tembellik böyle bir şey olsa gerek; mesela pazartesi sendromunu diğerlerinden ayırt edemiyorum bile. zira bana her gün bir sendrom, her an bir panik atak. hele ki bir de şu an olduğum gibi uykumu alamadıysam bilgisayar ekranını kaldırıp odanın ortasına vurmaktan beni kim alıkoyabilir allah bilir.
ulan abim ekmek almaya yollasa sendroma giriyorum, ''battuta git bana bi kısa camel al, para üstüne de kendine benden bi şeyler ısmarla'' dese bir anda devrelerimden aşırı derecede yüksek voltajda elektrik geçiyor. ama abidir nihayetinde eşek kadar adam da olsam onun ibrikçisi olmaktan gocunmam, lakin tembellik dinamizmi diye bir şey varsa sanırım bende fazlasıyla mevcut. şunu yazmaya bile o kadar üşendim ki anlatamam kim uğraşacak klavyenin tuşlarına basmaya.
bende çalıştığım her günün bir sendromu var; cuma sendromu, salı sendromu, perşembe sendromu.....ama pazartesi bambaşka.
bilhassa yalnız yaşayan erkeklerin sık sık karşılaştıkları sindirim sistemi fizyolojisine aykırı durum. adana kebabıyla, lahmacunla nereye kadar, bir tas çorba midenin dostudur deyip iki ay aradan sonra sıvı bir şeyler yeme aşkıyla akşam iftara eve gelirken ezogelin çorbasının hazırından aldım. ''ulan bildiğin toz bu, bulamaç gibi bir şey olacak galiba'' diye düşünürken bir anda hazır çorba bir keramet gösterdi. hikmetinden sival olunmayan yüce rabbim, kuru dallara can veren allahım, mucizelerin karşısında boynum kıldan ince, ulan o boz bulanık su ısınmaya başladıkça içinde pirinçler oluşmaya başladı. ocağın karşısında huşu içinde kendimden geçmişim. ezan okunup kendime geldiğimde çorbanın hafiften dibi tutmuş, içileceği kalmamıştı ama olsun yinede içtim. gördüğüm o büyük kerameti videoya çekseydim şimdi izlenme rekorları kırardı.
sınavın iptal edilmesine sebebiyet verebilecek bir eylem zira 400.001 yıldır fulleyen olmadı. hadi itiraf edin haybeden istatistik uydurduğumu hiç anlamadınız dimi çünkü uydurduğum belli olmasın diye küsüratlı uydurdum böylede zeki bi insanım işte..ayrıca cemaat soruları önceden biliyormuş ilgilenenler için söyleyeyim dedim...
bilinç altındaki erkek adamın kısa saçlı olması gerekliliğinin bilince yansımış hali, eğer yanlış yorumlanırsa patolojik bir çocukluk yaşamanıza sebep verebilir...
çocukluğumda berbere giderken annem her seferinde ''önde kakül kalsın, gerisini iyice kısalt'' talimatını vererek saç şeklimi belirledi...biraz büyüyünce ''annemi dinlemesem acaba nolur lan'' düşünceleri başlamak üzereyken babamın ''kakülü unutma yanları da üçe vurdur kafanı kırarım '' tembihinin korkusundan bir türlü normal, istediğim gibi bir tıraş olamadım...
hep kaküllü, geri taraf hep üç numara, hep delik delik izli. lan kafam da öyle normal bi kafa değil ki; tamam, ön tarafı kakülle falan kurtarıyoduk belki ama gerisi çinçin mahallesi gibi la kafanın çarpık bi yerleşimi var. arkası dümdüz, yanlar bombeli, dikdörtgenler prizması gibi...
hasılı kınalı yapıncak gibi kısacık saçlarla dolaşmayı hiç sevemedim. oysa şimdi anlıyorum ki annem de babam da haklıymış, zira saçını kısa kestiren her erkeğe çevresinden biri kesinlikle "adama dönmüşsün be abi" yorumunu yapıyo...''ben çocukluğumu yaşayamadım'' derler ya hep, evet ben de yaşayamadım çünkü saçımı kısacık kestirip erkenden adam ettiler lan beni...sürekli ay sonunda faturaları nasıl ödeyeceğimizi düşünmekten kafayı sıyırdım, saçım kısa olduğundan akşam eve dönüşümde her adamın yapması gerektiği gibi bakkaldan iki ekmek alıp evimin yolunu tuttum ev bayat ekmeklerle doldu...babam ''bu çocuk her akşam eve ekmek getiriyor'' diye beni öğretmenime şikayet etti, bende '' öğretmenim saçım kısa, hem ekmek almayayım da napayım çocuklar aç mı kalsın'' dedimse de pek faydası olmadı, kimse saçım kısa olduğu için adama döndüğümü anlamadı...
şimdi saçımı istediğim gibi kestirme icazetine sahibim ama gel gör ki yine başaramıyorum...lan berber recep abiye yarım saat nasıl kesmesi gerektiğini anlatıyorum adam ''hı hı anladım'' deyip bi başlıyo tıraşa aynı ilkokul 2. sınıftaki halime dönüyorum...bin kere şunu şöyle yapma diye uyarıyorum ama yok hep aynı bok.
şimdi duştan çıktım şöyle bi baktımda saçlar epey uzamış resmen papaza dönmüşüm, üşenmediğim bi zaman gideyim kestireyim de adama döneyim bari...
evde ekmek yok, gece rüyamda reçel yiyodum sahura kalktım koşarak dolabı açtım çilek reçelinin bitmiş olduğunu gördüm yaşama sevincim kalmadı, faturalar falan da hiç ödenmiyo zaten, acilen saçımı kestirip adama dönmem lazım...
kişide gereksiz bir anksiyete oluşturur...senin için baba nedir? diye sorarsanız annenin bıyıklısına verilen addır derim. zira anne çok önemlidir cennet falan hep ayakları altındadır ama baba da ilginç adamdır yahu, mesela ben küçükken yemeye niyetlendiğim biberleri benden önce acı mi tatlı mi diye tadan, büyüyünce de yediğim bokları tadmak zorunda bıraktığım diğerkam biridir baba.
çok özlemişim çok, yarın akşam dönüyor havaalanına karşılamaya gidecem kendisini...doya doya sarılacağım.
şimdiye kadar her şey güzel ama bi telaş aldı beni, çünkü havaalanında kesin turistler falan vardır şimdi...sizin babanızda var mı bilmem ama benimkinin garip bi huyu var adam turist görünce evladının ingilizceyi konuşup konuşamadığını birinci ağızdan görmek istiyo ve bunun için sürekli talimatlar veriyo...
baba: git sor, nerden geliyolarmış.
ben: .......
baba: oğlum gitsene
ben: !!^+%&!!!!!!.....
baba: hey allahım, oğlum öğren artık şu ingilizceyi yahu...!
ben: peki babacığım...
baba: peki babacığım değil ''all right daddy'' diyeceksin...!
ben: ahahaha..tamam daddy...ehehee...
baba: sırıtma lan, al şu bavulu yoruldum zaten...
ben: tamam ver sen bavulu da hadi gel bi kahve içelim...
baba: türk kahvesi olsun ama...!
ben: tmm...
baba: eee napıyosun bakalım görüşmeyeli..? oğlum farkında mısın bilmiyorum ama 1 aydır sürekli beni arayıp duruyosun bi' rahat bırakmadın yahu..! hala sevgilin falan yok dimi lan senin o yüzden bana sardın yine, ahahaha...
ben: baba ne alakası var ya ben seni özledim o yüzden aradım...
baba: tamam lan tamam ağlama...
bakın dostlar şuraya yazıyorum havaalanında bu diyaloğun aynısı yaşanacak..
psikiyatristime göre, yeterince sevgi alamayanlar uyumadan önce veya gece kalkıp çikolata ya da tatlı bir şey yermiş.
anneme göre şeker hastasının gece şekerinin düşmesiymiş.
kardeşime göre pisboğazlılıkmış.
abime göre de kortizol metabolizmasıyla ilişkiliymiş.
babam çok da s.kimde... dedi.
orijinal bir evlenme teklifi bulma konusunda sıkıntı yaşayan ve bu lanet halet-i ruhiyeyi yerse sevgilisine kaktırmayı deneyen erkektir...aynı zamanda sevgilisinden tehdit mesajları da alan erkektir.
hiç bir korku filmi sevgiliden gelen 38 cevapsız arama kadar korkutamıyor beni, zaten sonrasında da tehdit mesajları gelmeye başlıyor. ''19 saattir beni aramıyorsun, trip atma moduna geçmek üzereyim ayık ol kafanı kırarım'' diye tehdit ediyor beni sulu köftem...lan adam ekmek almaya gidiyorum deyip 20 yıl sonra dönüyor evine, karısı kapıda karşılıyor aç mısın elmalı turtam diye soruyor, ben hatunu 19 saat aramıyorum kafamı kıracağını söylüyor 20 saat aramayayım direk boşar zaten...
bu aralar kendisine evlenme teklifi etmeyi düşünüyorum ama hayır falan der diye altıma sıçıyorum haberi yok, hayır derse ne bok yiyecem lan ben...hep evet kısmına göre hazırladım kendimi o evet diyecek bende burger king'den aldığım onion rings'imi parmağına takacağım sonra sarılıp ağlayacağız falan. ağlama faslı bitince parmağındaki soğan halkasının bir ucundan o öbür ucundan ben yemeğe başlayacağız ortada kavuşup buseyi konduracağım dudağına, hele bi' evet desin olaylar olaylar...oysa hayır kısmını hiç düşünmedim, hakkaten ne derim, ne yaparım hiç bilmiyorum lan. böyle mal gibi kalırım herhalde sonrada esra erol'a falan giderim beni eversin diye...
ne cevap vereceğinin dramını yaşamak şöyle dursun bide çok üşendim arkadaş, millet bi' evlenme teklifleri ediyor en az 1000 kişi var lan olayın içinde...ben facebook'taki tüm arkadaşlarımı tandoğan meydanı'na çağırsam ve hepside gelseler, gelmez adiler ama hadi geldiler diyelim yinede 500 bile etmez, ne yapalım yani bi' evlenme teklifi edeceğiz diye kızılay meydanı'ndan adam mı toplayalım...
ama öyle evlenme teklifleri var ki benim bile aklım uçuyor, burada oturduğum yerde kıvranıyorum lan kız evet desin artık diye, tüylerim diken diken oluyor, elim ayağım falan titriyor en son boğazımda bi' düğüm atılıyor nefes alamıyorum sonra kız evet diyor da rahat bi' nefes alıp kendime geliyorum...e tabi sulu köftem de seyrediyor bunları, o da nefesini keseyim istiyor...oysa haberi yok ki azıcık kestiğim nefesini azıcık daha kesersem ölüm riski var, işi gücü riskli romantizm zırvaları.
takdir edersiniz ki durum hiç de kolay değil, işin içinden nasıl çıkarım diye kara kara düşünürken aklıma bi' fikir geldi, fikrimi hemen uygulamaya koymadan önce biraz cesaret alayım diye kendi gazozuma ilaç attım, ne ilacı attıysam acayip bi cesaret geldi plaseboyu da eklediğimizi düşünürsek baya gaza geldim. sonra nasıl inandırdıysam kendimi bu saçma fikre sanki asrın çözümünü bulmuşum gibi hemen sulu köfteme mesaj attım, aynısını yazıyorum şuraya;
''sevgili sulu köftem; benim sana evlenme teklifi etmem lazım ama 1000 kişiyi nasıl toplayacağım hiç bilmiyorum, ayrıca hayır dersin falan diye de acayip tırsıyorum zaten...bak diyorum ki evlenme teklifini sen mi etsen acaba? bulaşıkları da ben yıkarım olur mu..? bak hayatının fırsatını sunuyorum sana, iyi düşün bence, cevabını bekliyorum...not; ama ütüye dokunmam sonra şeyolmasın''
epeydir cevap gelmeyince kontörü falan bitti diye düşünüp aradım bunu bi' hışım daldım konuya; ''zaten saatlerdir bekliyorum yeter artık çabuk bi' cevap ver yoksa çok feci şeyler olacak...bak feci şeyler olacak diyorum...alo... alo...'' birden sorunca heyecanlandı ne cevap vereceğini şaşırdı tabi...
neyse sonra tekrar ararım artık, biraz kendini toplasın.
bu entry'mde toplam 5 kez ''hayır'' demişim hayrolsun inşallah...ayrıldık mı lan noldu şimdi bi' şey anlamadım ki ben...!?
manik ve depresif duyguları periyodik olarak yaşayan bozuk psikolojili bir insandır. acilen uçarak ağzının ortasına vurulmalıdır ki kendine gelsin...
huuuu kadınlar; şimdi bu asansörlerde, otobüslerde ve metroda yolculuk ederken, rahatsız olduğunuzu falan söylüyorsunuz ya. olabilir, ama ben vallaha daha çok rahatsız oluyorum. birine bakmadığım halde, beni kendine bakıyor sanıp da triplere giren kadına kafa göz dalasım geliyor.
lan benim 2 tane gözüm var. allah öyle yaratmış sizi bilmiyorum. bu gözler bi yere bakacak arkadaş. asansör zaten kıç kadar. görüş alanım dar. gözümü mü kapatıyım? yumdum soyun tamam hadi bakmıyorum ben hadi. ki yapmadığım iş değil, uyuyo numarası bile yaptım. hem de ayakta. bu sefer de ayakta uyuyom diye dalga geçiyorlar. tek bi bakışım da denk gelsin, böyle bi' sırıtmalar, bi' "ahahaha bana bakıyodun seni yakaladım. salak seni. ben sana bakar mıyım" bakışları. defolun gidin lan.
hele metroda, camlardan da hep o denk gelmemeye çalıştığınız kadın çıkıyo ya karşınıza deli oluyorum yahu.
-valla kusura bakma bacım. (bacım mı?) nereye baksam seni görüyorum...
+hehe biliyodum aşık oldun bana di mi?
-yok kıç kadar metrodayız ya ondan.
+???
-!!!
+^-^
-bööööööööööö
sırf bunlara bakmamak için bi' kere bi' adamın kıçına baktım lan uzun süre. düşün artık. o kadar çaresiz kaldım. adam da şüphelendi bu çocuk niye kıçıma bakıyor diye...
genelde asansörün en ücra köşelerine bakarlar özelliklede tavana..asansörde falan tavanda bok mu var arkadaş ya, iç mimar mısınız hepiniz oralara bakıyorsunuz. insan sosyal yaratıkmış. hadi lan ordan. kedi köpeği koysan 10 katı çıkana kadar bi ''merhaba kardeş'' falan der birbirine...lütfen asansörde birbirinize selam verin, kızarık burunlu bir şekilde hapşuran insan gördünüzmü hemen peçete uzatın, ''çok yaşa yiğidim hapşur açılırsın'' deyin.
alkol karaciğerde asetaldehit adlı bir toksik maddeye dönüşür, bu madde baş ağrısı, mide bulantısı ve kusmaya yol açar. zamanla bu madde elemine edilip etkisini kaybettiğinden bu komplikasyonlarda giderek azalır. bal, süt ve ekmek bu süreyi kısaltır.
-içmeye göreyim hemen başım ağrıyor, midem bulanıyor, kusasım geliyor. napalım peki hocam bunlar olmasın diye?
hemen cevap vereyim:
öhm öhm..
ilk sözüm ''lan madem çarpıyor içme olum şu zıkkımı'' olur. yok abi ben içmeyeyim de kim içsin diyenler için tavsiyem; içki içmeden önce mutlaka bir bardak süt için, koyu renkli içkiler yerine (cin, votka ve tonik gibi) 2 kez arıtılan içkileri tercih edin. alkol aldıktan sonra birkaç bardak alkolsüz içecek için. unutmadan şunu da ekleyeyim; ertesi gün bol miktarda sıvı tüketin. böylece akşamdan kalma halinizden kurtulabilirsiniz...
korunma yöntemlerinin başarısızlık oranları pearl index adı verilen bir birimle ifade edilir.
pearl index bir kadın yılını, yani bir kadının 12 aylık adet döngüsünü ifade eder.
doğum kontrol yöntemlerinin 100 kadın yılı, yani 100x12 =1200 adet döngüsünde kullanımdaki başarısızlığını gösterir.
başarısızlık oranları şöyledir:
hiçbir yöntem kullanmamak: % 85.0
doğum kontrol hapları: % 0.03 - 0.22
depo-preparatlar ('aylık, üç aylık iğneler'): % 0.03 - 1.2
norplant derialtı implant sistemi: % 0.05
sterilizasyon
kadında tüplerin bağlanması: % 0.05
erkekte kanalların bağlanması: % 0.1
mini haplar (günlük kullanılan, yalnız progesteron içeren haplar): % 0.4 - 4.3
bakır içerikli spiral: % 0.1 (hormon içerikli spirallerin başarısızlık oranları bakırlı olanlara göre daha düşüktür)
diyafram + spermisit: % 2 - 25
prezervatif + spermisit (sperm öldürücü): % 7 - 14
kadın prezervatifi: % 5 - 21
yalnız spermisit krem, jel: % 5 - 42
dışa boşalma: % 10 - 38
takvim yöntemi: % 14 - 35
ilişki sonrası vajinanın yıkanması: % 21 - 41 (bu yöntemi bir korunma yöntemi olarak görmemek gerekir)
görüldüğü gibi koruyuculuk oranı en yüksek yöntem doğum kontrol hapı, en düşük yöntem ise halk arasında en sık uygulanan dışa boşalma ve takvim yöntemidir. tabloda yer alan yöntemlerin başarısızlık oranlarının bazılarında alt ve üst sınır olmak üzere iki ayrı rakam olduğunu görüyorsunuz. bu yöntemler başarısızlık oranları kullanıcıya bağımlı yöntemlerdir. usulüne uygun kullanımda (hap kullanımının düzenli olarak devam ettirilmesi, iğne zamanlarının aşılmaması, prezervatifin usulüne uygun kullanılması gibi) başarısızlık oranı alt sınıra yakın yer alacaktır.
oftalmoskopsuz göz dibini görebilmek...
maden suyu şişesinin kapağını dişimle açabilmek...
bir kerede 8 merdiven birden çıkabilmek...
iki elimle de aktif olarak yazı yazabilmek...
''nasılsa spor yapıyorum'' mantığıyla hareket edip yaktığından kat be kat fazla kalorili şeyler yiyenlerin başına gelmesi kaçınılmaz olan eylem.
ama öyle değil..
normalde bugün enfeksiyon hastalıklarında nöbetim vardı ama başka bi' güne almışlar, ''boşsunuz'' haberi kulaktan kulağa hızla yayılmaya başladı, oooh mis.
haberi alır almaz 2-3 kişiye daha duyurup kendimi hemen hastaneden dışarı attım...eve giresim gelmedi, lan napıyım napıyım diye el cepte öyle bahçelievler sokaklarında dolanıyorum o sıra tee hazırlıktan eski bi' arkadaşa denk geldim çokta sevdiğim bi' çocuk hemen selamlaştık, kucaklaştık, sarıldık ağladık falan...
duygusal anlar bittikten sonra buna şöyle bi' baktım baya irileşmiş bu, ''abi kilo almışsın sende'' dedim...''yok benimkiler kilo değil spora gidiyorum ben'' dedi. ''hadi lan baya iri kıyım göbekli bi' adam olmuşsun'' demeye kalmadan üstündeki eşofmanı çıkardı. o zaman anladım gerçeği dostlar. eşofmanın altından acayip bi' şey çıktı çünkü. filmlerde görmüştüm daha önce. montaj bu diye bağıracaktım. o derece yani. kasları adama monte etmişler. vücudundan ayrı kasları vardı lan herifin. tabi ben öyle ağzım açık donmuş kalmışım..neyse sonra kendime geldim konuşmaya devam ettik;
-olum süper oldum lan bak hiç 1 ay önceki gibi değilim. göbek falan vardı bende eridi resmen. boşsan gel salona gidelim beraber çalışırız biraz....?
+valla bana gerek yok aslında ya, ben gayet fitim.. hem böyle iyi hissediyorumm kendimi, sağol..
-abi gel işte be hem muhabbet ederiz hem spor yaparız, olum 5 sene öncesine geri döndüm resmen. sen ne diyorsun ya. bildiğin eridim gittim 5 kilo vermişimdir en az.
valla dostlar baktım adamın ağzından resmen bal akıyo, kaptım hemen evden eşofmanları attım çantaya düştük beraber spor salonunun yollarına...salona girerken boy, kilo vs. ölçüleri aldılar benim..
spora başlamadan önce 77 kiloydum. acayip çalıştım, değişik aletlerle, dambıllarla, mekiklerle falan...hasılı baya terledim, yoruldum bu günlük yeter deyip bıraktım çalışmayı..sonra spor salonunda bizle ilgilenen eleman geldi, bana tartıya çık dedi. oha lan dedim bu kadar çabuk mu her şey, valla birden sevindim dostlar, dedim herhalde 3-4 kilo falan vermişimdir, bi' çıktım tartıya. 79 kilo. indim tartıdan. tekrar çıktım. 79.1 kilo. indim tekrar çıktım. 79.9 kilo. bi' daha. 80.2 kilo. lan dedim dur gittikçe artıyo bu.
psikopata bağladım resmen. hani spor salonlarında o bi' tane kadınların yaptığı hareket var ya, çıkıp geri iniyosun hani yüksek bi' yere. ben onu tartı üzerinde yapıyorum. en son adama "bozuk bu" dedim. bozuk değil dedi adam. 5 kiloluk bi' ağırlık getirdi attı tartının üstüne. tartıda da 5.0 kilo göründü. o an sinirlerim zıpladı, aklım uçtu resmen, o sıra gözüm benim arkadaşa takıldı, o hala çalışıyor çalıştıkça yağlar gidiyor kas oluyor adam gözlerimin önünde arnold schwarzenegger gibi bi' adama dönüşürken ben ise kas yapmayı falan geçtim kilo vermeye geldiğim salondan 2 kilo daha alıp evimin yolunu tutuyorum...
tıp fakültesindeki hiyerarşi askeri hiyerarşiye pek benzemez, askeriyede hiyerarşi rijit olmasına rağmen tıp fakültesinde hiyerarşi oldukça fleksibldır...
erkek bir profesörün gözünden bu hiyerarşiyi irdelersek erkek internün hiyerarşide yeri labil olmakla birlikte genelde şu şekildedir;
1. kadın doçent (genç olması hasebiyle kadın profesörün önündedir)
2. kadın profesör (prof. olduğu için kadın internün kıl payı önündedir)
3. kadın intern (genç ve güzel olmasından dolayı uzmanın önüdedir)
4. kadın uzman (uzman olduğu için hemşirenin önündedir)
5. hemşire (sırf kadın olduğu için erkek profesörün önündedir)
6. erkek profesör (prof. olduğu için doçentin önündedir)
7. erkek doçent (doçent olduğu için uzmanın önündedir)
8. erkek uzman (uzman olduğu için hemşirin önündedir)
9. hemşir (boktan daha değerli görüldüğü için bokun önündedir)
10. bok (sidikten daha değerlidir)
11. sidik ( erkek internden daha değerlidir)
12. erkek intern ( itin götüdür, daha değerli olduğu bir hiyerarşik birim yoktur)
evet, erkek bir profesörün algısında erkek internün hiyerarşisi aynen budur..
hoşlandığı kişiye dokunmak isteyen bir insan-ı kamildir. bunu kaza sosuna batırmaya çalışırken işin içine sıçıp durum iyiden iyiye ayyuka çıkınca yüzü kızaran ama yinede durumu kurtarma adına bir şeyler geveleyen komik ama şirin bir iş arkadaşıdır...
yemek için lokale doğru yol alırken koşar adımlarla size yetişip aklından geçen düzeni icraya koyulur.
özenle bilinçli bir şekilde yapar bunu, dokunmanızı istedikleri yerlerini aklınıza düşürecek şekilde dokunur size. öyle elim çarptı, bakayım telefonun modeline, yaka kartın eğik duruyor bekle düzelteyim diye minik parmak dokunuşları gibi değil.
koluna girmek istiyorsa: rezil olacağı, ne sakar kız gibi laflar yeme ihtimalini düşünmeden, takıverir canı ciğeri ayakkabısının topuğunu iki kaldırım taşının arasına. biraz şanslıysa düşmesin diye tutarsınız kolundan o da krizi fırsata çevirip giriverir kolunuza. yemek masasına kadar da ayrılmaz sizden...yapacak hiçbir şeyiniz yok, kolunuza giren kızı iteleyip ayrılacak da değilsiniz paşa paşa yemekte eşlik edersiniz ona, hesabı da siz ödersiniz oooh mis...
yemekte de uslu durmaz, evet aynı kız yemek süresince dik dik bakar size. rahat rahat yemeğinizi yiyemezsiniz onun yüzünden, gözlerinizi kaçırmak zorunda kalırsınız...konuşurken de dudaklarınızı takip eder, haa bi'de ota boka gülüyordur ama öyle normal değil ne deseniz gülünüyordur hemde ebleh ebleh.
muhabbetin bir yerinde gülerek ''deli'' diyorsa sanırım sizden hoşlanıyordur, yeter artık lan ayık olun anlayın durumu...*
sabahın köründe rızkına koşmak için kalkan bir ademoğlu olarak üzerime giyinirken dışardan duyduğum ''vuhuuu'' sesiyle sıcacık evin içinde bile üşümüşüm. ateş donduran ayazı var yine dışarda. insanın götü başı pembeleşmekten soğan gibi oluyor. geçen arkadaşım bile diyor; ''oğlum senin surata ne oldu, yanaklar al al olmuş?'', ''abi, soğuktan lan, dışarının halinden haberin yok herhalde'', böyle kabahat işlemiş soğuğu. gel de şimdi ankara'nın böylesi nefes kesen, yüz kızartan soğuğuna karşı tayt giyme, içliklerle donanma, çorapları çiftleştirme. çıkmam abi, fanilamı giymeden, taytımla bedenimi sarmadan, laz balıkçıların takkesiyle başımı örtmeden çıkmam dışarı.
evet, bu da ibretlik bir hikayedir. millet sabahınan ne giysem diye düşünürken belki sevişirim donlarını giyip çıkar, bense taytsız çıkamıyorum. belki sevişirim ama taytlan zor. çıkarması bile 5 dakika sürüyor...
bulaşık makinasını alıp evine yollamaktan imtina etmeyen eli öpülesi annedir...
bulaşık yıkamak benim cephemde yaparken en zevk aldığım fiiller arasında ilk üçe elini kolunu sallayarak giren bir eylemken annem cephesinde ise şahsım tarafından yapılması onu üzen bir fiil. telefonla konuşurken ''napıyosun oğlum'' dediğinde ''bulaşıkları yıkıyorum annecim'' diyemez oldum, yoksa kadın üzüntüden kahroluyor...dalgınlık işte geçen beni aradığında telefonu geç açtım ''niye geç açtın telefonu bi' işin mi var oğlum sonra arayayım'' dedi, '' hayır annecim bulaşık yıkadım da ellerim ıslaktı birden açamadım telefonu, önce ellerimi kuruladım'' dedim demesine ama kadıncağızın sesi çoktan çatallanmaya başladı bile...bi efkar, bi hüzün, bi dram sormayın dostlar. ağladı ağlayacak. bu olaydan sonra 3 gün geçti geçmedi kapıda bir kargo görevlisi memleketten bulaşık makinası geldiğinin müjdesini verdi, inanır mısınız üzüldüm dostlarım...
artık erkek olduğumdan mıdır yoksa bilmediğimden midir bulaşık makinasına güvenemedim. güvenmek istesem de çalıştıramadım. zaten üzerinde bir sürü ışık var, düğme var. bulaşık mı yıkıyorsun uzay mekiğinin koordinatlarını mı giriyorsun belli değil. hem zaten şöyle bardağı çanağı eline alıp ovalaya ovalaya yıkamanın tadını bulaşık makinası mümkün değil vermiyor. şöyle bir güreşeceksin bulaşıklarla, köpüklendireceksin olduğunca, sonra soğuk duş yaptıracaksın. hasılı bulaşık yıkamayı bir keyif, bir şölen haline getireceksin.
bunları yapmasan bile bulaşık yıkamak bir süreden sonra depresyon ilacı gibi oluyor. yıkadıkça kafa ferahlıyor. bir taraftaki kirlileri diğer tarafa köpüklü olarak, ordan da en diğer tarafa durulanmış olarak nakletmenin keyfi eminim diğer ev işlerinin hiç birinde yoktur. yıkadıkça açıldım, yıkadıkça ''daha yok mu?'' diye sağa sola bakındım. 40 mahalleden konu komşu bulaşığını getirse hiç gözüme gelmez, yıkardım o vakit. fuzuli su akmıyacağını bilsem temizleri de yıkardım ama israf işte. ne gerek var?
inanır mısınız daha bulaşık makinasını kullanmak nasip olmadı dostlar, içinde 3-5 tabak var annem kullandın mı diye sorarsa yalan olmasın diye koydum...annem en son tuzdan falan bahsediyordu zaten o kısmı hiç anlamadım, bir de bu aletin tuzu falan varmış neyse artık bu tuz...
velhasıl bizde böyledir. hanım oturur, ben yıkarım. yarın da kısır yapıcam kısmetse.
kadınlar tarafından daha cana yakın ve anlayışlı bulunan erkektir, zira kadınlar stes atmak için kuaförlerde saçlarıyla başlarıyla uğraşmaya yada en azından kuaförle iki lafın belini kırmaya bayılırlar. ben de bayılıyorum dostum. canım mı sıkkın, moralim mi bozuk hemen berber recep abinin yanında alıyorum soluğu, bu kadınlar işini biliyor dostlar vallahi ilaç gibi geliyor berbere gitmek, sinirli stesli bir adam olarak girdiğim berberden öforik bi adam olarak çıkıyorum.
daha dün uzamış lepiska saçlarımla gittiğim recep abinin ''nasıl olacak doktor?'' sorusuna ''valla bilmiyorum abi ya o arayacak ya da bu iş burda biter!'' diye cevap veriyorum düşünün artık...''tamamda onu sormuyorum, saçın nasıl olacak?'' sorusuna ise, ''biraz kısa.'' diyebiliyorum sadece...
fotojenik olmamanın getirdiği bir lanet, ibn-i battuta bu durumun müdavimlerindendir...
yine dertlendim dostlar. yine hüzünlendim. fotoğraflar bile bana küskün. ben de onlara. bir kere de çirkin çıkıp zirzobun tekine benzemeyeyim şu fotoğraflarda, işte o gün dişimi kırıcam. benim gibi naif bir adam her fotoğraf karesinde ya ibiş gibi çıkıyor ya da at hırsızı gibi. çirkinliğin iki boyutunu da layıkıyla temsil ediyorum resimlerimde. ortasını bir türlü bulamadım. bu orta yol konusunda sizin tecrübelerinize sığınmak isterim...
abi millet fotoğraf çekiniyor; sanırsın hepsi birer alain delon, hepsi yunan savaşçısı herkül anasını satıyım. ufka bakmalar, karizmatik haller, daha neler neler. kızlar desen sanki dünya güzellik kraliçesi seçilmişler de taçlarını takarken poz vermiş havalarındalar.
bense;
''benlerini sayamadım bizim avludan içeri girenin/ yarim selamı sabahı kesti aney/zorludur yolları bizim depenin/yarimden bir haber gelmedi aney''
manisindeki avludan içeri giren çirkin herif gibiyim. imajımı düzeltmek için sevimli çıktığım bebeklik fotoğraflarımı ortalıkta göstermekten ve her fotoğrafların altına ''aslı daha yakışıklıdır'' yazmaktan bıktım usandım, bulun şuna bi çare artık...
ilaca karşı fobisi olan bir insan-ı kamilin diyenet işleri başkanlığına güvenerek yapmak zorunda kaldığı biçare eylem...
elimi hart diye ağzımdan içeri sokup ciğerlerimi hatır hatır kaşımak istiyorum, soğuk algınlığı diyerek dikkate almadığım küçük öksürük nöbetleri yerini nefes borusu, gırtlak, damak ve sonra da akciğerlerin iğrenç bi' şekilde kaşındığı öksürük krizlerine bıraktı, sürekli relapslarla seyreden bu krizler başımın belası oldu dostlar...
olmadık yerlerde en ufak bir kokudan, nemden, kıldan, tüyden tetiklenen illet şey korkulu rüyam oldu hatta kabusa dönüştü...veremli gibi öksüre öksüre her defasında ta içimden bir şeylerin koptuğunu, göğüs kafesimin paramparça olduğunu, ciğerlerimden bi' dikişin attığını hissediyorum.
bazen ağzıma sığmayacak, yakında kulaklarımdan birini patlatarak yol almaya devam edecekmiş gibi geliyor; bazen de bir dahakinde iç organlarımı kusmaya başlayacakmışım gibi. kulak uğultusu yapıyor, duymayı kısıtlıyor, yüzde kızarma yapıyor ve diyafram çevresi müteaddit öksürükler nedeni ile yıpranarak ağrımaya başlıyor...
bunca şeye rağmen bendeki gamsızlık almış başını gitmiş , eczaneden bi' öksürük şurubu almaya üşeniyorum ah şu öksürmeye de bi' üşenebilsem mis gibi olacak, ama olmuyor dostlar ne kadar kendimi kassam da bi' şekilde çıkıyor o öksürük bi' yerlerden, ne kadar sabretsen de en sonunda patlar tarzda öksürmekten kendini alamıyorsun, böyle de illet bi' şey bu meret...
gerçi şurup alsan sanki bi' faydası mı var anasını satayım? şurup verilse de verilmese de hastalık aynı süre ve şiddette geçiyor...ben bu şurubun öksürüğe bi' faydası olduğuna da inanmıyorum zaten. hem çoğunlukla alkol içerdiği için de kullanımı sakıncalı gibi geliyor bana. ama şiddetle öksürüyorum dostlar. dayanacak halim kalmayınca telefonla diyanet işleri başkanlığı'nı arayıp ''s.a hocam öksürükten kırılıyorum, şurup içesim var ama içinde alkol varmış napak içek mi..??'' diye soruyorum...adam bi şaşırıyor önce sonra hoş bi' diyaloğun ardından ''öksürük şurubunu içebilirsin'' fetvasını veriyor bana.
fetvayı aldıktan sonra sallıyorum kaşığı öksürük şurubuna. normalde ilaca fobim olsa da öksürük şurubundan kaşık kaşık içiyorum. o sırada komşumuz liseli ergen alper'de bizde. neyse, ben şurubun kaşığıyla bi' yudum daha alıyorum. alper, ''ibn i battuta abi o ne'' diye soruyor, ben ''öksürük şurubu'' deyince hemen ''ver bi de ben içeyim'' diyor. bi yudum kaşığa koyup uzatıyorum sıpaya, ''onu sen iç, şişeyi ver'' diyor. aynen bu şekil haa. alıyor eline şişeyi, dikiyor kafaya. 1 şişe şurubu höpedenek içiyor. içince bi de ''ohh'' diyor. sanki iskender kebap yedi pezevenk..
zaten o anı görünce göz bebeklerim büyümüş benim. ''alper'' dedim, ''bir anda çok fazla oldu sanki, ağır gelmesin'', ''yok'' dedi, ''ağır gelmez, zaten benim burnum ağrıyordu.'' *
bir başlık açacaksam yazıyı yazmadan önce öyle bir başlık var mı diye kesin aratırım. öyle eften püften değil, baya bildiğin detaylıca her bokuna bakarım. yazı bittikten sonra tekrar bakarım öyle bir başlık var mı diye. sonra da yazıyı yollarım. yani ben dört şeritli yolda karşıdan karşıya geçerken bu kadar titizlenmiyorum bak. önce sola, sonra sağa, sonra tekrar sola falan.
bak ben kaç kere bakıyorum öyle bir başlık var mı diye, bulamıyorum. yazıyı yazıp gönderiyorum. lan aradan 1 dakika geçmiyor herifin biri çaaaat bir bkz veriyor altıma. bildiğin benim başlığın aynısı oluyor. ama farklı kelimeler kullanılmış. hatta bazen öyle oluyor ki; aynı kelimeler farklı bir şekilde kullanılmış, çok az bir değişiklik var, hatta o bile yok. burada tebrik edilecek iki insan var; birincisi o yazar. adam benle aynı şeyi tamamen farklı kelimeleri kullanarak anlatabiliyor. helal olsun. ikincisi de bu adam. be güzel insan (şimdi küfretmek istemiyorum her an böyle bir şeyle karşı karşıya kalabilirim yine, sevgiler) nasıl yapıyosun bunu yani?
bu adamlar müzik melodisi söyleyince şarkı adını hemen söyleyen adamlarla aynı adamlar.
öncelikle herkese iyi geceler...müsadenizle özet geçip hemen konuya giriyorum, bu sabah moralim çok bozuktu dostlar; bi kere sabah geç uyandım, kvc(kalp-damar cerrahisi) stajı vardı ameliyathaneye gitmem gerekiyordu yetişemedim, ayak serçe parmağımı bi şey ısırmış acayip kaşınıyordu, yastığım yere düşmüş boynum tutulmuş, elimi yüzümü yıkayayım diye lavaboya giderken serçe parmağımı kapının eşiğine çarptım acısı beynime vurdu resmen, tansiyonum falan düştü seke seke lavaboya kadar zor gittim, suyu yüzüme çarptım gözlükte gözümdeymiş burnumun direği sızladı, başımı kaldırıp aynaya baktım gözler falan şişmiş, bi ecnebi, bi gulyabani gibi lanetlenmiş bir halde uyanmışım...
böyle bir halet-i ruhiyede olmama rağmen o sıfata bakmaya 30 sn. kadar dayanabildim biliyor musunuz, daha uzun bakabilirdim aslında ama depresyona falan girerim diye korktum, zaten depresyon hırkam da yok bi girersem çıkamam mazallah...başlarım lan okuluna deyip sıfatı biraz adam ettim, insana benzemeye başladıktan sonrada soluğu dışarda aldım. bahçeli 7. caddenin sonunda buz pateni nin karşısında bi park varya oraya doğru yol almaya başladım...
aheste aheste parka doğru yürürken gözüm bi şeye takıldı..
işte her şey o teyzeyi gördükten sonra başladı; yere yerda olan moralim resmen pik yaptı, sabahın mahmurluğunu, bedbinliği, boynumdaki sızıyı, serçe parmağımdaki ağrıyı,...vesair her şeyi unuttum ve o teyzeye doğru hızlı adımlarla yol almaya başladım...(eheheh biraz meraklandırayım sizi, teyze kim? niye beni bu kadar heyecanlandırdı? kahramanımızın başıdan ne gibi maceralar geçti?...hepsi yarın aynı saatte uludağ sözlük te...şaka lan şaka, devam ediyorum...sanki okuyan mı var amına koyim, yine yazasım geldi öylesine yazıyorum işte.)
ankara bahçelievler de, gayet lüks ve geniş bir apartman aslında, niye böyle yaptı bu sema teyze anlamadım. apartmanın bahçesinde nerden baksan 3 tane sarmaşık, hanımeli gibi bitkilerle örtülmüş gölgelikler, çardaklar falan var. 1 tane havuz, 2 tane kapalı otopark girişi, bi sürü lüx araba, değişik süs bitkileri, çimenler, ağaçlar...vesair anlayacağınız her şey var. teyzem gayet şık giyimli ve saçı başı yapılmış bir halde bahçede halı yıkıyor, elinde eldivenler baya bildiğin halıyı köpürtmüş çitileye çitileye yıkıyor...
birden flashback yaşadım, canım annemin halı yıkama ritüelleri geldi aklıma...
bu işin ilgili karar mercii her evde olduğu gibi bizim evde de genelde annemdir. 5 yıl halıları yıkamasak babam gelip de; ''hadi oğlum 5 yıl oldun lan tutun şu halının ucundan da yıkayalım'' demez.
annem halıyla ilgili, kafasında tuttuğu, en son hangi tarihte yıkandığı, falanca tarihte haylaz bir misafir çocuğun üzerine saksıyı devirmesini, yine bir tarihte düşüncesiz bir misafirin çocuğunun içeri ayakkabılarını sokmasını, ve aynı çocuğun misafirlik sırasında halıya kusmasnıı vs. hepsini planlar ve analiz eder...
hesaplar doğrultusunda doğru zamandan emin olduğu ilk an harekete geçer ki bu da sabahın ilk ışıklarına denk gelir. aslında vaktiyle, yukarıda bahsi geçen felaket anlarında da çok uğraşmışsa da halıyı köpükler içinde suda yüzdüremedikçe içi bir türlü rahat etmeyecektir ve halıyı ilk fırsatta yıkamak için esaslı bir hamle şarttır. söz konusu bu hamlenin yalnızca annem ve halı arasında bir şey olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz; çünkü annemin bu kararla derhal harekete geçmesinin ardından, yalnız birkaç dk sonra kendimi, üzeri köpük kaplı halıyı delice ovalayıp ''anne!!! şu köpüğe bak! nasıl pis!'' diye şaşırırken bulmam an meselesidir..
(dip sos: zamanında halının üstündeki suları ayağımızla birbirinize püskürten taraf iken, gün geliyor, halının üstünde dizlerinizi halıya koymuş, elinizde fırça, halıyı köpürten taraf oluyorsunuz. çocukluktaki halı yıkamalar daha zevkliydi, bi halt yapmaz sadece ıslak halının üstünde kayar dururduk bi de abimle birbirimize köpük atardık, hey gidi günler...)
bahçelide halı yıkayan o teyzeyi görünce bunları düşündüm 2 dk. kadar dalmışım..çok severdim ben halı yıkamayı, işin garip tarafıysa; nerde bir halı yıkayan görsem, elime bir lif alıp overloğun kıyısından götün götün ben de katılmak isterdim bu şenliğe.
bak arkadaş, bu yaşa geldim halı yıkama lafı edilince içimi halen bir sevinç kaplıyor. bütün programlarımı iptal edip halı yıkanan gün kesinlikle orada o teyzenin yanında olmalıyım. gerçi programım falan yok lan, sanki devlet bakanı mıyız amına koyim da öyle programımız olsun? ama çok özeniyorum arkadaş öyle bütün programlarını bir şey için iptal edip o işin peşinde koşturan elemanlara. mesela hatunun biri bütün programlarını benim için iptal etse ben o hatunla kesinliklen yuva kurarım. en etkili erkek tavlama yöntemlerine bu da benim bir katkım olsun.
halı yıkarken üstümün başımın ıslanması hiç gözüme gelmiyor dostlar. normalde paçalarım kış günü kar kışta azıcık ıslansa bile huylanırım ama halı yıkarken o komplekslerimi aşıyorum. ver eyliyorum çitiyi halıya. vesselam teyzemle beraber halının canına okuduk...teyzeye; ''yün falan da yıkarken çağır beni'' dedim. birbirimizin telefonlarını falan aldık. ''yün yıkama şenliklerini de hiç kaçırmam ben'' dedim. selamlaştık, sarıldık...sonra ben parka gidip sema teyzenin verdiği börekleri meyve suyumla birlikte afiyetle yedim...
(ikinci dip sos: son yıllarda yapılan karalama kampanyalarında halı yıkamanın yüzeydeki mikropları, bakterileri halının iyice diplerine ittiğini, öldürmediğini gösteriyormuş ancak ben inanmıyorum. bu iddiaların belediyenin bazı su ve kanalizasyon idaresi çalışanları tarafından şevkimizi kırmak için gündeme getirilmiş danışıklı dövüş dezenformasyonlar olduğunu düşünüyorum. yalanlara karnım tok.)
-sanırım sudan sabundan işleri çok seviyorum.....
(son olarak hazır mikrofon elimdeyken; buradan tüm sevdiklerime selamlarımı gönderiyorum, 3 hafta sonra taşşaklı bi sınavım var bana şans dileyin)
yaşadığımız ülkede her an birini öldürmek istiyorsunuz biliyorum, hapis diye bir şey olmasa naparsınız bilmem ama ben kesin birini öldürürdüm.
o değil de dün bi film seyrettim adam manken olan karısını öldürüyor. sen nasıl kıyarsın lan o kadına, vallaha melek gibiydi inanamazsın yani. ne alıp veremediğin vardı, salak gibi gittin bi hışımla karını öldürdün. ben o kadın için adam öldürürdüm. neyse konuyu dağıtmayalım. yine aynı film, adam kadını kesip doğrayıp çöp konteynerine attı. ancak adam akıllı, kadının kim olduğu teşhis edilemesin diye ağzını yüzünü dağıttı tanınmaz hale getirdi, parmak izi alınamasın diye parmaklarını kesti ve biliyorsun ki dişler de kimlik analizinde önemli dişlerini de söktü. çaktın mı dostum?? adam kendi kimliğini değil kurbanının kimliğini saklıyor. vallaha bir yaşıma daha girdim.*
adam bu kadar ince düşündükten sonra nasıl yakalandı bil bakalım. meğerse kadının göğsünde silikon varmış. silikonun seri numarasından doktoruna, ordan da kadının kim olduğuna ulaştılar. diyorum ya kadın melek gibi işte, silikon varmış meğersem, zaten hep kandırıyorlar beni ama farketmez yine de melek gibiydi. daha sonra adamı bir otel odasında intihar etmiş halde buldular. bu kadar plan yaptıktan sonra kimliğim açığa çıksa ben de intihar ederdim.
öhm öhm neyse konuyu baya dağıttık şimdi biraz işin teorik boyutunu konuşalım.
bir cinayetin hukuken cinayet olması için bazı şartlara bakılıyor;
1-cinayetin işlendiği sırada tanıkların olması.
2-cinayet silahının bulunması ve size ait olması.
3-cesetin olması.
4-cinayetin akla yatar bir sebebi olması.
mükemmel bir cinayet için yapmamız gerekenler şunlardır.
1-maktulün ağzını yüzünü dağıtıyoruz.
2-kafasını kesiyoruz.
3-dişlerini söküyoruz.
4-parmaklarını kesiyoruz.
5-silikon falan varsa iyice bakıyoruz. (bak burası çok önemli aman ha!)
6-öldüreceğiniz kişiyle en son görüşenin biz olmadığımıza emin oluyoruz.
7-insan veya elektronik tüm tanıkların olamayacağı bir yerde cinayeti işliyoruz.
8-zaten maktülün azını yüzünü dağıttık tanınmaz hale getirdik, mümkünse bir de ceseti yok etmeye çalışıyoruz. (ceseti yakabilir, denizin dibine atabilir veya gömebilirsiniz. eğer ceseti yakarsanız; alt ve üst çene kemiklerini ve leğen kemiğini alıp başka bir yere saklamanız sizin faydanıza olacaktır. yok ben ceseti gömeceğim diyorsanız; üstündeki toprağı güzel bir şekilde kapatın. oturmuş toprak görünümü için üstünde zıplayın ve çalı çırpı ile üstünü kapatın. yok abi naptın sen ya, ben denize atarım diyorsanız; denize attığınız cesetin iyice batması için ağırlıkları sıkıca ve yeterli bir biçimde bağladığınıza emin olun, çabuk çürüyen malzeme kullanmayın)
9-ceseti yok ederken mümkün olduğunca tek başımıza çalışıyoruz. (mesela denize atmaya karar verdiniz ama sandalınız yok kiralamak zorundasınız. bu yolu seçmeyin.)
10-ölüm şeklini mümkün olduğunca az kanlı, gürültüsüz ve boğuşmasız olacak şekilde seçiyoruz.
11-engel olamadınız bir şekilde ölüm esnasında boğuşma yaşanmışsa, parmaklarını zaten kestiğimiz maktülün ayrıca tırnaklarını da kesip yanımıza alıp götürüyoruz. ve bunları olay yerinden tamamen alakasız bir yerde imha ediyoruz.
12-her ne kadar ceseti yok etsek de parmak izi bırakmamak için deri eldiven kullanıyoruz. (ama kullanmadan önce silip parlatın)
13-cinayet silahını rastgele fakat aynı güzergah üzerindeki çöp konteynerları olmayacak şekilde sıkıca bağlanmış ve içinde başka şeylerin de olduğu çöp poşetlerine koyup çöpe atıyoruz. ayrıca cinayet silahını mümkün olduğunca bol parçaya bölüyoruz ve silahı yakın zamanlarda almamış oluyoruz.
15-cinayet öncesinde uzun bir süre haftanın bir gününü kendi halimizde evde geçiriyoruz. toplum nazarında o gün sizin için ritüelleşecek ve evde olduğumuz herkes tarafından bilinecek. cinayet gününü o güne denk getiriyoruz, bir şekilde insan içinde olmuyoruz, kimseciklere gözükmüyoruz. herkes bizi evde zannediyor. (giriş çıkışlarda apartman görevlisine ve komşunuza yakalanmayın)
16-o günkü tv kanal rehberine hakim oluyoruz. (olur da bir şekilde sorgulanırsanız o sırasında şunu izliyordum demeniz size fayda sağlar)
17-unutmuyoruz ki cinayet sebebi ortadan kaldırılması en zor sebeptir. eğer onu da ortadan kaldırabilirsek hiç kimse cinayeti bizim işlediğimizi kanıtlayamıyor, asla yakalanmıyoruz.
geçen gün taksideyim. yeşil yandı, önümüzdeki araba gitmedi. şerefsiz falan dedi taksici.
ahahaha. şaka lan, ben kim taksiye binmek kim. ego'yla takılıyorum ben.
insanlar ne kadar sevgisiz olmuş, değil mi?
otobüstü bahsettiğim. otobüs şoförüne baktım...
adam mahcup oldu, ''evet, en önemli şey sevgi. sevmeyi de unutursak hiçbir şeyimiz kalmaz. insanlığımız kalmaz çünkü'' dedi.
kesinlikle dedim. gülümsedik. iyi günler dedik.
şimdi, bir tarafta bu varken...bir tarafta da iyi olmak var. insan olmak var. kardeşi hastayken yardımına koşmak falan var...eskiden bunlar vardı, bunlar kaldı mı ki artık?
gerçekten insanlar ne kadar sevgisiz olmuş, değil mi?
hastalığın peydahladığı halet-i ruhiyeden yeni yeni kurtuluyorum. 2 gündür bedbinlik ve ızdırap nevrimi döndürdü. evde ateşler içinde yatıyorum, artık vücudum sıvılaşma sürecine girmiş beynim burnumdan akıyor, ses desen zaten travesti gibi oldu ne dediğim anlaşılmıyor bile. yalnızlığın koyduğu o anlarda yumuk yumuk evde bir başıma yatıp duruyorum. haliyle işe de gidememişim. bir allahın kuluda gelip ''bu çocuk evde napıyor acaba, aç biraç kalmasın?'' diye düşünüp bir corba getirmiyor!
neyse gündüzü kendi gayretlerimle atlatıyorum...güneş batıyor, yine gelen giden yok! akşam saat 10 olunca eve bir akın başlıyor ki sormayın. manavdan bir kilo portakalı kapan bize akıyor. yatağımın baş ucuna gelip geçmiş olsun dileklerini iletir iletmez portakalları dolaba koymak için mutfağa gidiyorlar. gitmeye gidiyorlarda kimse geri dönmüyorki adilerin. mutfakta acayip kalabalık bi cemiyet birikmiş getirdikleri portakalları yiye yiye kıran kırana sohbet ediyorlar. üç kağıtçıların birisi de bir portakal soyup ağzıma sokmuyor! artık dayanamıyorum zar zor yatağımdan kalkıp yanlarına gidiyorum. sağolsunlar hastaya saygılarından bana yer gösterip biyere oturtuyorlar. üstüne üstlük diğergamlıklarının son kertesini gösterip kalan tek portakalı da bana soyuyorlar. boğazımı dikenli teller yırtar gibi zorlanarak yutkuna yutkuna portakalı yemeye çalışıyorum, portakalı yiyip bitirme işi uzayınca beni ziyarete gelen o yüce güruh çekindiğimden dolayı rahat yiyemediğimi anlama erdemini gösterip mutfağı terkediyor ve odama geçiyorlar..sağolsunlar çok düşünceliler, bende masayı siliyorum bulaşıkları falan toplayıp yanlarına geliyorum. gelince ne görsem beğenirsinisiz; birisi benim yatağıma yatmış çoktan uykuya dalmış horluyor bile, diğerleride bilgisayarı açmış çekyata oturmuş pes oynamaya başlamışlar, ben girince ayaklarını hafifyen topluyorlar, sağolsunlar çokta saygılılar. o yorgun argın halimle hafiften topladıkları ayaklarının üstünden atlayıp çekyatın uçunda kıçımı koyacak bir yer bulmaya çalışıyorum...2 saat pes oynayıp çekyata sızıyorlar bende yan odada çift kişilik koltukta uyuyorum...
te allam ya! şaka mı lan şimdi bu yaptığınız! utanmasalar bide sabah kahvaltı bekleyecekler...
şunu itiraf etmeliyim ki;
tuhaf bir şekilde ilgi ve sevgi açlığı hissediyorum. ama böylede ilgi olmazki canım...!
dediğim gibi bu illet halden şükürler olsun yavaş yavaş kurtuluyorum, lakin bu aralar tek sıkıntım uykusuzluk.
normalde yattım mı hemen uyurum, çiş yapma, gece susama gibi alışkanlıklarım yoktur. deve gibiyim. bir anda damacanayı kafama diker, 2 lt falan içerim, sonrada 2 gün boyunca su içmem. iğrenmeyin hemen. damacanaya ağzımı değdirmeden içiyorum. yıllardır bu işi yaptığımdan usta oldum artık. bir tek kolayı falan içemiyorum öyle. çok asitli yakıyor baya o yüzden. dur ya konuyu çok dağıttım ne diyordum ben; hııım tamam normalde yattım mı uyurum hemen, lakin su iki gündür bir türlü uyku tutmadı. baktım ateşler içinde yanıyorum, gündüz normale dönse de gece ateşim tekrar çıkıyor bildiğin kötüleşiyorum...lan hastalıktan ne hallare düştük tamam ziyarete geldiniz ama bi çorba yapanınız olmadı lan yazık yazık..
en unutamadığım anları şöyle özetleyebilirim;
odaya kapandım hiç bir yerimi hareket ettiremiyordum ailemi aradım çok ödevim olduğu için telefona bakamayacağımı merak etmemelerini söyledim, annemin ''grip var çok dikkat et kendine aklımız hep sende'' demesi iyiyim diye yalan söylememi haklı çıkardı.
2 gün boyunca tek başıma bir yandan pizzaları kemirerek diğer yandan ateşimi kontrol altında tutarak kendimi iyileştirmek için geçti.
en unutamadığım şey ise; tuvalete gitmek için 20 adımlık yolu baş dönmesi ve güçsüzlük yüzünden duvarlara tutunarak 10 dakikada gitmem oldu...nolur tuvaletim gelmesin diye dualar eder oldum.
-anne senden uzakta hasta olmak bile ne kadar zormuş..:(
özlem dışında herhangi bir durumda anında yanında olamayacağımı bilmek sanırım beni daha depresif yapıyor.
meğer en iyi doktor anneymiş...