isendrow
815 (olağanüstü)
altıncı nesil yazar 19 takipçi 226.81 ulupuan
entryleri
oylamalar
medya
takip

    ilişkide olan biteni detaylıca soran üçüncü kişi

    1.
  1. yaşanılan bir ilişkinin hangi aşamada olduğunu, dün neler yapıldığını ve yarın neler yapılacağını soran meraklı melahattır.

    genellemeleri sevmeyen, taş yerinde ağırdır ekolünden gelen bireyler olsak da eğri oturalım, doğru konuşalım ki kadınlar için biraz daha genellenebilir bir durum. hatta kadınlar ilişkideki en özel şeyleri paylaşmaktan çekinmedikleri gibi biz erkekler, uzun süreli ilişkilerin içeriğinden hiç bahsetmeyiz. ilişki varsa vardır, yoksa yoktur. zaten yokluğun başladığı yerde kuyruk başlar, zılgıt başlar, halay başlar. ha kısa süreli bir ilişki modeliyse o zaman en ince detayına kadar anlatılır. ''ohaa lan harbi mi?'' diye sordukça, dinleyenin ağzının suyu akana kadar detaya girilir ki o an, insan fazla merak ettiği için tövbe eder, af diler.

    bahsi geçen üçüncü kişiyi şöyle biraz deşifre edersek, çiftlerden birinin çok samimi arkadaşıdır ve ilişkinin standart donanımında vardır. siz bir şeyi anlatırken daha lafın yarısında ''ee, sen öyle deyince o ne dedi kanka?'' diye soran bir modeldir. civarda yeni sevgili yapmış her çiftin gelip ''efendim sizce biz yakışıyor muyuz yoksa ben şahsım olarak kilo mu vereyim?'' diye destur istediği, genelde de bir tane sapık ruhlu sevenlere sahip olan bir modeldir. hatta bunu it gibi sever ama işte bu yüz vermez falan. yoksa elini sallasa epey talibi vardır.

    bu üçüncü şahıs model kişisi -lafı uzatmıyorum- sizi kıskanıyor. artık birinin bunu söylemesi lazım. sevgilinizle aranızda geçen özel günlerden hediyesine, içliğinden dış kremasına kadar her boku soran, hatta cinselliğin en gizli bölmelerini meraklı meraklı soran, ''ay keşke şöyle yapsaydın, böyle deseydin'' diye siz sormadan akıl veren, ''ben olsaydım'' diye ağzının suyu akan ve garip hesaplar peşinde koşan birisinin ilişkinin içinde yuva yapmaya çalışıyor olması dördüncü göz tarafından çok açık bir şekilde belli oluyor. ha beşinci bir göz de gelir, benim ne yapmaya çalıştığımı sorgularsa o zaman ne derim bilmiyorum. siz yine de sorgulamayın. dördüncü göz idealdir, şimdilik bokunu çıkarmaya gerek yok.

    neyse işte dedim ya kadınlar arası paylaşım biraz daha esnektir, ama bunun da tehlikelerini görmezden gelmemek lazım. siz pek iştahlı anlatmazsanız olayları kontrol altına alabilirsiniz. baktınız ki bu üçüncü kişi lafı evirip çevirip, kıvırıp sıyırıp sizin ilişkinize getiriyor, ilginç şekilde gıpta ediyor ve sanki sizin ilişkinize ait hikayeleri dinlerken zevklerin doruğunda sigara içiyormuş gibi takılmaya devam ediyorsa cebinizdeki sarımsağı alnının ortasına tutup süphanallah çekin. çünkü kesin ola ki sizin boşluğunuzu arıyor, sevgilinizi ayartmak ve aynı zamanda sizin gözünüze batmamak için minnoşist rolü oynuyordur. arkanızı döner dönmez, sevgilinizle bu tipi pek bir samimi bulabilir, matruşka gibi birini diğerinden çıkartabilirsiniz. ne kadar üzücü şeyler bunlar, yapmayın etmeyin çocuğum. en azından mart-nisan ayı bitene kadar dikkat edin.
    0 ...
  2. fazla yakınlığın uzaklık getirmesi

    1.
  3. --spoiler--
    demek ki insanlar birbirine ancak muayyen bir hadde kadar yaklaşabiliyorlar ve ondan sonra, daha fazla sokulmak için atılan her adım daha çok uzaklaştıyor.
    --spoiler--

    kürk mantolu madonna'da geçen, kanun niteliğinde olmamasına karşın hemen herkesin başına gelen ya da doğadan kazandığı çıkarımlar sonucu ulaştığı kaçınılmaz sondur.

    ilişki nezdinde fazla yakınlığın getirdiği en büyük olumsuzluk kuşkusuz, gidişatın beklenti dahilinde olması ve şaşırtma, heyecanlandırma ihtimalini ortadan kaldırması. nihai son ise genliğin değişmemesi nedeniyle insan ruhunda uyku-sıkılma modunu aktif hale getirmesi; monotonluk kavramının derinlik kazanmasıdır. birleşim noktasında ise bizi izafi değerlendirmeye kapalı ilişkiler, renk uyumları, ses dizilimleri vs. gibi kavramlar karşılar.

    yakınlıktan kastedilen, fiziksel temasın ya da muhabbet aralığının sık olması değil. burada yakınlığın laubaliliğe, öznelliği bozacak türden, göze-kulağa ve ruha rahatsızlık verecek cinsten samimiyete dönüşmesidir.

    ilişki içinde bu durum, çiftler arasındaki muhabbetin kalitesiyle ve birbirilerinin özeline gösterdikleri saygı mertebesiyle açıklanabilir. sevgi ve değer vermenin son yörüngesinde serbest gezen o elektronu da hakimiyeti altına almak isteyen taraf, uzaklaşmaya başlamanın ilk tohumlarını da ekmiş olur. örneğin daha anlaşılır hali; sevgi, kıskançlık, koruma ya da adı her ne ise o olan duygu sebebiyle karşındaki insanın, onu '' o '' yapan ve asla değiştirilmemesi bir yana burun dahi sokulmaması gereken en mahrem konularına, davranışlarına ya da ilgi alanlarına müdahale edilmesi nedeniyle, daha çok yaklaşma eğiliminin uzaklaşmaya sebebiyet vermesidir. bu yüzden ilişkilerde herkesin, karşısındakinin uzak durulması gereken kişisel yaşama alanının sınırlarını çok iyi sezinleyip, haddini aşmaması lazım.

    doğadan örnek verecek olursak örneğin, renkler. onca renk arasından her ne kadar hiç sevmediğimiz renkler olsa da, bazen pastel ya da metalik bir çalışma sayesinde o hiç sevmediğimiz rengin dahi güzel bir varyasyonunu görebiliyoruz. lafın kısası şu ki, tüm renkler tek tek ele alındığı vakit bir yolunu bularak göze hoş gelebiliyor. hatta aralarında, şu an örneğini vermeyecek olsam da klişe olan renk uyumları var. modadan uzak kalan bir insan olsanız dahi, bir gün kendinizi çok seksi hissetmeniz adına, sırf birbirlerine çok yakın renkler diye sarı pantolon üzerine turuncu gömlek ve hepsinin üzerine de kırmızı bir mont giymezsiniz. nedeni kesin olan uyumsuzluk. çünkü renkleri birbirine haddinden fazla yaklaştırdınız ve malesef ki sarının turuncuya ve turuncunun da kırmızıya herhangi bir saygısı yoktur. oysa ki sarının kırmızıya gayet uyumu vardı. *
    seslerden örnek verecek olursak; mesela notalar. aynı oktav içerisinde yer alan 8'lik nota diziliminde birbiriyle muazzam uyuma sahip ikili, üçlü hatta dörtlü kombinasyonlar var. ancak notaları '' c- c# - d - d# - e - f ''gibi birbiri arasında hiçbir aralık bırakmayacak şekilde tuşlarsanız ortaya çıkan iğrenç, ruhu sıkan, beyni yoran tam anlamıyla kulak tırmalayıcı bir gürültü kirliliğinden başka bir şey olmaz. neden ? tahammül seviyesinin sonuna gelen oluşumlara hükmetmek uğruna onları birbirine keyfiyetle yaklaştırmaya, bir arada tutmaya çalıştınız. evet, bir arada durdular ancak uyumu kaybettiler ve bu yüzden ruhsal olarak uzaklaştılar.

    biraz uzaklık, en azından iki şey arasındaki sınıra saygı duyabilecek kadar uzaklık mutlak yakınlığı sağlayacaktır. daha çok tanımaya, daha çok bir araya getirmeye ve daha çok hükmetmeye çalışmaya gerek yoktur. ** *
    6 ...
  4. çöp kutusunun başında dönen muhabbet

    1.
  5. ilköğretim zamanında sınıfın kıdemli demirbaşlarından olan çöp kutusunun etrafında dönen muhabbettir.

    milenyuma girmediğimiz yıllarda, herkesin elinde o yeşil ya da mavi renkli faber castel hb kurşun kalemi ile onun inhibitörü olan rengarenk kalem açacakları vardı. dersten sıkılmaya başlayan ve birbirine uzak yerlerde oturan iyi arkadaşlardan teki, o müthiş hamleyi yapar ve kalem ucunu açmak üzere çöp kutusunun yanına gider. ağırdan alarak kalemini açmaya başlar başlamaz, yirmi beş dakikadır konuşamadığı ve konuşacak çok şeylerin birikmiş olması muhtemel arkadaşı da tasını tarağını ve açacağını alarak yanına ilişir ve ucunu bilerek kırdığı kalemi açmaya başlar ;

    - adını öğrendin mi ?
    + hayır ama 2-c sınıfına girerken gördüm.
    - şşş yavaş konuş öğretmen bakıyor.
    + tenefüste tebeşir almaya gidelim mi ?
    *çocuklar hadi geçin yerinize !
    - olur olur...
    5 ...
  6. bayram havası gerginliği

    1.
  7. resmiyeti ve türü farketmeksizin bayram zamanı kimilerince hissedilen atmosferik verilerdir.

    bayramların kültürel geçmişlerine değinerek, erozyona uğrayan köşelerinin yerlerine eski tadını verecek yenileriyle doldurulamayışından bahsetmeyeceğim. o halde konumuz, bayram havasında.

    kalablığı sevmemekle kalmayıp nefret edenler, yüksek sesle muhabbetten aşırı rahatsızlık duyanlar, farklı konuların aynı anda tartışıldığı ortamlardan huzursuz olanlar beri gelsin.

    bayramda önemli olanın tüm akrabaların aynı anda görülmesi, aranın sıcak tutulması, dini vecibelerin yerine getirilmesi vs. gibi şeylerin olduğunu hatırlatmanıza dahi gerek yok, ben de çok iyi biliyorum canısı. hatta bayramın en çok da tembel insanlara yaradığını daha da iyi biliyorum. sonuçta bir gün içerisinde tüm akrabaları ya da bir kısmını aynı karede görebiliyor, konuşup dertleşebiliyor ve hatta aynı anda hasret giderebiliyorsunuz; ne saçma. ben aynı anda iki farklı muhabbeti dahi zor yürütebilirken, insanlar çapraz muhabbeti nasıl yapabiliyor, hayret ediyorum. çok düzenli bir oturma planın, bunu hayata geçirebilecek kalifiye elemanların ve mükemmel bir iletişim ağının olması lazım galiba. (bayanlar-baylar! lütfen herkes bir sağındakini görebilecek, solundakini duyabilecek, 30 derece açısındaki insanı anlayabilecek 80 derece güneyindekini güldürebilecek şekilde konuşlansın. 15 dakika içinde 45 gram ağırlığındaki portakallı popkekleriniz, masanıza geitirilecektir, gibi.) bayramda oluşan ve anlatmaya çalıştığım gergin hava tam da bu; geçici kişilik bölünmesi başlangıcı gibi bir durum.

    aynı anda mhp oylarının chp oylarını bir türlü geçemediğinin tartışıldığını farketmeniz, kuzenlerden birinin ikinci çocuğuna hamile olduğunu, diğerinin eniştesinin işten atıldığını, simasını hatırlayamadığınız bir ismin vefatını, çocukluğunu bildiğiniz birisinin üniversiteyi kazanamadığını işitmeniz, bunların hiçbir yetmezmiş gibi laubali uzak-yakın akraba-dostların samimi olacağım derken hayatınızın en saklı yerlerine burun sokmaları, '' ay vallahi sokakta görsem tanımazdım '' diyen bambaşka bir akrabanın, yemeğin ortasında kapıyı çalan üçüncü sınıf insanların varlığı... şeklinde uzayıp giden klişelerin ( ya da bana özeldir ) yaşandığı gergin bir havadır bayram. yoksa banane şekerden, bana ne kurbandan. insanların sırf bayram diye, sırf bir yerden duydukları '' bayramda yirmi kişiyi ziyaret edene cennet kapıları ardına kadar açılır '' bilgi(!)'sinin büyüsüne kapılarak ziyaretlerde ve zorlama muhabbetlerde bulunması da ayrı bir gerginlik; benim için.

    özellikle de, sesi 85 desibele yakın bir babayiğit muhabbeti dikte etmeye çalışırcasına istediği mevzuyu konuşur ya, işte o an, ben yaşayamam; * sağ/sol el avuç içi ile alnıza '' şak '' diye vurup, çeneye kadar usulca kaydırılır ve iç sesin '' en iyisi akşama dön sen '' tavsiyesine kulak verirken; eş zamanlı olarak yine tanımadığınız bir insanın '' nerede okuyodun sen ? '' sorusuna, '' siktiret amca boşver '' diyemezsiniz.

    ya da lafın özeti,

    deliye her gün bayram.
    2 ...
  8. daktilo senfoni orkestrası

    1.
  9. senfoni orkestrası içinde yaylı, üflemeli, vurmalı grupların olduğu gibi daktilo uzmanının da yer aldığı orkestradır. bu da, klasik müziği eğlenceli hale getiren çok hoş, yaratıcı, zekice hamlelerden birisidir. daktilonun akort edilmesi ise ayrı bir komedidir.

    https://www.youtube.com/watch?v=wZCh4EY_kug
    0 ...
  10. rainer hersch

    1.
  11. alman baba ile ingiliz anneden olma orkestra şefi, komedyendir. klasik müziğe pek bağlanamayan, herhangi bir duyguda buluşamayanlar için alışma sürecinde yardımı dokunabilen abimizdir.

    espiritüel yaklaşımı ve tatmin edici mizah yeteneği ile farkında olmadan klasik müzik dinlersiniz.

    https://www.youtube.com/watch?v=dGKwx-BFO0E ; windows temalı kısa eserinde, oldukça çarpıcı bir sonuç elde etmiştir. uygulama seslerinin bir araya gelmesiyle, vals müziği elde etmiştir. biz yine de, komedyenlik kültürüne sahip olduğunu unutmayalım.

    https://www.youtube.com/watch?v=Mm3AlLjPVsM ; kesinlikle ama kesinlikle izlemenizi istediğim, şahane bir piyano dersidir. unutmayınız ki, rainer hersch, komedyen ve bu piyano dersi başka bir yerde göremeyeceğiniz ukalalık, aldatmaca ve biraz da taşlama içerir. inanılmaz komiktir.
    0 ...
  12. jaci velasquez

    1.
  13. uğruna çok daha fazla entry girilmesi gereken latin-pop'çu. sanatçılık meziyetleri genel olarak ele alındığı vakit ( mesela sahne duruşu, seyirciyle iletişim, orkestrayla paslaşma vs. gibi) göze ve kulağa aynı anda hoş gelen, yokluğu yara olan sevimli bir kadın figürü meydana çıkıyor. ayrıca sahnede '' anne '' olduğunu unutmayacak, ailesini cennet olarak niteleyebilecek kaliteye ve ruha sahiptir. eşsiz bir ses değil belki ama kesinlikle yormayan, karışık duyguların hüküm sürdüğü çorak duygu dükkanına gelen, çilekli dondurma isteyen küçük kız çocuğu gibidir.

    https://www.youtube.com/watch?v=qgcraJNh_kg
    0 ...
  14. piyano çalınan bir evde çocuk büyütmek

    1.
  15. filmlerden ve rus romanlarından aşina olunan, ister istemez hayali kurulan/kurulabilen masalsı durumdur. türk dizilerinde piyanonun yeri bambaşka; merdiven altında boş yer kalmasın diye dekor amaçlı kullanılıyor, onu boşver.

    bir düşünsene, 3-4 yaşlarında peltek peltek konuşan, rengi hiç farketmeyen, cinsiyeti daha da farketmeyen, uslu, saygılı bir genç-ergen olma yolunda emin adımlarla ilerleyen, şirin mi şirin, size sarılışı daha bir şirin çocuk, üç tekerli bisikletini sürdükten sonra sütünü alıp, piyano sandalyesine oturduğunu. işin boyutunu, klasik eserleri ilk dinleyişte çalan, doğa üstü yeteneklere sahip çocuklara çekme. daha yalın düşünelim.bahsettiğim, evde müzikle uğraşan bir bireyin var olması nedeniyle, aileye katılmasının üzerinden çok yıllar geçmeyen henüz üyelik kartı çıkmamış bir yaştaki çocuğun, bu enstrüman sevgisi ve biraz da bilgisiyle eğitilebilmesi. neticede, her şey ilk olarak ailede başlar; konuşmak, şakalaşmak, gülmek, ağlamak, saymak, yalan söylemek, şarkı söylemek, dans etmek vs. neden enstrüman çalmak bunlardan geri kalsın, değil mi ? kendi halinde bir şeyler yapmak tam da bu durum için. biraz olsun çocuğun hamurunda müziğe dair kırıntı varsa, kendini böyle bir ebeveyne sahip olduğu için çok mutlu hissedebilir; hissetmese de canı sağ olsun tabi.

    bazı teknik direktörler var, hayatında profesyönel olarak top oynamamışlar; adını hatırladın bak! ama onlar, topun peşinden nasıl gidileceğine dair dahice fikirlere sahipler. belki o denli yüce makamlara ulaşılmaz ancak hayatta ilk şart, '' yapabileceğinin en iyisini yapmak '' ise, uğraşmaya değerdir.

    neticede bu bir hayal, bir hedef. zaman bir şeylerin ilacı, diğer şeylerin de hastalığıdır. bekleyip görelim, amin.
    4 ...
  16. annenin üçe kadar sayması

    1.
  17. aşağılama ve trollükle hiçbir ilgisi olmadan bahsi geçen, üçe kadar sayma eylemidir.

    herkes çocukluğuna dair gayet haşarı anılara sahiptir. kimisi üst kat komşu ayfer ablaya aşıktı, kimisi beraber doktor-hasta oyununu oynadığı ayşe'ye, ya da aile dostunun kızı fatma'ya. kimileri misafir olunan evde altına yaptı, kimisi bardak kırdı, kimisi ağlamaktan muhabbetin içine etti. bu tip olaylar deyim yerindeyse '' çocukluğa dair iç burkan detaylar '' konusunun demirbaşlarıdır. tabi, başlıktan da anlaşılacağı gibi sona saklanan bir şey daha var ; annelerimizin o meşhur, üçe kadar sayması...

    + oğlum/kızım o koltukta zıplama, düşeceksin.
    - banne işte!
    + yavrum, in aşağı !
    - fff ( zıp zıp, hala devam ediyor zıplamaya )
    + beni oraya getirme
    - yaa anneea yaaa bişe olmaz. ( çocuktaki iç ses : naparsın ha ? hadi vursana - kemeri şaklatıyor- )
    + üçe kadar sayarım bak!?!
    - az daha zıpliycam bannee ( bi ara ayağı kayıyor ama hala zıp zıp devam ediyor, bir de pis pis gülmeye başladı kerata )
    + biiiiiir! ( anne çekirdek tabağını sehpanın üzerine koyar )
    - huhuuu ( eğlence doruğa çıkmıştır ; zıp zıp forever... )
    + iikiiiiii!!! ( anne kolunu çemler )
    - ( tilkinin .... ) ya ne yaa (üçe doğru yaklaşınca biraz morali bozuldu ama zıp zıp'a devam ediyor )
    + ikiii buçuuuuuk ??? ( ( anne, çocuğu dövmemek için çok çabalıyor, tüm matematiği alt üst ediyor ama nafile)
    çocuk, buçuğu duyunca afalladı, ancak zıplamaya devam ediyor; hala!!!
    + üüüç!!!

    ve anne sis atar, çocuğa doğru naif bir hamle yapar...

    bir de bunun, baba için olanı var. çok kısa olduğu için başlık açmaya gerek duymadım.

    + oğlum, düşersin; in oradan.
    - yaaa babaa ya banne!
    + üçe kadar sayarım bak, beni oraya getirme!
    - ffff babaa'yaa -zıp zıp devam ediyor
    + üç!

    baba, kalenşikofla çocuğu tarar...
    7 ...
  18. sınıfta öksürünce herkesin öksürmesi

    1.
  19. eğitim gördüğünüz herhangi bir kuruma ait sınıfta ders esnasında, yürekli bir elemanın öksürmesiyle boy gösteren domino etkisidir. eğer ansızın ve bir başınıza öksürmek istemiyorsanız, aşağıdaki fosforlu kalemle çizilmiş yerleri iyice okuyun ve sonrasında da bol bol pratik yapın.

    dersin can alıcı yerine gelinmiştir. ses çıkar da dikkat dağılır diye kalemini dahi çeviren yoktur. ama belli ki sizde bir aksilik var. birkaç dakikadır dikkatinizi dağıttığı gibi sıkılmanıza da yol açan şey ; öksürme ihtiyacınızdır. çünkü belli belirsiz boğazınızda kasılmalar başlamıştır. eğer bu ihtiyacı kontrollü bir şekilde sönümleyemezseniz, enerji çok daha vahim bir şekilde kendiliğinden açığa çıkacaktır. elbette siz bilinçli insansınız. küçük bir kıvılcımın, toplum nezdinde ne denli bir patlamaya yol açacağını daha önceden öğrenmiştiniz. ve imam-cemaat ilşkisini yakinen incelemiş, ne kadar umut verici olduğuna defalarca şahit olmuştunuz.

    göze batmadan öksürmenin bir yolu aklınıza gelir; feyk attım ucu kaldı. önce küçük bir ' ehemm '' yaparak feyk atacaksınız. ardından, sizin bu hamlenizi bekleyen beş altı kişi de, '' oh be sonunda biri öksürdü '' diyerek, birikmiş öksürük ihtiyaçlarını karşılayacak. siz de, bu beş altı kişinin öksürmesini fırsat bilip konvoya katılacaksınızdır. her ne kadar, tuvalet ihtiyacını giderenlerin kullandığı yöntem '' öksürükle absorbe '' gibi görünse de, sizin ki daha temiz olacaktır.

    ve uygulama kısmına gelinir. ağız, düşeyle 75 derece açı yapacak şekilde, eller baş hizasında birleştirilir. sağa sola bakılır, ( hoşlanılan kız/erkek kontrolü yapılır ), hocanın arkasını dönmesi ve konuşmasına devam etmesi beklenir. sol el hafifçe baş hizasından çekilirken, sağ el yavaşça ağza götürülür ve hafifçe '' ehemm '' dersiniz ( ! ) ah, bu olmadı işte. çok geç kaldığınız için hoca sınıfa döndü ve araç stop etti. konum yeniden ayarlanır; ağız düşeyle 75 derece açı yapacak şekilde, eller baş hizasında birleştirilir. kontroller yapılır. sol el çekilirken, sağ el hafifçe ağza doğru götürülür. biraz daha güçlü bir '' ehhe ehemmmm '' dersiniz; tamamdır. sol şeritten beş altı kişi de trafiğe katılınca, vitesi artırır ve gazı kökler; derince, ölmüşlerin ruhuna değercesine, geç buldum; erken kaybettim, cennete görüşelim, ara mutlaka dercesine öksürürsünüz. öksürmeyi absorbe etmenin mutluluğunu, '' ben öksürürsem, herkes öksürür'' tezinin gerçekliğinin haklı gururunu yaşarsınız. geçmiş olsun!

    gelecek hafta : başka neleri absorbe edebiliyoruz ?
    1 ...
  20. her şeyden ödün vererek ilişkiye başlamak

    1.
  21. gerçeği bizde sahtesi dilde gizli olan başlık.

    kimi insanlar hoşlandığı kişilerle ilişki yaşayabilmek için yoğun çaba harcar. özellikle de kovalayan taraf bu konuda pek bir iştahlıdır. ancak ne var ki, defalarca yoklamadan sonra işin olmayacağını anlar. işte, birazdan açıklayacağım kırılma noktası da tam burada yaşanır. e dedik ya olmayacağını anlıyor, bu ihtimale güvenerek son bir gayret gösterisi ile kendi kapasitesinin çok ama çok üstüne çıkıyor. adrenalin ve korku sayesinde köpekten daha hızlı koşan insanları bir hatırla; tam da öyle. kapasitesini aşarken de gerek romantizmin, gerekse ilgi göstermenin, alışkanlıklarının iki gömlek üstünü giyerek kariyer zirvesini yaşıyor ki bir daha hayatında o noktaya çıkamayacağını bile bile. bir tarafta olaylar bu doğrultıda gelişe dursun, dönelim kaçan tarafa ; fikrini değiştirmeye karar veriyor. nedir o ?

    - bölümünü/işini pek tasdik etmiyorum, boyu biraz daha kısa/uzun olsaydı, sarışın değil de esmer olsaydı sanki daha çok kanım ısınırdı, kültürümüz de oldukça farklı, yaşı da biraz büyük/küçük, memleketi de uzakmış... üzgünüm, bu iş olmaz

    şeklinde olan beyanatı,

    - ya aslında, neden denemiyoruz ki ? sonuçta beni sevdiğine inandım ( aman ya rabbi ! ). o yüzden bence diğer şeylerin pek bir önemi yok gibi. ( böyle saçma şey olmaz! )

    olarak değişiyor. e bravo, nerde kaldı hayallerin, isteklerin ? beklentin vardı sahi ona ne oldu ?

    şimdi iki farklı yönde gelişen olayları uç uca bir ekleyelim. ortaya çıkan tabloyu söyleyeyim mi, ters üçgen içinde öküz gözü.

    neyse işte, bunlar ilişkiye başlıyorlar. ikişkinin baş kahramanı, kendini olduğundan çok daha farklı bir karakterde yansıtmıştır. yatıp kalkma saatlerini, beslenme alışkanlığını, gittiği mekanları, sevdiği rengi, dinlediği müziği ve daha aklına getirince hasiktir diyebileceğin bir yığın itemi değiştirerek onun huzuruna götürmüştür, '' çok seviyorum '' diye.
    ikişkinin yardımcı karakteri ise mükemmel bir u dönüşü ile evvelden sevdiği, hayal ettiği tüm nitelikleri, onlara tam aksi olan şeylerle değiştirmiştir, '' o beni çok seviyor '' diye.

    ilişki orada bitiyor. aslında matematiksel olarak birkaç seneye kadar bitkisel hayatta yaşıyorlar, '' birbirimizi seviyoruz '' diye ama hiçbir etkiye tepki gösteremiyorlar '' birbirimize uymuyoruz '' diye. ceplerine koydukları iki satır deneyimden daha fazla bir şey de elde edemiyorlar. duyduğuma göre birbirine verdikleri sözleri tutmamışlar, çok değişmişler falan, üst kattaki saliha hanım söyledi. ona da ziyaretine gelen gelini. neyse, ben de onu duyunca kendimi tutamayıp , '' saliha bak, yeni yağlık aldım. mavi boncuklı ve iğne oyasıyla yapılmış. ince iş yani ihii '' dedim. ağızları açık kaldı, ne diyeceklerini bilemediler.

    böyle hataları görürseniz uyarın falan. ama çok da abartmayın ve hikayenin sonunda da '' biz biliyorduk '' kibrini göstermeyin. hadi anacım ben salihalara çıkıyorum, çay koymuş. *
    1 ...
  22. ilk vekalet

    1.
  23. vekaletin ilk defa verildiği anı simgeler.

    çiftler genelde gergin olur. önce para verilir ki her şeyde olduğu gibi. sonra imzalar atılır, belgeler, evraklar hazırlanır ve artık çiftlerden biri vekaleti alırken diğeri de kaybeder. bu ortak vekalet durumu, ilk vekalet'in başarıyla alınıp/verildiğini gösterir.

    elbette her zaman bu kadar kolay olmaz. örneğin,

    çiftlerden biri istekli değilse vekalet almak zor olur. sonuçta imzayı zorla attırmak mümkün değildir.

    ya da aile ve arkadaşlar hoş karşılamayabilir. bu düşünce de ilk vekalette '' acaba, yanlış mı yapıyorum '' sorularını akıllara getirebilir.

    başka bir zorluk da, elbette yaş problemi. erken yaşta verilen vekalet insana gereksiz bir sorumluluk yükleyebilir. hatta öyleki, bir zaman sonra insan kendini çift canlı hissedebilir. bu durumun önüne geçebilmek için korunmak ( yanlış tc numarası vb.) ilk vekaletin olmazsa olmazıdır.
    1 ...
  24. ses yapmayayım derken bardak çanak kırmak

    1.
  25. özellikle de bu saatlerde olduğu gibi gecenin geç saatlerinde ''hazır milet mışıl mışıl uyurken parmak ucunda yürüyeyim '' diye itinayla sessiz ve ağır çekimde hareket ederken bardak, çanak, küllük vs gibi hiç ses çıkarmayan eşyaları yere düşürüp kırma '' sakarlığıdır ''

    hayır yani insan üzülüyor. içerde arkadaşın, sevgilin, annen-baban, kardeşin falan uyuyor. ses çıkmasın diye didiniyorsun. o kadar ki, poşetten ekmeği alıyorsun ve poşetten hiç ses gelmiyor, bu nedemek ? oyun sonu getirmişsin birader ya. oyun bitmiş ve sen '' o siyah ekrandaki emeği geçenler'' i okuyacaksın. bir şekilde ya elinden çay kaşığı düşer, ya cüzdandan bozuk para düşer, ya da böyle bardaktı çanaktı elinden kayar.

    var mı lan böyle sakar romantikler başka ? sizde de oluyo mu ?
    2 ...
  26. komşunun zili çalmasıyla ağzı sulanan öğrenci

    1.
  27. nefes borusuna kadar dolu olmasına karşın her daim ev yemeği hasreti çeken öğrenci evinin, komşunun sesine müteakip zili çalması sebebiyle öğrenci bünyesinde meydana gelen ağız sulanmasıdır.

    bazen müsait olmadığınız zamanlar olur; ama mümkün değil o kapı açılacaktır.

    + semra teyzeeee, evdeyiz bir dak... ( boxeri giyerken bir yandan da bağırıyor)... ika geli.. ( yere düştü ) yorummmm!

    (bkz: ivan petrovitch pavlov)
    1 ...
  28. sigaranın ortasında tuvaletin gelmesi

    1.
  29. içecek bir şeyler alınır, bir sigara yakılır. klasiktir; bilgisayar açılır ve rutin olan haber sitelerine girilir. ikinci satırda bir kıvranma başlar. bacakların birbirine yaklaştığı hani o popodaki ilk kasılmanın yaşandığı zaman. sonra farkedersin ki haberi okurken iki satır atlamışsın. derken bir ses gelir. o kargaşada sigarayı küllüğüne usulca koyamayıp küllerini yana savurursunuz. bir yandan külü üflerken aile üyelerinden birisinin tuvalete girdiğini farkedersiniz. sigara o saatten sonra sigara olmaktan çıkar. laptop hunharca kapatılır, sigara daha yarısındayken kırılır; artık daha önemli işiniz vardır...
    0 ...
  30. orta yapamayan bekler

    1.
  31. defansın sağında ve solunda oynayan, hücumda dişe dokunur kilit pas-orta yapamayan beklerdir. özellikle süper ligimizde bolca örneği vardır. isim verip de rencide etmek istemiyorum. onlar kendilerini anladı.

    hep merak ederim bilen birisi aydınlığa kavuşturursa sevinirim; ulan bir bek, antrenmanda neye çalışır ? topu beş hamlede kontrol etmek, koşan adamın gerisine pas atmak, duran adamın iki yüz elli (250) metre önüne pas bırakmak, ceza sahasında on kişi varken şut çekmek ve ceza sahasında kimse yokken orta yapmak bunlar nasıl olur ağabey ? 25-30 metrelik nokta pas göndermek bu kadar mı zor yahu ?
    2 ...
  32. uyurken çarşafa dolanmak

    1.
  33. özellikle yaz günlerinde üste örtülen çarşafın, uyanılan vakitte vücuda dolanmış olması durumudur.

    kışın olsa herhangi bir aksilik olmayacak. yorganın durumu, asfalt kaplama gibidir. kapının girişine serilen yolluk gibi üstüne çekersiniz ve sabah da o şekilde uyanırsınız. en büyük fark, burnunuzun ya altında ya da üstündedir. ancak çarşafta durum biraz daha farklıdır. incecik olması sebebiyle, vücuttaki en küçük kıvrımda bile takılır. dur aklındaki gibi değil. onu boşver şimdi. yazın geceler kısa olduğu için de kafayı koyup uyuyana kadar on tur dönmüş olursun zaten. gece sıcaklardı, klimadan esen havaydı derken sabaha, harry potter'ın süpürgesiyle olan ilişkisi gibi uyanabilirsiniz.
    1 ...
  34. fotoğraf görgüsüzlüğü

    1.
  35. durumu detaylı inceledikçe de kültür seviyesi o kadar iniyor ki,

    ilişkisi olanların haftada kaç kez seks yaptığı paylaşılan resim sayısı ve niteliğinden anlaşılabiliyor.
    son yıllarda yurt dışı seyehatlarında, günlük elli atmış resim paylaşanlar da oluyor. arkadaşım sen o ülkeye, benim burnuma sokmak için mi gittin yoksa gerçekten gittiğin ülkede millet nece konuşuyor, ne içiyor, ne izliyorlar bunları mı araştırıyorsun ?

    hele ki albümün içinde, pasaport ile gezeceği ülkenin uçak bileti resimlerini paylaşmak da ne demek yahu ?
    3 ...
  36. insanın sevgilisinden öğrendikleri

    1.
  37. insanın sevgilisi sayesinde kazandığı olumlu şeyler ( alışkanlıklar, bilgiler, davranışlar vs.) bütünüdür. partnerliğe adım atarken insanın ne amacı olduğu hatta bir amacının olup olmadığı dahi bilinmez. ancak zamanla birlikte bolca zaman geçirme vesilesiyle bünyede yeni özellikler baş gösterir.

    güzel giyinme ve saç şekli gibi maddesel olabildiği gibi zamanla kazanılacak sabır ve alttan alma gibi manevi duygular buna örnek olabilir.
    0 ...
  38. ikramı geri çevirmeyen insan

    1.
  39. kendisine ikram edileni kaçırmayan insandır. muhtemelen dört gözle '' yer misin '' denilmesini bekliyordur. bu tip insan ikram edilen nesnenin bitmek üzere olduğunu, belki sonuncusu olduğunu asla farketmez. hatta başka kalıp kalmadığını kendi elleriyle kontrol eder. gıybet gerektirmeyen zira kendini bir anlamda belli eden insanlardır.
    0 ...
  40. hapşuruğunu tutan insana söylenecek cümleler

    1.
  41. hapşurma esnasında burnunu tutan ve tüm basıncı içine alarak el bombasına dönen insana söylenecek cümlelerdir.

    - ?!?şi
    + oğlum manyak mısın lan ? hapşursana adam gibi! felç kalacaksın bir gün
    - allah belamı versin abi, ölim mi ben ?
    2 ...
  42. aynen kelimesini çok kullanan insan

    1.
  43. karşıdakinin görüşüne katılan kimselerin kullandığı kelimedir. ancak,

    üç kelimeden birisi aynen olanlar var. muhabbette siz onca cümleler kurun, karşıdaki '' ayyynen '' ' i yapıştırsın. hadi buna tamam, yani en azından ben düşüncemi söyledim ve o da yüz bir milyon kere katıldı diyelim.

    ben çok sigara içerim, delicesine, bildiğin gibi değil. her sabah boğazım ağrır.

    - ya dün yine yatmadan hemen önce sigara içtim. faranjit azdı galiba
    - aynen ya sigara ş'apar.

    oğlum iyi de sen sigara kullanmıyorsun?!

    velhasılı bunun gibi katılacak bir durum olmasa bile aynen kullanımı var, ve asıl kastettiğim tipler de bu.
    6 ...
  44. ayağına küçük terlik giyen insan

    1.
  45. normalde giydiği numaradan daha küçük numaralı terlik giyen insandır.
    daha çok erkeklerde görülen bu durum büyük ihtimalle ya markete ya da komşuya giderken yani zorunda kalındığı için başa gelir. terlik tercihleri küçük kardeşin, annenin ya da eşin olarak da üçe ayrılır.
    4 ...
  46. vize haftası yeni hobiler edinmek

    1.
  47. sınavların yaklaşmasıyla beraber kişide yoktan var olan ''zevktrum'' göstergecidir. amaç kafa dağıtıp yeniden derslere motive olmaktır.
    mesela temizlik yapmak. jfk'nın katil zanlısını bulma pahasına dedektifliğe soyunmak, otopsi raporlarına göz atmak vs.
    3 ...
  48. siluete akan notalar

    1.
  49. dua etmeyi bile göze aldığı saatlerdi bunlar. zaten zoraki uyuduğu yine bu günlerde, alacaklı gibi yakasına çöküyordu kabuslar. çoğu pek hatırlamaz gördüğü kabusları. ancak bu adam, diğerlerinin aksine oldukça iyi hatırlar ve gördüklerini en ince detayına kadar bir daha canlandırırdı zihninde. bu karmaşalık daha çok, çözülmesi için son yirmi saniyesi kalmış orta çağ zeka oyunlarını andıran imgeler gibi sancı dolu olurdu. çözüm bulamadığı vakit ki her zaman olduğu gibi çiğneyemediği harfleri birleştirip edeplice bir küfür de kondururdu. şu hiç aksatmadığı, -dişlerini göstermeden gülme- eylemini de yapıştırırdı gözlerini hatırından silemediği siluete.
    -güzel- uykusundan arta kalan ne olmalıydı bu durumda? yerinden fırlarcasına çarpan kalp mi, kan çanağına dönmüş gözler mi? kulak çınlatan bir uğultu mu olmalı yoksa içmeye unutulmuş sigara mı? belki de ritmi bozuk bir kelebek dansı...
    hiçbirinden pek fazlası değildi. bir damla ilaveyle birkaç sitemkar nefes alma girişiminden sonra ise uzun uğraşlarına rağmen aklına yeni bir uyku gelmezdi.

    yine böylesine uyanmaya alıştığı; alışacaktı elbette, alışacaktı. çünkü, kafasında yaşadığı ayrı bir dünya vardı. ve artık gerçekle sanalı; olanla olması gerekeni ayırdedebilme yetisi üç-beş renksiz hap tarafından elinden alınmıştı. saatlerce yere basamazdı ayağı, uçardı bir avuç kadar uzaktaki hayaline. sonra kendini uyuyor görürdü. başarıya doymuş, sevimli bir aile babası kıvamında görürdü kendini. bir süre ruh-beden uyuşmazlığı had safhada seyrederdi. geri döndüğünde ve uyandığındaysa...

    yine böylesine bir -sabaha doğru- vaktiydi, henüz uyanmıştı. sırılsıklam olan yastığından destek almak istemese de çaresizce dirseğini yaslamış ve ağır aksak pencereyi aralamıştı. yarım saat sonrası tan vakti olmasına rağmen, iki saat öncesi hala düne aitti. dün, hala önceki günlere, birbirinin aynı yüzlerce düne; yüz güldürmeyen güne aitti...

    gözlerini bir duvardan diğerine çevirdi. satır arasına gizlenen kinaye rengindeki bu silueti tasvir etmek için artık özel bir uğraş vermiyordu. çünkü ilmek ilmek, günden güne kendi çizmişti bunu. dövme ustaları gibi yavaşça, gayretle ve hiçbir noktasını bir diğerine bocamadan. bittiğinde bu sanat eserini artık silme gibi bir imkanı yoktu. zira bu kez üstelemedi, gücü de yoktu. küçük bir kaş çatmasından başka verebileceği tepki de.

    yanı başında ıstıraba kök salmış çekmecesini karıştırdı. çakmak buralarda bir yerde olmalıydı. yarı açık gözlerle arama eylemini bir kaç dakika daha sürdürecekti. bir ara çakmağın ayaklandığına ve parmaklarından köşe bucak kaçmakta olduğuna yemin edebilirdi. sonunda, uzanabileceği en uzak noktasında buldu onu.

    her nefes çekişinde, gözünün önünde siluete ilaveten kelimeler, cümleler peydah oluyordu. güzel ezgi oluşturmuş bu nota dizilişinde altı çizili olanlar vardı ki aynada hatalarını kendi yüzüne vurabilen insan haysiyetine sahip, teraziyi kırmayan en ağır notalardı. biri diğerini ölümüne severken, diğeri bu kadar sevmesine anlam veremeyen -çiftler'i oynuyordu siluet ve notalar. notalar hangi rengi giydiyse de hangi kelimeyi sırtladıysa da pek ilgi çekici olmamıştı siluet nazarında. buna da alışmıştı.

    alışmıştı alışmasına da yorgunluk saç diplerinde yıkanmış, göz kapaklarına serilmişti çoktan. saçları cansızdı. canı daha bir cansızdı. tüm bunların aksine bir de gülümseme vardı yüzünde ki hiç de acınası gelmeyen cinste, kimsenin küçümsemesini gerektirmeyecek olgunluktaydı. ayrıca dişlerini saklaması durumu ve gülüşündeki asimetri, bu durumu destekler nitelikteydi.

    hayatının kilometre taşlarında renkler asılıydı. hangisine basıp da geçtiyse bir diğerine ulaşıncaya kadar o rengi yansıtmasıydı tüm mesele. bir yanlışla; yeşili görünce mavilik unutulmalı mıydı?

    elbette meyve, dalında çürümeye terkedilmemeli; en olgun, en tadında olduğu vakit koparılmalıydı ve öyle de olmuştu. yine de içini rahat tutmaya yetmiyordu bu düşünce. iç sesi, diğeriyle tartışırken o, bu durumu görmezden gelemiyordu. ve ikisini de haklı bulduğu vakit de duvarda yahut gözünü akıttığı her çehrede aynı siluet ve altında notalar beliriyordu. bu safsatayı ömrü boyunca tekrar yaşamaya rızası yoktu. herkes zamanı gelince kendi kıyametini koparma gücüne sahip olsa nasıl olurdu acaba? o düşünceye bir daha kapılmayacağına dair söz vermişti kendi kendine.

    yine dişlerini göstermiyordu. eskiden yazdıklarını okumak artık üzmüyordu eskisi kadar. bilakis hoşuna gidiyor hatta kendiyle gurur duyduğu zamanlar, cümleler dahi olabiliyordu. tek korkusu, günün birinde küp şekerin altında kalarak mefta olan bir karınca misali olmaktı ileride. söz gelimi tek sevdiği, en çok sevdiği şeyi yapmak, doğaya olan bağlılık noktasını gün yüzüne çıkarmak demekti. bu da durum itibariyle kolay hedefi olma fırsatsızlığını artırıyordu notaların. hep acı telden, yankısı hiç kesilmeyen dipsiz kuyudan geliyordu zira. en azından böylesine sancıyla uyanmasa mücadele edecek gücü olacaktı. nitekim renksiz, küçük mü küçük bu haplara tüm enerjisini hibe ediyordu, her gün üstelik ve gönülsüzce. parasını çoktan ödediği bir sağlıktı tüm istediği. çekmecesine küçük notlar halinde biriktirdiği cümleleri birleştirmek istiyordu hayatında. vebalini çoktan çektiği bir dinginlikti tüm arzuladığı...

    kafası, mikserden geçmiş pasta hamurundan farksızdı. uyandıktan daha bir-iki saat geçmeden hep bu kıvama gelirdi. manyetik alanı o kadar kuvvetliydi ki bu çekim gücünün, hangi duyguyla yahut hangi sevinçle yaklaşırsa yaklaşsın, kara deliğe kapılan yıldız gibi, ufalanarak yok oluyordu. yok olduğu yetmezmiş gibi kara deliği bir kademe daha büyütüyordu bu işkence.

    en iyisi mi, yazarak süzmekti. kırmızı kalemini almaya yeltendi az evvel çakmağını aradığı çekmeceden. yine aynı çekmecenin üzerinde savrulmuş vaziyette duran kağıtlardan boş olanını aldı tek hamlede. kağıdın altına destek niteliğinde de küçük notlardan ibaret günlük misali yeşil kareli defterini iliştirdi. bu kez kırmızı kalemle yazacaktı;

    bu renkte yazdıkları sahibine hiç gitmemişti daha önce. yine gitmeyecekti.

    siluete bir daha baktı,

    bir nefes daha ...
    0 ...
  50. denge karizması

    1.
  51. denge, nam-ı diğer statik mutluluk rezonansı...
    zamanlamanın ikinci mertebeden integral çarpanıdır. parmak ucunda yürümenin, baget çevirmenin, kafa üstünde
    dönmenin, parmak ucunda top çevirmenin poker ortağı; denge...

    zamanlama deklanşörüne basarsak, hatırlayacağız şu kareleri;
    son lokmayla son yudum uyumu vardır. sigara söndürmeyle muhabbete nokta koyma falan.
    zamanlama ve oranlama çok önemli sözlük. bir anlamda etki-tepki sayılır bu hamleler.
    misal, yürürken arkana bakarsan yavaşlarsın. çünkü beyin, gözün gördüğüne gitmek ister. yakınlık, uzaklık
    duyusu olmaksızın. göz, her zaman hedefte; yönelim hedef doğrultusundadır.

    karar değiştirme ivmesi ne kadar büyükse kaza riski o kadar büyüktür. sebebi düşünmeye vakit kalmamasından.
    ya elinizde olmayan durumlara ne demeli? hani şu ayağınıza dolanan mutluluktan bahsediyorum.
    bazı dakikalar vardır hayatta. söyleyecek çok şeyinizin hatta en çok şeyinizin olduğu dakikalarda boğazınız
    kurur. nefesinizin hızlanması, kuruluğu gitgide destekler. öyleki, kimi zaman en can alıcı kelimede sesinizi
    yutarsınız. hızlı ve öfkeliler iyi bilir, tam vitesi beşe takacakken kırmızıya yakalanmayı.

    çiçek, en güzel, en renkli halini aldıktan sonra güneş solmaya başlar. aksi takdirde güneş, günlük tirajını
    kaybeder. velhasılı, anlaşılacağı gibi farklı durumlarda aynı etmen, biz ölümcüllere yerçekimini
    hatırlatıyor. sebebi zarar görmeyelim diye midir, bilemem.

    yalnız şöyle de bir durum var ki, bizler kendi olgularımızı dengeye getirmiyor/getiremiyoruz. sadece varolan
    dünya dengesinin bozulmaması için konum ve hedef değişikliği yapmaya maruz bırakılıyoruz. kendi dünyamızdaki
    gerçekleri küçük küçük yalanlara bölerek halletmemiz isteniyor, dengenin bozulmaması için.

    sevdiğimiz, istediğimiz ve emek ettiğimiz şey aynı kişide/nesnede kesişiyorsa doğa açısından orada bokluk var.
    insan mutluluğu doğa için bok çukurudur. ve her zaman anti planı vardır; kader.

    karşı çıkanlara teşekkür ediyorum şimdiden. zira bu giri çok desteklense yine bir bokluk vardır. bunu istemem.

    konu saçmalamaya başlayınca yazı son bulur. kafa duman olur, laf boka sarar falan. ama dengeyi bulmak adına
    bazen lafı bile yarıda kesersin işte.
    0 ...
  52. baş parmağın keratalaşması

    1.
  53. baş parmağın, ayakkabı çekeceğine münhasır kavis kazanması durumudur. üst yüzeyindeki kızarıklık olayın ciddiyetinin sadece ilk belirtisidir. başlarda pek önemsenmez.

    ikinci dönemde, tırnak diplerinde çekilme, damarlarda incelme görülür. bu, sonradan kazanılmış alışkanlığın morfolojik yapı üzerindeki önemli etkisidir. dikkat çekici bir o kadar da yanıltıcıdır.

    son aşamada, iskelet ve kas sistemine entegre olmuş ancak sonraki nesillere aktarılamayacak bir fonksiyon kazanmıştır baş parmak.
    bir baş parmak ne kadar esnek olabilirse o kadar esnektir. ince, fevkalade esnek, kolay katlanabilir ve şekil değiştirebilir. farkı görmek için kör olmak lazım.
    2 ...
  54. kırmızı giymiş şarap hatırası

    1.
  55. mermilerin havada çarpıştığı, her an her adım başında bir neferin şehit olduğu bir savaş vaktiydi. bu kez siperde ne çarıklı anadolu insanı ne de hedefte anzak vardı. takati kalmamış güneşin sırtını döndüğü, kemoterapi gören zavallı ağaçlara has griliğin gökyüzüne adi bir karabasan gibi çöktüğü bugün, aşkı kendinden utandıran iki kadehin savaş vaktiydi.

    dallar intihara meyilli yapraklardan ibaretti uzun zamandır. evlerine çekilmiş salasını bekleyen onca yaşlı içinde göze çarpan tek şey -çok şükür tanrıya- lütuflarıydı. öylesine boğuk, öyle samimiyetten yoksun çıkar oldu ki artık duaları ve bedduaları layıkıyla göndermek neredeyse imkansızdı.

    sahi imkansızlık zavallı insan beyni için kodlaması olmayan lüzumsuz bir şifreyken beden için küçük ama nefes kesen bir aşıydı. öyle ya beden, yalnızlığa gerilmiş küçük bir çarşaftı en nihayetinde. ve kabullenmeme gibi bir lüksü yoktu onun.

    gözleri doluyordu her adımda. ruhundan kattığı acı tebessümü de kalın kaşlarına asılmış prangalar gibi sırıtıyordu. aslında sırıtmak bu insan için türetilmiş bir -kinaye- idi. zira kıyafetleri bedenine, başı omzuna, gözü kulağına sırıtıyordu. ancak bu durum, düşmanca arkadan değil bilakis dost gibi yüzüneydi.

    yavaşladı. bir zamanlar hevesle çıktığı o yokuş yine bugünlerde kime eriştiğini bilmediği yol-kenarı karanlık patikası gibi gelmişti. eğimi hangi dünya aracı için hazırlandığı merak uyandırsa da bu seferlik nefesi kesilmediği için oralı olmadı. yine aynı yokuşun başındaki bahçeye ait sarı sandalyeli turuncu masalara takıldı gözü. öylesine sırıtmıştı ki bu gri güne, kendinden bir parça bulmakta zorlanmadı. işin şakası, o bu duruma gülemiyordu. zira ilk umutların ekildiği o canlılık, şimdilerde çernobil'den geriye kalan üç beş masaya denkti.

    bir şeyler hakkında ümit sahibi olabilmek uğruna, zaten bedenine sonradan monte edilmiş gibi duran kafasını bağışlayabilirdi. zira kafası ters dönmüş testi gibiydi. aklı-fikri ve duyguları usulca akıyordu. bu, ruhun bedenden ayrılmasına ne kadar çok benziyordu! ölüm sonrası, ait olduğu güce; tanrıya gider gibi uçuyordu duygu cümbüşü.

    biraz daha bekleyecekti. hal bu ya şikayetçi de değildi. kelimelerin terkettiği aklında ne eskiden kalan bir ezber ne de geleceğe yatırım yaptığı mutluluğu vardı. kaskatı vücudunda canlılığa dair tek kalıntı ise demin yaktığı sigaradan devraldığı kuru öksürüktü. bulunduğu yerden sarı sandalyeleri ve turuncu masayı görebiliyordu. masayı, gözleri sevgiden parlamaklı bir çift tarafından doldurulmuş şekilde hayal etti. fazla konuşmaktan kaçınmalarına rağmen birlikteliğin keyfini çıkarır gibi yudumluyorlardı çayı. diğer elleri masanın altında olan bu iki kişinin, sanki kalplerini avcunda saklıyor ve birbirine sunmak için doğru şarkıyı bekliyor gibi bir halleri vardı. henüz bu kare oynarken ağlamaklı bir ünlem düşürüverdi hayalin ortasına. asıl sebep demin tek nefes alıp, içmeye unuttuğu sigara parmaklarında küle dönmüş, haliyle dibinde kalan ateşi de tenine temas etmişti. bir süre yelkovanı takip etti. turuncu masa ise hala boştu.

    cebini yokladı. bir sigara daha yakacak zamanı olduğuna emindi. yastık altındaki güzel cümlelerini tekrarlıyordu içinden. hatta bir ara aklında nasıl olduysa yer edinen ender şiirlerden birisi olan aynı kadehten şiirini mırıldandı. her ne kadar kendi sesinden çıkınca anlamını yitiriyormuş hissine kapılsa da devam etti. tam o anda çok daha karamsar bir tavırla onun bulunduğu yöne el işareti yaptı.

    o geliyordu işte. daha manalı bir gökyüzü hayal edemezdi. ne yapacağını çok iyi biliyormuş da buna karşın yapacak hiç gücü yokmuş gibiydi. grilikten aldığı halveti selamlamasına da yansıttı. turuncu masaya gitmeyeceklerdi bu sefer. yürüyorlardı.

    bazen gidecek tek yeriniz ve tek hakkınız varsa yürümek, adımların birbirini tekrar etmesinin ötesinde bir anlam kazanabiliyor. her adımı attığında ufalanarak ardına düşen kristal taneleri vardı. ve görünmeseler de sesine yansıyordu.

    bu vakit konuşmanın olmadığı, tablo havasında asılı kalmış kelimelerin kalıbını kırmaktan yorgun düştüğü bir savaş haliydi. bakışmalar yer yer çarpışsa da yenen olmayacaktı.

    sonunda önceden tasarladığı yere geldiler. zamanını, zamanı durdurma isteğiyle harcamak yerine muhabbete harcamakta niyetliydi. kadehleri yavaşça doldurdu. çıkan sesi unutmayacağı kesindi. önceleri konuşmaktan yorulan bu iki beden, şimdilerde sohbete kurak bir vahanın kalan son damlaları edasında aralıklarla ve olabildiğince soğuk şekilde devam ediyordu.

    yudumlamaya başladılar. kız, düşünceli ve üzgün olmasının yanı sıra gerginliğini saklamıyordu. ancak yine de kısa ve alabildiğine kızıl saçlarına örttüğü krem rengi örgü beresiyle konuk olmayacağı şiir yoktu. adamsa büyüyü bozmamak uğruna aralıklarla konuşuyor, deniz manzarasında beyaz eldivenlerine şarap kadehini sıkıştırmış ve zihninden bir ömür çıkmayacak bu kişiyi, zavallı kafasına ilmek ilmek işliyordu. orta çağdan kalma katedral tablolarını ağzı açık izlemeye koyulan ve hayranlıklarını gizlemek bir yana o tarihte yaşamak için can atanların hislerine ortak oluyordu.

    ve ona sarılmıştı! sımsıkı hem de. parmakları onun gamzesindeydi. ayrıca şairanevi tavırlar sergilemeden, bir anda gerçekleşmişti ki her zaman olduğu, hatta daha bir kendisi olduğu gibiyken. hiç konuşmamıştı ve yine de o bir bir anlamıştı. sahibine kavuşan hisler şimdi yeni bir soluk kazanmıştı.

    nihayet son yudumdaydı. öylesine sarılmak isterdi ki. ancak yeniden dalmamak adına birkaç soru peydah etti kalan son aklıyla. gözlerini yeniden kadehine dikti. içme eylemi ne kadar ağırdan alınırsa o kadar ağırdan alıyordu. o ise çoktan bitirmiş gitmek ister gibi bir kaç adım ileride denizi seyrediyor bir yandan da cevap vermek için titizlikle düşünüyordu. halbuki cevapları umrunda değildi. bu adam şuurunu içiyordu. zamanı akıttığı bu kadehini karşısındaki güzellikle tatlandırmıştı. şu senaryodaki tek yanlışın zaman olduğunu düşünerek içini rahat tutmaya çalışsa da önünde hayalinde oynayanından daha masum duran birisi vardı. ve şişede duran bir veda aroması.

    kadeh elindeydi. son zamanlarda hep bu adam konuşmuştu. uzun cümleleri severdi ve konuyu dağıtıp, yirmi dokuz harften yararlanmaktan zevk alırdı. dinliyordu karşısındakinin anlattıklarını, cevaplarını, sorularını. ağzından çıkan her şeye dikkat kesilmişti. bu arada denizi izliyor bir yandan da ileride kulağında yankılanma ihtimali doğan cümleleri tekrar ediyordu içinden.

    sımsıkı sarılmıştı. hayır hayır. o hayali kurmamalıydı. ama ya gamzesi?

    son yudumu da nihayet bitirdi. usulca duvarın dibine, şişenin iki yanına iki farklı kadehi koydular. farklı olacaktı elbette. aynı göründüklerine bakmayın siz, ikisi birbirinden ne farklı duygularla içilmişti.

    yokuşun başına kadar birlikte yürüdüler. son adımlar atılıyordu. bu adımları özleyecekti bu adam.

    durdular. aslında sadece formalite yerine geliyordu. bugün olanlar, çok zaman önce yaşanmış nitekim bitmiş ancak sırf tanrı mutlu olsun diye canlandırılmışa benziyordu. ne yazık ki bir şeylerin değişmesi ihtimali, az evel gevrek bir yaprak gibi bıraktı kendini toprağa.

    bir şey olmuyorsa olmuyordur. bunun örneğini bu adamdan daha iyisini ancak romanlar verebilir.

    adım attıkça hızlanan kristal taneleri yanağıyla her buluştuğunda adım atma gücü azalıyordu. derhal sigarasını yakmaya koyuldu. sanki doğadan az evvel olanlara karşılık bir cevap bekler gibi gezindi gözleri. turuncu masaya bakmamak için ters yönden yola koyuldu.

    hiçliğe çok yakındı. az önce sesi kulağında yankılanan o kişi için sıradan birisi olmaya tek adım kalmıştı. sadece bu düşünce bile içindeki hiçliği kora çevirebiliyordu. sigarasını içerek ilerledi.

    ve sıradanlığa karıştı. herkes gibiydi. bir vasfı yoktu. en azından tanrı senaryoda değişikliğe gidene kadar oynanacak yeni bir canlandırma olmayacaktı.

    tanrıya teşekkür etti son nefesini çekerken. yine teşekkür etti, tanrıyı utandırırcasına.
    2 ...
  56. topal eşek senkronizasyonu

    1.
  57. hoca, bu başlıkta kan çıkar demedi deme. öyle ki çıkan kan yedi düvele yedi farklı şekilde paylaştırılabilir.

    gözleri tepsiye dikilmiş, çay salınımını izlemekten ağır aksak yürüdüğünü unutan, bu da yetmezmiş gibi para üstünü tepsiye özenle yığmış insanlara çok tanık oldum. çakallık ya, büyük para bozdurduğunu sinsice belli edecek ekseriyetle de çayı ısmarladığı kişinin gözleri önünde cüzdanına iliştirecek şıkır şıkır. sonra ''ee nası gidiyo'' lafını eve çağırma mevzusuna getirinceye kadar dolandıracak. az değil bu çocuklar!

    dikkatimi çeken bir şey var. tanıdığım tün insanlar, nazarım değmesin lakin vahyedilmiş ruhani sülfür karışımıyla dolup taşmakta gözlerinden '' ben insan sarrafıyım la, kimin ne mal olduğunu şak diye anlarım haco'' enerjisi taşmakta. ne giysem yarışmasında göremezsiniz böylesi süzüm süzüm süzmeleri, efendim el kulak memesinde kaşlar birbirine paralel ifadelerle '' bana fazlasın'' der-gibileri.

    hayır beni çok iyi tanısan eline ne geçecek orası da meçhule gidiyor. peşinen diyeyim not alma özürlüsü bu bünyeye, final haftası kankalık sökmez! hem çocukların pamuksu kapıcıklarındaki kaymakta olan yumurtalarını seyretmek keyfime ayrı bir keyif de katmakta.

    oysa lisede sınav öncesi derslerde bu durum, ileride oluşacak gerçek sevgiye mahal verirdi. bir sonraki sınavlara çalışmamak da işin ciddiyetine ciddiyet katmaktaydı, neyse.

    cece ye kalmış kız çığlığı... hocam tek derse kaldım deyişleri, yarın beraber çalışalım canımcımlar, berkecan'ın evinde notlar vardılar...

    sürü görüyorum. bir sürü hemde. kahkahaların kesilmediği, ''ahaha'' ların aralık vermediği, hunharca salyalar saçan bir sürü. güruh demeliydim sanki. hayır hayır, bunlar bildiğin vurdumduymaz bir sürü. kurbanlık seçerken, seçtiğiniz koyunun yanındaki -sıra bana hiç gelmeyecek- miş havalarında otlamasına devam koyunlar gibi; vurdumduymaz bir sürü.

    dinlemeden kahkaha atabilen enerjiye sahip, en kayda değer analizleri '' hava bugün daa ii'' den öteye geçemiş bir sürüden ki en büyük paylaşımları ''falan filan. aynen ya'' ları birbirlerinin ''hahaha''larına fütursuzca yapıştırabilenlerinden bahsediyorum.
    neyse ki hepsi de biliyor işin aslı hep başkalarına güçlü, mutlu görünmek ve zaman sikerteci espirilerle '' ben siz yokken de sıkılmıyorum, bak arkadaş çevrem var haha'' mesajı vermek için toplaşmış, ensest dosluklar safsatasının doruklarında bekaret vermiş sinsi insanlar topluluğu olduklarını.

    biyolojik saati içine yalnızlığı seçenler candır, canandır. hasta adam, yorgun demkrat, ununu elemiş eleğini asmış tombul teyzelrdir onlar.

    düşündüm son olarak. bir insan eş zamanlı kaç farklı iş yapabilir diye. gördüklerimle, benim dünyamda yaptıklarım arasında uçurum var. o uçurumdan atlasanız, ölecek vakit yaz saati uygulamasıyla sonsuzluğa tekabül eder. öyle işte.
    hem kaçınız aynı anda mesaj atarken, birinin derdini dinler gibi yapabilir, aslında aklı ne mesajda ne de derdini dinlediği -dostunda-, ortamda kesecek kız-erkek olmadığının hayal kırıklığı içinde ne yapsam diye düşünürken, ağzından çıkanların ''akıl verme'' türevinde şeyler olduğunu farketmek bir yana sigarasının külünü bir nefes sonra çırpmaya karar verebilir?

    yok yok! ben de az değilim hani. lafı uzatmak için arka kapımı yırtıyorum, komiklik olsun diye kırk takla atıyorum falan. olsun, anormallik sonradan kazanılmaz. doğum lekem beynimdeymiş benim. ziyanı yok. ama an azından sekronizeyi bozmaya çalışıyorum. tek mesele bu.
    1 ...
  58. eğer çok seversem klişesi

    1.
  59. ''...peki aldatırsa affeder misin onu? ''
    - eğer çok seversem, evet. diyebildi.

    tebrik edilesi mi en ağır ithamlarla kalbi kırılası mı karar veremediğim, anlayamadığımdır. sözüm aldatanı affetme yahut aldatandan nefret etme durumundan ziyade az veya çok sevmek ve bu durumdaki sevgiyi belirtme kombinasyonudur. ne yani, az sevince el ele tutuşur ama öpüşmez, az dan çok sevince yanında yatar ama dokunmaz, çok sevince tek vücut mu olacaksın sanki. koordinat düzleminde ekstrem noktalardaki sevgiye karşılık sabit davranış içgüdüsü mü var? var ve yıllar geçti ben öğrenmekte mi geç kaldım.

    sevgiye paha biçmek onu incitmez mi? insanın birkaç arkadaşı, yine birkaç dostu ve içinde bulunmak zorunda kaldığı sahte kalabalığı vardır, katılıyor muyuz? belli dönemde saçma nedenlerden dolayı yakınlaşma olur, kriz anı geçtikten sonra kalabalık dağılır, savaş sonrası tenhalık kaplar caddeyi.

    trajedi yapmadan bir örnek versek, rengarenk ferrarilerle garajını doldurabilen bir bünye için, ferrari hediye etmek sevgi gösterisinin hangi mertebesinde olmalı? sıradan mı yoksa vazgeçilmezinden mi? ya kimsesiz büyümüş, kağıt toplayan bir bünyenin sevgi gösterisi nasıl olmalı?

    bu insanlar çok sevince neler yapabilir? az sevdiğinde ne oluyor ki? jest yaparken temel amaç, imkan dahilinde sunulanlara değil kızgınlığım. yani seviyorsun ama çok değil; her an vazgeçebilirim olsa da olur olmasa da. yumurta topuk delikanlılığı yapacak değilim ancak bu duyguyla sevgiyi örmek, birayla abdest almaya benzemez mi?

    demem şu ki, seviyorsan cevabı evet ya da hayır olmamalı mı? misal karın ben seviyor musun dediğinde kaçımız '' bilmem seviyorum da pek fazla değil yani'' diyeceğiz? ha farkında olmadan, deliler gibi seviyorum deyip az zaman geçmeden baş harfini unutanlara da diyebileceğim pek bir şey yok. ama cevabın evet mi hayır mı? miktara girme. sevgi enerjiyse, enerjinin azı çoğu olmaz. vardır yahut yoktur.
    0 ...
  60. daha fazla entry yükleniyor...
    © 2025 uludağ sözlük