Yine kendimi yorulmuş hissediyorum. Boğazımda ağrı, durmadan akan burnum ve halsizliğim... Hastalığımı ben çağırdım galiba. Daha da artması işten bile değil.
Okula gitmedim bugün. Okul zaten umrumda değil hiç. Bir yerlerden mezun olmak veya bir işe başlamak benim için gerçekten anlamsız. istediğim biraz azap. Temizleyen ateş... insan cehennemi arzular mı diye sormayın. Eğer ben kırdığım kalplerden bir ferahlık alamazsam nereye gidersem gideyim bu içimi bir kurt gibi kemirecek. O yüzden ceza görmeliyim. O yüzden azap. Hakettim. Günahlarımın da gazaba çoktan müstehak halde olduğunu biliyorum. Ama rabbim o kadar merhametli ki onun affı benim içimi rahatlatır. inşallah affeder. Eğer beni affetmezse ben rabbimin karşısına bu halde nasıl çıkayım? Hiç bir sultanın karşısına kir, toz, pas, kanalizasyona düştük hemen sonra üzerimize sinen o pislikle çıkamayız değil mi? Oysa ben bunlardan kat kat daha kötü şeylerle pislettiğim, kirlettiğim ruhumla rabbimin karşısına çıkarsam... Allahım affet...
Gitmek için hazırlıklar yapmadım. Ama yarın gidiyorum. Kendime yeni bir uğraş bulamadım. Yeni bir sevgi, eski bir sevgi, bir sevgi... kalbim karardığında hiç bir sevgiyi duyamıyor. Ne hakedene ne haketmeyene. Yalnızca arzular ve istekler. Geçici, çıkarcı, suratımı insan suratı gibi değil de aynaya her baktığımda hayvan suratı gibi görmeme sebeb olan zavallı hallerim... Ruhumu yine beyhude sıkıntılar cenderesine attım. Huzur nerede? Huzursuzum...
Sohbetleri esnasında söylediği sözlerin maksatlı bir şekilde, eksik veya çarpıtılarak havuz medyası tarafından verildiği zat.
17 aralık sonrası kendisine ve hizmete gönül verenleri de katarak ettiği mülaaneyi "beddua" diye sunup sohbetin yalnızca bir kısmını verdiler.
Bbc'nin yaptığı röportajdaki ceket mevzusunun aslını astarını bilmeden günlerce iftira atıp hakkına girdiler. O ceketleri başkalarının kendisine hediye için getirdiğini ama kendisinin onları kabul etmek istemeyip karşısındakini de kırmamak için bir müddet sohbet esnasında giyip geri verdiğini defalarca izah ettiler ama nafile.
Son olarakta kendisinin son sohbetinde Buraya da geldi beni ziyaret etmek için Marslı çocuk. sözlerini, sohbetin öncesinden tamamen kopararak sunup çarpıttılar.
Olay şu: Türkçe olimpiyatlarına katılan bir romanyalı öğrenci (christian Vlad) özel bir şov sergiliyor ve o uzaylıvâri kıyafetleri giyiyor. Hocaefendi'nin kastettiği o olmasına ve bunu bu haberi yapanlarında bilmesine rağmen böyle ahlaksızca haberler yapmak gazetecilik ve insanlığın iflası gibi.
beylikdüzü-fatih üniversitesi arasında çalışan hat(tı). dün itibariyle iett bu hattı iptal etmiş. kendince bahaneler de uydurmuştur. evet devletimiz bütün kurumlarıyla cemaat ile bağlantısı olan her şeye saldırıyor, zulmediyor. daha dün rte reis-i cumhur seçildiğinde neler demişti? hepsinin beyhude laflar olduğu bir kere daha tescillendi. öğrencilerin, vatandaşın ulaşım hakkını elinden almaya ne hakkınız var? hangi kin bunu meşru kılar? sırf cemaate yakın diye birilerine bu zulmü yapmak zalimliğin önde gidenidir. mahalle kabadayısı tarzında yapılan bu kötülükler zulümler elbet cezasını bir gün bulacaktır. sırf kinden dolayı yoldan geçerken dershane tabelalarına tahammül edememek, soyadı "gülen" olan başarılı öğrencilere sırf fethullah gülen'in yiğeni olduğundan dolayı başarılarını vermemek bunlar nasıl bir hırs ve kıskançlığın tecessümüdür merak etmekteyim. "müddei iddiasını ispatlamakla sorumludur" kaidesini ağzından eksik etmeyen rte bu sözü en çok kendisinin çiğnediğinin farkında değil.. ülke üçüncü dünya ülkelerinden beter bir hale doğru yol alıyor.
kendilerini "islami" olarak tanımlayan islamdan nasibini almamış terörist bir örgüt istanbul'da türkiye'de cirit atıyor bizim devlet hâlâ yok 76f, yok bankasya, yok cemaatin kolejleri, yok cemaate yakın işadamları... bunların derdindeler. işid ömerli'de binlerce kişilik panayır düzenleyip adam topluyor, bizim devlet hâlâ laylaylom... aferin aferin böyle basit numaralarla hükümetçilik devletçilik belediyecilik oynayın.
Kavga etmek istiyorum. Yüzümden gözümden kanlar fışkırsın diliyorum. Biri yüreğime hançer soksun delsin çıkartsın onu. Dişlesin. Biri gelip ölene dek beni bıçaklasın. Acı çektirmek istiyorum her yanıma. Kaşımı çatıyorum "bakın lan bana! ters bakıyorum size! kavga edelim hadi" diyerek. Suratıma bakmıyor kimse. Sert konuşuyorum küfür edip çekilmez olayım diye, herkes müsamaha gösteriyor. Yok mu beni öldürene kadar dövecek acılar içinde boğacak biri? Çıldıracağım...
Bir kadınla çarşıya çıkıp gezmekten, oturmaktan zerre kadar zevk almıyorum. Hele onlarla alışverişe gitmek benim için çile gibi. Nefret ediyorum bu durumdan.
2023'de kişi başına düşen gelirin 25 bin dolara çıkmasının ne kadar uçuk bir hayal olduğunu bize göstermiştir. Senelerdir kişi başına gelir 10 bin dolar civarında gezinip duruyor. Bu gelirin halka ne kadar yansıdığı ise tartışma konusu. Etraftaki kaç kişiye yıllık 11 bin dolar gelir düşüyor (çoluk çoçuk dahil)?
Doğrusu şu:
2014'de orta halin üzerinde zengine yakın vatandaşa düşen kişi başına gelir 11000 dolar.
Deli, "deli" olduğundan habersiz olduğu için delidir. Yani aklını "akıllılar" gibi kullanmaz. Akıllı olan biri, akıllı olmayan "delinin" numarasını yapamaz. Bu başlı başına bir akıllılık numarasıdır. Akıllı deli olursa deli numarası değil yalnızca deli olduğunu zannettirmeye çalışan akl-ı evvel biri olur.
Meşhur bir emsal:
Sen çoçuksun dedene diyorsun "beni sırtına al" deden seni sırtına alıp istediğin yere götürüyor. Ama dedenin de her şeyden haberi var. Eğer yaramazlık yapıp düşersen o senin suçun. Bu yüzden dedenden dayak bile yiyip azar işitebilirsin. Çünkü sen yaramazlık yaptın. Seni oraya getiren kader yani deden.
Neyse bu konuyu ülke yönetimine bağlarsak: siz nasılsabız öyle yönetilirsiniz. Evet biz hakkaniyetle yaşarsak her şey hakkaniyetle olacaktır. Ferdi olarak böyle bir şeyi yapmak bazılarını tatmin etmese de her şey fertte başlar. Fertten topluma, toplumdan devlete. Bugünkü çarpık ve çarpıtılmış anlayışlar ve suyu çıkmış sistemimiz bizim kaderimiz. Çünkü toplum yaramazlık yapan çoçuk misali rahat durmuyor. Yapılmaması gereken hukuksuzlukları ve suçları yapıyor veya normal görüyor.
Süleyman soylu'nun akp'ye duhul ettikten sonra cevaplayamayacağı sorudur. Soruyu soran gazeteci gerçekten büyük cesaret örneği göstermiş. Kendisine şimdiden ilerideki akredite olacak hayatında başarılar dilerim.
Bugünkü yazısı olayların özeti gibi. Normalde böyle mevzulara yazılarında pek girmeyen birisiydi. daha çok edebi konularda kalemini konuştururdu ama artık gördüğü, duyduğu zulümleri kaleme almaktan çekinmiyor. Helal olsun.
Acil olarak bir yasa çıkartıyoruz. Poşet yasa. Bu yasa da şunlar olacak efendim:
Kamu kurumları veya özel şirketler çalışanlarına bulundukları veya komşu oldukları ilçenin dışına taşınmayı yasaklayacaklar. Yani kadıköyde olan birisi iş için bayrampaşaya gitmeyecek. Yalnız bu durum sadece özel arabası olanlar için geçerli olacak. Bu yasayı desteklemek için maaş fiyatları semtlere göre belirlenecek. Şişli'de oturup çalışanla Sultanbeyli'de oturup çalışan aynı parayı almayacak. Bunun ekonomik altyapısı oluşturulacak...
Arabası olan keyfince çıkıp gezemeyecek. Canım sıkıkdı çamlıca'ya gideyim yok beşiktaş'ta bir boğaz havası alayım yok. Özel arabalar internet üzerinden biraz basit bir izinle ilçe veya komşu ilçe dışına çıkabilecek. Esnaflar ve bazı meslekler müstesna.
Trafiğin yoğun olduğu saatlerde özel arabasına üç kişiden az binenin aracına belirli bir süreliğibe el konulacak. Özel durumlar müstesna olacak.
Trafik cezaları artırılacak. Sollayanın, ışıkta geçenin, kurallara uymayanın ikinci defa da ehliyetine el konulacak.
Denetimler her yerde artırılacak.
Toplu taşıma kullanımının artırılması için boş beleş salla başı al maaşı yapan devlet memurları şehri karış karış gezip herkese toplu taşımayı anlatacak.
Bakan, emniyet müdürü, vekil, cumhurbaşkanı, başbakan geçiyor diye yolşar kapanmayacak. Işıklarda ücretsiz olarak ekabirin arabasını siler çoçuklar.
Işıklar birbiriyle senkronize çalışacak. Yazılım şirketlerinden lüzumsuz yere yanam yeşil yaya geçitleri için program istenecek.
Şimdilik bu kadar. Bu yasalarla trafiğimiz ihya olur.
"Sad bin Ebî Vakkas hazretleri, Uhud harbinde Hz. Abdullah bin Cahş ile arasında geçen konuşmayı şöyle anlattı. Uhudda savaşın çok şiddetli devam ettiği bir andı. Birdenbire yanıma sokuldu, elimden tuttu ve beni bir kayanın dibine çekti. Bana şunları söyledi: Şimdi burada sen duâ et, ben âmin diyeyim. Ben de duâ edeyim, sen de âmin de! Ben de Peki dedim. Ben şöyle duâ ettim: Allahım, bana çok kuvvetli ve çetin kâfirleri gönder. Onlarla kıyasıya vuruşayım. Hepsini öldüreyim. Gâzi olarak, geri döneyim. Benim yaptığım bu duaya bütün kalbiyle âmin dedi. Sonra kendisi duâ etmeye başladı: Allahım, bana zorlu kâfirler gönder kıyasıya onlarla vuruşayım. Cihadın hakkını vereyim. Hepsini öldüreyim. En sonunda bir tanesi de beni şehîd etsin. Sonra benim dudaklarımı burnumu, kulaklarımı kessin. Ben kanlar içinde senin huzuruna geleyim. Sen bana Abdullah, dudaklarını, burnunu, kulaklarını ne yaptın? diye sorduğunda, Allahım, ben onlarla çok kusur işledim, yerinde kullanamadım. Senin huzuruna getirmeye utandım. Sevgili Peygamberimin de bulunduğu bir savaşta, toza toprağa bulandım da öyle geldim diyeyim, dedi. Gönlüm böyle bir duaya Amin demek arzu etmiyordu. Fakat o istediği ve önceden söz verdiğim için mecburen Amin dedim. Daha sonra, kılıçlarımızı çektik, savaşa devam ettik, ikimiz de önümüze geleni öldürüyorduk O son derece bahadırâne harbediyor, düşman saflarını tarumar ediyordu. Düşmana hamle üstüne hamle ediyor, şehîd olmak için derin bir iştiyakla hücumlarını tazeliyordu. Allah Allah! diye çarpışırken kılıcı kırıldı. O anda Sevgili Peygamberimiz Ona bir hurma dalı uzatarak, savaşa devam etmesini buyurdu. Bu dal bir mucize olarak kılıç oldu ve önüne geleni kesmeye başladı. Bir çok düşmanı öldürdü. Savaşın sonuna doğru Ebül-Hakem isminde bir müşrikin attığı oklarla arzu ettiği şehâdete kavuştu. Şehid olunca kâfirler bu mübârek şehîdin cesedine hücum ederek burnunu, dudaklarını ve kulaklarını kestiler. Her tarafı kana beyandı. Muharebe bittikden sonra Hz. Abdullah bin Cahşı ve dayısı Seyyid-üş-şühedâ yanî Şehidleriri efendisi Hz. Hamzayı aynı kabre defn ettik.
Chp milletvekili emekli müftü. imam hatip çıkışlı ve başörtülü olan kızı, medeniyet üniversitesi tarafından "sen ihsan özkes'in kızı mısın?" sorusunun cevabı karşısında geri çevrilmiş. Bu olay gösteriyor ki iktidar yalnızca kendinden olanlara kapısını açıyor. Yazık çok yazık.
Trt haber'e konuşup "Elbette Hırsızlık kötü bir şeydir ancak milletin maneviyatını çalmak çok daha kötü bir şeydir" demiş. Güya kendince hırsızlığı kötülüyor diğer taraftan da iktidarın kuklası olarak cemaate laf çakıyor.
Bensize bir kaç sual sormak isterim buradan sayın görmez:
Milletin hakkı olan milyar dolarlar sıfırlanırken,
Rüşvet, torpil ayyuka çıkmışken,
"Bakara makara" muhabbeti dönüyorken,
Millete küfreden işadamı ilahiyat fakültesi binasını yeniliyorken,
Rte "rahmetimiz gazabımızı geçti" derken,
Milletvekili "rte (haşa) Allah'ın sıfatlarını taşıyor" derken,
Danışman "suç işleme özgürlüğü" derken,
Bakan " peygamber bile gururlandı biz gururlanmadık" derken,
Ders kitaplarına mut'a nikahı sokulurken,
imam hatipliler seçim zamanı dersten alınıp mitinge götürülürken,
imamlar "paralel" bahanesiyle sürülürken,
Camilerde Rte ve iktidar propagandası yapılırken,
"Çalıyor ama çalışıyor" saçmalığı yayılırken,
Hak, hukuk, adalet çiğnenirken,
Dini bir mevzu olan mülaane mübahale çarpıtılıp sürekli "beddua" diye sunulurken,
Tüm bunlar olurken neredeydiniz sayın mehmet bey? Bu kadar kukla bir kurumun başında olmak nasıl bir duygu.
Yoksa siz sahiden "görmez" misiniz? Kör müsünüz?
Alın size hayatınız boyunca unutmamanız gereken bir hadis:
Haksızlık karşısında susan dilsiz şeydandır!
iktidarın Devlet eliyle batırmaya çalıştığı banka. Bundan seneler sonra ekonomiyle alakalı bölümlerde ders olarak bu olayın okutulması muhtemeldir. Devletimiz bindiği dalı kesedursun gönül verenler de mallarını satıp bankayı kurtarma peşinde. Havuz medyası da bankayı kötülemek için BDDK ve yasaların da bu arada ırzına geçmiştir. Yazık.
1. Delil: Nasıl ki bir kitap kâtipsiz olamaz ve kitabın kâtipsiz olması muhaldir. Hele öyle bir kitap ki, bir kelimesinde bir kitap yazılmış, bir harfi içinde bir kaside yazılmış; elbette böyle bir kitabın kâtipsiz olması mümkün değildir.
Aynen öyle de şu kâinat kitabı dahi kâtipsiz olamaz ve kâtipsiz olması muhaldir. Hem bu kâinat öyle bir kitaptır ki, her sahifesi çok kitapları tazammun eder, her kelimesi içinde bir kitap vardır ve her harfinde bir kaside yazılmıştır.
· Kâinat bir kitap olduğunda, dünya bu kitabın bir babı olur.
· Bahar mevsimi ise bu babın bir sayfasıdır. Bu sayfada binlerce kitap yazılmıştır. (Her bir tür bir kitap sayılır.)
· Her bir tür, mesela bir elma ağacı türü bu kitabın bir cümlesidir. Bu cümlede binlerce sayfa yazılmıştır.
· Bir türün tek bir ferdi, mesela bir tek elma ağacı bu kitabın bir kelimesidir. Bu kelimede yüzlerce satır yazılmıştır.
· O ferdin bir uzvu, mesela ağaçtaki bir elma bu kitabın bir harfidir. Bu harfte onlarca kelime yazılmıştır.
· Meyvenin çekirdeği ise bu kitabın noktasıdır. Bu öyle bir noktadır ki, koca kitabın bütün manası bu noktada kaydedilmiştir.
işte kâinat böyle muhteşem bir kitaptır. Böyle bir kitabın kâtipsiz olması elbette mümkün değildir.
2. Delil: Nasıl ki bir hane ustasız olamaz. Bahusus öyle bir hane ki, harika sanatlarla, acayip nakışlarla, garip ziynetlerle tezyin edilmiş, hatta her bir taşında saray kadar sanat var ve o saray içinde her vakit hakiki menziller teşkil ediliyor, sonra yıkılıp yenisiyle değiştiriliyor; elbette bu sarayın ustasız olması mümkün değildir.
Aynen bunun gibi, şu kâinat sarayının da ustasız olması mümkün değildir. Bu kâinat öyle bir saraydır ki:
· Ay ve Güneş lambaları,
· Yıldızlar mumları,
· Zaman bir ip ve bir şerittir ki, o Sâni-i Zülcelâl her sene bir başka âlemi ona takıp gösterir.
· Yeryüzü bu sarayın bir sofrasıdır ki, bahar mevsiminde üç yüz bin envâ-ı masnuatla tezyin edilir, had ve hesaba gelmez envâ-ı ihsanatla doldurulur.
işte kâinat böyle muhteşem bir saraydır ve böyle bir sarayın ustasız olması elbette mümkün değildir.
3. Delil: Bu delilde ismin müsemmasız, sıfatın ise mevsufsuz olamayacağı hakikati anlatılmıştır. Bu delili şöyle izah edebiliriz:
Güneşin, yedi rengi ile evimizin camını aydınlattığını ve ısıttığını düşünüyoruz. Şimdi, eğer camımızı aydınlatan Güneşi inkâr edersek, acaba neyi kabul etmek zorunda kalırız?
Bir Güneşin, vücudu ve hakikati ile birlikte camın içinde bulunduğunu kabul etmek zorunda kalırız...
Zira ortada bir ışık ve sıcaklık vardır. O hâlde bu ışığa ve sıcaklığa sahip olacak bir Güneş gerekmektedir. Eğer Güneş yok farz edilir ve camda görünen ışığın ve hararetin kaynağı olarak Güneş kabul edilmezse; o zaman bu ışık ve hararetin camın kendi malı olduğunu kabul etmek zorunda kalırız. Çünkü ortada bir ışık ve sıcaklık vardır. Bunların muhakkak bir sahibi ve maliki olmalıdır.
Ayrıca, böyle bir ışık ve hararet ancak Güneş büyüklüğündeki bir kaynaktan sudur edebilir. O hâlde gökteki Güneşi inkâr ettiğimizde, camın içinde hakiki bir Güneşin varlığını kabul etmek ve "Bu ışık ve hararetin sahibi camın kendisidir." demek zorunda kalırız.
Güneşin hadsiz eşyayı ışığı ile aydınlattığı ve harareti ile ısıttığı düşünüldüğünde, gökteki bir tek Güneşi inkâr etmenin neticesi, hadsiz eşyanın içinde hakiki Güneşlerin varlığını kabul etmek ile neticelenir. Demek, gökteki tek bir Güneşi kabul edemeyen, Güneşin ışık ve hararetini kendinde gösteren eşyalar adedince Güneşleri kabul etmek zorunda kalır. Zira ifade ettiğimiz gibi, ortada bir ışık ve hararet vardır, bu da ancak bir Güneşten sudur edebilir.
Aynen bu misal gibi, Şems-i ezel ve ebed olan Allah-u Teâlâ da esma-ül hüsnası ile şu âlemi ve âlemdeki her bir eşyayı aydınlatmıştır. Misalimizdeki ışığın ve hararetin kaynaksız olamayacağı gibi, şu âlemde gözüken isimler ve sıfatlar da sahipsiz olamaz. Zira isim müsemmasız, sıfat ise mevsufsuz olamaz. Yani ortada bir isim varsa, muhakkak o isim ile isimlenmiş bir zat olacaktır. Ve yine ortada bir sıfat varsa, muhakkak o sıfatın bir sahibi olmalıdır.
Mesela, kalem ile bir kâğıda bir harf çizdiğimizi düşünelim. Bu fiilde ve sayfadaki 'A' harfinde şunlar gözükür:
1- Sayfadaki A harfinin varlığı yokluğuna tercih edilmiştir. Zira biraz önce o sayfada A harfi yokken, şimdi bir A' harfi vardır. Bir şeyin yokluktan varlığa çıkabilmesi, yani varlığının yokluğuna tercih edilebilmesi için ise kâtibinin ve failinin irade sahibi olması gerekir. irade sahibi olmalıdır ki, varlığını yokluğuna tercih edebilsin. iradesi ve ihtiyarı olmayan bir failin, sayfadaki A harfine kâtip olması ve kâtiplik iddiasında bulunması mümkün değildir. O hâlde A harfinin yoktan icadı, irade sahibi bir kâtibi gerektirir.
2- Sayfadaki A harfi, alelade bir çizgi değildir. Manası olan sanatlı bir çizgidir. O hâlde sanatkârı ve kâtibi olan zatın ilim sıfatının olması, yani "Âlim" olması gerekir. ilmi olmayanın ve okuma yazma bilmeyenin, mana ifade eden bu A harfini yazması mümkün değildir. O hâlde A harfinin yoktan icadı, ilim sahibi bir kâtibi gerektirir.
3- Ayrıca bu kâtibin kudret sahibi olması da gerekir. iradesi ve ilmi olsa; ama kudreti ve kuvveti olmasa, mesela felçli olsa ve elini hareket ettiremese, yine bu A harfini yazamazdı. işte A harfi, mevcudiyeti ile kâtibinin kudret sahibi bir "Kadir" olduğuna da işaret eder.
4- Yine kâtibinin hayat sahibi olması gerekir. Zira hayatı olmayanın; ilmi, iradesi ve kudreti olamaz. Hayat sahibi olmayan bir taşın yanına bir kalem ve kâğıt koysak ve bir milyon sene onları baş başa bıraksak, sayfada bir A harfini göremezsiniz. Demek "A" harfi, varlığı ile kâtibinin "Hayy" (hayat sahibi) olduğuna işaret eder.
Bu misalleri ve A harfinin kâtibine yaptığı delaletleri çoğaltabilirsiniz.
Şimdi A harfine bir kâtip arayacağız. Eğer biz kâtip olarak, onu çizen insanı inkâr eder ve "Bu A harfini bu kalem yaptı." dersek, o zaman kâtipte bulunması gereken irade, ilim, kudret ve hayat gibi sıfatları kaleme vermek ve "Bu kalem âlimdir, irade sahibidir, kudret sahibidir, hayatı vardır..." gibi bir hezeyanı kabul etmek zorunda kalırız. Çünkü ortada gözüken isim ve sıfatlar vardır. isim müsemmasız, sıfat ise mevsufsuz olamaz. işte bu yüzden, harfin kâtibi olarak kim kabul edilirse, kâtipte olması gereken ilim, irade, kudret ve hayat gibi sıfatların da o zatta varlığını kabul etmemiz gerekecektir.
Aynen bunun gibi, kâinat da bir harf ve bir kitaptır. Kâtibi olarak Allah-u Teâlâ kabul edilmezse, bu kitapta gözüken bütün isim ve sıfatları atomlara, sebeplere, tesadüfe, tabiata vermek âdeta onları uluhiyet makamına çıkarmak demektir. Bir Allahı aklına sığıştıramadığı için kabul etmeyen adam, zerreler ve atomlar adedince ilahları kabul etmek zorunda kalacaktır.
Dilerseniz bu meseleyi bir misal ile izah ederek anlamaya çalışalım:
Her vakit gözümüz önünde bulutlardan yağan yağmurları temaşa ederiz. Acaba hiç düşündük mü, yağmurun oluşabilmesi için failinde hangi sıfatların bulunması gerekmektedir?
Şimdi bu hadisede gözüken isim ve sıfatlara bakalım:
1- Yağmurun varlığı yokluğuna tercih edilmiştir. Yani yağmur damlaları bir vakit önce yoktu, şimdi ise var. Bir şeyin varlığını yokluğuna tercih edebilmek ancak irade sıfatına sahip olabilmek ile mümkündür. O hâlde yağmuru yapan zatın iradesi olmalıdır. iradesi olmayan, tek bir damlaya sahiplik iddiasında bulunamaz.
2- Yağmurun yapısında iki hidrojen ve bir oksijen vardır. iki hidrojen ve bir oksijeni bir araya getirerek yağmur tanelerini oluşturmak ise ancak nihayetsiz bir ilmin sahibi olmak ile mümkündür. O hâlde yağmuru yapan zatın ilmi de olmalıdır. ilmi olmayan, tek bir damlaya sahiplik iddiasında bulunamaz.
3- Yağmuru yapabilmek için ayrıca nihayetsiz bir kudrete sahip olmak lazımdır. Zira yakıcı ve yanıcı iki maddeyi birleştirip yangın yerine su icat etmek ancak sonsuz bir kudret ile olabilir. O hâlde yağmuru yapan zatın kudreti de olmalıdır. Kudreti ve kuvveti olmayanın tek bir damlaya sahip olması mümkün değildir.
4- Yağmur tanelerini birbirine çarptırmadan yağdırabilmek ve yağmura saymakla bitmeyecek kadar çok menfaatler takabilmek için hikmet sahibi olmak gerekir. Hikmeti olmayanın tek bir damlayı icat edebilmesi ve yağmura bunca faydaları takabilmesi mümkün değildir. O hâlde yağmuru yapan zatın hikmeti de olmalıdır. Hikmeti olmayanın tek bir damlayı icat etmesi mümkün değildir.
5- Yağmur yaratılırken tek başına ele alınmamış, bütün eşya ile alakaları gözetilmiştir. Mesela, o yağmuru insan ve hayvanlar içer, toprak onunla canlanır ve bitkiler ve ağaçlar onunla hayat bulur. Yani yağmur yaratılırken, tek başına planlanmamış ve bütün eşya ile alakaları düşünülerek onlara fayda sağlayacak bir şekilde yaratılmıştır. Yani yağmuru yaratan zat, hem insanı, hem hayvanatı ve hem de bitkileri bilmelidir ki, onların vücutlarına faydalı bir şekilde yağmuru yaratabilsin. Bu ise bütün eşyayı ihata ile olur. Bütün eşyayı aynı anda ihata edemeyen ve onları göremeyen, yağmuru onlara faydalı kılamaz. O hâlde yağmuru yapan zatın ihatası ve görmesi de olmalıdır. Muhit (ihata edici) ve Basîr (gören) olmayan, tek bir damlaya sahiplik iddiasında bulunamaz.
6- Yağmuru yeryüzü ahalisine göndermek, sonsuz bir rahmetin eseridir. Yeryüzü ahalisine acımayanın ve rahmeti olmayanın yağmuru yaratması mümkün değildir. O hâlde yağmuru yapan zatın rahmeti olmalıdır. Rahmeti olmayan, tek bir damlaya sahiplik iddiasında bulunamaz.
7- Saydığımız sıfatlara sahip olabilmek için ise ilk önce hayat sahibi olunması gerekir. Zira hayatı olmayanın ne iradesi, ne ilmi, ne kudreti ve ne de diğer sıfatları olamaz.
Yağmurda gözüken daha onlarca isim ve sıfat vardır. "Arife tarif yeter." sırrınca meseleyi daha uzatmayarak kısa kesiyoruz.
Şimdi bizler, yağmuru yaratabilecek bir fail arayacağız:
Gördük ki, yağmuru yaratan zatın iradesi, ilmi, kudreti, hikmeti, rahmeti, ihatası, görmesi, hayatı gibi daha birçok isim ve sıfatlarının bulunması gerekir. Bu sıfatlara sahip olamayanın, tek bir damlaya sahip olması mümkün değildir. Zira ortada hikmetle yaratılmış yağmur taneleri ve onda gözüken isim ve sıfatlar vardır.
Acaba bu isimler ve sıfatlar kimindir? Biz "Allahındır." diyor ve yağmuru yaratma fiilinin, Allahın bir fiili olduğunu ve Allahtan başka kimsenin bu hikmetli fiile fail olamayacağını kabul ediyoruz.
Eğer biri çıkar ve tersini söyleyerek Allahı inkâr ederse, o hâlde "yağmuru yaratmak" fiiline bir fail göstermelidir. Zira ortada bir fiil vardır ve fiiller failsiz olamaz. Ve gösterdiği failde, mezkûr isim ve sıfatların varlığını da kabul etmek zorundadır. Zira bu isim ve sıfatlara sahip olamayanın, yağmuru yağdırma fiilini gerçekleştirmesi ve tek bir damlayı icat etmesi mümkün değildir.
O hâlde yol ikidir: Ya Allah kabul edilerek "yağmuru yaratma" fiili ona isnat edilecek ve bu hadisede gözüken isim ve sıfatların müsemması ve mevsufu olarak Allah kabul edilecek. Ya da fail olarak bulutun kendisi kabul edilerek, yağmurda gözüken mezkûr isim ve sıfatlara, bulutun bizzat kendisinin sahip olduğu iddia edilecektir. Yani mevhum fail olan bulut, Allahın sıfatlarına sahip olarak ulûhiyet makamına çıkartılacak, âdeta ona ilahlık makamı verilecektir.
Sözün özü: Yağmurda gözüken isim ve sıfatlar vardır. Bu isim ve sıfatların sahipsiz olması mümkün değildir. Allahı inkâr eden birisi ilk önce, hayatsız ve kendinden bile haberi olmayan buluta; Allahın ilmi kadar bir ilmi, Allahın kudreti kadar bir kudreti, Allahın hikmeti kadar bir hikmeti, Allahın rahmeti kadar bir rahmeti ve Allahın sahip olduğu diğer isim ve sıfatları verecek ve daha sonra küfrüne itikat edebilecektir. Bu itikat ile de âdeta bulutu kendisine bir ilah yapacaktır. Zira ilah demek, saydığımız isim ve sıfatlara sahip olan zat demektir. Bu isim ve sıfatları kime verirseniz, ilah olarak da onu kabul etmişsiniz demektir. Nasıl ki misalimizde, Güneşi inkâr eden kişinin, camın içinde hakiki bir Güneşin varlığını kabul etmesi gerekiyordu; çünkü bu ışığa sahip olana Güneş denilir. Aynen bunun gibi, cam hükmündeki eşyada tecelli eden isim ve sıfatların sahibi olarak da kimi kabul ediyorsak, bizim ilahımız odur. Çünkü ilah, bu isim ve sıfatların sahibine denir.
Biz sadece yağmura ve onda tecelli eden isim ve sıfatlardan bazılarına baktık. Bir de kâinata bakın ve onda tecelli eden isim ve sıfatları görün! Sonra o isim ve sıfatlara sahip olabilecek bir fail ve sanatkâr bulmaya çalışın! Semalara çıkın, denizlerin dibine dalın, sahralarda gezin, âlemde bakmadığınız hiçbir taşın altı kalmasın! Acaba kâinatta gözüken bu kadar isim ve sıfatlara sahip olabilecek Allahtan başkasını bulabilecek misiniz?
Üstadımız bu hakikate misal olarak Hava zerrelerinin hikmetli faaliyetini ve Toprağın her türlü bitkiye medar ve menşe olmasını vermiştir. Toprağın her türlü bitkiye medar ve menşe olması misalini beraberce şöyle tefekkür edelim:
Bir pinpon topu yapmak isteseniz, ilk önce ne yapmanız gerekir?
ilk yapmanız gereken, pinpon topu için bir kalıp hazırlamaktır. Kalıp olmaksızın onu imal edemezsiniz. Kalıba duyulan ihtiyaç, imal edilen her eşya için geçerlidir.
Mesela yapay bir çiçek yapmak istiyorsunuz. Yine ilk yapmanız gereken, o çiçek için bir kalıp hazırlamaktır. O çiçeği ancak bu şekilde imal edebilirsiniz.
Şimdi de toprağı düşünelim:
Aynı toprak beş yüz bin çeşit farklı bitkiyi kendinde bitirebiliyor. Hangi tohumu veya çekirdeği o toprağa atsanız, ondan farklı bir bitki ve ağaç çıkıyor. Bu olayın iki farklı izahı olabilir:
1- Bu bitkileri, çiçekleri ve ağaçları yaratan Allah-u Teâlâdır. Onun ilminde her bir bitki ve çiçek için, ilmî ve manevi kalıplar vardır. Nihayetsiz ilmi ile her bir bitki için, farklı kaderî kalıpları tayin etmiştir. Nihayetsiz olan kudreti ile atomları ve elementleri bu manevi kalıplara sevk eder ve o mahluku yaratır. Bütün bunlar, Onun irade etmesi ile bir anda vuku bulur.
2- Eğer Allah-u Teâlânın varlığı -hâşâ- kabul edilmezse, şu iki şıktan birisi kabul edilmek zorundadır:
A-) O toprağın içinde bitkiler adedince maddi kalıplar olmalıdır. Toprak, bu maddi kalıpları kullanarak nebatatı icat etmektedir. Zira ortada bir eser vardır ve bu eserin meydana gelebilmesi için de kalıba ihtiyaç vardır. Kalıp olmaksızın böyle intizamlı bitkilerin yaratılması mümkün değildir. Yapay bir çiçek için bile maddi bir kalıba ihtiyaç varsa, bu hadsiz çiçek ve bitkilerin kalıpsız yaratılması elbette mümkün değildir. O hâlde toprakta, beş yüz bin farklı tür için, beş yüz bin farklı kalıp vardır.
Bu şıkkı, yani bir saksı toprağın içinde beş yüz bin farklı kalıbın bulunduğunu kabul etmek akıl sahipleri için mümkün değildir. Hem iş sadece beş yüz bin farklı kalıp ile de bitmemektedir. Bu türlerin her bir ferdinin farklı bir şekli vardır. Hatta yaprak ve çiçekleri dahi kendi cinslerinden farklıdır. O hâlde bu toprakta, değil beş yüz bin maddi kalıbın bulunduğunu kabul etmek, yaratılan bitkiler adedince maddi kalıpların varlığını kabul etmek gerekiyor. Zira hiçbir bitki diğerine birebir benzemez ve her biri kendine mahsus bir kalıp ister.
Eğer toprağın içinde böyle hadsiz maddi kalıpların varlığını kabul edemezsek -ki edemeyiz- o zaman toprakta manevi ve ilmî kalıpların varlığını kabul etmemiz gerekecektir. Çünkü muntazam bir eser, kalıp olmaksızın icat edilemez. Eğer kalıp maddi olmazsa, ilmî ve manevi olmak zorundadır. Yani o bir avuç toprak, bütün bitkilerin vücut yapılarını, şekillerini, yaratılış kurallarını, üzerindeki yaprakları, çiçekleri, meyveleri vs. bilmeli ve kudretiyle de atomları bu ilmî kalıplara sevk etmelidir. Bu da ancak bir avuç toprağın, Allahın ilmi kadar bir ilme ve Allahın kudreti kadar bir kudrete sahip olması ile mümkündür.
Bir daha özetlersek: Topraktan çıkan bitkiler, çiçekler ve ağaçlar bir kalıptan çıkmışçasına mükemmel bir şekilde yaratılıyor. Göz önündeki bu harikulade yaratılışı gördükten sonra ya demeliyiz ki: "Bu nebatatı yaratan Allah-u Teâlâdır. Allahın nihayetsiz ilminde her bir bitki için manevi ve ilmî kalıplar vardır. Atomlar, kudretin sevkiyle bu kalıplara girerler ve bu şekilde nebatat halk edilir.''
Eğer -hâşâ- Allahın varlığı inkâr edilirse, o hâlde gözümüz önündeki bu faaliyeti izah edebilmek için şu iki sözden birisi kabul edilmek zorunda kalınır:
1- Ya toprağın içinde her bir nebat için maddi kalıplar vardır. Toprak, o maddi kalıpları kullanarak bitkileri yaratır. Bu hâlde, bir saksı toprağın içinde bitkiler adedince maddi kalıpların varlığı kabul edilecektir.
2- Eğer toprağın maddi kalıbı yoksa ilmî ve manevi kalıpları olmalıdır. Yaratılan her bitkinin vücut yapısını ilmi ile bilmeli ve kudreti ile de zerreleri o manevi kalıplara sevk etmelidir.
Allahın nihayetsiz ilmini ve kudretini kabul edemeyip Onu inkâr edenler, bir avuç toprağa Allahın ilmi kadar bir ilmi ve Onun kudreti kadar bir kudreti verirken acaba utanmıyorlar mı?
Ya da gerçekten, her çeşit bitki için maddi bir kalıbının o toprakta bulunduğunu mu kabul ediyorlar?
Ya da saydığımız seçeneklerden başka bir seçenek mi var ki onunla bu eşyanın icadını izah ediyorlar?
Ya da her şeye gözlerini kapatarak "tesadüf" deyip mi geçiyorlar?
-Alıntı-
Dünya'da eşi benzeri olmadığını düşündüğüm Türkiye'ye has bir ikaz yazısı. Metronun çeşitli yerlerinde göze çarpar. Millet yürüyen merdivende zor duruyor zannediyordum meğer el bandının üzerine bile çıkıyorlarmış ki ikaz yazmışlar.
Yanlış cümle. Şöyle ki:
Türkiye artık hukuk devleti değildir, denildiğinde önceden hukuk devletiydi şimdi hukuk devleti değil manası çıkıyor. Oysa türkiye hiç bir zaman hukuk devleti olmamıştır. Doğrusu şu: Türkiye önceden hukuku yaralayan bir ülkeydi şimdi katlediyor.
Kırmızıydı. 12 yaşındaydım. Aldıktan bir kaç gün sonra bisikletçiye koşup zincir kapağının oraya "sevdalıyım" yazdırmıştım. O gün bugündür o yazı hala durur. ilk ve tek bisikletim o kırmızı bisikletti. Şimdi yazları memlekete gittiğimde o bisiklete binen akrabaları görünce "sevdalıyım" yazısını gördükçe gülüyorum. Sahi lan kime sevdalıydım ben?
Tahin pekmeze dayanamıyorum. Öyle güzel geliyor ki sanıyorum 365 gün boyunca eğer ölmezsem tahin pekmez yiyebilirim. Gecenin bir yarısı dayanamadım tahin pekmez karıştırıp yedim. iyiki ekmek az varmış yoksa tahin ve pekmezden eser kalmayacaktı.