götünü siktirmeyi onur meselesi yapan birtakım iğrenç mahlukatın twitter etkinliği. ataları bu cehaplı belediyeleri görseydi hepsini darağacına gönderirdi. kaldı ki bu iğrenç pisliklerin ülkeye yararı yok zararı var. eşcinselliği normal gören kişi yarın pedofiliyi de normal görür. zaten bunun çalışmalarını da yapıyorlar ufak ufak. yok eğilimmiş yok yönelimmiş yok doğuştanmış. hadi ordan aşağılık insanlar.
biraz kaygılıyım açıkçası.
bankada yatmakta olan 63 dolarım var şu an. servetimin olası bir krizden etkilenebilme ihtimaline karşı, olayın vahametini anlayın diye siz cahil, embesil, aptal, kuş beyinli, faydasız, dangoz ve salak piçleri bu konuda bilgilendirmeyi kendime görev addediyorum. şaka yaptım amına koduklarım. hadi biraz ciddi olalım.
bilindiği üzere, amerika 17 ekim'de 17 trilyon dolarlık borçlanma limitine ulaşmıştı. cumhuriyetçi ve demokrat hanzoların son anda el sıkışıp anlaşmalarından dolayı kriz aşılmış görünse de işin aslı öyle değil. o imzalanan metin obama'nın götünü birkaç aylığına kurtarmaya yarıyor. neden? çünkü borçlanma limiti 7 şubat'a kadar uzatıldı sadece. yani kriz henüz aşılmış değil. bir ülkenin siyaseti ekonomik sorunlara kalıcı çözümler üretirken zorlanır da kısa vadeli gündelik çözümlerle yol almaya çalışırsa bu durum sistemin sorgulanmasına sebep olur. politika gerçekten ilginç bir olay. beyaz saray'da demokratlar olmasına rağmen amerikan kamuoyunda borç limitinin yükseltilememesinden ve federal hükümetin kısmen baltalanmasından cumhuriyetçiler sorumlu tutulmakta. bu mevcut durum 4 kasım 2014 ara seçimlerinde demokratların elini güçlendirecek gibi.
amerika birleşik devletleri'nde federal hükümetler bütçe açıklarını kapatmak ve borçlanmayı sağlayabilmek için kongre'den yetki alıyorlar. hükümetin ne kadar borçlanacağı alınan bu yetkiye bağlıdır. mesela 80'li yıllarda demokratların kontrolünde olan kongre'nin cumhuriyetçi hükümetlerin borç limitini sık sık artırdığını görmekteyiz. siz cahil, embesil, aptal, kuş beyinli salak piçler olduğunuz için göremiyorsunuz elbette. her neyse. hillary'nin pezevenk kocası bill'in ilk yıllarında da borç tavanı artırılmıştı. fakat cumhuriyetçilerin kongre'yi kontrol ettikleri bill clinton'ın ikinci döneminde borç tavanı artırılmadı. bir diğer dümbük olan bush döneminde ise borçlanma hızlanarak artmıştı. bu sayede tavan, 2000 yılında 6 trilyon dolar, 2009 yılında 12 trilyon dolar ve 2012 yılında ise 17 trilyon dolara yükseldi. neden? çünkü bush'un amerikan ekonomisini canlandırmaya yönelik vergi istisnaları ve ortadoğu'ya yönelik uyguladığı işgal ve savaş politikaları bütçe açıklarını hızla artırdı. peki şu an yönetimi elinde bulunduran zencinin canı neden çok sıkkın? çünkü 2008 yılında bir mali kriz patlak vermişti ve birçok bankayla beraber şirketler de batmıştı. son 500 yılın en büyük silahlı gücü olan amerika birleşik devletleri, milli geliri kadar borçlu bir ülke konumunda şu an. bu borçların gayri safi yurtiçi hasılaya oranı nerden baksanız % 100'dür.
her ne kadar dünya kamuoyuna çok yansımış olmasa da içerdeki bu baş ağrıtıcı tartışmalar ağustos 2011'den beri süregelmekte. bu işin böyle gitmeyeceği ve mutlaka patlak vereceği taa o günlerde gündeme gelmişti. bizim zencinin başında olduğu federal hükümet yılın daha ikinci çeyreği dolmadan kongre'nin izin verdiği borçlanma limitine dayanmıştı. cumhuriyetçiler ve demokratlar o zamanlarda da birbirine girmişti. fakat süper komite'nin araya girmesiyle bu durum kısmen de olsa yatışmıştı. lakin zurnanın zurt, zart ya da zırt dediği yere gelecek olursak; 2008 krizinin dünyaya yayılması, amerika ile birlikte gelişmiş ve gelişmekte olan diğer ülkelerin de durgunluğa girmesine, dolayısıyla beklenen canlanmanın gecikmesine neden oldu. e böyle olunca noluyor arkadaşlar? süper komite'nin önerisiyle kabul edilen kararlar uygulanabildi mi? cevap hayır. 2013'ün ilk ayında yeni vergiler getirildi ve savunma dahil birçok alanda kamu harcamalarında kısılmaya gidildi. fakat obama, mayıs ayından beri olağanüstü kararlar kanalı ile borçlanmaya devam etti ve nihayetinde 17 ekim'de beyaz bayrağı çekmek zorunda kaldı.
tabi bütün bu boklarla birlikte obama'nın üzerinde önemle durduğu sağlık reformuna da değinmek gerek. hani şu yeni vergileri de kapsayan ve ghettolardaki fakir zenci kardeşlerimizin sağlık hizmetlerine erişimini kolaylaştıran reform. elbette tahmin edeceğiniz üzere cumhuriyetçiler buna karşı çıkmışlardı. kongredeki son savaşta cumhuriyetçiler intikamlarını kısmen de olsa aldılar sanırım. çünkü limitin yükseltilmesi karşılığında reformdaki bazı kalemlerin askıya alınmasını istediler. hatta bu bunaltıcı atmosferden ciddi şekilde bunalan obama'nın şöyle bir sözü vardı; bu amına kodumun cumhuriyetçileri bizi rehin aldılar rehin. yani öyle demediyse bile, rehin alındığını dile getirmişti. evet. peki mr president sağlık reformu konusunda geri adım attı mı? cevap hayır. demokratlar kongreye farklı önerilerle gelmişti fakat reddedildiler. aslında kilitlenme de bu noktada başladı. fakat deminden beri izah etmeye çalıştığım gibi; sorun bir sonraki tarihe ertelendi, ama çözülmedi.
günü kurtarmaya yönelik politikalar bakalım federal hükümeti nerelere sürükleyecek.
ha bana sorarsan, umarım amerikan ekonomisiyle birlikte tüm dünya ekonomileri çöker. umarım tüm dünya batar. umarım ilk çağa döneriz.
dualarımı kabul eyle ya rab. amin.
yılmaz özdil tipi köşe attırgaçları, kemalci lağım cemiyeti mensubu halk kahramanları, üstün ırkla övünen aç türk milliyetçileri gibi boş kümelerin kopardığı yaygaradır. yurtta sus cihanda susçu cehapelileri anlıyorum da, türk'ün türk'ten başka dostu yok düsturunu benimseyen süper türkçülerin neden ağladığını anlayamadım ben. şaka lan şaka, ilkokul 3. sınıf öğrencileri gibi politika tartışmayacağım sizinle. az öncekiler boş sözlerdi.
bilmem farkında mısınız, amerika ve rusya ilişkileri donuk vaziyette şu an. snowden olayından kaynaklanmıyor bu durum. ardında birçok farklı gerekçe var. gerçi washington yönetiminin kavgalı olduğu ülkeleri saysak sayfalar yetmez. aynı şekilde çin japonya ile yeniden savaşın eşiğine gelmiş durumda. çin'e ait 4 gemi japonya karasularına girdi. gerilim devam etmekte. ingiltere ise cebelitarık meselesi yüzünden ispanya ile ciddi bir kriz yaşamakta. herifler akdeniz'e savaş gemilerini gönderdiler. demek bunlar bizim yaşadıklarımızı yaşasalar üçüncü dünya savaşı çıkmıştı şimdi. gerçi bizim de başımızda göt kadar yer olan kardak için yunanistan'la savaşmayı göze almış yöneticiler olsaydı biz de savaşırdık boku bokuna. herifler şimdi oturmuş türk dizileri izliyorlar. şimdi burdan ne ders çıkarmalıyız? demek ki türkiye'nin başına gelenler amerika, rusya, ingiltere, çin, ispanya, japonya'nın da başına gelebiliyormuş. gerilim zamanı gelmişse gerilirsin, kriz zamanı gelmişse krizin içine dalarsın. uluslararası politika bu derece dinamik bir süreç içerir. bunlar dünya politikasının gerçekleridir. bizim bu ülkelerle olan farkımız, onların medyası bu gerçeği biliyor ve onları destekliyor. bizim medyanın malum kanadı ise kriz çıkması için dua ediyor. suriye ile aramız bozukmuş da, mısır darbecileri ile iyi geçinemiyormuşuz da cart curt. elimizi attığımız işlerin bize altın tepside sunulacağını falan mı sanıyordunuz yoksa? bekleyip görelim, karışmayalım diyorlar. kafanızı 80 sene boyunca kuma gömdünüz de ne oldu söyleyin bana. dış politika için her şeyden önce risk gerekir. bu bazen huzurunuzun kaçması, bazen de hesaplarınızın tutmaması demektir. dünya babanızın çiftliği değil, bilhassa ortadoğu. 100 yıl boyunca uzak kaldığınız coğrayaya bugün girip her şeyi istediğiniz gibi şekillendiremezsiniz. herifler 100 yıldır at koşturuyor orda. kılcal damarlarına kadar paylaşılmış bir pasta var ortada. eğer ordan pay almak istiyorsan zamanını bekleyeceksin. türkiye şu an kolları sıvadı sadece. ama yapacak çok iş var. dış politikanın arkasına sağlam bir ekonomi ve güçlü bir silahlı güç gerek. bu güven tesis etmek anlamına gelir. darbeye demokrasi demeye benzemez bu işler. dünyanın en zor coğrafyasında söz söyleme hakkını elde etmek kolay bir iş değil. lakin güçler dengesi değişiyor artık. uluslararası düzende söz hakkı verilmeyen ülkelerde bir dinamizm ve büyüme var. yeni ekonomik havzalar, yeni bölgesel güçler çıkıyor ortaya. bilhassa enerji kontrolü ve pazar hakimiyeti var. tayyip erdoğan'ın herkese meydan okumasının asıl sebebi budur. birleşmiş milletler'i yerden yere vurması sebepsiz değil. bu adam diyor ki; "gerçekten dünya beş ülkeden büyük diyorsak, o zaman bm güvenlik konseyi'nden memnun olmayan ülkeler kendi birleşmiş milletleri'ni kurarlar." bunun ne anlama geldiğini düşünün biraz.
şimdi türkiye çok yalnız zımbırtısını biraz daha derinden analiz edelim.
ülkenin israil ve suud ekseninde olmaması kimin eli kimin cebinde belli olmayan ortadoğu'da yalnızlık ithamı için yetersiz bir nedendir. çünkü ortada küresel aktörlerin çıkar çatışmalarına dayalı pozisyon almalarından kaynaklanan bir direnç var. bilhassa mısır olayı ittifak anlamında suriye ile paralel değil. tayyip erdoğan darbenin arkasında israil var demişti. doğru bu. amerika'nın en güçlü yahudi lobisi aipac, rand paul'un mısır'a askeri yardımın kesilmesi için verdiği tasarıya karşı çıkması ve bu konuda başarılı olması bunun birinci nedenidir. diğer nedeni ise, netenyahu efendi john kerry ile yaptığı görüşmede sina yarımadası'ndaki radikal islamcı grupları öne sürerek mısır'a askeri yardımın devamının israil'in güvenliği için gerekli olduğu baskısını yaptı. asıl bomba ise camp david'de değişikliğe gitmeyi planlayan mursi'yi hamas ajanlığıyla suçladılar. bu sayede müslüman kardeşleri terör örgütü olarak niteledikleri hamas'la ilişkilendirmeye çalışarak onları da terör örgütleri listesine aldırma yolunda adımlar attılar. bunlar darbenin arkasında kimin olduğunu görmek için çok açık kanıtlardır. demek ki israil de yalnızmış, vah vah. gelelim rusya cephesine. rusya arap dünyasında nüfuzunu arttırmak için bölgede çok fazla görülmeye başladı. bu iş amerika'nın canını sıkmakta. size olayın sadece snowden'den kaynaklanmadığını söylemiştim. amerika mısır'la yapılacak olan askeri tatbikatı geri çekince rusya ortaya atladı ve dedi ki, tüm askeri olanaklarımız mısır ordusunun kullanımına hazırdır. bu amerika'nın yaptırım gücüne meydan okumak demektir. bununla kalsa iyi. ruslar suriye'nin geleceği için suudilerle anlaşmış vaziyetteler. geçenki g8 toplantısında putin esed'in gidişine bölgedeki istikrarın bozulmaması şartıyla onay vereceğini açıklamıştı. işte bu istikrar işi için suudiler kolları sıvamış vaziyette. demek ki bu kafaya göre ruslar da yalnız. iran ise esed sonrası suriye'yi kabul edecek gibi görünmüyor. bu konuda ruslarla karşı karşıya gelecekler mi bilinmez. gerçi onların da bir planı var bu işbirliğine karşı. radikal islamcı grupların önünü açarak buna karşılık verebilirler. neden? çünkü suriye'ye geçen taliban güçleri iran'da saklanıyor. bilirsiniz, iran mısır darbesine karşı çıkmıştı. esed ise mısır'daki darbeye destek çıkarak siyasal islam'ı eleştirmişti. bu ilişkiye şaşırdınız mı yoksa? aferin evlatlarıma, devam edelim şimdi. iran her iki ülkedeki pozisyonunu da kaçınılmaz olarak körfez ülkelerini karşısına alarak konumlandırmış vaziyette. neymiş, demek ki iran da yalnızmış, vah vah. birleşik arap emirlikleri ve katar arasındaki çekişmeden haberiniz var değil mi? yok mu yoksa? neyse, o da diğer sefere artık.
özet: çatıda makinalımız var, 100 amerikan 60 yerel askerin yarısını vuracak gücümüz var.
maliyetlerini aşağı çekme amacıyla mutant bir oluşuma dönüşen ppx, ppk/s.22 ve ppq/m2 kardeşlerden biri. bugün üzerinde duracağım konu p99 modeli ile başlayıp kırpıla kırpıla ppq'ya kadar inen tabancadır.
ppq'yu anlayabilmek için öncelikle bunun ana modeli olan p99'u anlamak gerek. herkesin bildiği gibi -ya da şimdi öğrenceği gibi- p99 modeli plastik gövdeli tabanca furyasını başlatan glock'a alternatif olarak yapılmış olan, kombine tetik hareketli, üstelik tetikten alma ve istenirse her tetik çekişi için aynı aralığı temin eden bir yapılanmada pazara sürülmüştü. bir hayli karmaşık ve pahalı olan p99 sistemi, belirli bir kullanıcı kitlesi edinmiş olsa da hiçbir zaman glock ile yarışacak fiyat düzeyine inemediğinden ötürü istenilen satış grafiğini sağlayamadı. bazı özelliklerin iptali ve basitleştirilmiş yeni tetik düzenleri ile maliyet düşürülmeye çalışılmış olsa da hiçbir zaman istenen talep düzeyini elde edemedi. ppq platformunda glock'taki gibi değişmeyen çekiş aralığında, ancak tam kurulu bir iğneli ateşleme düzeni, yine aynen glock gibi kurulu durumu göstermeyen ateşleme iğnesi, ondan avantajlı, çift taraflı sürgü tutma mandalı ve pedal formunda şarjör sustası getirilmişti. normal kullanıcı yönünden, açık olarak farkedilen kalite farkı da eklenirse, bu tabancanın glock'a tercih edilmemesi için görünürde herhangi bir neden yoktu, ancak fiyatı hâlâ üstlerde seyretmekteydi. elbette sadece fiyattan ötürü değildi tüm bunlar. daha bilinçli kullancılar için konuşacak olursak; otomatik tetik emniyetinin ateşleme iğnesini kurulu durumda tutan parçayı değil, sadece tetik kolunu kilitlemesi, ateşleme iğnesinin, özellikle namlu yukarı düşüşlerde kazara ateşlemeye mani olamayacak şekilde tam kurulu ve gerekli bloklama elemanlarından uzak donanımı gibi hususlar bu kullancılar tarafından algılanılabildiğinden ötürü çok da dikkate alınmadı.
troçki reyizin ilk eşidir. ama ne yazık ki memeleri küçük. bu memelerin mutlakıyetin mekanik araçlarla yıkılması fikrinin popülerlik kazanabilmesinden önce devlet aygıtının bizzat toplumsal örgütlenmenin içinde hiçbir köke sahip olmayan salt dışsal bir baskı organı olarak görülmesi gerekiyordu. lakin rus meme otokrasisi devrimci entelijensiyaya tam da bu şekilde görünüyordu. hayırlısı olsun diyelim.
bizim gibi liseli olmayan dinozorların bildiği üzre çocukken oynadığımız -hâlâ oynuyorum ben- tank 1990 isimli atari oyununda bize koruma görevi verilmiş kartal figürlü üssümüz vardı. bu kartal figürlü üs duvarla örülüydü fakat verdiğiniz mücadeleye göre onu çelik zırhlarla da koruyabilirdiniz. ben şahsen çok şanslıydım hep kürek çıkardı bana. neyse lafı uzatmayalım. bu söz konusu kartal figürü reichsadler'ın ta kendisiydi. yani şu ünlü nazi kartalı.
biliyorsunuz ki bu oyun sega firması tarafından geliştirildi. sega sammy holdings'in sahibi illuminati üyesi olmasından öte, eski bir nazi subayıydı. ölümünden sonra oğlu şirketin başına geçince babasından devraldığı görevleri başarıyla yerine getirdi. 1988'den bu yana çıkardıkları her atari oyununda nazi propagandası yaptılar.
bunların birbirine yaptıklarını mc klima ustası serkan zerhoş yılmaz'a yapmadı.
dün 50'nin eminem'le yaptığı yeni parçanın klibine göz atarken şöyle bir söz duydum 50'den; "game ve buck, ikisi de penise dil attılar."
lanet olsun sizin yapacağınız işe. 2005'ten beri bi bitmedi şu olayınız. neyse, kaseti geri saralım şimdi.
game; 96'da pac'la beraber ölen batı yakasını tekrar diriltmek için çok büyük çabalar sarfeden ve bunu yaparken de doğu yakasına olan nefretini açıkça belirten parçaların altına imza atan bloodz çetesi elemanı. bloodz çetesi mensubudur fakat çocukluğu cripz elemanlarıyla geçti. velhasıl kelam, batının en büyük adamlardan biri olan eazy-e'ye büyük saygı duyar. hatta sağ kolunda dövmesi vardır. dre bunun you know what it is mixtape'ini dinleyince bunu hemen aftermath'e dahil ediyor. bu aşamadan sonra 50 ile tanışıyorlar. çünkü 50'nin de shady/aftermath'le kontratları vardı. şunu da söyleyelim ki, 50 cent doğu yakasındandır. new york'ludur. bizim game önceleri g-unit'in kliplerinde falan boy gösterdi. hatta in da club klibinin bir sahnesinde kendisini görebilirsiniz. neyse, 50 ve dre bunun aftermath bünyesinde çıkan ilk albümü olan the documentary'in prodüktörlüğünü üstlendiler. bu albüm dünya çapında 5 milyon sattı. ha şunu da söyleyelim; eazy-e'nin oğluyla da kavga etmişti bu herif. lil eazy-e babasının olur olmadık yerlerde game tarafından prim sağlamak amacıyla kullanıldığını iddia ettiği için buna diss salladı. game ise buna 120 bars isimli bir dissle karşılık verdi. yani demek istediğim şu ki, sorun bu adamın kendisinde. yıllar önce biten doğu-batı kavgasını durup dururken tekrar canlandırmanın amacını anlayamıyorum ben. ki bu herif g-unit'le iş birliği yapmış bir adam. doğu yakasından hiçbir insan batı'ya laf sallamadı the notorious b.i.g'in ölümünden beri. aynı şekilde batı yakasından hiç kimse doğu'ya laf sallamadı 2pac'ın ölümünden beri.
şimdi bu angutların kavgasına gelecek olursak; zaten bu olay patlak vermeden önce de 50 ile bunun arasında gerginlikler vardı. game'in ilk albümü çıkar çıkmaz 50 bunu g-unit'ten kovmuştu. 50, herifi gönderdikten sonra albümdeki 6 şakıyı kendisinin yazdığını iddia etti fakat game bunu yalanladı. zaten doğrulaması imkansız. ne batıdan ne doğudan kimse böyle bir rezaleti kaldıramazdı. neyse, bu boklar devam ederken the game'in bir arkadaşı new york'ta vuruldu. kimin vurduğu belli değil fakat g-unit tayfasından şüpheleniliyor. vurulma olayı basına sızdıktan sonra 50 ve game basın açıklaması yaparak aralarının iyi olduğunu duyurmuşlardu. fakat ne hikmetse kısa bir süre sonra bunlar yine didişmeye başladılar. the game işte tam bu olaylardan sonra başta compton olmak üzere tüm ülke çapında g-unot kampanyası başlattı.
bu karalama kampanyasından sonra bizim ruh hastası herif doğunun en prestijli müzik şirketlerinden biri olan ve jay-z'nin başında olduğu roc-a-fella'ya you know what it is vol 3 isimli bir mixtape yaparak diss sallamaya başlıyor. o mixtape'te g-unit tayfasını da es geçmemiş tabi. onlara da 300 bars and runnin isimli bir diss sallıyor. bizim 50 hiç boş durur mu, hemen yapıştırmış piggy bank klibini. şimdi buna geçmeden önce, şuna dikkat eden oldu mu hiç; doğuda ne kadar adam varsa game efendi durmadan laf sallıyor. neden? çünkü adam sorunlu. bitmez tükenmez bir nefret besliyor doğu yakasına. şu an amerikan rap endüstrisini sırtlayan doğu yakasıdır. underground'a değinmiyorum bile. new york underground'taki tüm mc'ler aklı başında insanlardır. en azından batının yavşakları gibi sabah akşam karılardan arabalardan gangstacılık yapmaktan bahsetmezler. hepsinin bir dünya görüşü vardır ve en kral politikacının eline verecek kadar donanımlıdır. neyse konu dağılmasın. aslında fazla da uzatmak istemiyorum. bunlar bir süre böyle didişmeye devam ettiler. arada bir game barış teklifinde bulunup bu teklifi geri çekiyordu. adam deli çünkü. belli bir süre ortalık sakinken tony yayo'nun jimmy rosemond'un oğlunu dövdüğü iddialarıyla kavga yeniden canlandı. tabi bunlar olurken young buck'ı da postalıyorlar tayfadan. gerçi buck boş kalmadı, rahmetli pac'ın eski çetesi outlawz'la anlaştı. game'e tekrar gelecek olursak, o da aftermath ile olan sözleşmesini feshetti ve 2006 yazında geffen records'la anlaşmaya vardı. dedik ya herif deli diye, bu sefer de yukmouth'a diss salladı.
game, michael jackson öldükten kısa bir süre sonra ona saygısını göstermek amacıyla better on the other side bir parça yaptı. bu parçadan birkaç gün sonra 50 cent ve interscope records'tan özür dileyerek g-unit'le aralarındaki kavganın tamamen bittiğini duyurdu. fakat fakat fakat belli ki kavga hâlâ bitmemiş. bitseydi dün dinlediğim parçada 50 cent onlara laf sallamazdı.
immortal technique "endüstri kaltakları" derken bu gibilerinden bahsediyor işte. iyi ki underground diye bir olay var. show amaçlı kavgalar yok patırtı yok gürültü yok albüm öncesi reklamlar yok. harlem underground'ta herkes kendi işine bakar kimse show yapmaz.
underground dedik de hiç örnek vermedik.
işte böyle gençleri her zaman takdir etmişimdir. 3 kuruş parayla kendi çaplarında klipler çekerek seslerini duyurmaya çalışıyorlar ve başarılı da oluyorlar. ayrıca o muhammed ali tişörtünün aynısı bende de var.
o değil de, uzun zamandan beri içinde küfür olmayan bir yazı yazdım. umarım böyle devam eder. böylesi daha güzel.
başrollerinde natalia oreiro, patricia palmer, susana campos ve orlando carrio gibi isimlerin olduğu 1995 yapımı arjantin dizisi.
dizi ile ilgili 88 adet görsel hazırladım. aslında görseller dizi ile ilgili değil, hepsi natalia. hepsi.
ölüm ölüm dediğin nedir gülüm, ben senin için dick cheney'nin tuvalette sıçarken oluşturduğu yüz ifadesini fotoğraflayıp basına sızdırmayı göze almışım.
önce araba olayından bahsedelim. araba dedik ama genelde kamyonların önünde görürüz bu yazıyı. "allah korusun" yazısına da çok rastlamışızdır.
ne zaman bir arabanın arkasında ya da bir kamyonun önünde, ya da bir evin duvarında "allah korusun", "maşallah" yazısı görsem durup düşünürdüm. bu ne lan derdim, bunun amacı ne olabilir ki derdim kendi kendime. geçen gün kafama dank etti. benim düşüncem şu; şimdi bu arkadaşlar bu yazıyı oraya yazdırmışlar ya, adamların amacı insanların o yazıyı okuması ve allah'tan kendileri için iyi temennilerde bulunmalarını istemeleridir. mesela şöyle düşün; sen o yazıyı gördün ve okudun. ne dedin? allah korusun dedin. noldu peki? allah'tan iyi niyetler diledin o insanlar için. insanlar çok kurnaz lan, üffff.
ama hayır aslında sen bi şey dilemedin. sen sadece o yazıyı okudun. yani ben mesela okurum sadece. ben her şeyi okurum, tabelalar, plakalar vs.
o yazıyı içimden ya da dışımdan okumuş olabilirim, tamam. ama sadece okudum, anlatabiliyor muyum. yani kalbimden geçirmedim, inşallah gideceği yere kazasız belasız ulaşır diye bir çaba içine girmedim. sadece okudum gitti. ama bu insanlar öyle düşünmüyor işte. o yazıyı oraya yazıyorlar ki insanlar okusun da hayır duası gelsin onlara.
başka bir amaç için yazıldıysa söyleyin biz de bilelim. yani benim düşüncem bu yönde.
97-98 yılları arasında tasarlanmış olan rus yapımı anti materyal tüfeği. svn-98 12.7 deneysel anti materyal tüfeğinin geliştirilmiş versiyonudur. yaklaşık ağırlığı 12 kg civarı ve namlu uzunluğu 1000 mm'dir. toplam uzunluğunu sorarsan 1350 mm. ayrıca 12.7x108 mm mühimmat kullanır. 770-860 m/s namlu çıkış hızı vardır. etkili menzili 1500 metre. namlu freni ve iyi bir amortisör görevi gören büyük bir namlu cihazı ile donatılmış olması en güzel yanları. ruslar birinci çeçen savaşında bu tür bir anti materyal tüfeğine sahip değillerdi. bu durumun onlara zorluk yaşatması sebebiyle bu tüfeği geliştirdiler. askeri araçlara karşı ya da kalın tuğla, ahşap arkasındaki insanları tek atışla etkisiz hale getirebilme özelliği de var. spetsnaz timleri aktif olarak kullanmakta bunu.
3 yıl öncesine kadar 10 ay yatıp çıkarak ya da 10 ay yatmak yerine 6.500 lira kadar bir meblağ ödeyerek götü kurtarabilme imkanını insanlara sağlayan suçlardan biri. o parayı belli miktarlardaki taksitlere bölerek ödeyebilme imkanı da vardı. parayı ödeyemezsen bile en fazla 6 ay yatardın. fakat 2009 yılında ateşli silahlarla ilgili kanun çok sert şekilde değişti. artık ruhsatsız silah taşımanın cezası en az 2 yıl ve o cezayı paraya çevirme imkanını da ortadan kaldırdılar. son olarak silah taşıma yaşını 18'e indirmişlerdi. ister 18 ol ister 28, o ruhsatı sana vermek için götünden kan alırlar, binbir türlü çile çektirirler sana. zaten o ruhsatı alabilme şartları çok katı. ama silah taşımak isteyen adam istedikten sonra her türlü taşır. 17 yaşındaki bir genç nasıl ehliyetsiz şekilde araç kullanıyorsa bu da öyle. bunu önlemek çok zor. zaten ruhsat almak isteyen de yok. bilgiymiş, takipmiş, cezaymış, masrafmış kimse uğraşmak istemez bunlarla. bu ülkede bireylere ait 9 milyon silah var. bunların sadece 300 bin tanesi ruhsatlı.
bugün le trou isimli 1960 yapımı hapishaneden kaçış konusunu ele alan siyah beyaz bir fransız film izledim. sırf "firar" olayını ele aldığı için izledim. bu sinema açısından en zayıf yönlerimden biridir. eğer işin içinde kaçış varsa o film kesinlikle izlenecek. film çok boktan ve çok ağır ilerlerken kapatmayı düşündüğüm sırada bu başlıkta adını belirttiğim kadını gördüm. ben hayatımda daha önce böyle duru bir güzellik görmedim. gerçi muneca brava dizisinde natalia oreiro'yu görmüştüm fakat onun yeri ayrı. şimdi bu hanımefendi 1945 doğumlu ve o film 1960 yılında çekildi. yani ben 15 yaşındaki halini görüp şuurumu yitirmişim. zaten filmdeki tek kadın o idi. ayrıca aldığı rolün toplam süresi 90 saniyeyi geçmiyor. keşke filmi silmeseydim. filmden bir iki caps alabilirdim. fakat sildim gitti artık. neyse işte, sonra google'da arattım fotoğraflarını. yaklaşık 30 tane kadar buldum. sonra paralı bi siteden 25 tane fotoğrafı ekran alıntısı ile arakladım. bu kaltak için değer miydi? değerdi. sonra filmografisine baktım. birçok fransız ve italyan filminde başrol oynamış. müstehcen filmleri de var. onları tek tek indirmeyi düşünüyorum. gerçi fransızcam yok ama ingilizce alt yazı bulursam onlarla idare edebilirim.
birazdan bütün fotoğraflarını galeriye yükleyeceğim. biraz da siz kendinizden geçin.
1989 doğumlu avustralya'lı r&b şarkısıcısı, söz yazarı ve aktris. şu an sony music'le kontratı var. ilk albümü olan journey ile piyasaya giriş yaptı. ardından been waiting ve get 'em girls geldi. bana sorarsan kendi alanında keyshia cole kadar etkisi var. ayrıca 2pac, dr.dre ve snoop dogg hayranıdır kendisi. kendimi kaptırdığım benden bir yaş büyük şarkıcılardan biri daha.
birkaç şarkı tavsiye edeyim;
-running back
-used2b
-let me be me
-empty
-because
-back2u
milletin ve kendi hayat hakkının korunması için mücadeleden kaçınılmaması fikrini yaymayı şart kabul etmesi oranında gelişen fikri harekettir. bir hareket en yüksek noktadaki kuvvetine eriştiği zaman, kesin başarının kendisi için ortaya çıkacağı an da gelmiş olur. bundan dolayı, bir hareket kendisine sağlayacağı ani ve geçici üstünlükler yerine, uzun bir gelişme devresine lüzum görecek ve diğer fikir akımlarına karşı kesin bir hoşgörüsüzlüğün sonucu olan uzun süreli kavgaların yükleyeceği zorunlulukları göğüsleyerek başarıya ulaşacaktır. oysa, gelişmelerini kendisine benzer sözde organlarla birleşmekle sağlamayı düşünen ve böylece bazı fedakarlıklardan uzak duran hareketler, turfanda yetiştirilen çiçeklere benzerler. bu çiçekler boylanıp, rengarenk açsalar da, yüzyıllara kafa tutacak ve kasırgaların tahribatına göğüs gerecek kuvvetten yoksundurlar. büyük bir fikri, şahsında şekillendiren bütün büyük teşkilatların esas kuvvetleri, hoşgörüsüzlükten uzak durup, hakkını istemekte mağrur davranırlarken ve zaferden emin bir şekilde dimdik yükselirken gösterdikleri sevgiye dayanmaktadır. eğer bir fikir gerçekte doğru ise ve taraftarları bu kanaat ile silahlanmış bir durumda mücadeleye atılırlarsa, bunları yenmeye imkan yoktur. bu kimselere karşı girişilen her saldırı onların kuvvetlerini arttırmaktan başka bir işe yaramaz.
bizim ülkemizde en tehlikeli sayılan şey, halkın örgütlenmesi olayıdır. her yeni düşünce ve bunun etrafında kümelenen insanlar, devletin güçlü projektörleri altında dikkatle incelenir. ilk tepki zaten bunların ülkeye zarar vermek amacı taşıdığı biçimindedir. birçoklarının, halkın yeni bir şey üretmediği, düşünemediği iddiasına karşılık devlet, sürekli zararlı faaliyetler içinde olan bir halkla karşı karşıya olduğu inancındadır. bu yüzden bir düşünce etrafında örgütlenmek, anayasadan başlayarak bütün yasalarda fiilen yasaklanmıştır.
çizginin dışına çıkanlar bir yaban atı gibi görülür ve eğitilir. seyisin elindeki kamçı, bu yaban atını dizgine getirinceye kadar şaklar. koşuma gelenler, -ki kimsenin başka bir şansı yoktur- tavlada beslenir, boylarına ve huylarına göre bir yere oturtulur. bir topun dibinde veya ucunda olan atlar, bu farklı konumlarını özgürlük sayarlar. ama hepsinin görevi bir topu çekmekten ibarettir. belki birkaç at uyumsuzluğu nedeniyle telef olur, ama birlik genel olarak disiplin içinde ve görevi istikametindedir.
devlete göre doğru bir tanedir. kendisi ülke için doğrusunu yapıyorsa diğerlerininki yanlıştır. bundan da öte, kendi doğrusu haricindeki diğer fikirler kaynağı bilinmez bir fitnenin uzantısıdır. bertaraf edilmelidir. devlet şöyle düşünmektedir: eğer bir şey değişmeli ise bana anlatın, ben bu ülke için varım ve doğruları kabul ederim. ilk bakışta doğru görünen bu mantık temel bir çizgide yanlışlanır. çünkü devlet, bir çıkar grubu veya bir yabancı güçten etkilenmekte olabilir ve bu yüzden halkın çıkarları ile kendi doğruları giderek farklılaşabilir. çözüm ise, devletin herhalde ülkenin iyiliğini isteyeceği varsayımını, halkın mutlaka kendisinin ve onu temsil eden devletin çıkarlarını düşüneceği varsayımı ile değiştirmektir.
devlet, gücünü, halkın farklı fikirler etrafında örgütlenmesini ve bunun barış içinde yapılmasını sağlamak için kullanmalıdır. bugüne kadar, iyi ya da kötü her değişimin başlangıç noktasında bir askeri darbe vardı. ama bu sefer değişimin halkın örgütlenmesinin önünü açarak yapılmasını denemeliyiz. bunu yaptığımız zaman bunun bir darbeden çok daha sağlıklı ve güvenli olduğunu göreceğiz.
gerçekte düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün olduğu ama yönetimin seçimle belirlenmediği bir rejim, bu özgürlüklerin verilmediği ve sadece seçim yapılan bir rejimden daha demokratiktir.
ülkemizde şöyle bir algı var; bir ülkenin büyüklüğünün en önemli göstergesi topraklarının büyüklüğüdür. ama böyle düşünen insanlar vatikan'a veya isviçre'ye bakmazlar. bunlar çok küçük ama çok etkili ülkelerdir. brezilya'ya baktığımız zaman devasa toprakları olduğunu görüyoruz ama hiçbir siyasi hesabın içerisine girmez bile.
milletimizin korkusu daha da küçülmektir. bizimkiler tarihi yorumlarken üç kıtaya yayılmış osmanlı'nın topraklarını kaybetmesiyle etkisizleştiğini düşünür. ama biz osmanlı'nın dünya üzerinde bir misyonu ve iddiası olduğunun, başka misyonların bunu tarihe gömdüğünün ve bize özgü bir iddiamızın kalmadığının farkında bile değiliz. oysa küçüklüğümüzün nedeni toprak azlığı değil, kimlik yokluğudur.
dünyaya yön veren ülkeler bunun farkındalar. büyüme ve küçülmenin nefes alıp vermek gibi doğal olduğunu bilirler. mesela eski sscb küçülme vaktinin geldiğini anlamış, gücünün etkin bir biçimde ulaşamadığı yerleri kendi iradesi ile bırakmıştır. ama misyonu sürmektedir. rusya küçülerek büyümektedir. amerika, çoğunluğunun aksini düşünmesine rağmen, dağılmadan küçülme sürecini öngörerek ve planlayarak sürdürmektedir. her ikisinde de ne bir panik söz konusudur ne de tarihin yazgısına karşı gelme hevesi. sadece yeniden nefes alacakları güne kadar başkalarının büyümelerini kontrol altına alma iradesinden söz edilebilir.
türkiye geçmişte bu iki büyük gücün etkisinin yoğun olarak hissedildiği, ancak giderek bunların terk ettiği ve özellikle almanya'nın yayılmak istediği bir alandadır. bu yüzden yoğun çıkar çatışmalarına sahne olmaktadır. amerika ve rusya bizi sevdikleri için değil, sırf avrupa'nın ve çin-japon ekseninin alanlarını sınırlamak ve onların büyümelerinin kendilerini bir daha ayağa kalkamaz hale getirmelerini engellemek için türkiye'yi büyüteceklerdir. ama bu durum diğerlerinin aksine büyüyerek küçülmektir.
kendine özgü misyonu olmayan, dünyayı anlamayan kadrolarla dolu devlet örgütlenmesine, bu bölgenin kaderini kimse terketmez. aksi taktirde genişleyen etki alanımıza başkaları damga vurur. bu yüzden yasaklarla dolu olan siyaset meydanında, modele uymayanlar gizli ve kanlı eller tarafından teker teker toplanır. hiç kimse buna karşı güvenlik içinde değildir.
sizin devranışlarınız etkilere karşı bir refleksten ibarettir. sizi aşan bir akıl çizdiği projeye uygun olarak tuğlaları üstüste dizmektedir. bağımsızlığın ve büyüklüğün anlamı bizim bildiğimizden farklıdır ve bu anlamın göbeğinde toplumsal akıl yatmaktadır.
ayrıca şunu da söylemek isterim ki,
konu başlığı zaman algısını konu alan melankolik bir yazının başlığı olmak için çok uygun. belki daha sonra aynı başlık altına çok farklı bir yazı yazabilirim.
bazı filmler vardır. bunlar sadece film değildir. aslında filmleri insanlara benzetiyorum. filmler de doğar büyür ve ölür. en dramatik durum ise filmlerin ölümünü izlemektir. mutlu ölüm vardır, mutsuz ölüm vardır. insanların hayatı gibi yani. ama mutlu ya da mutsuz, ölüm ölümdür ve ölüm acıdır. ölen her film sana yalnızlığını hatırlatır. biten şarkılar gibi, damla damla.
filmlerin türü önemli değil. dram, komedi, macera ya da aşk filmi olsun fark etmez. o filmlerde içinden bir parça bulduğun zaman onu bırakmak zor gelir insana. ama bir süre sonra film biter. cast akar yavaş yavaş alttan yukarı doğru, güzel bir müzik eşliğinde.
bunlar olmadan önce o filmin son sahnesine gelelim. asıl sancılanma orda başlar. aklından çok şey geçer son sahnede. o film birazdan bitecek ve sen yerinde kalmaya devam edeceksin. bu zor bir durum. çünkü bahsettiğim o filmin içinde bulduğun senin bir parçan hep o filmde kalacak. tamam daha sonra tekrar izlersin, onlarca kez izlersin. ama her seferinde aynı şeyler olacaktır sana. o yüzden uzun bir zaman sonra izlemek seni daha az üzecektir.
son sahnelerde beni en çok etkileyen şey ise gün batımına doğru yürümek, gün batımına doğru arabayı sürmek ya da ona benzer şeyler. gün batımı olması şart değil. demek istediğim şey, saniyeler geçtikçe adım adım uzaklaşma anlarıdır. çünkü bu tür sahnelerde zamanı çıplak gözle görebiliyorum. bunu anlatmak zor olacak. her şeyin özünde zaman yatıyor. bu çok derin ve çok uzun bir konu olduğu için buna girmeyelim.
leon, never let me go, donnie darko, stand by me, good will hunting, stalingrad, dar alanda kısa paslaşmalar; bunlar güzel finallere sahip güzel filmlerdir. hepsinin ortak noktası biterken insanın içini burkmalarıdır. bu tür atmosfere sahip filmleri özellikle seçiyorum. sanırım karakterimle ilgili bir durum bu.
son sahne de bittikten sonra donuk gözlerle akan cast'i izlemek kalır geriye. aslında en çok burda düşünür insan. ama bazen hiçbir şey düşünemez.
evet.
söyleyeceklerim bu kadar. aslında bu yazıyı derin şekilde edebileştirebilirdim.
"portakal çiçeğinin sarı kokusundan gelen gecelerde izlediğimiz filmler, uzak bir gitarın tellerinde ağlaşan balıkçıl kadar mülteci bir şekilde yüreğimize yerleşir bazen. sonra bir gün, yağmalanan çığlıklarımızla birlikte o acı sahneler..."
selahaddin eyyubi'nin etnik kökeni hakkında net bilgi yoktur. türk ve arap olma ihtimali de mevcuttur.
mimar sinan ise rum asıllı olup daha sonra devşirilerek yeniçeri ocağı'na katılmıştır. kürt olma ihtimali sıfırdır.
piri reis ise karamanoğulları beyliği'nden istanbul'a ailesiyle göç etmiştir. karamanoğulları beyliği ise köklü bir türk beyliğidir. bu da piri reis'in etnik kökeni hakkında bize bilgi veriyor. yani bu adam kürt değil.
ömer hayyam, ibn-i sina ve nizamülmülk iran'lıdır. bunun hakkında konuşmaya bile gerek yok.
süleyman çelebi'nin etnik kökeni hakkında net bir bilgi yoktur. kimse kürt olduğunu iddia edemez.
evliya çelebi ise türktür.
ekleme: bunları kürtlere hakaret edip ırkçılık yapasınız diye yazmadım. ortaya bir iddia atılmış ve ben de o iddianın doğru olmadığını anlatmaya çalıştım. olaya farklı bir boyut getirmesin kimse.
dünyanın en iyi kürdü, ailesine bağlı olan ve çoluk çocuğuna güzel bir gelecek hazırlayan kürttür.
bu sadece kürt için geçerli değil, bütün dünya insanları için "dünyanın en iyi insanı" olma kıstasıdır.
ekleme 2: herif kaçıp gitmiş. ihale bize kaldı yine.
milletin nick altına sıçtıktan sonra elektromanyetik teorinin alt kümeleri arasındaki en geniş boyuta sahip olan mekanizmayı anüsüne sokmasından mütevellit, sözlük ortamındaki güç dengelerini sarsmak hedefiyle yine aynı nick altında vur-kaç taktikleriyle -ki burda moderasyonun ağırlığı tartışılmaz bir güçtür- gayri meşru bir zemin yaratma gayesini açıkça ortaya koyup sıçış faaliyetini tekeline alan terörist yarmasıdır.
fenetilamin ailesine mensup iki yakın akrabanın karşı karşıya gelmesi durumu.
bu söz konusu kuzenlerin ikisi de aynı eylem mekanizmasını paylaşmakta. peki nedir bunlar? ikisi de merkezi sinir sistemi uyarıcısıdır. ikisinde de benzer davranışsal etkiler, geri çekilme ve kronik kullanım etkileri vardır. ama genel olarak baktığımız zaman metamfetamin amfetamini döver. fakat bir amfetamin müptelası kontrolünü kaybedip aşırı derecede amfetamin kullanırsa metamfetaminle aynı etkileri hisseder.
bu evlatlar genellikle tozdan oluşmakla birlikte, aynı zamanda metamfetamin, saf kristalin hidroklorür tuzu olan buzda kullanılmaktadır. amfetamin ve metamfetamin içeren hapların üzerinde mdma ve diğer ecstasy haplarında görülenlere benzer logolar bulunur. bulundukları fiziksel formlara bağlı olarak yutulabilir, burundan içe çekilebilir ve daha nadiren enjekte edilebilir. amfetaminin sülfat tozundan farklı olarak metamfetamin hidroklorür, özellikle de bunun kristal formu (buz) sigara gibi içilebilecek kadar uçucudur.
bu bir anket değildir, durum değerlendirme raporudur.
şimdi birazdan sayacağım bir iki genç beatmaker var. onlar gerçekten işlerini çok çok iyi yapıyorlar. fakat bu elemanlar lisedeyken dj mic check diye bir adam vardı, ki hala var. işte o adama büyük saygı duyuyorum. şimdilerde her ne kadar meyhane beatleri icra etse de geçmişine büyük saygı duyuyorum. adamın kestiği sample'lar insanın ruhuna işliyor. "geçmişi gölgeye teslim ettim" şarkısının beatini dinleyin, olamaz böyle bir güzellik. açın "melodrama"yı dinleyin, "maskeli balo"yu dinleyin.
şimdi piyasa gençlerin elinde. mic check'e duyduğum saygıdan mütevellit o adam benim için 1. sıradadır. asıl mesele 2. kim olacak.
da poet'le farazi(gına) arasında gidip geliyorum. da poet'in ürettiği beatlerin haddi hesabı yok. hepsi de on numara, çok güzel ürünler. beat vermediği adam kalmadı bu piyasada. bu adamın kestiği sample'lar beni benden alıyor. angelistic, sonbahar, son nokta, veya raziel'e verdikleri, ulaş'a verdikleri hepsi on numara. adam bu işe bağımlı, çünkü adam işini aşkla yapıyor.
farazi kardeşimize gelecek olursak, bu adamın bende yeri ayrı. adam "mertel kasetçilik" gibi ultra güzel bir beatin altına imza atmış daha ne konuşuyoruz. alt geçit, tortu, mart, yerel radyo ep içindeki parçalar, sarı bıyıktan öfkeler, çatımda radyolar, sabaha otogarda yakaboğaz, düş peşindeyim düş peşime, tutmayan kuponlarım var, bir günlük öldürün beni ve diğerleri. hepsinin yeri bende çok ayrı. hepsini çok seviyorum. farazi'nin beatlerindeki duygu aktarımı da poet'in çalışmalarından daha baskın gibi geliyor bana. ya kayra ile geçmişe dair aynı duyguları taşıdığımız için öyle hissediyorum ya da gerçekten de bu adamın çalışmaları daha duygusal ağırlıklı. o alt geçit şarkısının beati adamı öldürür zaten.
başka beatmaker kardeşlerimiz de var bu piyasaya emek vermiş olan. canbeatz var, feodal batiskaf var, dj artz var, dj argub var, karaçalı var, dj fonetik var, rapozof var. çok eleman var. canbeatz'in ceylin adlı beatine hastayım mesela. feodal batiskaf'ın yargı sairfilmenam kardeşimizin defansif atak parçası için yaptığı beat de çok hoş. room of angel'dan kesmiş sample'ı, on numara olmuş.
toparlayacak olursak, benim listem şu şekilde;
dj mic check
farazi
da poet
feodal batiskaf
cenbeatz
ve
diğerleri