Kimi üç beş kelimenin sentaks bütünlüğünü koruyup bana ulaşması, nice kitaplar okuyup ülkeler gezmeme yetecek derinlikte manidar geliyor bana. iş bu başlık da onlardan biri oldu, üç beş gün evvelince.
Ne çağrıştırıyor bu başlık? Hadi, hadi yazın. Makaleme ekleyeceğim sizi.
Sevgili okur, gün içerisinde aklınıza kaç kez geliyor bu fikir?
Benim adıma, üç-beş yokluyor beni son zamanlarda. Birden sessizleşip bıçağı bilmem nerelerime saplayasım geliyor da sonra kan fışkıracaktı, yok telaş, yok kıyametti, yok iyileşme ihtimaliydi gözüm kesmiyor. Haricinde, ailemi geride bırakmak da korkaklığa kaçıyor. Ve bazen de sebepsiz çok fena yaşanılası geliyor, her şeye rağmen dünya. Aşık oluyorum, her şeye yeniden inanıyorum. ilk kez gördüğüm insanlar bana yürek veriyor. Taşı kaldırıp da altına bakınca karıncaların hışımla yürüdüklerini görüyorum... Bazen de ana/babama kızıyorum neden tam o esnadaki spermlerden biri de ben olmalıydım? Poşete bağlayıp ataydınız ya beni! Diyorum... Boş konuşuyorum be!!
Yetmiş Yıl
70 senenin yorgunluğu ile gözlerini açtı. Saat 05.45, geçmiş alışkanlıklar kolay değişir mi? 25 yıl boyunca her gün, Almanya'da bu saatte kalkar, hazırlanırdı. Artık herhangi bir uyarıcı gerekmiyordu uyanması için. Yatağından kalktığı gibi doğru lavobaya, işemeye. Ayakta işerdi, bu onun kötü huylarından birisiydi, 25 yıl boyunca çömerek işemesine dahi fırsat vermemişlerdi. Aynada kendisiyle göz göze geldi, yaş yetmiş ama iş bitmemiş, dedi. Bunu aksatmaksızın tıraş olmasından anlıyordunuz zaten. Elini yüzünü yuğup kurulandıktan sonra evvela namazını kılmaya sonra da kahvaltı hazırlamaya niyetlendi. 5 yıldır yalnız yaşıyordu, 5 sene evvelinde eşini kaybetmişti, kardeşi gibi tezinden başkasıyla evlenmemişti. Sağa sonra sola, esselamü aleyküm ve rahmetullah...
insan, yalnız kalınca kendisi dışında kiminle konuşabilir? iç sesi durmuyordu ama bunu, dışa da vurmuyordu. Konuşacaksa karşısında bir muhattap arardı. Ucuzundan satın alıp buz dolabına koyduğu sucakları vardı. Sabah akşam ayırt etmez, kedi sesi duyunca sucukları camdan aşağıya atıverirdi. Kalın, tok sesiyle:
- Gel piji piji piji. Gel piji piji. Yaavv Avrupa'da böylee salak kedi bulaman, sucuğa gelem demezleee..
Muhattap bulunca konuşurdu anca, insan kendi kendine konuşursa deliliğe yorarlar, diye düşünürdü. Her şay tamam idi, sofrasına oturdu. Kalın parmaklarıyla yumurtasına banıyordu. Radyasunu açtı, Hah! Şu türkülerde olmasa nasıl huzur bulacağım yaav! Dedi. Muhatabı olmaksızın konuşmasını garipsedi, zaman zaman kendini tutamıyordu. Çayının son damlalarını da hüpürdetince iş, yıkamaya geldi. Elleri köpüklü, eşini hatırlı. Yaaa Emine Yaa, dedi. Bu heyhatlar, 40 yıllık beraberliğin gizini barındırırdı içinde. Zahiride kısa bir iç geçirmesidir, oysa Batınide 40 yılı kapsar. Eşini bulaşık yıkarken hatırlaması tesadüfi değildi. Bulaşık işine o öldükten sonra başlamıştı, ne yapsındı...
Komşular yeni yeni perdelerini açarken bütün işini bitirmiş, klasik kıyafetlerini giymiş, rahat rahat koltuğuna oturacakken takvim yaprağını koparma isteği duydu. 24 Ekim, doğum günü. 70 yıldır nefesi yerindeydi. Ne zaman nefessiz kalacaktı?
Herhangi bir günün herhangi bir saatinde gördüklerimden, duyduklarımdan, hissettiklerimden etkilenmem pekala mümkündür. Eve ekmek almaya giderken dahi aklıma takılacak bir kelime bulabilirim.
Babamın, aklına gelen ilk kelimeleri sıraladığı bir sohbette, zamanı durdurup söylediği bir cümleyi sarmalar, bu cümle üzerine kitap yazılabilir, fikri ile dolaşabilirim. Ama sonrasında ne bir kitap yazarım ne de bir cümle aklımda kalır. Şuan ne yazacağımı tam olarak ben de bilmiyorum ama başlıyorum. Yazı hayatımın da başlangıcı saydığım o günlerden, lise yıllarımdan.
Uzun uğraşılar sonucu hangi liseye gideceğim konusunda eş, dost, akraba hepimiz fikir birliğine varmıştık. Evimden uzak olsam da memleketimde okuyacaktım. Senenin belirli bir ayında mutlaka gittiğim, büyüklerimin ellerinden küçüklerimin gözlerinden öptüğüm, soğuğu ile meşhur memleketimde. O civarda başımı sokacak birçok kapım vardı ama yurtta kalacaktım. iyi ki de yurtta kalmışım. Bütün ayrıntılardan sıyrılıp o ilk günü anlatmak istiyorum...
Yaşadığımız şehirden okuyacağım ilçeye doğru arabayla, dualar eşliğinde babamla yola çıktık. Küçük beyaz bir arabamız vardı, hayal gücümüzü kuvvetlendirmek adına markası da Ford-escort idi, karanlıkta yola çıkmıştık. Yolda hiç konuşmuyordum çünkü çok heyecanlıydım. Bilinmeye gidiyordum, kimlerle karşılaşacaktım, nasıl arkadaşlarım olacaktı, mutlaka küçük olduğumu düşüp benimle alay edeceklerdi gibi birçok soruyu zihnimde tekrarlıyordum. Bilinmeze giden bir yolda nasıl heyecanlanılmaz ki? Arabada ilahi çalıyordu, o zamanlarda arabamızda hep ilahi çalardı. Yol, hızlıca bitiverdi ve kalacağım yurdun önünde durduk. Heyecanım fazlasıyla yükseklerdeydi. Bereket ki amcam da geldi. Yurdun kapısından girdik, babamın ve amcamın orada olması beni güvende hissettirse de heyecanım gidesi değildi. Yurt, iki katlıydı ve öğrenciler de ikinci katta kalıyordu. ikinci kata çıkınca aklımdan binlerce düşünce geçti. Bütün öğrenciler, çoğu birkaç gün önceden yurda yerleşmişlerdi bile, kapılarını açtılar ve yeni gelen öğrenciye, bana bakıyorlardı. Aklımdan geçirdiklerimin başında, bunlar çok büyük görünüyorlar vardı. Nasıl olabilir, daha 14 yaşındayım ve bunların bıyıkları var da dedim. Bütün ayrıntısını hatırlıyorum, bıyıklı olanın adı Ömer büyük olanın adı da Ali'ydi. Kalacağım odanın kapısını açınca inanılmaz rahatladım. Çünkü bu odadaki insanların bir kısmı ile Facebook'tan konuşmuş, bir kısmıyla da zaten tanışıyorduk. Mustafa vardı örneğin, eski okul arkadaşımdı. Kemal vardı, Facebook'ta konuşmuş bizzat yanına tanışmaya gitmiştim okul başlamadan, ama hepsinden önemlisi oda arkadaşlarım benim gibiydiler. Küçüktüler, bıyıkları yoktu, çok rahatlamıştım...
Karıncadır. Cüssesi ile diğer yaratılmışların mütemadiyen gölgesinde kalır. Hududu, dar olduğundan olsa gerek fikri de hududu kadardır. insan tükrüğü onun için bir deniz, küç dal parçaları koca bir gemi olur onun dünyasında. Karıncadır, azmine hayran kaldığımız. Saydıklarımız, karıncanın görünürü ve onun gözünden gördüğümüzü düşlediğimiz, bizim görüşümüzdür. Her şeyi ile zahiridir. Somutlar dünyasıdır. Batinide ne vardır? insan da bu hikayedeki karıncadır. Karıncanın gözü bir fili görebilir mi? Koca bir ülke sanmasın onu?
Senelerdir yazıyorum. Yazdıklarım büyük toplumların dilinde değildir. Yazar isem kendime kadar yazarım... Bulunduğum zaman diliminden 9 sene evveline gidip kayıt altında tuttuğum ilk yazımı okuyabiliyorum. ilk yazımdan bugüne doğru ilerleyince olgunlaştığımı görebiliyorum. En azından 9 sene evvelki yazılarımın dilinden uzaklaşmış ve yazılarımdaki argo kelimeleri ıslah etmişim... Yazdıklarımın sesini yalnız ben duyuyorum, öyle olduğunu düşünüyorum. Bir başkası, yazdıklarımı okusa yazının yazıldığı masayı ve kalemi göremez nihayetinde. Kelimeler, zihin ülkesinin ürünü olduğu için yüzümdeki kırışık sayısı aklıma gelmiyor. Oysa ayna, her zaman bunu bana hatırlatıyor. Yaşlandığımı her gün izliyorum, adım adım, tane tane. Ömrün hızla geçtiğini unutsam, çoçukluğunu bildiğim bir artistin, sakkalı halini görmek, yaşlandığıma şahitlik ediyor. Neden korkuyorum? Çünkü anam, babam da yaşlanıyor. Onların saçlarındaki akları, teker teker sayamıyorum artık. Yeni analar yeni bebeler doğuruyor. O bebeler de anasının yaşlandığını sezince bunları düşünecektir. Döngü, milyonlarca yıldır tekerrür içinde. Yaşlanmaktan korkuyorum ama ne fayda? Demek ki yaşlanılacak.
Voleybol oynayan insanlar arasında paçalarını bileklerine kadar sıvamış, oyun içinde dahi gözlüğünü çıkarmamış, sıska adamı gördükten sonra yakın arkadaşım Atmaca'ya şöyle demiştim, sence nasıl hissetiğimiz mi daha önemli yoksa nasıl göründüğümüz mü? Bu soruyu, sıska adamı gördükten sonra sormuştum. Çünkü görüntüsünün komikliğine karşın, onun komik olduğunu düşünüyordum, inanılmaz bir özgüven içinde bulunduğunu farkettim. Bu durum zihnimdeki ikircikliği, soru haline getirdi. Kısa konuşmalarımız sonuç verdi ve biz, nasıl hissetiğimizin nasıl göründüğümüzden daha afilli olduğuna karar verdik...
Fotoğrafın hikayesi de sıska adamın hikayesi ile örtüşür niteliktedir. Kasket şapkayı başıma alınca nasıl göründüğüme aldanmadan büyümüş bulundum. Büyümüş sözler ettim ve şişmanladım. Bütün bunlar, kasket şapkanın bana çağrıştırdıklarından ileridir. Çünkü ben, şapkayı dedem ile özdeş kılmışım. Sonra kovboy şapkasını fotoğraf çektirmek adına başıma iliştiriverdim. Bu şapka ile neşelendim, kendimi güvende buldum ve güldüm. Bu şapkanın da kasket gibi çağrıştırdıkları olmalı...Hülasa, kamera önünde, nasıl göründüğüme aldanmadan nasıl hissetiğime odaklanarak durdum...
Bugün, kendisine içten içe kırgın olduğum dedemin yanında idim. Kırgınlığım, ninemin vefat etmesinden sonra hemen evlenmesi, yeni evlendiği kadın ile -bizler, ona cici nine demeliymişiz- liseli aşıklar gibi el ele kahvehanenin önünden yürüp caka satması, yeni eşine araba alması hülasa yeni eşine ninemden daha fazla değer verdiğini düşünmemden ileridir. Çok konuşup beyitler düzen dedem, an itibari ile konuşmaz ve sürekli uyur olmuştu. Yanına gidince neşelendiğini gördük, bu beni mutlu etti. Yaşlılığın insan üzerindeki etkilerini yakınen inceledim. Onunla konuşabilmek uğruna ona sorular sordum, Almaya'ya gitmeseydin Türkiye'de hangi mesleği yapacaktın? Askerliğini kaç ay yaptın? Nerelerde idi askerliğin? Gibi sorular sordum ve fark ettim, bizler; en yakınımızdaki insanları dahi tam anlamıyla tanıyor değiliz, onlara doğru soruları sormuyoruz hiçbir zaman... Sohbetimiz, onun konuştuğu benim dinlediğim- zaman zaman sorular sorduğum- bir dinletiden oluştu. Doğru soruları sormam ile onun hakkında hiç bilmediklerimi öğrendim. Yaşlıların tecrübesine büyük değer veriyor ve her sözünde bir anlam ve deneyim arıyorum. 2 saat kadarlık bu görüşmemizde öğrendiğimi düşündüğüm şeyler var... Benim samimi dostlarım, yaşlılardan ve çocuklardan oluşuyor sanırım. Bu iki gurup, vefa konusunda güçten yoksun görünse de onlarla beraber olmak ile her zaman bir şeyler öğrendiğimi düşünüyorum. Göz açıp kapayıncaya kadar geçiveren zaman karşısında yolun başında olan çocuklar ile dünyaya heyecanlı ve meraklıca bakıyor isem, yolun sonuna daha yakın olduklarını düşündüğüm yaşlılar ile de - doğru soruları yakalayabilmek şartıyla- filozofça bir dünyaya açıyorum kapılarımı. Zamanın acımasızlığını görüyor ve ne için, ne uğruna savaşıyoruz, diyorum. Şairler kısa satılar ile uzun şeyler söylerler. Bu yazının özü ise bakın! Yaklaşıyor yaklaşmakta olan sözü ile kısaltılabilir. Ama çocukluğun heyecanı ve tazeliği bu söz ile yarıda kalacaktır.
Üniversitenin birinci yılında kaldığım yurdun önünden geçerken üniversitenin dördüncü sınıfındaydım. Yurdun ikinci katındaki penceresine baktım, orada 4 sene evvelki kendimi gördüm. Detaylıca o günü hatırladım. Camın önünde bir şeyler karalıyordum ve camdan dışarıya bakarak şöyle diyordum, e tabi ki yazamam… Sait Faik bir şeyler karalarken denize baksın ben bir şeyler karalıyorken Tokat-Et ve Kasap yazısına bakayım, diyordum. Oradan geçerken 4 sene önceki kendime el salladım, görmedi beni…
Günümüz toplumlarının gelişmesiyle birlikte fakirlik seviyemiz de gelişiyor. Her şeyden evvel toplumun zengin-fakir ayırdı açlık-tokluk durumuna göre belirlenir. Zenginleşen fakirlik günlerimizde ise artık fakir de toktur. Bu yüzden zenginlik ayırdı için tokluk durumu ortadan kalkarıyor. Meselenin somutlaştırılması için küçük bir örnek verilmelidir.
Fakir, orta ve zengin olmak üzere üç kişinin ekonomik durumunu inceleyeceğiz. Fakirin (1) ortanın(5) zenginin ise (10) para kazandığı durumda bu paraların karşılığı olarak fakir (1 ekmek) orta ( 1 ekmek+domates) zengin( domatesin yanına peynir de koyuyor) olsun.
Her geçen yıl zenginleşen dünya düzeninde zengin ve fakir sistemi de geçerliliğini yitirmektedir.
Aradan epey vakit geçmiş bununla beraber ve elbette enflasyon şartları da düşünülerek güncellenmiş sisteme bakalım. Fakir (64) orta (320) zengin(640) para kazanıyor olsun. Bu veriler, ilk paranın iki katı şeklinde artarak ilerlemiştir. Bu para ile fakir( karnı tok + eski bir televizyona sahiptir)
Orta( lüks yaşam şartlarındadır) zengin ( lüks yaşam şartlarının da üstünde tek amacı eğlenmektir) burada zenginleşen bir fakirlik görebiliyor musunuz?
Fakir, gün geliyor zengin durumuna erişiyor ama anlık toplum refahı fakiri yeniden fakir yapıyor. Çünkü fakir, zengin kıyasında fakirin elindekiler hep eksik gösteriliyor. Zenginlik, ulaşılması gerekilen üst nokta. Bu üst noktaya varmak sistemin insana sunduğu bir ödev. Oysa üst nokta diye bir şey yok çünkü her üst noktanın da üst noktasını isteyecek insanlar oluyoruz.
tapmaktayım, görülmeyen uzakların uzak yaşamlarına.
denizlerinden umut ağaçlarından çiçek göklerinden rüya eksilmese gerektir.
insanları bilmez, ne demektir karanlık.
gözlerimi açan bu ışık bu aydınlık, bana, güzel günlerimi verin artık!
Sözlükteki yazıları dikkatlice okuyorum ve bu vakitte şunu fark ediyorum, yazdıklarımızın çoğu tekrarlanmış fikirlerdir. Bizler, Düşünmeyi mi unuttuk? Okuduğum yazılar arasında insana özgü kelimeler bulmakta zorlanıyorum. Siyaset, cinsel sapkınlıklar gibi başlıklar her gün birilerinin gündeminde, burada dahi anlaşılmazlıkların dili, şiddet. Fikrimize ters bir anlayış gördüğümüz zaman küfretmek nedir? Küfretmekten ve tekrarlamaktan bıkmadık mı? Hiç mi yeni fikirlerimiz yok? Biraz kaliteli yazılara denk geliyorsam da bu yazılar ya özel hayatı konu alan anılar,düşünceler, fikirlerden oluşuyor ya da alıntılarla süslenmiş kelimeler birliğinden oluşuyor. Bunlar, sevimsiz bulduğum birinci guruptan binlerce kez yücedir ama burada da başka insanların düşündükleri kadar düşünebiliyoruz, onların fikir hududu dışına çıkamıyoruz. Büyük bir kısır döngü içindeyiz ve yola çıktığımızda dahi rucu etmekten geri duramıyoruz... Üç noktayla beraber yazdıklarımı sildirecek bir düşünüş gerçekletirdim. Fikirleri tekrarlardan kurtarmanın ikinci bir yolu geldi aklıma. Birincisi alıntılardan ( umarım alıntılar demekle neyi kast ettiğim anlaşılmıştır) yola çıkarak yeni fikre ulaşmak, ikinsi ise tekrarlandığını düşündüğümüz fikirlere başka bir açıdan bakmak. Bir örnek, her gün namaz kılan biri abdest almayı alışkanlık haline getirmiş ve bunu sistematik bir şekilde gözü kapalı yerine getiriyor olsun. Bu eylem tekrarlanmış bir fikirden bahsetmemizi mümkün kılar. Bununla beraber ab, su demektir ve dest ise el... Abdest ise toprağın suya kavuşma anıdır düşüncesi yıllardır abdest alan birinin fikrine işlense, tekrarlanmış fikirlerden kurtulup sıradan abdest algısını topraktan göğe değiştirmez mi? Alışagelmiş sıradan hayatımıza yeşillik ve tazelik katacak bir dünya görüşü...
2 gün evvel Kuzey Kore'yi haberlerde gördüm. Görür görmez, bir köşeye not düştüm. Kuzey Kore'yi aydın kıl!.. Demek istiyordum ki, Kuzey Kore hakkında araştırmalar yap. 2 gündür bu araştırmaların içindeyim ve kısmen karanlığımı aydınlattım.
Kuzey Kore'nin kapalı, sırlar ülkesi olduğunu biliyordum. Nükleer bir güç olduğunu duymuştum. Bunun dışında, fazlaca bir bilgim yoktu. Öğrendiklerim beni epeyce heyecanlandırdı ve hatta Kuzey Kore'ye gittiğimi hayal ettim. (Hayalimin gerçekleşmesini isterdim.)
Ülkedeki her şey hayal edemeyeceğimiz kadar karışık. Televizyon, yalnızca siyasi amaçlarla gündemde. izleyebilecekleriniz, faal devlet propagandasından başka bir şey değil. Halk, kast sistemi ideasında bölünmüş. Başkanlarına tapar derecede bir ilgi.
Ülkeye yılda yaklaşık 2000 kişi girebiliyor. Turist kişiler ise yalnızca rehber eşliğinde gezebiliyor. Belirli yerler dışında fotoğraf çekmek yasak. Bu doğrultuda büyük ve sıkı tedbirler alıyorlar. Turistlerin tek başına ülkeleri gezmeleri, ara sokaklara girmeleri... Yasakların üstüne yasaklar eklenmiş. Turist kişilerin gördükleri ise Kuzey Kore devleti tarafından gösterilmek istenen heybetli yapılar, binalar, gülümser insanlar, zenginginlik alametleri...
Söylenecek o kadar fazla söz var ki, biraz okunacağını bilsem hepsini yazmak isterdim.
Çizgi filmlerini izledim. Kuzey Kore, medyanın eğitici gücünü kullanıyor. Bu eğitim propaganda. Her şey bu doğrultuda. Çizgi filmimizde, Abd askerlerine saldırdığının rüyası. Nefreti böyle aşılıyorlar. Bu saldırıda başarısız olan çocuk rüyasından uyanıp şöyle diyor. Evet, ülkem için çok çalışmalıyım ki bu başarısızlık başarıya ulaşsın...
internet yasak. Bellirli site ve kişiler haricinde kimse bu ağa ulaşamıyor. Kendi küreleri içinde bir devlet. Başka dünyaların varlığını sadece öğretilerle biliyorlar. En iyi durumda oldukları öğretilmiş. Diğer devletlerin kıtlık ve savaşta oldukları telkinlenmiş. Turistler için gösterge binalar, insanlar ve fikirler senaryolaştırılmış... Hepsi ve daha fazlası, müthiş ilginç. Gitmeyi çok isterdim.
iç sesimizi ve zihnimizi susturmak neredeyse imkansız. Yaratıcının bir lütfudur ki bu sesleri yalnızca biz duyuyoruz... Bu duyduyklarımızı eyleme dökmek veya dökmemek ile aklımızı kullanıyoruz. En yakın insanlarımız, bizi aklımızdan geçenlerle değil eylemlerimizle tartıp bir köşeye koyuyor veya rafa kaldırıyor. Düşünün, aklımızdan geçen her kelime ile yargılınıyor olsaydık imge(cennet) yolunu, kim bulabilirdi?
Kulaklığımı taktım, son ses (Hiraizerdüş) dinliyorum. Televizyonlu odadayım, annem televizyon izliyor. Ne izliyor diye kafamı çevirip bakacak gücü kendimde bulamıyorum. Sebep, bugün çok yoğun olup fiziken yorulmuşluğumdan değildir. Umutsuzluğa düşmemdendir.
Allah, insana dil vermiş konuşuversin diye. insanlarda konuşuvermiş... Dil ile beraber kulak da vermiş ki, dil yalnız kalmasın varlığıyla beraber kendine bir dost bulsun. Kulak vermiş ki dinleyiversin. insanlarda dinleyivermiş...
Bazen sessizliği öldürmek için, ses olsun diye, konuşuruz. Dil, kendince iyi yaptığını düşünür. Sessizliği öldürmekle galip geldiğini sanır. Ama bazen dilden gelenler kulağın hoşuna gitmez. Tek bir kelime gurubu kulağın zarında takılır kalır. Günlerce orada sallanır. Dil, kendi avareliğine bakıp başka şeyler anlatmaya devam ederken Kulağın aklı hala sessizliği bozmak için söylenen o sözdedir. Üstüne çokca kelimeler edilmiştir. Ama Kulak duyma yetisini kaybetmiş gibi yeni gelen uyarıcalara açık değildir. Hala vucudunda yankılanan sözcüklere odaklıdır...
Bazen çok üzülüyorum... Sevdiğim biri küçücük bir söz ediyor şahsıma. Gayet normal, devam ediliyor. Üstüne başka başka sözler ediliyor. Ben o sözde, o anda, o zamanda takılıp kalıyorum.
Elektirikler, sadece şehrimizde mi kesilmişti? Bunu anlamamız olanaksızdı. Telefonları ve interneti kullanamıyor oluşumuz bizi küçük feodal bir köye bürümüştü. Hiçbir yerden hiçbir kimseden çabasız ve yol gitmeden haber alamamak, kaç yılında yaşıyoruz biz?
Peder bey, yakın zamanda eve döndü. Komşu vilayetimizdeki 2 gündür kesilen elektirikten bahsetti. Sanıyordum ki Türkiye üzerine oynanan büyük bir oyun olmalıydı.
Neler oluyor ve neler olacaktı?
Ablam, arkadaşlarım, sevdiklerim... Kim bilir ne haldelerdi.
Aklıma geliverdi. Hepimiz, insanları söyledikleriyle veya yaptıklarıyla değerlendiriyoruz.
Oysa insanların söyleyemedikleri-içinden geçirdikleri- veya yapamadıkları- asıl yapmak istedikleri- vardır. iç sesi duyabilmek gibi bir yeteneğimiz olsaydı kaç insan severdik?
Bazen, kendi iç sesimi sustaramam ve kendimi dünyanın en kötüsü sayarım.
Kendimi bile sevemem.
Bir arkadaşımın sağlık sorunları vardı. Yardım amaçlı hastahaneye gittim. Arkadaşımı bekliyorum.
Benli yaşlarda bir oğlanla tanıştık. Memleketlim imiş. Mütemadiyen askerliği kötüleyici sözler söylüyor.
Özür diliyor, 10 gündür yıkanmıyormuş. Sonra şöyle dedi, arkadaşım vallahi psikolojim bozuldu. Bunu oskarlık bir ciddiyet ile söylüyor. Gözlerimin en derinine bakıyor. Bu ciddiyetin karşısında ben dr çok ciddi durdum amma içimden ağlıyorum gülmekten. Sonra şaka gibi bir tepki, gülmeye başladı. O gülünce gülümsedim. Tıp. Aniden durdu. Az önceki ciddiyetin nirvanaya ulaşmış haliyle tekrar, biraderim psikolojim bozuldu dedi.
Bu sefer içimden de gülemedim.
Bu oğlancağızı görüp ne diye askere gitmekliğim gelsin?
Hayat, yolculuğun diğer ismidir. Babanın anneye yakınlaşmasıyla ilk yolculuğumuzu yumurtaya doğru yaparız. Bu, hem ilk yolculuğumuz hem de ilk savaşımızdır. Sonrası için her zaman yolculukta ve savaştayızdır. Yaşamak ile anlamdaş olan yol ve savaş mütemadiyen devam eder.
Bugün hayatım için yaptığım küçük göçlerden birinin içindeyim. Tamamiyle somutsal bir şekilde bir şehirden başkasına geçici olarak göç ediyorum. Otogarların ve yolun dili her yola çıkışımda bana çok şey anlatırlar. Sizin yolculuk hikayeniz nedir?
Eskişehir'de Odunpazarı evleri arasında, dostum ile avare gezinirken sıcak ve tatlı bir gitar sesi gelmişti. Kokuyu takip edip rüya gibi bir meydana çıkmıştık. Meydanı rüyalaştıran Marx amcanın gitari idi. Kimsenin dili yoktu sanki. Dili olan tek nesne gitar ve gitarı dillendiren Marx amca idi. O işine baktı. Biz de karşısında bir bardak çay yudumladık.
Pusuda bekleyip sanatının bitmesini bekledik. Biter bitmez yanına koşup fotoğraf çekilebilir miyiz? Dedim. Ekledim, kırk yıllık ahbap gibi çıkalım fotoğrafta olur mu?
Benimle ilgilenmeyip uzaklara bakmayı tercih etti.
Uzun tırnakları, gitarı dillendirişi, Marx'a olan benzerliği beni büyük heyecanlandırmıştı. Gitar ile konuşabilmek için 40 senesini harcamış bir insan. Kartını vermişti ama çok üzgünüm ki kaybettim. @stevenmusty dostuma teşekkür ederim. O gün onunla orada olmak büyük bir mutluluktu.
Sanıyorum 3 sene evvelince çekilmişti bu fotoğraf. Fotoğrafın ardından 1 sene geçmişti ki yeniden Eskişehir'e aynı yere gitmiş ve yeniden Marx amca ile fotoğraf çektirmiştim. Rastalanmış saçları ve kendine has duruşu ile hala rüyalaştırıyordu o meydanı. 2.fotoğrafını da herkes ile paylaşmak yerine kendim ile paylaşmayı yeterli gördüm.
eski ismiyle outofturkeygift. youtube reklamı olarak karşıma çıktı. yeni bir olay sanıyordum ki 6 yıl evvelinden videolar atmışlar ve şöyle diyorlar:
sadece 250 tlye iskoçya'dan toprak alabilir, lord/lady ünvanına sahip olabilirsiniz.
inanılmaz derecede şaşırdım. biraz araştırmak için sitelerine baktım. yazılanları okudum. öncesinde hava dahi satıyorlarmış. brezilya havası, paris havası... 90 tl.
en korkuncu, aydan toprak satmak. bütün insanların ortak mirası olan aydan toprak satıp para kazanıyorlarmış.
türkiye'de ise 5000 civarı lord/lady varmış.
daha neler göreceğiz.
Düşününüz. Kartınızın içinde 1.000 tl vardır. Paranın orada bulunması sizi mutlu ve güçlü hissettirir. O paranın orada durmasını istersiniz. Üstelik ihtiyacınız dahilinde değildir o para. Ne olur ne olmaz parasıdır.
Başka bir arkadaşınızın ise 1.000 tl ihtiyacı vardır. Ona yok dersiniz.
Param yok.
Bizler biriktirilebilir bir çağa girmişiz. Biriktirdiğimiz kadar zengin , biriktirdiğimiz kadar güçlü sayarız kendimizi. Oysa biriktirilmesi gerekilenler yardımlaşma, sevgi, saygı, iyilik değil midir?
Dünyanın en önemli insanı ben değilimdir.
Sokakta onlarca insan içinden birisiyimdir.
Oysa herkes kendini en değerli sayar ve haklıdır. Ama kendisi ile beraber tüm insanlar da kendi içinde değerlidir.
Bazen, kalabalık bir gurup fotoğrafı çekilir.
Fotoğrafta bulunanlar fotoğrafı görmek ister. Fotoğrafı görmek istemi, kendisine bakmak amacı güder.
Eğer fotoğraftaki kendisi, güzel çıkmış ise fotoğraf güzeldir. Güzellik anlayışı kendisi ile orantılıdır.
Oysa bir başkası için fotoğraftaki herhangi birisidir.
Anıtkabir'de fotoğraf çektirmiştim.
Benimle beraber tanımadıklarım da var fotoğraf karesinde.
O fotoğraf karesi içindeki en önemli iki şey: Ben ve Anıtkabirdir.
Tanımadığım insanlar ise figüranlardır benim için. Onların da kendi anı dondurma makinesi içindeki en önemli iki şey kendileri ve Anıtkabirdir. Kendimize uzaktan bakmayı bilmeliyiz.
Gayet sıradan insanlarız hepimiz.
Herkes kendince güzeldir.
Kimse kimseden üstün değildir.
Veysel Şatıroğlu diyor:
"Topraktan olduk gardaşık"
Tamamiyle katılıyorum. Bu kavgaların sebebini anlayamıyorum. instagramda hepimiz bireysel yüceyiz ve buna inanıyoruz. Oysa gerçek dünya sanal dünyadan daha gerçek ve daha güzeldir.
Herkesin samimi olmasını istediğim, saygının en önemli mesele olmasını arzu ettiğim bir dünya hayalinden hepinizin gözlerinden öperim.
Mustafa Kamal Atatürk, Türkiye'de en çok konuşulan ve hakkında en az şey bilinen insanlardandır.
Atatürk'ü anlatır mısın desek denilecekler genellikle şunlardır:
10 Kasım, rahmetle anıyoruz.
Atam sen kalk ben yatam.
Büyük insandır.
Ah mavi gözlü dev.
...
Bu sözler hiçbir bilgi gerektirmeyen, toplum içinde kendisini sağlamlaştırmaya yeten sözlerdir. Genel durum bu olsa da gayet sağlam araştırmacılarımız da vardır.
Atatürk'ün mücadelesini, katkılarını, fikirlerini az çok biliyoruz ve ona çok şey borçluyuz.
Ama Güneş-dil teorisi hakkında ne diyebiliriz?
Nutuk'ta Vahdettin için alçak deniliyor. Bunu kabul etmiyorum doğrusu. Çünkü yine bizzat kendisi
Vahdettin için güzel temennilerde bulunuyor. Hangisine inanmalı?
islam'ın bizi uyuşturduğunu ve geri kalmışlığımızı dinlendirdiğini biliyorsunuzdur. Buna da katılmadığımı söylemek isterim. Osmanlı, Selçuklu hakkında uzun yazılar yazmam gerekir.
Bunlar sadece küçük bilgilerdir. Derinlere inerek bilmediklerimizi bilebiliriz.
Allah rahmet eylesin Paşa'ya.
O da bir insandı.
Onu mucizevileştiren ve eleştirmeyi kutsala saldırmak sayanlara karşı üzüngük duyuyorum.
Eleştirmek ne demek?
Olumlu ve olumsuz fikir beyaz etmek.
Saldırmak ile eş değer midir?
Kesinlikle hayır.