeler, çaylar O'ndan aldıkları emirlerle gürül gürül akarlar. Taşlar, kayalar, O'nun emirleriyle parça parça olur, toprak kesilir ve bağırlarını tohumlara açarlar... Ovalar, obalar, O'ndan aldıkları emirlerle en göz kamaştırıcı fistanlara bürünür, yer ve gök ehline gamzeler çakarlar.
O'ndan gelen esintilerle, her sene yeryüzü bir baştan bir başa cennetlere döner.. bağlar bahçeler birkaç kere meyvelerle kızarır.. kuşlar, kuşçuklar coşar-oynar; canlı cansız her şey lisan kesilir ve yürekleri hoplatan bir talâkatla O'nu haykırır..
Bu uçsuz-bucaksız kâinatta, hiç kimse O'na karşı mülk da'vâsında bulunamaz. Yeryüzü, çeşmeleri, çayları ve engin denizleriyle O'nun rahmetinden küçük birer damla, canlı-cansız bütün varlık O'nun servetinden sadece birer zerredir. O'nun nimetleri, iki kutup arasındaki rakamlarla ifade edilemeyecek kadar çok ve bütün bu göz kamaştırıcı nimetlere karşı minnet ve şükran da O'na mahsustur. Her yerde gördüğümüz kâinat çapındaki bu engin tasarruf ve ihsanlar O'na ait olduğu gibi, insanoğlunun eliyle gerçekleştirilen bütün hayırlar, bütün bereketler, feyizler de O'na aittir. imanlı gönülleri itminanla donatan O, hakikat erlerine ahlâk ve hikmet öğreten O, secdeli başlara ışığa giden yolları gösteren de yine O'dur. O'nun inayetini tanımayan sa'y ve gayretler boş, O'nun korumadığı semereler de gelip geçici seraptan ibarettir.
Hizmetler, O'nun hoşnutluğu düşünülerek yapılırsa ibadet olur... Bu mübârek ibadet de O'nun sahip çıkıp korumasıyla büyür, gelişir ve onu eda edip ortaya koyanların kurtuluşuna vesile olur. Yoksa, yalınayak, başı açık hayallerle ne bir yere varılabilir ne de onlarla sırat geçilir. 'Ben yaptım, ben tertip ettim, ben yol gösterdim..' gibi iddialı sözler, insanların dudakları arasından dökülse bile, şeytana ait hırıltılar olduğunda şüphe yoktur.
En küçük şeylere en büyük işleri yaptırıp, karıncaya Firavun'un sarayını harap ettiren Allah'tır! Kâinatın her yanında O'nun mülkünün bayrağı dalgalanır. O bayrağın gölgesine sığınmayanlar -gölgesi başımızdan eksik olmasın- kendilerine yazık etmiş olurlar. Yer-gök O'nun hükmü altındadır. Elimiz-ayağımız, gözümüz-kulağımız, dilimiz-dudağımız, kalbimiz-vicdanımız O'nun geniş mülkünde küçük birer et parçası ve minik birer duygu vasıtasından ibarettir. Bütün bunlar O'nun olduğu gibi onlardan elde edilen faide ve semereler de O'na aittir. O, bu duygu ve uzuvları bize vermeseydi, biz nasıl 'ağzımız-burnumuz, gözümüz-kulağımız' diyebilecektik! O, bunlara terettüb eden meyveleri yaratmasaydı, kalkıp kendimize mal ettiğimiz bu semerelerden kaçta kaçına sahip olabilecektik! Dünya, O'nun buyruğuyla dönüp durmakta, yeryüzü O'nun cömertliğiyle dolup taşmaktadır.
Bundan dolayıdır ki, varlığı, O'ndan başkasına isnad etmek, affedilmez kaba bir nankörlük; nimet ve ihsanları arkasında O'nun elini görmemek de utandırıcı bir şirktir.
Ey Rahmeti Sonsuz! Şeytanın bile ümit bağladığı, o engin rahmetin hürmetine, 'Ben, ben' diyen görgüsüz ve saygısızların gözlerinden perdeyi kaldır.. teklif düğümünü azıcık çöz.. hayranlık duyulacak iş ve icraatını şaşkınlıkla seyredenlere bir kısım cilveler göster ve boşlukta olan gönülleri marifetinle doyur.!
Müslim-i Şerif'in rivayet ettiği bir hadiste Allah Resûlü'nün hizmetçisi olma gibi en yüksek pâyeye ulaşan ve on sene ara vermeden, fasılasız, kemal-i sadakatle bu hizmetini yürüten Enes bin Mâlik diyor ki: "Aile fertlerine karşı, Hz. Muhammed'den (sallallâhu aleyhi ve sellem) daha şefkatlisini görmedim."
Evet, o kadar şefkatli, o kadar içten davranır ve öylesine açık hareket ederdi ki; O'nun gibi bir ikinci aile reisi ve baba göstermek mümkün değildir.
Bu itiraf sadece bize ait olsa, belki ehemmiyeti sınırlı kalırdı. Ancak, karıncayı dahi incitmeyecek kadar re'fet ve şefkatle derinleşmiş milyonlarca insan, ilan ve itiraf ediyorlar ki, bütün varlığı şefkatle kucaklamada Allah Resûlü'nün bir eşi daha yoktu.
Evet, herkes gibi O da bir insan olarak yaratılmıştı ama Allah (celle celâluhu), insanlarla münasebet kursun diye O'nun kalbine bütün varlığa karşı derin bir alâka vaz'etmişti. Ondandır ki, Allah Resûlü, hem aile fertlerine karşı hem de diğer insanlara karşı görülmemiş bir alâka ile dopdoluydu.
Erkek evlâtlarının hepsi daha önceden vefat etmişti. En son Mâriye Validemiz'den bir erkek çocuğu dünyaya gelmiş, o da yaşamamıştı. Allah Resûlü, onca önemli işlerinin arasında sık sık dâye himayesindeki çocuğunun yanına gider, onu bağrına basar, öper, okşar, sever, kucağına alır, sonra da döner evine gelirdi. Vefat ettiği zaman da yine onu kucağına alıp, bağrına basıp, gözleri dolu dolu hüznünü ifade etmişti. O'nun bu durumuna hayretle bakanlara da:
"Gönül mahzun olur, gözler ağlar; fakat inşâallah Allah'ın dediğinden, Allah'ın hoşnut olduğundan başkasını söyleyemeyiz." demişti ve ardından da dilini işaret ederek: "Allah şununla muâhaze eder." buyurmuşlardı. Bir kere daha hatırlatalım; O, insanların en merhametlisi, en şefkatlisiydi.
Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'i sırtına alır şurada-burada dolaştırırdı. O seviyedeki bir insan çocuğu sırtına alır ve halkın içine öyle çıkar mıydı? O, alır ve çıkardı. Böyle yaparken de, onların gelecekte kazanacakları şerefi âdeta istikbal ederdi. Bir gün Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin sırtında iken hane-i saadetten içeriye Hz. Ömer girdi. Onları böyle şerefli bir yerde görünce "Ne güzel bineğiniz var!" dedi. Ve hemen Allah Resûlü şöyle buyurdu: "Ya ne güzel süvariler onlar!"Onlar bu meselenin şuurunda veya değildirler. Fakat Allah Resûlü onları işte böyle onore ediyordu. Bir başka defasında da Hz. Hasan'a:"Ne güzel bineğin var!" diyene karşı:"O da ne güzel binici!" cevabını vermişti.
Evet O, kıyamete kadar gelecek bütün evliyânın babası ve bütün evliyâya ait şerefin, haysiyetin, izzetin ve onurun nüvelerini mahiyetinde taşıyan Ehl-i Beyt'in bu iki mühim imamına hususî teveccühte bulunarak zaman zaman onları omuzunda taşıyordu. Onlara gösterdiği bu ilgi ve alâkanın altında, şüphesiz temsil edecekleri Ehl-i Beyt ve bütün evliyânın da hissesi vardı. Onun içindir ki, Ehl-i Beyt'in mühim bir ferdi olan Abdülkadir Geylânî, haklı olarak, atalarının, Allah Resûlü'nün omuzlarında taşınması itibarıyla şöyle der: "Allah Resûlü'nün mübarek ayakları, benim omuzumda; benim ayağım da, bütün evliyânın omuzundadır." Herhâlde bu durum kıyamete kadar da böyle devam edecektir.
llah Resûlü, her hususta olduğu gibi, çocuk terbiyesinde de daima orta yolu takip etmişti. Bütün evlâtlarını, torunlarını canı kadar sever hem de bu sevgisini onlara hissettirirdi. Ne var ki, bu sevgisinin kötüye kullanılmasına da asla fırsat vermezdi. Zaten O'nun evlât ve torunları arasında, böyle bir davranışa yeltenen de yoktu. Ancak bilmeden yaptıkları hatalar karşısında, Allah Resûlü'nün takındığı bir tavır, o derin sevgiyi bir vakar buğusuyla sarar ve ılık bir görünümle onları şüpheli zeminde dolaşmaktan alıkordu. Meselâ bir defasında Hz. Hasan veya Hüseyin, henüz yaşları çok küçük olduğu için elini sadaka hurmasına uzatır. Allah Resûlü hemen harekete geçer ve o hurmayı onun elinden alarak: "Bize sadaka hurması haramdır!" der. Daha o yaştan itibaren, onları harama karşı duyarlı yetiştirme, terbiyede dengenin güzel örneklerinden biri olsa gerek.
islâm'a göre kız-erkek ayırımı yoktur. Ve Allah Resûlü bunu bizzat kendileri göstermiştir. Nasıl ayrım olabilir ki, birisi Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise diğeri Hz. Hatice'dir. Biri Adem ise diğeri Havva'dır. Biri Ali ise diğeri Fatıma'dır.
O Fatıma ki, Allah Resûlü'nün kızıdır, kıyamete kadar gelecek bütün Ehl-i Beyt'in anasıdır. O bizim de anamızdır.
işte Allah Resûlü, bu incelerden ince Fatıma yanına gelince hemen ayağa kalkar, onun elinden tutup getirir ve kendi oturduğu yere oturturdu. Hâlini-hatırını sorar, onu sever, okşar ve gönderirken de yine aynı iltifatlarla gönderirdi. Bir ara Hz. Ali, Ebû Cehil'in kızıyla evlenmek istemişti. Gerçi bu mübarek kadın da ağabeyi ikrime gibi islâm'a girmiş ve sonsuzluk kervanına katılmıştı; fakat bu evlilik muhtemelen Fatıma'yı rahatsız edecekti. Belki de Hz. Ali böyle bir evliliğin Hz. Fatıma'yı bu şekilde rahatsız edeceğini hiç ama hiç düşünmemişti. Fatıma gelip durumu Allah Resûlü'ne arz edip üzüntüsünü dile getirince, onu mahzun gören iki Cihan Serveri, çok üzülmüş ve hemen minbere çıkmış ve şu hutbeyi irad buyurmuşlardı: "Duydum ki, Ali, Fatıma'nın üzerine evlenmek istiyormuş. Eğer Ali bu düşüncesinde kararlı ise, Fatıma'yı boşamalıdır. Zira bu durum Fatıma'yı üzmektedir. Fatıma ise benden bir parçadır. Onu üzen beni üzmüş olur. Onu sevindiren de, beni sevindirmiş demektir."
Bu sözleri dinleyenlerin arasında Hz. Ali de vardı... Derhal evvelki düşüncesinden vazgeçti ve Fatımasının yanına döndü.
Zaten Hz. Ali, Allah Resûlü'nün kızını gözünün akı gibi aziz tutuyor, onun kendisine karşı böylesine bağlı olduğunu bilen Fatıma da hiç şüphesiz O'nu canından artık seviyordu. Aslında bu ince kadının, sanki, evliyâ ve asfiyâya nüvelik etmesinin dışında da bir misyonu yok gibiydi.. gözleri hep babasında ve O'nun davasındaydı. Allah Resûlü, son demlerinde O'na vefatını haber verdiğinde cihanı velveleye veren ağlamasının; ve ilk vefat edip kendisine kavuşacak olanın da o olduğunu söyleyince bayram sevinciyle gülmesinin başka türlü izahı da mümkün değildi.
Evvela, imanın altı şartından biri olması hasebiyle imanın kalpte inşası için faydası olur ki bu fayda bütün faydalardan daha faydalıdır. Allah'a (celle celâluhu), haşir ve neşr'e inanma gibi meleğe inanmanın da, insan üzerinde çok müsbet tesirleri vardır. Bir defa bu inanç, ferde huzur verir ve onun vahşetini ünsiyete çevirir.. melek insana enîs ü celîs olur ve onunla arkadaşlık yapar. ilhamlar, insanın kalbinde onunla mevcelenir; mânâ yüklü hüzmeler, onunla gelir. Bu sayede insanın içi huzurla dolar ve bu nurlu varlıklarla onun hayatı da nurlanır. Ayrıca, her an meleklerin kontrol ve murâkabesi altında bulunulduğu düşünülerek günahlardan uzak kalınır ve beşerî hevesata karşı frenleyici bir unsur olması sayesinde, hayatın zapturapt altına alınması kolaylaşmış olur.
Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), meleklerin havâssından, en faziletlilerinden de faziletlidir. Peygamberlere vahiy getiren melek de sair meleklerden faziletlidir. Beşer arasında Bedir, Uhud ve benzeri gazvelerde bulunanların bulunmayanlara karşı bir üstünlük ve fazileti olduğu gibi, meleklerden o gazvelere iştirak edenlerin de etmeyenlere karşı aynı şekilde üstünlüğü vardır.
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), "Gökte benim iki vezirim vardır: Cebrail ve Mikâil; yerdeki iki vezirim ise, Ebû Bekir ve Ömer." * buyururlardı.
Allah'ın (celle celâluhu) Hayy ismine dayanan ve dolayısıyla hayat ve hayatın esası olan ruh, hiçbir sebebe bağlı değildir. O, "Kün!" emri ve ilâhî nefha ile âlem-i emirden, sebeplerin hâkim göründüğü şehadet âlemine intikal eder. Ruhun melekût cihetiyle varlığının temelinde ve öncesinde maddî bir sebep yoktur ki, insanlarca bilinebilsin.
Sebepler ve şu maddî âlem, öncesi ve sonrasındaki sonsuzluk sahilleri arasında, hem de buharlaşmaya mahkûm bir damla su hükmündedir. Hele zaman açısından bu âlemin mahiyeti sadece bir gölge, akıp duran nehirde bir parıltı ve çöller üstünde bir halkadır. Bilinebilecek olan cesettir; bilinmeyeni ise, ancak bilinmeyen temsil eder...
Görülmeyen ve bilinmeyen âlemlerden gelen şu maddî âlemde daima bir incelme, akıcılık, letafet kazanma ve yine bilinmeyene -meçhule- doğru bir seyr ü sefer hâli hâkimdir.. meçhul ama, malum olan bir meçhule. Demir yüksek derecede eritildiği zaman akıcılık kazanır ve latîfleşir. Odun parçaları, yakılınca alev ve karbon olur. Su, akıcıdır ve cüz'î olarak donup katılaşmasının dışında, görülmeyene doğru yükselip buharlaşır. Atomlara indiğinizde, maddî parçacıkların ötesinde karşınıza yine görülmek istemeyen enerji çıkar. Siz de, yükselmek isterseniz yükselir ve kütle ve maddî hacimleriyle insana bakan yüzleri kara olduğundan 'karadelik' denilen mahallerde bir perdeleniş müşâhede edersiniz. Hissedilip görülmeyen, fakat "varım" diyen elektrik akımının istifadeye sunulması için barajlar kurulur, santraller inşa edilir ve direkler dikilip, teller çekilir. Yaşanmış ve görünen kocaman bir tarihçe-i hayatınız olur da, gider küçücük bir hafıza merkezinde sırlar bohçasına dürülüverir. Ve görülmeyen ruh, ölüm rampasından son ve en çalımlı atlayışıyla, ebediyen görünüp var olacağı görünmeyen âleme gider.
iki ucu olmayan bir sırlar telinin, insanlar görsün diye bir sahneden geçirildiğini ve üzerine birkaç ampul asıldığını tahayyül edin. Görülmeyen ve mahiyeti bilinmeyen elektrik ve benzeri bir varlığı, ancak ampulde akseden tezahürleriyle tanıyacak ve bilebileceksiniz! Tanıyıp bileceksiniz ama, "yok" diyemediğiniz gibi, "işte şudur" da diyemeyeceksiniz!
'Sen, yeryüzünde fesad çıkarıp kan dökecekleri mi halife kılmak istiyorsun?' (Bakara, 2/30) meleklerin bu sorusu ademoğlu'nun yapacaklarını bildiklerini gösteriyordu. (Ademoğlu da daha sonra işlediği bunca cinayetlerle, dünyayı kana boğan canavarlıklarla, bütün insanlığı dâğidar eden anarşi ve bozgunculuklarla bir manada meleklerin masumiyetinde mütecelli bir keyfiyeti göstermektedir ki, bu mana az çok Hz. Adem'in mahiyetinde müşahede ediliyordu. Bununla beraber inanan insanların mükerrem yüce bir tarafı vardır ki Cenab-ı Hakk o tarafına bakıyor ve meleklere 'Adem'e secde edin' (Bakara, 2/34) diye emrediyor. Melekler de bu emre kayıtsız şartsız itaat edip Adem'e (as) secde ediyorlar. Niçin meleklere böyle bir emir veriliyor? Hangi meziyettir ki, kan dökeceği, fesad çıkaracağı bilinen bir varlığı öne çıkarıyor? Ve masumiyetleri ayetle sabit mükerrem varlıklar ona inkiyad inhinasında bulunuyorlar?
- Cismaniyet ve rûhâniyete ait mana ancak onunla tebellür edecek, ilahi maksatlar onunla anlaşılacaktır.
- Hem madde hem de mana ile Cenab-ı Hakk'ın isimlerine ayine olma, Adem'le zuhur edecektir.
- O, bütün isimlerin odak noktası olacaktır.
- O, bütün varlığın mihrabı haline gelecektir.
- Bütün isim ve sıfatlar onda tecelli edecektir.
- O, bütün kâinatın fihristidir. Alemler onda pinhan, kevn u mekan onda matvidir.
- Ve Adem O Adem'dir ki, Benî Adem'in en şereflisi, insanlığın iftihar Tablosu onun neslinden gelecektir.
(Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen
Merdüm dide-i ekvan olan ademsin sen) *
işte bunlar ve bunlara benzer hususiyetlerine binaen Allah (cc), meleklere Adem'e secde etmelerini emretmiştir. Ancak bir sebep daha var ki, en az diğerleri kadar önemlidir. O da şudur:
Melekler marifete aşık ve ilahî isimleri öğrenmeye heveslidirler. Halbuki bütün esma Adem'e öğretilmiştir. Onlar da bu ilme hürmeten Adem'e secde etmişlerse, tabiat ve hilkatlerinin gereği bir hususla emredilmişler demektir.
"(Allah) insanı kiremit gibi pişmiş çamurdan yarattı. Cinni de hâlis ateşten yarattı." (Rahman, 55/ 14-15)
Buradaki "hâlis ateş", zihne yaklaştırma esprisi olarak zikredilmiştir. Bu itibarla da o, radyasyonların terkibi veya bir iyon çorbası olabileceği gibi, anti madde veya partiküllerden meydana gelen bir bulamaç da olabilir... olabilir ama bunlardan her hangi biri olduğuna dair hüküm vermemiz mümkün değildir. Zira biz, "mâric" ve "nâr"ın ne olduğunu kesin olarak bilemiyoruz ki böyle bir hükme varabilelim. Ancak şurası da bir gerçektir ki, melekler nasıl nurdan yaratılmış ve istediklerinde temessül edip görülebilmektedirler; aynen öyle de cin taifesi de "nâr"dan yaratılmış ve temessül edip görülebilmektedirler.
Bu konuda başka bir ayette de şöyle buyurulmaktadır: "Andolsun biz, insanı pişmemiş çamurdan, değişmiş cıvık balçıktan yarattık. Cinne gelince onu da (insandan) daha önce, nüfuz eden kavurucu ateşten yarattık." (Hicr, 15/26-27)
insan, mahiyeti itibariyle bir protein çorbasından; cin de "nârı semûm" dan yaratılmıştır. "Nârı semûm", "vücudun bütün gözeneklerine giren ateş" manasına geldiği gibi "zehirleyen ateş" manasına da gelir. Ancak bizim için böyle bir ateşin keyfiyeti meçhuldür! Meçhuldür; zira bugün için mevcut laboratuvarlarımız böyle bir ateşi tahlile yeterli değildir.
Cinler de aynen insanlar gibi kulluk için yaratılmışlardır. Nitekim bir ayet-i kerimede Allahu Teâlâ: "Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zariyât, 51/56) buyurmaktadır. "Cin" kelimesinin "ins"den önce zikredilmesi de cinlerin, insanlardan önce yaratıldığına dair bir işaret olabilir. Onlarda da 'marifet-i ilahi' şuuru vardır. Zira kulluk ancak böyle bir şuurla olur.
Yukarıda da görüldüğü gibi bu ve benzeri ayetler, cin ile insanı beraber ele almaktadır. Evet, cinler de aynen insanlar gibi Allah'a muhatab olan iradeli varlıklardır. Onlara da emir ve nehiyleri ihtiva eden ilahi mesajlar gelmiştir. Dolayısıyla onlar da bu mesajlara karşı mes'ul ve mükelleftirler.. onlar da yaptıkları iyi şeylerin mükafatını ve işledikleri kötülüklerin cezasını görme müjde ve tehdidi altındadırlar.
Cinler görülmeyen varlıklardır. Bizim, asıl mahiyet ve hüviyetleriyle onları görmemiz imkansızdır. Bizler tarafından görülen, onların temessül etmiş şekilleridir. Zaten yukarıda da izah ettiğimiz gibi "cin" kelimesinin kökünde mana olarak bir kapalılık vardır. Dolayısıyla cinler gözle görülemeyen latif yapılı varlıklardır. Bu husus, cinden, şeytandan bahsedilen bir ayette şöyle anlatılmaktadır: "Çünkü o ve kabilesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler." (A'raf, 7/27)
Bu hakikatten dolayıdır ki cin taifesi ve şeytanlar, bizim onları göremediğimiz noktalardan bizi görürler. Hiç beklemediğimiz yerden, hiç beklemediğimiz anda ve hiç ihtimal vermediğimiz oyunlarla karşımıza çıkar ve zehirli oklarını sinelerimize saplarlar. Bazen onların bir bakışı batırır bizi; bazen bir lokma, bir söz, bir işaret ve bir başka pozisyon. Bir "dane"de yıkılıp giden nice selvi boylar, nice Herkül endamlar vardır. Onun için insan, daima ihtiyatlı davranmalı ve tetikte olmalıdır. Zira şeytan, insanın içine girip her zaman onu avlamak için hep tarassut halinde ve fırsat kollamaktadır.
Ayrıca, cinlerin temessülünü de anlatan pek çok ayet ve hadis-i şerif vardır.. ve bunların temessül keyfiyetleri de çeşit çeşittir. Bazen bir insan, bazen da herhangi bir hayvan şeklinde görülebilirler.
Bazı müfessirler, zikrettiğimiz ayete dayanarak cinlerin asla gürülemeyeceğini söylerlerse de cinler yapıları latif olmaları sebebiyle tıpkı melekler gibi temessül edebilirler. Bu açıdan cinlerin asli hüviyetlerini olmasa bile, temessül etmiş hallerini her zaman görmemiz mümkün ve de vâkidir.
''Bir saat tefekkür bin saat nafile ibadetten daha hayırlıdır'' başlığı hadisin aynıyla açacaktım fakat malum karakter sınırı yüzünden biraz kısaltmak zorunda kaldım...
Her şeyden önce şunu ifade etmek gerekir ki, hadis kriterleri açısından bu hadis zayıftır. Ancak bu mânâyı ifade eden Kur'ân-ı Kerim'de şöyle bir âyet var: "Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, tefekkür eden insanlar için elbette birçok ibretler (ve dersler) vardır." * Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde "Kim bu âyeti okuyup da tefekkür etmezse ona yazıklar olsun!" buyurarak tefekkür etmenin önemi üzerinde durur. Ayrıca Ümmü Seleme ve başka bir rivayette ise Âişe Validelerimiz, bu âyet nazil olduğu zaman veya bu âyeti okurken Efendimiz'in ağladığını naklederler.
Tefekkürün mü'minin hayatında çok önemli bir yeri vardır. Ancak bunun için tefekkürün ne demek olduğunu bilmek gerekir. Tefekkür evvelâ bir ilk ve ön bilgiye dayanır. Âmice ve cahilane tefekkürler, kuru birer tahayyüldür ve zamanla bıkkınlık hâsıl eder, daha sonra da insan onu anlamsız görmeye başlar. Bu sebeple insanın evvelâ tefekkür edecek mevzuu bilmesi, yani onun önceden belli bir malumatının olması gerekir.
Ayların ve yıldızların dönüşünü, onların insanla münasebetini.. insanı teşkil eden zerrelerin deveran ve cereyanını bilmek, tefekkür adına bir adımdır ama ayın ve güneşin harekâtına bakıp kâinatın baş döndürücü güzellikleri karşısında şairane ilhamlarla coşmak tefekkür değildir. Bu şekilde düşünen, hayallere dalan mâlul, yalnız ve garip bir sürü natüralist şair vardır. Onlar, mütefekkir değil, içlerini ve kalblerini kaybetmiş, gönüllerini Mefisto'ya kaptırmış hayalperestlerdir.
Bunlar da bazen düşünüp kâinatın güzelliklerinden bahsedebilirler. Dünyevî güzellikler onların ifadelerinde öyle destanlaştırılır ki, onların bu beyanları karşısında insan, Cennet'in güzelliklerini duyuyor, dinliyor gibi olur. Bazen suların şakır şakır akması, yağmurun şıpır şıpır yağması, ağaçların hemhemesi, kuşların demdemesi hakkında öyle destan tuttururlar ki, insan kendisini cennetlerin ortasında zanneder. Ancak bütün bunlar tefekkür olmadığı gibi kalbî ve ruhî hayat adına da hiçbir şey vaad etmezler. Bunlar, hiçbir adım ileriye gidememiş ve tenteneli perdenin verâsına geçmemiştirler. işte bu tefekkürün hiçbir faydası yoktur. Ne kadar derin hülyalara dalınırsa dalınsın böyle bir tefekkürün insana bir şey kazandırmadığı bir vâkıadır.
Yukarıda da ifade edildiği gibi tefekkür etmek için evvelâ icmalî bir malumatın olması şarttır. insanlık, hâlihazırdaki ulaştığı ilim itibarıyla, bu ilk bilgi sayesinde yeni terkipler, yeni tahliller yapacak, onlar üzerinde derinleşecek ve daha değişik hükümlere varacaktır. Vardığı bu hükümleri de, ileride varacağı daha başka hükümler için mukaddime yaparak bundan yeni yeni neticeler çıkaracak, çıkarıp tefekküründe derinleşecek, tek buudlu tefekkürünü çok buudlu yapacak ve muzaaf tefekküre ulaşacaktır. Bütün bunlarsa, malumattar olmaya vâbestedir. Malumatsız insanın tefekkür etmesine imkân yoktur. Bunun için bol bol kitap okuma çok önemlidir. Daha sonra ise tefekkür yolunun ve usûlünün öğrenilmesi ve son olarak da şeriat-ı fıtriyenin ve âyât-ı tekvîniyenin mütalâa edilmesi gerekir ki, sabit ve sağlam düşünebilme imkânı doğsun.
insan, bir saat sağlam tefekkür ederse, o insanda erkân‑ı imaniye (iman esasları) inkişaf eder. Daha sonra o insan, Allah'ı sever ve kalbinde derin bir muhabbet-i ilâhiye belirir, derken zevk‑i ruhaniyeye ulaşır ve ötelere doğru kanatlanır gibi olur.
işte böyle bir tefekkürle bazen insan gider, bin sene ibadet yapıp da ancak bu türlü bir tefekkürden mahrum kimselerin varabildiği ufka varır. Böyle bir anlayış ve şuur içinde, Rabbine teveccüh etmeyen biri, bin sene bir yerde dursa da düşünüp derinleşemediğinden katettiği mesafe bir saat tefekkürle kazanılan mesafeye müsavi gelmeyecektir. Ancak bu, onun bin sene yaptığı ibadetin boşa gittiği şeklinde de kesinlikle anlaşılmamalıdır. Zira Allah karşısında ne bir rükû, ne bir secde, ne bir kavame, ne de bir celse boşa gider. "Zerre ağırlığınca hayır yapan onu bulur. Zerre ağırlığınca şer yapan da onu bulur."*âyet-i kerimesinin ifadesiyle, herkes kazancına göre bir kısım şeylere mazhar olur. ibadetlerini yerine getiren bir insan, vazife-i ubûdiyetini eda etmiş olur, ne var ki o, tefekkürden hâsıl olan derinliği elde edemez. işte bu mânâdaki tefekkür, bin sene ibadete mukabil demektir.
Belli vird ve zikirler de, insanın tefekkürünü geliştirir. Ancak bu vird ve zikirlerin Türkçemize yeterince intikal edip etmediğini bilemiyorum. Bugün Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ait bir kısım me'sûrâtın kolu kanadı kırık tercümeleri bulunsa da, selefin tefekkürünün esası sayılan evrâd ü ezkâr, dua ve münacatlarının, tefekküre esas mülâhazalarının dilimize kazandırılıp kazandırılmadığını bilemiyorum. Ancak Arapça metinlere bakanlar bile, onlarda insanı tefekküre götürecek pek çok ifadenin olduğunu göreceklerdir. Yine o metinlere şöyle bir göz gezdirenler, Şazilî gibi, kâinatın zerratıyla Allah'ı tesbih eden insanlarla karşılaşacak, Şâh-ı Geylânî gibi kâinatın zerratını ve daha küçük parçacıkları, tesbih daneleri gibi değerlendirdikleri ile karşı karşıya kalacak ve asla onları okumaya doyamayacaklardır. Arapça'yı bilenler bunlardan belki daha derince istifade edebilir. Ancak bilmeyenlerin de bunlardan duyup hissedeceği çok şey vardır.
işte bu şekilde herkes vird ve zikirle tefekkür yönlerini genişletmiş, Cenâb-ı Hak'la münasebetlerini kuvvetlendirmiş olur. Kim bilir, bu sayede belki onların bize vereceği heyecanla, biz de kendimizi yenilemeye muvaffak oluruz. Allah, içimizi, dışımızı ıslah etsin!
son olarak "Tefekküre sevk eden âyetler ve sessizce yapılan dualar tefekkür yerine geçer mi?" deniliyor. Bu tür ifadelerin mânâsı anlaşılmıyorsa sevap olur ama tefekkür olmaz. Zira tefekkür, fikretmeden gelir ve dünkü vak'alarla yeni vak'aları bir araya getirme, terkipler yapma ve çok defa bir şeyin sebebi ile neticesi arasında münasebet kurma demektir. Allah ile münasebetlerimizi perçinleştirme ise bunun en önemli semeresidir. Buna götürmeyen evrâd ü ezkâr da olsa, Kur'ân-ı Kerim de olsa, hatta o Kur'ân'ı bizzat Cibril'in ağzından da dinlesek sevap olur fakat tefekkür olmaz. Tefekkür olabilmesi kafayı yormaya, üzerinde durmaya, ciddî araştırmaya, Rabbimiz'le münasebetimizi derinleştirmeye ve kuvvetlendirmeye bağlıdır.
Evvelâ şunu herkes bilmelidir ki, Allah (celle celâluhu) yaptığı işlerden dolayı sorguya çekilmez.*Allah'ın yaratmasında hikmet, hilkate tâbidir. Bu hakikati ibrahim Hakkı Hazretleri, "Her işte hikmeti vardır, abes fiil işlemez Allah." ifadeleriyle dile getirir.
Şüphesiz, melâike-i kiramın yaratılmasının da pek çok hikmetleri vardır. Bununla alâkalı değişik şeyler söylenmiştir, ama biz aklımızın ermediği yerde Allah'a soru sormayız. Allah bize sorar da biz soramayız; sadece "Acaba şunun hikmeti ne ola ki?" deriz. Her şeyden evvel bu edebi bize bizzat Kur'ân öğretmektedir. Çünkü Allah, ilmiyle bütün kevn ü mekânları muhittir. insan ise O'nun ilminden yine O'nun tecellîsiyle ancak belli bir miktara mazhardır.*Hz. Musa ile Hızır'ın karşılaşmasında bir vak'a vardır. Hızır, Hz. Musa'ya, denize gagasını daldırıp çıkaran bir kuşu gösterir ve şöyle der: "Yâ Musa! Senin ve benim bildiklerim, Cenâb-ı Hakk'ın ilmine nispeten, şu kuşun gagasına bulaşan suyun okyanusa nispeti gibidir."
işte bu kadar muhit bir ilimle eşyayı yaratan Allah karşısında yeryüzünde kuş gagasına bulaşmış ilmiyle zavallı insan, elbette ki Allah'ın ilmine dayalı meleklerin hikmetini hakkıyla kavrayamaz. Bu itibarla da insan haddini bilmeli ve Allah'a karşı edepli olmalıdır.
Bununla beraber Cenâb-ı Hakk'ın melâikeyi yaratmasının çok hikmetleri vardır. Evvelâ, melâike-i kiram, insandaki ruh gibi cansızlar âleminde bir bakıma ruhun vazifesini görmektedir. Meselâ ağaçlara müekkel melâike, ağacın hâl ve keyfiyet diliyle Allah'ı göstermesini dille seslendirir, O'nu tesbih u takdis eder ve ona melek diliyle tercüman olurlar. Melâikeden öyleleri vardır ki, onlar da küre-i arza müekkeldir. O geniş kabiliyet ve istidadıyla, "güzel ve temiz sözler o'na yükselir..." * fehvâsınca yeryüzünden Allah'a doğru yükselen bütün güzel kelimeleri ve salih amelleri temsil eder, alkışlar ve Allah'a takdim eder. Eşya câmid yanıyla yaptığı işleri şuuru ve hissiyle yapmaz; melekler buna şuur katar ve bu işleri, şuur ve idrak buudlu olarak Allah'a takdim ederler. Meselâ yağmur ve karın katrelerine bir kısım melekler müekkeldirler. Kar kristalleri, fotoğraflarıyla ilim adamlarını hayrette bırakmışlardır. Bu küçük parçacıklarda bile sanat izhar eden Allah, onları da müekkelsiz bırakmamıştır. Ayrıca ehl-i tahkik ve ehl-i şühud da müekkel meleklerin var olduğunu ifade etmektedirler. Evet, en küçük atom olan hidrojenden uranyuma, hücreden en büyük varlıklara, ondan da sistemlere kadar canlı-cansız her şeyde müekkel melâike vardır ve melekler, bu varlıkların tesbihat ve takdisatlarını Allah'a takdim etmektedirler.
ikinci olarak, Allah'ın yarattığı her varlığın Allah'a farklı şekilde ayna olma keyfiyeti söz konusudur. Cenâb-ı Hak, "Cin ve insi Beni bilsin ve Bana kulluk yapsınlar diye yarattım."* buyurmaktadır. ("Beni bilsin" sözü ibn Abbas'ın tefsiridir.) Cin ve ins, Allah'ı bilecek, O'nu bî kem u keyf gösterecek, bilme ve göstermesine göre de tesbih ve takdis edecektir. Yani her şey kendi ruhuna ve kabiliyetine göre O'na aynalık yapacaktır. Ancak cismaniyet başka, nuraniyet başkadır. Cinlerin yaratıldığı "mâric" ve "nâr" farklı, melâikenin yaratıldığı "nur" farklıdır. Yine esir âlemi başka, atom ve elektronlar âlemi başkadır. Bunların hepsi kendilerine has âlemlerin diliyle Allah'ı gösterirler.
Bir misalle açalım: Bir endam aynasının olduğunu düşünelim. Bu aynanın karşısına geçip baktığınızda nasıl iseniz aynaya öyle aksetmiş olursunuz, ama karşısında dev aynası olan bir insan, kendini olduğundan çok farklı görür. Zira bu, farklı bir aynadır ve kendince göstermektedir. Bir de şöyle bir ayna düşünelim ki, bu ayna kişiyi buudlarıyla göstererek ona bir derinlik kazandırmaktadır. Bunun dışında bir de şöyle bir ayna farz edelim; bu ayna da, doğrudan doğruya buudla kalmamakta, aynı zamanda harekâtı da göstermektedir. Evet, görüldüğü gibi görünme şekli çeşitli aynalara göre değiştiği ve farklılaştığı gibi cismaniyet Allah'a ayrı bir ayna, melâike-i kiram her türlü hırs, kapris, kin, haset ve emre isyan etmekten münezzehiyet gibi özel yanlarıyla farklı bir aynadır. Vâkıa, Allah yemez içmez, üzerinden zaman geçmez, tebeddülden, tegayyürden, berîdir; aynalar ise öyle değildir; zira ayna mütecellînin aynı değildir.
Allah'ın mutlak istiğnasına keyfiyetsiz ve kemmiyetsiz melâike-i kiramın bir ayinedarlığı söz konusudur ki, o hususiyet insanlarda yoktur. Çünkü onlar, yiyip içmekte, evlenmekte, tebeddül ve tegayyur etmektedirler. insanda meleğin meleklik yönü vardır. Ancak o da, tıpkı cevheri taştan topraktan ayrılmamış maden-toprak bileşimi gibi bir şeydir. Zaten o, tasaffi etmek ve melekleşmek üzere bu dünyada bulunmaktadır. Posa ve tortu burada ayrılacak, ıstıfa edecek ve o ahiret yurduna öyle gidecektir. Melek ise, posası ayrılmış saf ve som altın durumunda bir varlıktır. Öyleyse ondaki şe'n-i Rubûbiyet, tecellî, esmâ-i ilâhiyenin cilvelenmesi insandan çok farklı olacaktır. insan, bir yönüyle esmâ-ı ilâhîyi kesif, donuk ve mat olarak, melekler ise melekût yönüne bakan yönüyle çok saf ve duru bir şekilde aksettirirler. Evet, insan, Cenâb-ı Hakk'ın bilinmesi ve tanınması mevzuunda bir kitap olduğu gibi melâike-i kiram da ayrı bir kitaptır.
Cenâb-ı Hak mahlukatı, ihtiyaçtan dolayı değil, tezahür-ü rubûbiyet nokta-i nazarından yaratır. Allah, "Ben, kenz-i mahfi (bilinmeyen bir hazine) idim. Bilinmekliğimi murat ettim ve mahlukatı yarattım." buyurmaktadır. Melekler de bu çerçeve içinde mütalâa edilmektedir. Evet, beşer, semek, eşcâr, zemin O'ndan gelen bir kitaptır ve her biri, bir dil hâlinde O'nu ifade etmektedir.
Kur'ân-ı Kerim'de göklerin ve yerin altı günde yaratıldığıyla alâkalı âyetler vardır. Bununla birlikte bir yerde semaların iki günde, başka bir yerde ise küre-i arzın dört günde yaratıldığı anlatılmaktadır. Bundan, sistemler içinde, sistemlerin tâbi bulundukları, kendi zamanlarına göre bir yaratılış keyfiyeti söz konusu olduğu anlaşılmaktadır. Yani izafi zaman anlayışı içinde her yaratılan şey, hangi zaman ölçüsüne tâbi ise, tâbi bulunduğu zaman ölçüsü içinde kaç günde yaratıldığı anlatılmaktadır.
yeryüzü, semalara nispet edildiği zaman ağırlığı, çapı ve hacmi itibarıyla değil, değeri ve kıymeti itibarıyla çok büyüktür. Çünkü o, Hz. Muhammed'e (aleyhisselâtu vesselâm) ve kâinatın semeresi olan beşere beşik olmuştur. O, bir kalb mahiyetinde her zaman sine-i kâinatta atıp durmaktadır. Ancak hacmi ve cirmi itibarıyla küre-i arz oldukça küçüktür. Bu küreciğin günleri de ona göre küçüktür. Meselâ geçmişte dünyanın bir günü belki 18-19 saatti. Şimdi ise 24 saattir. Yani Dünya eskiye nazaran daha da ağırlaşmış ve Güneş'in etrafındaki dönüşü de o kadar yavaşlamıştır. ihtimal ileride günlerin boyu 30-40 saat olacaktır, bilemiyoruz.. ihtimal kendi zaman anlayışımızla semalara yükseldiğimiz zaman orada durumu çok değişik görmek mümkün olacaktır.
Allah, mezkur âyetlerde, semalar dediği Samanyolu, onun verâsında başka büyük sistemlerin hareketlerini ve kendilerine göre bir devir yapıp bir gün meydana getirmelerini anlatıyorsa, semalar için ayrılan iki gün belki trilyon sene demektir. Çünkü her şeyin zamanı kendine göre olur. Herhâlde Ay'a, Zühre'ye (Venüs) veya Merih'e gidildiği zaman, orada dünyada kullandığımız saati kullanamayız. Belki oranın arz (enlem) ve tûluna (boylam), dönüşüne ve güneşle münasebetine göre bir saat icat etmek gerekecek.
Bundan da anlaşılmaktadır ki, zamanımızı gösteren saat de esas itibarıyla zamanımız gibi izafidir. "Bir gün, şu kadar saattir." diyerek hakkında herhangi bir şey söyleyemeyiz. Öyleyse -Allahu a'lem- Allah Teâlâ, küre-i arz ve Güneş Sistemi'ni, onların tâbi bulunduğu zaman ölçüsü ve zaman prensipleri içinde dört günde yaratmıştır. Gökleri, göklerin tâbi bulunduğu zaman prensibi ve zaman ölçüleri içinde iki günde yaratmıştır. Ama bu öylesine iki gündür ki, küre-i arzın milyar defa milyarlarca günü ona nispeten bir saniye sayılır.
izafi olan zaman meselesini kavramak için Kur'ân'a bakmakta fayda var. Meselâ Yâsîn sûresinde Allah kameri, günleri tanzim ederken Ay'ın, daha sonra ise Güneş'in harekatını anlatmakta ve bunlarla, bizim için bir gün ve bir ayla alâkalı zaman ölçüsü vermektedir. Meleklerin semalara doğru urûcunun anlatıldığı başka bir âyette ise, "Rabbinizin ölçüsüyle bir gün sizin hesabınıza göre bin sene gibidir." * denilmektedir. Başka bir âyet-i kerimede ise, "Melekler ve Ruh, O'nun Arş'ına; miktarı elli bin sene olan bir günde yükselirler." *buyrulmaktadır. Buradan nezd-i ulûhiyette sabit bir zaman ölçüsü olmadığı anlaşılmaktadır. Kâinatı bir saat gibi kuran ve çalıştıran Allah, hangi dairenin kaç saatte, kaç günde, kaç ayda, kaç senede ve kaç milyon senede devrini tamamlayacağını bilmektedir. Dolayısıyla Güneş'te ayrı, Samanyolu'nda ayrı, Herkül burcunda ayrı, küre-i arzda da ayrı bir saat kullanmaktadır. Zaman mevzuunda meseleyi bu şekilde anlamamız muvafık olacaktır.
Altı gün meselesine gelince; bununla -Allahu a'lem- değişik devirler anlatılmaktadır. Bu büyük zaman parçaları içinde Cenâb-ı Hak, iki devirde semaları, dört devirde ise küre-i arzı yaratmıştır. Kur'ân'da bir yerde önce semaların daha sonra arzın, başka bir yerde ise önce arzın daha sonra semaların yaratıldığı şeklinde bir mânâ da söz konusudur. Büyük tefsirci, tahkikçi ve mudakkik âlimlerimiz bunun telifini yapmışlardır.
Bir yönüyle semaların bir mânâda teşekkülü ve meydana gelmesi daha evveldir. Küre-i arzın onlardan kopması ve ayrılması daha sonradır. Ardından küre-i arz hayata müsait hale getirilmiş ve dördüncü derecede semaların tesviyesi olmuştur. Yani mesele, bir taraftan semalardan başlayıp âdeta bir kavis çizer gibi gidip yine semalarda bitivermiştir. Cenâb-ı Hak, âyet-i kerimede, yeryüzünde bulunan şeyleri yarattıktan sonra, "Sonra iradesini semaya tevcih buyurdu."* ferman etmektedir. Bundan da anlaşılmaktadır ki, Allah, küre-i arz ve semavatı, hususiyle küre-i arzın bağlı bulunduğu Güneş sistemini -eğer bu birinci kat sema ise bu semayı- tanzim meselesini beraber yapmıştır. Belki bütün bunlar aynı zaman içinde yaratılmıştır.
Şimdi de Cenâb-ı Hakk'ın kâinatı bir anda değil de altı günde yaratması meselesine gelelim. Her şeyden önce yaratmanın mânâsını bilmek icap eder. Arapçada "halk" kelimesi, Türkçemizdeki yaratmanın karşılığıdır. Halk, bir şeyin temel maddelerini, materyalini, zerrat-ı asliyesini ve sonra da terkibini yaratmak demektir. Meselâ birisi, "Falan adam bir heykel yarattı." derse lügat bakımından yanlış bir şey söylemiş olur. Çünkü yaratma sözü, Arapça'daki "halk"ın karşılığıdır. Bu mânâda, bir kişi, bir şeyin temel maddelerini yapıyorsa, hiçten ve yoktan temel unsurlarını var edebiliyor, sonra bunları bir araya getiriyorsa, o "yarattım" diyebilir. Aksi takdirde temel maddeler ve unsurlar ona ait değilse ve onun tezgâhında nescedilmiyorsa, bu işe "yarattım" denemez. Böyle bir insana "münşi", fevkalâde bir şey yapıyorsa "mübdi" denebilir; ama hiçbir zaman "hâlık" denemez. Hâlık, Allah'ın ismidir ve bu isim Allah'a hastır.
Allah'ın çeşit çeşit yaratmaları vardır. O, bir şeyi temel unsurlarıyla yaratır veya yarattığı şeyleri ibda ve inşa tarikiyle yapar. Allah'ın bu ikinci derecede yaptığı şey devam etmektedir. Nitekim, "o her an yeni tecellilerle iş başındadır"* âyeti bu hakikati dile getirmektedir. Allah, her an yaratmaktadır. Her an güneşte yeni bir keyfiyet meydana getirmektedir. Her saniye onda 564 milyon ton hidrojeni helyuma döndürmektedir. Bundan her saniye şu kadar ton itlâf etmektedir. Her saniye, pek çok küre üzerinde ışık, bu ışıklara müekkel bir sürü melâike yaratmaktadır. Her saniye, sistemleri ayrı bir görünüme ve tezahüre mazhar etmektedir. Buradan anlaşılmaktadır ki, "o her vakit ayrı bir tecelli ile ayrı bir işte" *olan Allah, daima faal ve hallâktır.
Yani O, yaratma işini bitirmiş ve bunları kanunlara, sistemlere ve tabiattaki prensiplere terk etmiş değildir. Allah, baştan yaratmıştır, her an yaratıyor ve yaratmaya da devam etmektedir.. evet bu meseleyi de yanlış anlamamak icap eder.
Bunları ifade ettikten sonra şimdi Cenâb-ı Hakk'ın kâinatı bir anda değil de altı günde yaratması meselesini maddeler hâlinde izah etmeye çalışalım:
1) Allah, kâinatta cereyan eden hâdiseleri esbabı perde yaparak yaratmaktadır. Âlem-i şehadete müteallik her mesele, her tekevvün bir perde iktiranıyla cereyan etmektedir. Ayların, güneşlerin, sistemlerin, küre-i arz ve içindekilerin var olmaları, varlıklarını devam ettirmeleri, şehadet âlemine ait hususlardır ve bunların hepsinde de sebepler birer perde olarak vaz'edilmişlerdir.
Evet, sebepler Allah'ın icraatına ince bir perdedir. Meselâ bu âleme taalluk ettiği için Cenâb-ı Hak, isterse hiçbir zamana tâbi tutmadan güneşin içindeki bu infilakları -biraz evvel rakamını arz ettiğim- hidrojenin helyuma dönmesi meselesini bu zaman parçası içinde değil de daha kısa bir zaman içinde yapar. Ancak esbap dairesinde şu kadar güce sahip olan ve şu kadar merkezî bir çekime sahip bulunan, şu kadar merkezkaç durumu olan bir şeyde şu kadar hidrojen, şu kadar helyuma dönecektir şeklinde bazı prensipler vaz'edilmiştir. Şayet Allah bu kanunları vaz'etmeseydi, yani sebepleri icraatına perde olarak yaratmasaydı, hiçbir şey sabit kalmayacak ve ilimler meydana gelemeyecekti. Uzmanları, kimyada infilakların nasıl olduğunu çok iyi bilirler. Meselâ diyelim ki bir atom bombası patlatılacak; uranyumu ateşlendi ve birdenbire infilak meydana geldi. Mikron hesaplarıyla dahi olsa belli zaman parçası içinde bu infilakların nasıl meydana geldiği ve nasıl bir seyir takip ettiği çok iyi bilinmektedir. Meselâ mikron hesaplarıyla bir âşirenin şu kadar parçasında şu kadar zincirleme reaksiyon oldu denilir ki bu bir ilmî hakikattir. Eğer böyle sabit prensipler olmasaydı ne atom bombası patlatılabilir, ne de uranyumun hakkından gelinebilinirdi.
işte bu ve benzeri sabit kanunlar sayesindedir ki, fiziğin, kimyanın, atom fiziğinin, astronominin sabit birer hakikat olduğundan bahsedilebilmekte ve onlarla sabit sonuçlara varılabilmektedir.
Bunun aksini düşünelim. Allah'ın (celle celâluhu) muttarıt âdet-i sübhâniyesi olmasın da, "Ben şu semaları yıktım" desin, onlar da hemen yıkılsın, "Yaptım" desin yapılsın, "Küre-i arz, şu şekle girsin" desin o da girsin; insanlar muttarıt hiçbir kanun ve prensibe bağlı olmayan bu gelmeler-gitmeler, medler-cezirler karşısında bir hayret ve hayranlık yaşasalar da ilmî hiçbir tespitte bulunamayacak ve varlıkla alâkalı sabit hiçbir şey söyleyemeyeceklerdir. Bu kadar seri ve herhangi bir prensibe bağlı olmayan, sadece Allah'ın ihtiyarını gösteren bu kabîl ahvalden ilmî kanunlar ve kıstaslar çıkarmak da mümkün değildir. Binaenaleyh âlem-i şehadette -tasavvufî ifadesiyle- âlem-i kevn ü fesadda değişip duran her şey, esbap perdesine bağlı cereyan etmektedir.
Allah izzet ve azametine perde yaptığı bu esbabı daha ilk hilkatte vaz'etmiştir. insan, bu prensiplere tutunarak küre-i arzın ve güneşlerin ne zaman yaratıldığı hakikatine gidebilir. Meselâ, "Güneş beş milyar seneden beri yaşıyor; takriben beş milyar sene daha yaşayabilir." diyebilir. Aksine birdenbire ânî ve def'î oluşlarda bu sonuca varmak ve bir şey söylemek mümkün değildir. Makro âlemde bu mevzu ile alâkalı bir şey söyleyemeyeceğimiz gibi mikro âlemde de bir şey söyleyemeyiz. Evet değişik laboratuvarlarınız size sabit bir şey söyleyemeyecek; mikroskoplarınız da, teleskoplarınız da sizde sadece şaşkınlık hâsıl edecektir. Bir hücrenin içindeki infilakları anlayamayacaksınız. DNA ve RNA'nın çevirdiği o harika işleri kavrayamayacaksınız; evet işte bütün bunları Allah'ın her şeyi esbap perdesi içinde vaz'etmesine borçluyuz.
2) Allah (celle celâluhu), yapacağı her şeyi mehille yapar ve bununla insana ders verir. O'nun icraatında her şey belli bir seyir takip ederek kemale yürür. Tedricîdir pek çok icraat-ı ilâhî.. yerde, gökte ve canlı-cansız bütün varlıkta.
Düşünün ki, bir çocuk, hemen büyüyüp kemale ermez; büyüyüp gelişmesi zamana vâbestedir. insanların fikrî, ruhî tekâmülü de öyledir. Şimdi kalkar da, maddî-mânevî insanları birden kemale erdirelim diye onlara müdahalede bulunacak olursanız onları öldürürsünüz. Nasıl ki, fizyolojik bir yapı üzerinde birkaç mutasyon tesiri yapabilecek bir müdahale canlıyı öldürür; öyle de insanda küllî bir değişmeye sebebiyet verebilecek haricî karışmalar da, değişme temini şöyle dursun onu öldürür. Aslında, insanlar hem iç âlemleri hem de dış yapıları itibarıyla bir seyir takip ederek kemale, olgunlaşmaya doğru gitmektedirler. işte Allah, kâinatı yaratmasında acele etmeden, âheste âheste, sebep-sonuç münasebetlerine dikkat çekerek bizi de müteenni davranmaya irşad etmekte ve bizden ahlâk-i âliye-i ilâhiye ile ahlâklanıp, o çizgide hareket etmemizi istemektedir. Yol bu, devran bu, şu koca nizam da ona göre tanzim edilmiştir.
Bu itibarla da zannediyorum ancak böyle hareket edildiği takdirde matluba vâsıl olunacaktır. Meselâ, topyekün bir milletin fertlerinin mütedeyyin olmasını ve kalblerinin imanla dolup taşmasını arzu edebiliriz. Ne var ki bunun hemen bir iki günde gerçekleşmesi âdet-i ilâhiye açısından mümkün değildir. insanlık tarihinde işleri en seri yapan Efendimiz, yirmi üç senelik nübüvvet hayatıyla ancak yüz bin tane nâr-ı beyzânın yetişmesine vesile olmuştur. Devletler karşısında devlet hüviyetiyle görünüşüne gelince bu, ancak çok daha sonraki devirlerde kendisini göstermiştir. Her şey âheste âheste, kendine has seyirle oluvermiştir. Evet, Allah (celle celâluhu), icraatıyla işte bize bunu göstermektedir.
3) Allah'ın en küçük âlemi yaratmasında kendi azamet ve ulûhiyetinin görünmesi bakımından ayrı bir husus, insanın, meleğin, kâinatların, sistemlerin ve nebülozların yaratılmasında ayrı bir husus vardır. Her varlık yaratılırken, Cenâb-ı Hakk'ın isimlerini, sıfatlarını, şe'n-i Rubûbiyetini ve zâtını gösteren bir ayna mahiyetinde yaratılır. Allah, bir sanatkâr gibi, o aynaya baktığı zaman onda kendi icraatını görür. Allah'ın kendinde atom yapma şe'ni vardır. Atomu yapar, atom yaptığını seyreder. Aynı zamanda O'nun, atomları terkip edip moleküller yapma şe'ni vardır. Allah, atomlardan da molekülleri yapar, onu seyreder. Allah'ın kendi zâtında -tabir caizse- öyle bir kabiliyet vardır ki, biz bunu Allah'a isnat ederken ona "şe'n" diyoruz. Bu da ancak o büyük nebülözlerin, ateş parçalarının mâyi hâlinde gazların dönüşünün meydana gelmesiyle ona ait azamet ve ulûhiyeti gösterir. Meselâ trilyonlarca sene bu sistemlerin şu şekl-i hâzıra gelebilmesi için takip ettiği bir yol vardır. işte bu yolda Allah, daima zât, sıfât ve esmâsına ait ayrı ayrı mânâları müşâhede etmiştir.
Bu husus çok derin bir ulûhiyet hakikatidir ama dikkat ederseniz bunda kalbinizi işba edebilecek şeyler bulabilirsiniz. Nasıl ki insanın yaratılmasında ahsen-i takvîm sırrına mazhar olan bu varlık ona ait bir kısım hakikatleri gösteriyor, ona cami bir ayna oluyor, bir fihrist gibi bütün kâinattaki hakikatleri nazara sunuyor, öyle de o kitabın büyük sayfaları, satırları ve cümleleri diyebileceğimiz büyük sistem ve galaksilerin yaratılması da, Allah'ın azamet ve ulûhiyetine ait ayrı mânâları ifade etmektedir ki, bir vakit onlar görüldüğü gibi sonra da bunlar görülecektir.
4) Kâinat, bir ağaç hâlinde meydana gelmiştir. Ağaç biter, büyür, sonra meyve verir. Meyve gaye sayılmaz; belki meyvenin gaye olması Allah'a göredir, bize göre gaye değil. Bize göre semere, bizim istifademize baktığı için faydalıdır. Hâlbuki o ağacın her döneminde Allah'a bakan yönleri vardır ki, onlar, meyvenin bize baktığı gibi Allah'a bakarlar. Veya bizim meyveye baktığımız gibi Allah her dönemde o ağaca bakar. Meyve bizim için nasıl mühimdir, zira ondan istifade ediyoruz; azametle ulûhiyetini göstermesi bakımından, bir tohumun rüşeymini çıkarması, rüşeymin dal budak salması, sonra bir filiz hâline gelmesi, ağaç olması, meyve verinceye kadar geçireceği bütün safhalar Allah nazarında işte o kadar mühimdir.
Hulâsa-i kelâm, bir şeyin insana bakan gayesi ve hikmeti bir ise, Hâlık'a bakan yönleri bindir. Allah (celle celâluhu), eşyayı kendi ulûhiyet ve rubûbiyetinin tezahürü için yaratmıştır. Fakat Hakîm olan Allah, bu arada bin türlü iş de yapmıştır. Bunlardan bir tanesi de bizim maslahatlarımıza, bizim için fayda sayacağımız şeylere bakmaktadır. işte bunun için Cenâb-ı Hak kâinatı ânî ve def'î yaratmamış, altı ilâhî günde yaratmıştır denebilir.
Doğruluğunu çoğu sosyoloğun her gün müşahede edip, gün aşırı sitemler ettiği bir gerçektir. Millet ve devlet olarak yeterince kıymet vermediğimiz diğer sosyal ve pozitif bilimler: