yine sıradan bir gündü; dün güldüğüm olaya tekrar gülecektim mesela. yine aynı kahvaltıyı yapıp, aynı aynaya bakıp çıkacaktım evden. gideceğim yerse değişmesini umut ettiğim ama değiştirmenin imkansız olduğu yerdi. lanet olsun! yine aklıma 'hepimizin gideceği yer kara topraktır' lafı geldi. bu laf, çocukluğumda duyduğum o zaman beni etkileyen ve hafızama kazınmış silemediğim saçma bir laf işte. neyse, sıradan geçmeyecek bugün dedim. aslında bunu sık sık söylerim. bu monotonluğu farkettiğim ve biraz da sıkıldığım zamanlarda monotonluktan kaçmak için herzaman yaptığım monotonluğu yapmaya karar verdim. telefonu kapattım, kimseye çaktırmadan durağa gittim ve ilk gelen otobüse bindim. ilk olarak dolmuş geldi, olsun farketmez. ilk gördüğüm rakam benden iki durak sonra dolmuşa binen öğrencinin ders kitabının üzerinde yazan 'ilköğretim 4' yazısıydı. dolmuştan inen dördüncü yolcuyla ben de inecektim. epey bir gittikten sonra zaman geldi indik. güneş artık batmaya başlamıştı, ben de doğuya gittim. gölgemin önüme düşmesini seviyorum sanırım. yürümeye başladım etrafımı dikkatlice izleyerek. bunu çok seviyorum işte, tanımadığım bir dolu insan ve o anki uğraşları hakkında fikir yürütmek, düşünmek. bunlar sanki beni sarhoş yapıyordu. bu sarhoşluğun etkisiyle de kendimi unutuyordum. ne kadar param olduğunu, kız arkadaşım var mı yok mu, ailemin nerede olduğunu, ayakkabımı nereden aldığımı, beğendiğim şarkıları hatta tuttuğum takımı hepsini unutuyordum. ve bu dünyada sanki herşeye sahip olabilirmişim gibi hissediyordum. dünyanın en zenginiydim mesela veya dünyanın en yakışıklı erkeğiydim. sanki istediğim her kıza sahip olabilirdim. istediğim herkesi pataklayabilir, hatta meclise girip bütün vekilleri herhangi bir gecekondu mahallesine götürüp yaşatabilirdim veya boyu bellerine gelmeyen çocukların yaptığı gibi mendil sattırabilirdim mesela. ama siyaset yapacak kadar kafam yerinde değildi.
yürüyordum ne hızlı ne yavaş. sadece bazen bozuk ve dar kaldırımlardan trafiğe takılıyordum o kadar. mahalle berberinin dükkanının önündeki sandalyede uyuklaması çok garip geldi, karşı kaldırımda durup izledim. 'yerinde olsaydım sanırım ben de aynı şeyi yapardım' yargısına varıp yürümeye devam ettim. fazla geçmeden birden durdum. hayır beklediğiniz gibi 'hayatımdan beni üzen herşeyi söküp atacağım' yanılgısına düşmedim. o yanılgıya çocuklar düşüyor yahu. çünkü hayatta sadece mutlu olunmaz, hayat sadece beyaz değil ki bunun grisi de var siyahı da. mühim olan o renkleri kontrol etmek, hayatından atmak değil. eğer siyahı, griyi hayatından atarsan beyazı beyaz görmezsin, hayat kalmaz, hava kalmaz, su kalmaz, ölürsün. ama benim için geçerli değil bu dediklerim, çünkü ben siyahı da severim hem de kontrol etmeden severim. sanırım karamsarım ama neden hiç bilmiyorum. bazen acı çekmek beni mutlu ediyor daha doğrusu rahatsız etmiyor. uyuşturucu gibi, bağımlıyım acı çekmek istiyorum. yine de ben neden böyleyim diye sormadım hiç, çünkü tek değilim bütün insanlar benim gibi hayatlarının belirli kısımlarında böyle hissederler. sadece bu sıklık bende çok sık o kadar.
mahallede oynayan çocukları farkettim her çocuk gibi onlar da saklambaç oynuyordu. hatta bir tanesi çok kiloluydu, öyle kiloluydu ki saklandığı bahçe duvarının arkasında ayaklarının o cüsseyi kaldırmasını umut ediyordu. sanırım daha uzun bir duvar bulmalıydı, çünkü bacakları titriyordu. acı çektiği belliydi ama o sadece oyuna konsantre olmuştu ve o an tek istediği şey bulunmamaktı. vakit kaybetmeden ebe olan çocuğun yanına gidip yerini söyledim. zaten kilolu olduğu için onun koşması arkadaşlarının yürümesine denkti. yerini benim söylediğimi biliyordu ama gelip n'apıyorsun bile demedi. arkadaşları demesini bekledi ama o diyemedi korktu, görmezden geldi. kilolu olması onu hayatta geri plana atmıştı sanırım ve çoğu kilolu erkeğin sonu olacaktı onunki de. bir gün gelecek konuşamadığı, korkak yaşadığı hayata saklandığı yerden baktığı için kavga edecek ve bir iki kişiyi dövünce de küçükken bastırdığı cesaretin yansımasıyla terör estirecekti. yapacak ne var diye düşündüm. onun yerini söylemek belki de yapabileceğim tek şeydi. artık onun kendisine tanımadığım biri bana neden bunu yaptı sorusunu sormasını sağlayacak ve normal bir tepki vermediğini, kendisinin normal olmadığını fark etmesini ve düzelmesini ümit edecektim. bazen üzmek daha yararlıdır gelecek için. yürümeye devam.
o çocuğun üzüldüğünü görünce, beni seven ve benden birşeyler bekleyen kız geldi aklıma. hayatına bir yol çizdiğini sanan, kibirli ama bunun hakkını şuana kadar verememiş birisiydi. ondan ümitliydim, aslında ben de onu severdim yine de benim için çok belirsizdi. açtım telefonu. o'nu zamanında gerçekten sevdiğimi anlatan bir mesaj attım. zamanında sevdiğimi söyledim, çünkü beni hiç sevmemekle suçluyordu ve şuan onu sevmediğimi adı gibi biliyordu. mesaj iletildi yoluma devam ettim, o kadar sarhoştum ki, sanki yanımdan geçen afilli arabayı alacak kadar param vardı, sanki duvarda afişi duran reklam yıldızı güzele sahip olacak kadar yakışıklıydım. sanki demir parmaklıklı penceresinden dışarıyı umutsuzca seyreden kadını o eve ben kapamışım gibi zalim, sanki bu insanları savaştan ben kurtarmışım gibi kahramandım. işte özgürlük bu! telefona baktım arayan soran yok. sanırım o kız da beni iyice unutmuştu. sevindim kapattım tekrar telefonu. hava epeyce kararmıştı, ayaklarım da ağrımaya başlamıştı. gidilecek tek bir yer vardı bugünün sonunda. mecburen gittik. bir paket ot, içinde sevdiğim müziklerin olduğu şarjı tam bir müzikçalar ve üşümemi engelleyecek montla bir uçurum kenarına. çok enteresan, yükseklikten korkarım ama bugün olmaz, çünkü bugün sıradan bir gün değil! yiyecek birşeyler de bulduk mu tamamdır. başka eksik yok gibi görünüyor ama aslında var. kendime itiraf edemediğim tek gerçek bu sanırım. o eksik; tek olmak ama yalnız olmamak. yani öyle birisi olmalı ki onda kendimi görmeliyim, o ve ben olmamalı, biz olmalı ikimiz için de ben olmalı belki de sen.
imkansız ve karmaşık daha doğrusu saçmalık.
yarasa lakaplı arkadaş tarafından bana yazılmış bir nottur. yarasa der ki : ben bu yazıyı sana yazdım.
22 Ekim'de Akbank Caz Festivali'ne gelecek olan je veux sarkısını yüzlerce kez dinleyerek sonunda ezberlemeyi başardığım muhteşem sesli, yorumlu şarkıcı.
*edebiyat.. izel hocaya karsı cıkar. burcu özdemir buna güler.. (herkes bakar bu neden güldü diye..)
burcu: cok komik yaa.. (herkes kopar..)
hoca: bu kız da sacımı kasısam gülecek !
gökay: onu doğumdan sonra düsürmüsler hocam..
fatih: hocam poposuna değil kafasına vurmuslar..
* fransızca yazılısı..
hoca : nie bekliosunuz baslasanızaa..
fatih : hocam sorular cok itici duruyo yaa..
hoca : napim yanına kalp mi cizim?
(seyhan anadolu lisesi- adana)
halil sezai'nin çok sevdiğim bir şarkısıdır.
sen ve ben
öylesine(!)
bir anda geldin
ne zaman gideceksin?
söyle
ne zaman gideceksin?
zormu aşkı bulmak?
yorulmak boğulmak
nasıl gideceksin
söyle
ezberlenmiş sözler
tutkun olmuş gözler
yarım kalmış düşler
doğmamış, oluşmamış ,ilkel
kaybolan o sesler
savaşlar ve sisler
giden senden
kalan yaralı ve kanlı
hadi söyle
ne zaman gideceksin?
nasıl gideceksin
söyle.
kendini bazen diskoda bazense şarkıyı söyleyenin yanında hissettiğiniz hayallere daldıran ama şarkının bitmesiyle herşeyin fıs diye söndüğü anlardır bir de kalabalıkta dinlediğimde tedirgin olurum araba çarpacak biri seslenecek duymayıp salak konumuna düşerim diye.