çok eskiden berberlerin sakalları köpürtmek ve yumuşatmada en çok kullandıkları ürün idi.
köpüktü, gillette gibi yabancı markalar yoktu ülkemizde. üzerinde sakalları köpürtülmüş traş olan bir erkek resmi olan, arko traş sabunu şimdi tarih oldu tabi.
yakın bir iş arkadaşım için şu an yaptığımız şey. öncesine geleyim. başlık konusu akciğer ca başlığına uygun olsa da, ailesi veya kendisi için takip eden insanların belki de görüp üzülmesini istemediğim için yazmadım oraya. maksadım neye niyet, neye kısmet, bunu anlatmak.
ben 2018 yılında yakalanmıştım 3.evrenin başında akciğer kanserine. benim tedavi ve atlatma sürecime bire bir şahit olmuşluğu olmasına, kendisi günde 3 paket sigara, akşamları da 1-2 kadeh rakı içiyor olmasına rağmen yaşantısına devam etti.
2019 yılında bu arkadaşımın başının arkasında yağ bezesi görünümlü küçücük bir şişlik oluştu. sonra bu şişlik azar azar büyüdü. 1,5 yıl sonra küçük bir elma büyüklüğüne ulaştı. o zaman bunu operasyonla aldırmaya karar verdi ağrı yaptığından dolayı. tahliller yapıldı, mr çekildi. ameliyat olacağı günün sabahı erkenden hastaneye gitti. op. dr. raporlarına bakarak, "senin işin benimle değil" diyerek daha geniş tetkikler için bir onkoloji doktoruna sevk etti.
beyinde tümör, 2 akciğerde de büyüklü küçüklü karsinom malign tümörler, kalça kemiğine ve pankreasa metastaz yapmış. açık sözlü bir prof. bu hastalıkla bu verilerle en fazla 1.5 yıl yaşarsın" deyince adama çok gücendiğini söylemişti.
neyse uzatmayayım. sonraki işlemler klasik. önce şaşkınlık, sonra "neden ben?", sonra "daha yapacak işlerim, kurulacak hayallerim vardı" cümleleri kuruldu.
bunlar olurken kemoterapi, radyoterapi yapıldı. ilk zamanlar tedaviye iyi cevaplar verdi, sonra düşmeye başladı. bu defa genetik test yapıldı, buna göre kendisine özel ilaç hazırlanmaya başladı. bu da bir müddet idare etti. bu arada ağrılar gitgide artıyor, morfinle ağrısını kesiyorlar.
son tahlillerde, beyinde başka bir tümör, bayılmalar, yürüyememek eşlik etti. ağrı kesicinin dozu artırıldı, kaslar erimeye başladı. en son kalbi 15 dakikalığına durmuş, tekrar çalıştırmışlar, şimdi entübe durumda yoğun bakımda.
birlikte bu hastalığı yenip, çatalca'da et mangal yapma hayalimiz vardı. şimdi kendisi dışındaki herkes, eğer inanılmaz bir mucize olmaz ise ölümünü bekliyor. son cümle sigara içmeyin, içtiğiniz her paket, acılarla gelen kansere giden yola döşenmiş bir taştır.
benim de lisedeyken sınıf birincisi, benden daha çalışkan bir arkadaşım vardı.
saka, iskete, florya gibi kır kuşlarını tuzaklama yaparak yakalardı. yakalayacağı kuşun cinsinden bir tanesinin ayağına ip bağlayıp, kenarına ip bağlanmış çektiğinde düşecek ince gözenekli bir ağın altına çiftleşme umuduyla gelen kuşu bu şekilde yakaladıklarında sevinçle çığlıklar atardı.
"bunlar papağan gibi değildir, doğada yaşayan evcilleşmeyen kuşlar" diye, bir iki kez uyardım kendisini. bana gülerek, "oğlum bu bir tür hastalık demişti. okul bitti, üniversite hayatları başladı ayrıldı yollarımız. yüksek okul zamanları hiç görüşmedik. sonra okulu bitirip evlendiğini, bir şirkette muhasebe müdürlüğüne yükseldiğini öğrendim, hatta kendi evini aldığı haberini de aldım.
yaşlarımız artık 30'a vurmuştu tahminim. bir pazar günü sabah saatlerinde, boğaz köprüsünde arka koltukta kucağında kafes varken meydana gelen trafik kazasında, kafesin tellerinin vücuduna girmesiyle vefat etmiş. ölümünü geç haber aldık sınıf arkadaşları.
bir haksızlık, kul hakkı olduğunda o alacak, mutlaka bir gün çıkacaktır.
aileleri, çoluk çocuğu kalabalık da olsa bu değişmez. yanınızda birlikte zaman geçirdiğiniz insanların sizi yalnızlıktan kurtardığını düşünecek kadar saf değilsinizdir herhalde.
yalnızlık, insanın kadim kaderidir.
o nedenle hayatınızı olaylara ve insanlara bağlamayın. bir amaca bağlamanız sizi bu duygudan tamamen kurtarmasa da anlamlı, güzel işler yaparsınız. bu da mutluluk verir.
yalnız geldiğimiz gibi bu dünyaya, yalnız gideceğiz heybemizde biriktirdiklerimizle birlikte. bu dünyaya en güzel miras, bırakacağınız ayak izleridir.
serbest yaptığım işe ek olarak, minnoş bir sermaye ile küçük bir ithalat işine el attım. ilk zamanlar al ver güzel iş yaptık. almanya merkezli firma türkiye'de bir firma kurdu ve ürün kalemlerini bu firmanın üzerinden göndermeye başladı.
son partide bozuk mal geldi ve geri veremedim. bozuk mal gelmesi umurunda olmayan yurtdışı firmanın türkiye mümessili firma senetlerin vadesinden 1-2 ay sonra, beni icraya verdi. yaklaşık 2007 yılı rakamlarıyla 75.000 lira icra davası açıldı. ana para yaklaşık 40.000 liraydı. (kirada oturduğum evin satış bedeli 80.000 liraydı, fikir vermesi için belirteyim dedim.)
kredi çekme veya borç alma durumum yoktu. mecburen elimdeki vasıfları iyi olmayan malları anadolu'daki çoğu şehre, eski arabamla, arka koltuğuna ve bagajına malları doldurup dolaştım. otelde kalmadım, yani kalamadım. benzin istasyonlarının kuytularında yattım geceleri. ama o bozuk malların alayını 1 ayda sattım. üstüne de 15-20 bin lira kazandım. çakal firmanın alacağını icra dairesinde cadı avukatına ödedim, hazır dedim elim değmişken şunlara bir kusurlu mal davası açayım dedim, mahkemeye verdim firmayı. iş olsun diye e-devletten davayı takip ediyordum arada sırada, açtığım gibi kaldı nedense, ben de bıraktım peşini.
bu arada bana "abi gel birlikte yapalım bu işi, sermaye benden, gayret senden v. s." diyen eski patronlarımdan biri, firmanın adını irtibat bilgilerini öğrendikten sonra, ben icrayı ödemeye çalışırken, o malın türkiye satış ve pazarlama temsilciliğini almış. bunu da bütün borçlarım bittikten sonra öğrendim.
yukarıdaki son paragraf; para için haysiyetsizlik yapan zengin patronlara gelsin. gözlerini doyuramıyoruz efendim, yedikçe daha çok azıyorlar.
bu iki kelimeyi birlikte her gördüğümde tüylerim diken diken olurdu, şimdi birlikte takılıyoruz kendisiyle. biraz uzunca yazabilirim belirtmiş olayım.
sigara içerdim ama çok abartarak değil. günde 1 paketten az diyeyim. bunun yanında haftada 2 kez halısahada maç yaparım. hareketliyim, enerjim iyi, görünümümüm yaşıtlarımdan en az 10 yaş aşağıda olduğunu çok söyleyen oldu. olgunluk çağlarındayım yani. ağustos ayı ortasında, yine bir halı saha günü ve top oynarken kolumun üzerine düştüm, ertesi gün şişti. bir sağlık merkezine gittim. o an spontane bir şekilde sol kolumun dışında, kısa zamandır ağrıyan sağ omuzumun da röntgeninin çekilmesini istedim.
sol kolumda bir şey çıkmadı ama sağ omuzumda minik bir kas yırtığı dışında, raporun en altında bir kitleye rastlandığı belirtildi. omuz mr'ı çektirmemi önerdiler. orada da çıktı aynı kitle. oradan bilgisayarlı tomografiye evrildik.
evet, yine 6.5 cm.'lik bir kitle görünüyor dediler. (kanser lafını kullanan hiç kimse yok bu arada.) göğüs cerrahı biyopsi istedi ve pet. ch denilen bütün vücudu tarayan bir görüntüleme istedi. sonuçların çıkması 1 haftayı bulacaktı. psikolojim altüst tabii, atladım arabaya tatile gittim. "oğlum, nasılsa kazık girmiş" dedim "keyfince takıl." çok iyi geldi, adeta unuttum.
dönüşte sonuçları aldım. küçük hücreli dışı, adenokarsinom. ilk anda tabi şok yaşıyor insan, "ulan daha yarım kalan bir sürü şey var yapacağım" diye düşündüm. zannederim en ağırıma giden şey bu oldu.
sonra alışıyorsunuz. ünv. hastanesinde 1 kür (1 hafta arayla 3 kez) kemoterapi aldım, 1 kür daha alacağım. sonrası radyoterapi. tümör küçülürse ameliyat. son durum bu şekilde. kötümser bir tablom yok bana göre, 3a evresi deniyor ama ben hala top oynuyorum, depar atıyorum, gol atıyorum sahada.
doktorumun "oynamasan iyi olur" demesini duymazdan geldim. 1 haftadan bu yana saçlarım dökülüyor, bunun geçici olduğunu bildiğim için pek üzülmedim. bundan daha önemlisi, acıyan bakışlar. bana benden çok üzülen insanlar da gördüm. kimini ben rahatlattım. rekabet halinde olduğum kiminin gözlerinde de sahte üzüntüyü gördüm, hatta gizli bir sevinç.
insanlar ne tuhaf. en sonunda bir karar verdim, hayatıma girmiş veya yakın ailemden kiminle sorunum varsa halletmek fikri çok mantıklı geldi. eski eşimden başladım, abimle (ve bir iki kişi daha var bunlar dışında) sorunlarımızı çözdük. ya da onlar giderayak sorun çıkarmak istemediler kendi vicdanlarına.
sonuçta ilişkilerimi yeniden yapılandırıyorum, devlet bile yapıyor bunu. kişisel olarak bunu yeneceğime inancım kesinlikle var. umarım filmin sonu güzel biter. yönetmen tabi ki benim abi.
louise hay isimli bir yazarın "hastalıkların zihinsel sebepleri" isimli incecik bir kitabını okumuştum, aşağıda yazılanlarla paralellik gösteriyor içeriğindeki yazılanlar.
türkiye'nin ilk onkoloğu denebilecek prof. dr. bülent berkarda röportajından;
kanser tedavisinde moralin önemi sık vurgulanır. tedaviye katkısı tam olarak nedir? moral bu işin yüzde 25’i. düşünceler beyinde nöropeptit üretimini tetikler. neşeli insan ile kederli insanın nöropeptitleri birbirinden farklıdır. iyi şeyler düşünürsen iyi nöropeptitler üretirsin. bunlar kan yoluyla tüm vücuda yayılıp bağışıklık hücrelerini çalıştırır. bir tür enerji parçacığı gibi. hastalarıma neşeli insanlarla buluşmalarını, neşeli kitaplar okuyup komedi filmleri izlemelerini öneriyorum.
norman kazan’ın bir kitabı vardır; orada ‘kanseri hergün dört kere şarlo filmi izleyerek yendim’ der. durduk yere kahkaha atarak bilinçaltı kandırılabilir. hasta eğer hala mutsuzsa yine de neşeli filmler işe yarar mı? aslına bakarsanız sebepsiz de gülünebilir. günde yirmi kere ‘hahahahah’ diye gülebilir hasta durduk yere.
ama bunu şimdi kime anlatacaksın, bizim millet inanmaz böyle şeylere, şüphecidir. halbuki beyin onu gerçek sanıyor. şuuraltı kanar. ne dersen ona inanır. kahkaha atıp iyiyim de, iyiymişiz der, kötüyüm de, kötüymüşüz der.
insan vücudu bir gemi gibidir. emirleri kaptan verir, makine dairesi emirleri yerine getirir. bizde de kaptan beyindir. bilinçaltı da makine dairesi.
telkin çok önemli. oturup günde on kere bugün çok iyiyim şükür de, karaciğerin, dalağın, akciğerin ona göre çalışır. işte kaptan iyiyiz derse beyin iyi endorfin salgılar.
2. mahmud'un yeniçeri ocağının dağıtılması sırasında kaçanlarından bir kısmının belgrad ormanına kaçmaları, orada saklanmaları ve belgrad ormanının padişahın emriyle yakılması olayı bana göre çılgın bir karardır.
şöyle ki; halkı tamamen rum olan belgradcık köyü zengin ecnebi turistlerin, istanbul’daki sefarethaneler erkânı ile irtibatlı misafirlerin bir sayfiye, av yeriydi. ingiliz müverrihi ve edibesi miss julia pardo’nun constantinople (istanbul) adlı eserinde şöylece anlatıyor:
“1823 yazına kadar belgrad ormanı kestane, gürgen, meşe, ceviz, ıhlamur, çınar ve her cins kerestelik ağaçlarla son derecede zengindi. maalesef bu sıralarda yeniçeri katliamında kellesini kurtarıp şehirdeki diğer ayaktaşlarıyla birlikte kaçanlar belgrad ve mudanya ormanlarına sığındılar, cüretkârları anadolu'da ilerleyerek bursa dağlarına yayıldılar. uzak görüşten mahrum olanları da karadeniz sahillerindeki sık ormanlarda saklandılar. bir müddet meyve ve ot yiyerek geçindiler.
fakat bir af çıkmayınca, istikbalden ümit kesilince sekizer onar kişilik çeteler halinde yolculara saldırarak mallarını aldılar, kanlarını akıttılar. nihayet bütün yollar salimen geçilemez oldu. hükümet onları tedip etmek için müteaddit teşebbüslere girişti, fakat eşkıyanın sayısı yüzlere çıkınca üzerlerine gönderilen kuvvetlere meydan okudular. bir müsademede yakalanan yeniçeri, ayaktaşlarına gözdağı olmak için muhakeme edilmeden boğuldu, cesedi yol kenarında bir ağaca asıldı, dağılmalarına müessir olmadı.
bu hallere çok kızan ve uğraşmadan bezen padişah yeniçerilerin sığındıkları bütün ormanların yakılmasını emretti. başta istanbul’a en yakın belgrad ormanı, muhtelif istikametlerden tutuşturuldu. civardaki tepeleri askerle doldurarak ateşten kaçanları aman vermeyip vurdular.
(kaynak: reşat ekrem koçu, yeniçeriler adlı eserinden.)
çocuk yaşta padişah olup, genç olana kadar gördüğü zorluklar, zorbalıklar ve annesi kösem sultan'ın da devleti yönetiminde aktif rol alması nedeniyle, sonraları acımasız bir zalim olan 4.murad'ın gözü önünde vezirinin öldürülmesinden uzun zaman geçtikten sonra, son darbeyi vuran yeniçeriyi tebdil-i kıyafetteyken tanıyıp idam ettirmesi.
olay şöyle başlar:genç padişah divana çıkarken topal receb paşa delikanlının metanetini bir yılan gibi daladı. "- padişahım abdest alın, öyle çıkın!" dedi. bu sözün apaçık manası, "ihtilalcilerin istediğini yapmazsan akıbetin ya burada yahut sultan osman gibi yedikule zindanında ölümdür!” demekti. sultan 4.murad hemen abdest aldı ve ikinci sefer divana ilk metaneti azıcık kırık çıktı.
babüssaade’nin kanatları açıktı ve hafız paşa ayak divanında konuşulanları işitiyordu, içindeki hamiyet cevheri birden coştu. müslüman adamdı, abdestsiz adım atmazdı, ama böyle bir anda abdest tazelemek gerekirdi, az evvel padişaha gelen leğen ibrikle abdest aldı, soyundu, başına sade bir tülbent sardı, hançerini çıkarıp bıraktı ve babüssaade’den çıkıp padişahın huzurunda durdu.
- padişahım. senin yoluna hafız gibi bin kulun feda olsun! ancak ricam budur ki, beni sen katlettirme, bırak benim masum kanımı bu zalimler döksün ve bana şehitlik nasip olsun, sen de lütfet, benim naaşımı üsküdar’da defnettir, yetimlerimi de sana emanet ediyorum! dedi.
naima, “meydan sanki arsai kerbela idi.” diyor. sultan 4.murad çevresini çıkarıp faciayı görmemek için yüzünü kapadı ve ağlamaya başladı. o güzide vezir tam on yedi bıçak darbesiyle yere serildi, henüz ölmemişti, bir yeniçeri paşanın göğsüne çıktı ve bıçakla boğazını keserek şehit etti. o anda nereden bulmuştur bilinemez saray adamlarından biri elinde büyük bir yeşil örtüyle koştu, vezirin naaşını örttü. sultan murad da tahtından kalktı, bir o yeşil örtü altında yatan şehide bir de bu kanın vebali hepsinin alnına yazılmış olan o gazaplı kalabalığa baktı.
- "hak teâlâ bana kudret verirse sizden nasıl intikam alınacağını öğreteceğim!" dedi, bu sözü ancak muhafızları işitebildiler.
bu olaydan sonra, bu olayların tahrikçisi topal recep paşa'ya sadrazamlık mührünü verir. aradan epeyce bir zaman geçer. bir gün sultan 4.murad tebdil geziyordu, esnaftan ağa kılıklı bir sarı adam gördü. “yakalayın şu herifi!” dedi. gayet kuvvetli göz hafızası vardı.
- "bre sen hafız ahmed paşa’yı sipahiler yere serdikten sonra göğsüne çıkıp oturup o mazlumu hançerleyen yeniçeri değil misin?" diye sordu. adam inkâra mecal bulamadı.
-“evet oyum, receb paşa hizmetim karşılığı beni ocaktan çıkarıp bir sipahi dirliğiyle taltif etmişti.” dedi.
adı sarı mustafa’ydı, hafız paşa’nın şehit edildiği yerde kafası kesildi. hafız paşa vakasında ihtilalcilerin en ön saflarında bulunarak kendisine karşı küstahça konuşmuş olan iki yeniçeriyi de yine böyle görmüş, teşhis etmiş, yakalatmış ve başlarını vurdurmuştu, bunlardan birinin adı ekşi uzun hasan, öbürünün adı kel abdi’ydi.
kaynak : reşat ekrem koçu yeniçeriler adlı eserinden.
mekkareci reşit gönlünü bir ermeni kızına kaptırdı. ayakkabı tamircisi bagos demirciyan, akrabalarının isteği üzerine bingöl'den lice'ye göçmüştü. beş kızı vardı: ofsana, fikriye, şato, süslü ve hatun. reşit cantürk'ün gönlünü çalan güzel kızın adı hatun'du. bir gece sevdiği kızı zorla kaçırıp kelvan mahallesindeki evine getirdi. eşi hayriye, üzerine kuma getirilmesine fazla ses çıkarmadı.
genç türkiye cumhuriyeti yasaları, o yıllarda henüz çok eşlilik töresini yıkamamıştı. kızın babası bagos demirciyan da evladının zorla kaçırılmasına tepki göstermedi. çok kızı vardı. üstelik o yıllarda ermenilere hep kötü gözle bakılıyor, hakaret ediliyordu. bu nedenle çoğu akrabası, binlerce yıllık yurtlarından göçüp gitmişlerdi. hatun'a tek üzülen, annesi incik'di. güzel kızının evli ve yabancı (ermeni olmayan) bir adamın karısı olmasına çok kederlenmişti. günlerce ağladı. elinden birşey gelmiyordu.
ne yapabilirdi ki? cantürk'ler ilçenin belalı ailelerinden biriydi. daha geçen yıl sağır ailesi ile silahlı çatışmaya girip, iki kişiyi öldürmüşlerdi. reşit cantürk, ikinci karısı hatun'u müslüman yaptı. imam nikâhı kıydı. genç karısı ile çok yakından ilgileniyor; gönlünü almaya çalışıyordu. ilk karısı hayriye, bu güzel ermeni kızını kıskanmaya başladı. onu hep aşağılıyor; bazen de dövüyordu. hayriye şanslıydı. yine hamile kalmıştı. üçüncü çocuğu azet 1948 yılında doğdu. hatun ise bir türlü kocasına sevindirici haberi veremiyordu. ancak azet'in doğumundan bir yıl sonra, kocasına müjdeyi verdi: hamileydi.
1949 yılında hatun'un ilk çocuğu gözlerini dünyaya açtı: nizamettin. tesadüf, hayriye de, hatun da 1950 yılında yine hamile kaldılar. ve 1950 yılında cantürk ailesine iki erkek çocuk daha katıldı. hayriye'nin çocuğunun adını sabit koydular. hatun'un oğluna ise behçet ismini verdiler. ancak ona hep beco dediler.
kadınlar erkekte şunu bunu arar diye bir genelleme de çok doğru değil.
çünkü her insanın aşk algısı aynı değildir. dolayısıyla da aynı sonuçlara ulaşacağınız kimyasal formülleri size vermez. aradıkları, özlemini çektiği duyguların, kadında yarattığı fırtınanın hemen sonrasında açılan derin bir açlıktır. eğer kavuşursa "sıradan aşk,":ki sabun köpüğünden hallicedir. kavuşamazsa da "gerçek aşk" olur.