diğer herşey gibi sadece yoğunlaşmış bir enerjiden gelen frekans.Sadece bir frekans.Armut ağacının da,vücudumuzdaki böbreğin de titreşimi,frekans seviyesi var.Tanrı molekülü diyorsanız bir de ibogaine yi deneyin göriyim ananızın amını.
Bir çok kültürde eski zamanlardan beri uygulanan Refleksoloji, ayaklarda bedenin tüm bölgelerine, organlarına ve sistemlerine karşılık gelen refleks noktaları olduğu ve bu noktaların beden anatomisinin aynası olduğu prensibine dayanan bir sanattır. Özel el ve parmak teknikleriyle bu refleks noktalarına uygulanan baskı, stresin azaltılmasını sağlayarak bedende fizyolojik değişikliklere yol açar.
Refleksolojinin temelinde, rahatsızlıkların enerjinin belli bir yerde bloke olmasından kaynaklandığı tezi yatar. Bu ilaçsız terapi, beden fonksiyonlarını normalleştirerek vücudun kendi kendini iyileştirme mekanizmasını harekete geçirir. Normalleşmiş beden fonksiyonları insana rahatlama, kaliteli bir uyku ve toksinlerden arınmış bir beden sağladığı gibi, dolaşım sistemini de güçlendirir; ağrıları dindirir. Refleksoloji tekniğiyle, bütün vücuda masaj yapmadan stresi vücuttan uzaklaştırmak, rahatlamayı ve dinlenmeyi sağlamak mümkündür.
Refleksoloji sinir noktalarını belirli tekniklerle uyarmanın ortaya elektrokimyasal mesajları çıkardığını bununda nöronların yardımı ile ilgili organı uyardığını savunur.
Bunun yanısıra psikolojide özellikle panik atak ve depresyon hastalığının tedavisinde destekleyici olarak uygulanmakta olup, başta Rusya ve Amerika'daki engelliler üzerinde özellikle otistik ve spastik engelli çocuklar ile felçli hastalar olmak üzere birçok engel grubunda ciddi gelişmelerin ortaya çıkması sebep olmuştur.
Ayak ve el refleksolojisi belli noktaların manuel uyarılarak vücuttaki sinirlerin ve kan dolaşımının uyarılmasıdır. En yaygın uygulanan ise ayak refleksolojisidir. Stres belkide günümüz insanlarının karşılaştığı en temel sorundur. Bu sorunun sinir sistemimiz üzerindeki etkisi son yıllarda yapılan araştırmalarla kanıtlanmış olup günlük hayatta yaşadığımız birçok sorun buna dayalıdır. Stres kan dolaşımını yavaşlatır refleksoloji ise kan dolaşımını hızlandırarak vücudun besin almasını ve toksin atımını hızlandırır. Refleksoloji yaptıranların bağışıklık sistemlerinin daha iyi çalıştığı özellikle kışın yaşanılan soğuk algınlığı ve grip tarzı hastalıklara daha dirençli oldukları araştırmalarla ve yaptığımız çalışmalarla sabittir. Düzenli refleksoloji yaptıran hastalarımızın bu tip deneyimlerini bize aktarmaları bizim için sürpriz değildir. Aslında bu arada bir başka yorumuda refleksolojiyi tanımlarken anlatmakta fayda var. Enerjinin bloke olduğunu temelde de hastalıkların bu sebeple çıktığını söyleyen yorumlarda tıpkı tıkalı bir kanalın açılıp normal seyrine kavuşan bir kanal gibi anlatan bir yorum.
Refleksoloji, ayaklarda, bedenin tüm bölgelerine, organlarına ve sistemlerine karşılık gelen refleks noktalarına, el ve parmaklarla uygulanan bir baskı tekniğidir.Ayaktan transdermal yolla yapılan her hedefli uyarı öncelikli olarak merkezi sinir sistemini oradan da beyni direkt etkiler bu sayede beyindeki ilgili organ yada böleyi kontrol eden nöronlar arasındaki sinaptik bağlar zenginleşip karmaşıklaşarak görevini daha iyi yapacak seviyeye gelir.
korku, üzüntü, endişe ve benzeri olumsuz duygu ve düşünceler bedende dengesizlikler yaratır. Dengesini yitirmiş beden verimli çalışamamaktadır. insan bedeninin verimli çalışması için sinir akışının kesintisiz olması gereklidir. işte refleksoloji'de ayak noktalarına uygulanan uyarılarla o noktalarla bağlantılı olan çeşitli guddeler, organlar ve hücrelerde ve sonuçta tüm bedende sinir sistemi düzenli çalışmaya başlar dolaşım düzenlenir.Böylece vücudun kendi kendini tedavi etme gücü ortaya çıkar.
Vücudun dengede kalmasını sağlamak için, her organ ve bez için kan dolaşımı ve sinir sisteminin optimum çalışması çok önemlidir. Çünkü organlar ve bezler vücudun sağlığı için çalışırlar. Bunların her biri kendi katkısını sağlar ve organizmanın mükemmel çalışmasını sağlarlar.Sinir yumaklarından oluşan bu tel şeklindeki yapılar yani sinir ağları uyarıları merkezi sinir sitemi ile vücudun diğer kısımları arasında getirip götürürler. Bunlar vücudun tellerini oluştururlar. Her karmaşık tel sisteminde olduğu gibi burada da kısa devre olabilir. Kısa devre genellikle, önemli bir organa bağlı önemli bir sinir demetine veya bir sinire yapılan baskıdan kaynaklanır.
Gevşeme ile birlikte sinir ve damarlardaki baskı ortadan kalkar, kan dolaşımı iyileşir ve buna bağlı olarak oksijen açısından zengin besin maddeleri vücudun her tarafına yayılır.
Günümüzde refleksoloji koruyucu sağlık konseptinde bir tedavi olarak görüldüğü gibi sinirlerle ilgili birçok nörolojik problemde ciddi bir destekte sağlayabilmektedir.
REFLEKSOLOJiNiN EN ÇOK ETKiLi OLDUĞU PROBLEMLER
MiGREN
BEL-BOYUN FITIĞI
ALT ISLATMA
YÜRÜME VE MATOR BOZUKLUKLAR
SPASTiK BOZUKLUK
GELiŞiM GERiLiKLERi
OTiZM
KARPALTUNEL-EL BiLEĞiNDEKi SiNiR SIKIŞMALARI
EKLEM AĞRILARI VE ROMATiZMA
DEPRESYON ANKSiYETE-PANiK ATAK
FELÇ VE TRAVMALAR
KONUŞMA BOZUKLUKLAR
KABIZLIK VE HAZIMSIZLIK
HORMON SORUNLARI
VAJiNiSMUS ERKEN BOŞALMA- CiNSEL SOĞUKLUK
KAS RAHATSIZLIKLARI
REFLEKSOLOJi NE SAĞLAR
-Kan dolaşımını düzenleyip lenfatik sistemin çalışmasına katkıda bulunur.
-Vücudun toksinlerden arınmasına yardımcı olur.
- Refleksolojinin dikkat eksikliğine iyi geldiğini algılama, hafıza ve öğrenmeyi kolaylaştırdığını biliyor musunuz?
- Ağrı kesici etkisi vardır özellikle eklem ağrıları ve stres kökenli başağrılarında çok çabuk etki gösterir.
- Hücrelerin iyi şekilde beslenmesini sağladığından yaşlılık belirtilerini geciktirir.
- Bağışıklık sistemini güçlendirdiği için hastalıklara daha dirençli olunmasına yardımcı olunur.
- Stresi azaltmada başarılı etkiye sahip oldoğundan anksiyete ve panik atak bozukluğunda etkildir.
- Vücut organlarının iyi çalışmasını sağlar.
- Ameliyat sonrası vücudun toparlamasına yardımcı olur.
- Kaslar ve tendonlardaki spazmı azaltır.
- Sinir sistemi üzerinde rahatlatıcı bir etkiye sahiptir busebeble depresyon düzeyini düşürür.
- Hastalık sonrası vücutta toplanan ödemin atılmasına yardımcı olur.
- Hareketsiz yaşam tarzı olan kişilerde olumlu etkiye sahiptir.
- Yağ ve ter bezlerini aktifleştirerek cildin nemlenmesini sağlar.
Kuantum fiziğini anlamak için, fizik ile metafizik arasındaki bağa göz atmamız yerinde olur. Fizik; Gözle görünen ve elle tutulan madde boyutundaki elemanların atom yapılarındaki değişmeleri ele alır. Metafizik; Etkileriyle hissedilen fakat madde ötesi var,olanları ele alır. Fakat ikisi,de birbirleriyle ilişki içindedir. Evrensel enerji; Fiziki olmadığı halde fiziki alanda kendini gösterir. Atom maddenin parçasıdır, enerji onun içindedir, fakat maddenin parçası değildir. Elektron nüvenin etrafında hareket eden atomun parçacığıdır. Işık ise kitlesi olmayan enerji tezahürüdür. Beden fiziki varlık fakat Ruh şuur ile bedeni kontrol eden enerji titreşimleridir. Işık elektromanyetik dalgalar gibi yayılır ve şekli olmayan enerji türüdür. Kısaca, madde parçacıklarından oluşur ve kitlesi vardır. Titreşimler dalgalardır enerjiyi taşır ve kitlesi yoktur. Fizik açıklamasında elektromanyetik dalgalar olsun, ışık yayılması olsun parçacıkları içine alabilmektedir.Yani içine aldıklarını etkileyebilmektedir. Bazı hallerde elektronlar ışığı yönlendirebilmektedir. Bu enerji etkisine Foton denir. Kısaca kitlesi olmayan ışık parçacıklarının özeliğini gösterir. Elektronlar ise parçacıkların özelliğini taşımakla birlikte dalgalarında özelliğine sahiptir. Elektronların oluşturduğu dalgaların yansıma karakteri vardır. Bu sebeple meydana getirdikleri elektromanyetik alan değildir. Parça veya dalga kendi başlarına bir şey olmayıp aynı şeyin iki kısmıdır. Böylece foton ve elektron birbirlerini tamamlayan bir bütündür. Yukar,daki açıklamadan anlaşılacağı gibi GERÇEK, fiziki ve fiziki olmayan var,olmadır. Beş duygumuz varlığımızın fiziki yönüdür ve fiziki olmayan tarafı ise ruhsal varlığımızdır. Kuantum bilgisi,de iki yönün bütünsel birleşimidir. Fiziki ve fiziki olmayan şeyler kendi başlarına bir şey ifade etmez ve onlar aynı gerçeğin içindeki mutlak birliğin tamamıdır. Fakat özellikleri gereği ayrıcalıkları vardır. Fiziki olan sınırlı bir alan içine kapalı durumdadır. Fiziki olmayan evrenin içine sınırsız olarak yayılmıştır. Kuantum fiziği açıklaması ile fiziki olmayanda fiziki olanla beraber gerçeği oluşturur. Kainat fiziki görüşün içindedir, fakat fiziki olmayan ruhsal varlık kainatı kapsayan evrensel enerji dalgasında bir hücre gibidir. Buna göre fiziki bilinç, zaman ve mekan içinde, fiziki olmayan mutlak bilinç, zaman ve mekan ötesinde kalmaktadır. Fiziki alanda sinyal taşıyan dalgaların hızı vardır. Fakat fizik ötesi alandaki dalgalarda hız yoktur. Aynı anda gitmesi istenen yerde belirir. Fiziki maddecikler bütüne bağlıdırlar. Dalga ve Ruh evrende birleşiktir. iki tarafta mutlak içindeki gerçeğin kendisidir. Her an ve geçmiş, şimdi ve gelecek birbirine bağlıdır. işte kuantum fiziği her şeyin etkilenmesinin sadece geçmiş değil, geleceğinde etkilendiğini açıklar. Bu bilgiye göre zaman ve mekan kendi içinde yer almaktadır. Evrensel enerji gerçeği bilinmesine rağmen fizik ötesi olduğundan, insan şuuru ile ona ulaşamıyor. Çünkü şuur beyinde bedenin bir parçasıdır. Şuuru oluşturan beyin hücrelerinin anlayış kapsamında olanlarına nöron denir. Onlarında bir diğeriyle olan binlerce haberleşme bağlantısı vardır. Her nöron aldığı işareti ötekine işleme koyduğunu bildirir. Nöronların hepsi biyolojik taramayla uyum içinde değişirler. Kısaca, dış olayların iç durumu etkileyerek hafızaya kayıt yapmalarıyla hatırlama işlemi mümkün olur. Beynin bu karmaşık göreviyle şuur meydana gelir. ilgili beyin, hücrelerinin bulunduğu ortamda duygusal algılama yaparlar. Deneyimlerinden öğrenerek kayıt ettikleri farklı derecede olur. Beyin fiziksel olduğundan bedendeki beş duyguyla bağlantılıdır. Şuur nöronların ortak fonksiyonuyla mutlak içinde bedenin parçacıklarıdır. Kişi, şuurunun kapasitesi nispetindeki mantığıyla varlığının analizini yapar. Şuur evrim içinde oluşan kimyasal beynin harika bileşimidir, fakat aktivesinde sınırlıdır. Evren şuurun dışında kalan dışsal görüştür. Yüksek şuur beynin dalga kategorisi içindedir. Yeri ve mekanı olmadığından evren içinde devamlı titreşir. Böyle olmasına rağmen dalgalar fiziki kısımlarla birlikte çalışır. Kişinin bir yüksek şuuru varsa da, aslında evrendeki yüksek şuurla bir zihindir. Bütün evreni kaplayan O tek zihin bütün zihinleri birleştirir. işte o gerçek içinde her ruh bir bütündür. Bilinç üstünde ona bir ifadeyle YARATAN denir. Aynı zamanda evreni kaplayan dalga titreşimleri olarak varlığı bilinmektedir. Geçmiş hal ve gelecek ile bağlantısı vardır. Yüksek şuur her şeyi bilen alimsel zekanın bir ürünüdür. Mademki gelecekle,de bağlantısı vardır, o halde gelecek O ilahi zeka tarafından bilinmektedir. Buna göre yüksek şuurla uyumlanıldığında, gelecekte olacakları bilmek gayet tabiidir. Fiziki aracımız olan bedeni ona göre hazırlamanın yolları vardır. Fiziki varlığımız evrenin içinde, fakat evrensel enerji kendi içimizdedir. Fiziki olmayan bu enerji merkezlerine Çakra adı verilir. Bu merkezlerin uyandırılması, yani titreştirilmesi gereklidir. Konsantrasyon ve nefes alma metotlarıyla oluşturulan enerji, tepe çakrasından yüksek şuurla teması sağlar. Yüksek şuur evrensel olduğundan yüksek zekanın sonsuz enerjisiyle devamlı temastadır. Çakralar, fizik ötesinden gelen evrensel enerjiyi fiziksel güce çevirirler. Evrensel enerji evrenin neresinde olursa olsun kullanılmaya hazır bulunur. Evrensel enerjinin çakralar aracılığıyla bedende nasıl fiziki güce dönüştüğüne bir göz atalım. Bedenin uygun yerlerine yerleşmiş salgı bezleri bulunur. Yüksek şuur ile uyumlanıpta evrensel enerjiyle temas kurulduğunda çakralar kendi frekanslarında titreşirler. Kendileriyle bağlantılı salgı bezlerinde üretilen salgıyı sinir sistemi yoluyla hormonlara dağıtır. Şuurun yüksek şuurla uyumlanmasının tek yolu meditasyondur. insan şuuru fiziksel beynin bir ürünüdür. Beynin sihhatli olması onu geliştiren doğru gıdalarla mümkündür. Beyinde oluşturulan harika kararlardan yalnız fiziki yaşamı değil, astral alemdeki ruhunun mertebesinide belirler. Şahsın şuuru kendisine ait olduğundan belirli sınır içinde işlemini görür. Fakat yüksek şuuru, beynin dalga katagorisi içinde evrenin her yerindedir. Bu prensip kanununa göre beyinlerde meydana gelen dalgalar aynı bütünün içinde yer alır. Buradan görülüyor ki, yüksek şuur fizik ötesi aslımız olan ruhumuzun titreşimleridir. ister bedenli, ister bedensiz olan ruhlar evreni sınırsız kaplayan evrensel enerjiyle daimi temastadır. Mutlak içinde zaman ve mekan ötesi bu alemdeki ilahi planın bilinmesi bir mucize sayılmaz. Geleceklede temasta olan yüksek şuurun kapıları açıldığında kişiye bilgiler sunulur. Yüksek şuuruyla uyumlu olanlar evrensel enerjiyi şuurunda düşündüğü canlılar üzerinde titreştirebilirler. Nerede olurlarsa olsunlar kuantum teorisine göre fiziki olanı fiziki olmayan enerjiyle etkileyebilirler. Şifa göndermenin temel gerçeği bundan ibarettir. (Düşünce gücüyle maddeyi etkilemekte yine aynı prensibe dayanır). En önemli olan; bir şeyi tasarlarken içinizde sevgi titreşimlerinin daimi ve saf olmasının sağlanılmasıdır. Bu, ilahi zekanın yaratma prensibinde vardır. Kainat kurulduğundan itibaren değişiklikler ve gelişmeler yüksek zeka tarafından yapılan planın tatbikatından başka bir şey değildir. Fiziki bilgi açısından bakıldığında şuurumuz olayların analizini sınırlı mantık içinde yapmaktadır. Asıl gerçek, şuur ötesi boyutunda mantık dışında kalır. Şuur üstü olayların sebebinin yalnız ilahi zekanın planı gereğince yapıldığını bilir ve tabii karşılar. Şuurda üzüntüye sebep olan yanlış düşünceler salgı bezlerindeki ifrazatı etkiler. Hormonlarda hastalıklara sebep olurlar. Etrafınızdaki ve medyadan işittiğiniz üzüntülü haberlerin etkisi altında kalmayın. Burada olmanın maksadını yüksek şuurunuza uyumlanarak algılayın.Varolmanızın sebebini bilirseniz ilahi görevinizi doğru yaparsınız. Ruhi tekamülünüzün tek yolu budur. Kendinizi ilahi sevginin kucağına bırakın. Eski elbiselerinizi bıraktığınız gibi aslınız olan ruhunuz bir gün bedeninizi terk edecektir.
Kartal, kuş türleri içinde en uzun yaşayanıdır. 70 yıla kadar yaşayan kartallar vardır.
Ancak bu yaşa ulaşmak için, 40 yaşındayken çok ciddi ve zor bir karar vermek zorundadır.
Kartalın yaşı 40a vardığında pençeleri sertleşir, esnekliğini yitirir ve bu nedenle de beslenmesini sağladığı avlarını kavrayıp tutamaz duruma gelir.
Gagası uzar ve göğsüne doğru kıvrılır. Kanatları yaşlanır ve ağırlaşır. Tüyleri kartlaşır ve kalınlaşır.
Artık kartalın uçması iyice zorlaşmıştır. Dolayısıyla kartal burada iki seçimden birini yapmak zorundadır:
- Ya ölümü seçecektir,
- Ya da yeniden doğuşun acılı ve zorlu sürecini göğüsleyecektir.
Bu yeniden doğuş süreci 150 gün kadar sürecektir.
Bu yönde karar verirse kartal bir dağın tepesine uçar ve orada bir kaya duvarda, artık uçmasına gerek olmayan bir yerde, yuvasında kalır. Bu uygun yeri bulduktan sonra kartal gagasını sert bir şekilde kayaya vurmaya başlar.
En sonunda kartalın gagası yerinden sökülür ve düşer. Kartal bir süre yeni gagasının çıkmasını bekler. Gagası çıktıktan sonra bu yeni gaga ile pençelerini yerinden söker çıkarır. Yeni pençeleri çıkınca kartal bu kez eski kartlaşmış tüylerini yolmaya başlar. 5 ay sonra kartal, kendisine 20 yıl veya daha uzun süreli bir yaşam bağışlayan meşhur yeniden doğuş uçuşunu yapmaya hazır duruma gelir.
Kendi yaşamımızda sık sık bir yeniden doğuş süreci yaşamak zorunda kalırız.
Zafer uçuşunu sürdürmek için, bize acı veren eski alışkanlıklarımızdan, geleneklerimizden ve anılarımızdan kurtulmak zorundayız.
Ancak geçmişin gereksiz safrasından kurtulduğumuzda, deneyimlerimizin yeniden doğuşumuzun getireceği olağanüstü sonuçlarından tam olarak yararlanabiliriz.
Bugün gök yüzüne baktığımızda yukarıda gördüğümüz ışık, o yıldızdan çıkmış ve milyon yıldan sonra bize yansıyan ışıklardır. Yanı o yıldızın bulunduğu bir gezegenden bizim dünyamızı gözleyen varlıklar belki de dinozor çağını görüyorlar. Evrende hiç bir enerji yok olmaz. Sonsuza kadar devam eden bir süreklilik vardır. Ve bu süreklilikte hiç bir bilgi kaybolmaz.. Evrene dağılıp yok olmaz...
Bütün bilgilerin depolandığı, kainatın pusulasından, dengesinden şaşmaması için hak edişleri hakkınca dağıtan enerjisel bir kütüphaneye Akaşa deniyor.
Yaratılışın başından sonuna kadar geçmişin geleceğin kayıdı olarak biliniyor. Bilgilere göre seyyal ve her yerdelik içinde hava, su, katı madde ve ateş olabiliyor. Güneşi, gezegenleri, yıldızları ve tüm kozmosu meydana getiren olarak bilinmektedir. Bir görüşe göre; nasıl evrende hiç bir madde dönüşümler geçirmekle birlikte yok olmuyorsa, hiç bir hareket, düşünce olay da yok olmayıp Akaşa denilen süptil cevhere kayıt oluyor. Akaşa; Her eylemin, düşüncenin, sesin, nefesin, ışığın titreşimlerinin kayıt olduğu, ruhsal ve fiziksel âlemden yansıyan tüm tesirlerin en hızlı bir biçimde yoğunluklarına göre sınıflanıp kaydolduğu türden bir arşivdir
Akaşik kayıtlar varlık sisteminin tüm olaylarının kayıtlandığı bir nevi arşivleme sistemidir, bu arşivleme sistemi geçmiş ya da geleceği dosyalamaz, her şey "şimdi" de olmakta ve bütün kayıt "şimdi" nin kaydıdır. Sıradan bir akıl-zihin bakışıyla bunu ilk anda kavramamız beklenemez ancak bir takım benzetmelerle şu şekilde bir izah belki anlamamızı kolaylaştırabilir;
''içinde yaşadığımız zaman aslında "şimdi" ne oluyorsa ondan ibarettir, şu an yaşadıklarımız "dün" olarak yaşanmış "insan aklıyla belirlenmiş" zaman çizgisinin devamıdır ve yarın devam edende, gerçekte devam eden şimdi çizgisinin bir parçasıdır. Bizim gelecek olarak gördüğümüz zamanlar aslında devam eden şimdilerde sürekli olarak yaratım dadırlar. Bu yaratım mekanizması karmik faktörlerin, yüksek ilahi yasaların, insan düşünce ve eylemleri ile ortaklaşa işlemekte olan büyük bir sistemden oluşur.''
Eter, ruh ya da bilinmeyen madde olarak da isimlendirilir. içinde çeşitli yaşam fonksiyonları barındırır. Sadece bilgi değil, her türlü iletişim, oluşum, intikal ve keşfedilmemiş nice potansiyele sahiptir. Çok çalışma ve hak ediş sonucunda onu kullanmaya başlayanlar için büyük bir güç oluşturur. Olanaksız olan mümkün olur. Bilinmeyen bilinir, görülmeyen görülür.
Akaşik kayıt tüm evrensel bilgileri içerir. DNA da bir Akaşik kayıttır. Yeni bir göksel bilgi diyor ki: Büyük Akaşa içinde, Büyük Merkezi Güneşte yer alan DNA bilgi bankası bulunur. Bu zamanda geçirdiğimiz dönüşümler oraya kaydolacak ve insanlık ileri doğru büyük bir geçiş yapacaktır.
stephen buhner ın şu cümlelerle açılış yaptığı çok özel bir kitaptır :
Kadim ve yerli halkların bir çoğu, bedenlerinin neresinde yaşıyor oldukları soruduğunda ilginç bir açıklamada bulunur, göğüs bölgelerini gösterirler. Oysa bizlerin yaşadığı kültürden insanlara aynı soru sorulduğundada, onlar baş bölgelerini işaret ederler; özellikle de gözlerinin 2,5cm üzeri ile kafatasının 5cm ötesine doğru olan yerdir gösterdikleri. .Batılılar ile yerli halklar arasındaki büyük farklılık, işte bu noktada belli eder kendini. Nitekim kendini kalbinde tarif edenler ile beyninde tarif edenler, dünyayı oldukça farklı yollardan deneyimliyorlar.Dünyaya kalpleri yoluyla yaklaşanların önünde açık duran alemler, dünyayı beyni ile deneyimleyenler tarafından algılanamaz bile.
Bilinçlilik ile ilgili olarak 1960'ların sonlarında başlatılan araştırmalar, tamamıyla beyin üzerine odaklanmıştı. Batılıların varsayımına göre, bizleri diğer yeryüzü sakinlerinden ayıran farklılık beynimizle ilgiliydi. Halbuki son 20 yılda bazı araştırmalar, bilinci bu önyargı olmaksızın ele aldılar ; dolayısıyla da araştırmalarında çok daha açık fikirli bir yol izleyebildiler. Bu araştırmacılardan bazıları, bilincin beyinle sınırlı kalmadığını fark ederken, onun düşünüldüğünden daha hareketli olduğu ve bedendeki başka alanları kendine kolaylıkla mesken tutabildiğini fark etmeye başladılar. Böylelikle kalbi, kalbin biliş ve farkındalıktaki rolünü incelemeye giriştiler. Son zamanlarda kalp üzerine yapılan çalışmalarda açığa çıkan en önemli keşiflerden biri, her bir organımız gibi insan organizması bütünün de doğrusal ifadeler olmadığı ile ilgiliydi; onlar, doğrusal olmayan daha karmaşık organizmalardır, bütünün parçaların toplamından çok daha fazlası anlamına geldiği organizmalar...
Bilim insanları, milyonlarca ve milyarlarca molekülün -kapalı bir kabın içine yerleştirildiklerinde- hareketlerinin ilk başta rastlantısal olduğunu keşfettiler. Fakat önceden tahmin edilemez bir anda, tüm moleküller aynı anda eşzamanlı olmaktaydılar. Birlikte hareket edip titreşmeye başlıyorlar, sıkı sıkıya birbirine bağlanmış çiftler halinde eş -düzenli bir bütüne dönüşüyorlardı. Her bir molekülün bir alt birim olduğu tek bir sistem... Eş zamanlı oldukları anda, parçalarının toplamından daha fazlası olan bir şey beliriyordu. işte bu ne kadar da yakından bakılırsa parçaların içinde asla bulunamayacak şeydi, bizlerin ruhu gibi. Bu eş zamanlılık anında, yeni bir sistem aniden ortaya çıkan davranış biçimleri sergiliyordu. Bütün sistem, parçalar ya da alt birimler üzerinde etkin olmaya başlıyordu ve bu sayede daha karmaşık eş zamanlılıkların oluşmasına öncülük ediyordu. Parçalardan bütüne ve bütünden parçalara doğru öyle hızlı ve kesintisiz bir bilgi akışı söz konusu oluyordu ki, bu sayede sistem iyiden iyiye kararlı hale geliyordu. Bu bilgi akışı çevreden içeriye ve içeriden de çevreye olmak üzere bir yol izliyor ve sistemin kararlılığını etkileyebilecek dış etkenler olup olmadığını inceliyordu.
Bu bilgi akışı çeşitli dillerde ortaya çıkmaktaydı; ısı dalgalanmaları, basınç veya hız değişimleri, kimyasal bileşimlerin ayarları, elektromanyetik sinyallerin akışı ve daha pek çok şey. Fakat tabii ki, konuştuğumuz dildeki gibi, önemli olan sözlerden çok sözlerin özü olan anlamdır. Bir molekülün içindeki anlamları ifade eden elektromanyetik (EM) imza, onu algılayan organizmaya, o molekülün kendi varoluş durumunu ne şekilde etkileyeceğini anlatır. Bu anlamlar incelenir, organizmayla bütünleşir ve bir karşılık verir.
Tüm yaşayan sistemler aynı işleyiş biçimini sergiler; hepsi de kendi kendini düzenler ve ani davranış biçimini sergiler; hepsi de kendi kendini düzenler ve ani davranış biçimleri gösterirler. Hepsi de, kendi kendilerini düzenledikleri noktada dengeyi bozacak karışıklıklara karşı olağanüstü hassastırlar. Gerçekte onlar dengenin eksiksiz olduğu anı hatırlar ve yaşamları boyunca o dengeye uyumlanmış olarak kalırlar. Geçmek durumunda kaldıkları eşik, onlar için canlı birer kimlik gibidir. Dolayısıyla içteki ve dıştaki dünyalarını, milyarlarca ve milyarlarca temas noktalarında oluşturdukları, birbirine sıkı sıkıya bağlı çiftler üzerinden gözlerler. Böylelikle varoluşlarını sürdürebilmeleri için gelen tüm enerjiyi, madde ve bilgiyi işleyebilirler. Başka bir deyişle onların her biri ileri bir zeka düzeyindedir; her biri ruhun gücünü taşımaktadır; Bir ruh gücü ise parçaların toplamından öte varoluş durumuyla ortaya çıkan güçtür. Kalbimiz, böylesi doğrusal olmayan bir sistemdir. Bir yandan kendini örgütler, bir yandan da ani davranış sergiler. O yalnızca kuvvetli bir endokrin bezi değildir, o eşsiz bir tür beyindir, bilici, algılayıcı organ ve güçlü bir elektromanyetik üretici ve alıcısıdır.
Kalpte kalp atışlarını düzenleyen hız ayarlayıcı hücreler vardır. Kendini düzenleme anında, hız ayarlayıcı ilk hücre düzenli aralıklarla nabız gibi atmaya veya salınmaya başlar. Onun ardından biçimlenen her hız ayarlayıcı hücre kendini bu ilk hücreye eklemler; böylelikle yeni hücre de ilk hücre ile eş zamanlı atmaya başlar. Eğer kalbin hız ayarlayıcı hücrelerinden biri bedenden alınıp canlı tutulacak ve bir kenarda yaşatılacak olursa ritmi bozulur; çılgınca ve düzensiz bir biçimde atmaya, çırpınmaya başlar, ta ki ölene kadar. Oysa hız ayarlayıcı bir hücre alınıp bir hücrenin çok yakınlarında bir yerlere konursa, birbirlerine dokunmasalar bile eş zamanlı hale gelerek birlik içinde çarparlar. Düzensiz çarpan bir hücreyi düzenli çarpan bir hız ayarlayıcı hücrenin yanına getirirseniz çırpınması durur ve onunla birlik içinde atmaya başlar. Onların fiziksel olarak birbirlerine dokunmaya ihtiyaç duymamalarının nedeni -salınan her biyolojik oluşum gibi- çarptıklarında bir elektrik alanı yaratmaktadır. Birbirine dokunması gereken,yalnızca bu alanlardır.
Bireysel hız ayarlayıcı hücreler, kalpte milyonlarca hücre ile sıkı sıkıya eşleşirler. Onların bir arada oluşturdukları alan, her bir hücrenin tek başına oluşturduğundan çok daha geniştir. Oluşturdukları alanın elektromanyetik gücü, beyinin elektromanyetik gücünden 5 bin kat daha fazladır ve aşırı hassas bilimsel araçlarla bedenden 3 metre uzaktan bile ölçülebilir. Bu alanın en güçlü olduğu yer, bedenin yüzeyinden 45cm'lik mesafedir ve oradan uzaya doğru sonsuz bir şekilde yayılır; tıpkı radyo dalgaları gibi. ( Eğer 150 veya 180cm.kadar mesafede durup kollarını iki yana açmış olan bir arkadaşınıza doğru yavaş yavaş yaklaşmayı deneyecek olursanız, onunla 30 veya 45cm'lik bir mesafeye geldiğinize bu alanı hissedebilirsiniz. O anda ''onun alanına'' girmiş olduğunuzu fark edersiniz. Bu, kalplerinizin birbirine dokunduğu bir deneyimdir.) Bu alan, kabaca omurga boyunca konumlanır, leğen kemiğinden kafatasının tepesine kadar uzanır. Bu tıpkı yeryüzünün manyetik alanı gibidir; Kuzey Kutbunun Güney Kutbuna uzanan...
Kalp hücreleri yalnızca birbirlerine katılmakla kalmazlar; kalp ve -onun alanı da- karşılaştığı herhangi bir elektromanyetik alana dahil olabilir. Bu iki alanın birlik içinde salınmaya başladığı anda, çok hızlı bir bilgi alışverişi gerçekleşir. Kalbin her alanındaki bilgi diğeri tarafından alınırken, kalbin işleyişi değişir; hormonal akış değişir, fizyolojik olarak farklılıklar meydana gelir. Özünde, karşılıklı bir konuşma halidir yaşanan. Bu tür bir karşılıklı konuşma, bizler için oldukça doğal bir durumdur; çünkü yaşamımızın ilk deneyimlerinden biridir. Annemizin rahmindeyken, anne kalbinin alanıyla çevrelenmiş bir haldeyizdir. Çocuğun oluşmakta olan kalbi, anneninkiyle birlikte çarpar ve doğumdan sonra da özellikle süt verirken aynı durumu sürdürür. Annenin elektromanyetik alanı bilgi ile doludur; çocukla ilgili neler hissettiği, sevilip sevilmediği, istenip istenmediği... Annenin anlam dolu duyguları, kendi elektromanyetik alanının biçimini değiştirmektedir. Bebek ise, mevcut bilgiyi alarak onu çözümler, tıpkı bir radyo alıcısının radyo dalgaları demetini alarak çözümlendiği gibi.
Bizler doğumdan sonra her zaman elektromanyetik alanlara karşı hassasiyet gösteririz; çünkü anne karnında böylesi bir iletişim dilinin içinde biçimlenmişizdir. Doğumdan sonraki evrede kalp ,karşılaştığı elektromanyetik alanlardan bilgi alabilmek üzere onları düzenli olarak tarar. Bizler bu alanları eşsiz bir yoldan deneyimleriz; duygular olarak.
Nasıl ki temel renkler bir araya gelerek gördüğümüz tüm diğer renkleri oluşturuyor ya da temel tatlar, tadabildiğimiz tüm diğer tatları meydana getiriyorsa, temel duygular da -çılgın, üzgün, sevinçli, korkmuş- bir araya gelerek deneyimlediğimiz diğer duyguları meydana getirirler. Kalbin içine aldığı belli elektromanyetik enerji tayfı, renkler veya sesler olarak değil de duygular olarak deneyimlenir. Kalbin işleyişindeki en küçük bir farklılık, yeni duygu kümeleri yaratırken, duygusal durumdaki en küçük değişim de yeni kalp ritimlerinin oluşmasına yol açar. Her ikisi de elektrokardiyografik (EKG) ve manyetokardiyografik ( MKG) okumalarda hemen kendini gösterir. Kalp, aslında uzmanlık alanı duygular olan ''olağanüstü duyarlı'' duyu organıdır. Karşılaştığımız elektromanyetik alanlar içinden algılayabileceğimiz ince duygu farklılıkları, deneyimlediğimiz renkler veya tatlar kadar çeşitlilik gösterirler. Ne yazık ki bu ince ayardaki duygusal dünya algısı, bilinci beyine yerleştirmeye alışmış olanlarımızın içinde körelmeye uğramıştır. Kalpte düşünmeye ve bu tür bir algıyı geri kazanmaya başlamanın en sade yollarından biri, önünüzdeki herhangi bir nesneye, belki de bir bitkiye bakarken şu soruyu sormaktır: ''Bu nasıl bir duygu?'' işte o zaman, bu nesnenin elektromanyetik imzası kalbinizde ilerlerken, o isimlendirilmeyen eşsiz duygu bütününü deneyimleyeceksiniz.
Yaşayan canlılar, oldukça karmaşık elektromanyetik alanlar taşırlar. Her alan, onu meydana getiren organizmayla ilgili her şeyi kodlar; onun sağlık durumunu, tarihini, içinde barındırdığı güçleri ve daha çok daha fazlasını... Çok basit bir örnek üzerinden ilerlemek gerekirse, bir bitkinin ürettiği her kimyasal, onun kendine özgü elektromanyetik imzasından tanınabilir. Kaldı ki birçok bitki, her gün yüzlerce ve belki de binlerce farklı kimyasal üretir. Kalbin algısı ile ilgili daha çok bilgi edinmek, bir bitkinin tıbbi etkilerinin o bitkinin elektromanyetik alanıyla doğrudan ilişkilendirilmesi yoluyla doğru bir şekilde belirlenebilmesini sağlar. Elektromanyetik alan kalpten geçince tahlil edilmek üzere beyine yönlendirir; beyin ise, elektromanyetik imzanın içindeki anlamın özünü kavrar.
Kalpteki hücrelerin yüzde 60 ile 65'i sinir hücresidir; tıpkı beyinde olduğu gibi. Kalbin sinir hücreleri de beyindeki sinir hücreleriyle aynı biçimde işlev görürler; ganglia'da kümelenir, akson-dendritler üzerinden bedenin sinir ağı ile bağlantıya geçerler.
Bu rastlantısal bir şekilde gerçekleşmez; kalbin, beyindeki belli merkezlerle doğrudan bağlantıları vardır ve bu bağlantıları kesmek mümkün değildir. Kalp ile beyin arasında her an doğrudan, aracısız bir bilgi akışı söz konusudur. Kalbin amigdala, talamus, hipokampus ve korteksle bütünleşik bir bağlantısı vardır. Beyindeki bu merkezler şu işlemde meşguldürler: 1) duygusal hatıralar ve onların işlenmesi; 2) duyusal deneyimler; 3) hafıza, mekânsal ilişkiler ve çevreden gelen duyusal girdilerin anlamlandırılması; 4) sorun çözme, akıl yürütme ve öğrenme. Beyinle ve merkezi sinir sistemiyle olan iletişimi güçlendirmek için, kalp kendi sinir taşıyıcılarını ( nörotransmitler) üretir ve ihtiyaç oranında açığa salar.
Kalbin elektromanyetik alanı; bir insan, bir hayvan veya bitki olsun herhangi başka organizmanın elektromanyetik alanına uyumlandığında bir organizmadan diğerine süratli bir bilgi akışı gerçekleşir. Bu bilgi akışı kendine özgü bir dilde olsa da kelimeler yoluyla gerçekleşmez. Bir anlamda bilgi aktarımına, kelimeleri kullanmaksızın anlamın doğrudan taşınması gözüyle de bakılabilir. Araştırmacıların keşfettiği üzere bu bilgi öncelikle kalbe akar ve ardından beyin ile kalp arasındaki doğrudan bağlantılar üzerinden ileri işlemler için beyine gider. Bilgiyi saklayabilmek için, onu kullanılabilir bir biçime dönüştürürüz. Tıpkı bir radyo alıcısının radyo dalgalarını müziğe çevirdiği andaki gibi bir tür tercüme süreci gerçekleşir... Halbuki insanlardaki süreç çok daha karmaşıktır. Duyusal veri deposundan, hatıralardan, deneyim ve bilgi birikiminden beyin bilgi akışıyla ilgili bir geştalt ( bütünsel biçim) meydana getirir. Dolayısıyla söz konusu tercüme çeşitli biçimlerde belirebilir: bir dizi görü olarak, ses, görüntü, duygular, tatlar ,sözler veya kokular olarak. Çoğunlukla bu tercümenin beliriş biçimi, genellikle kişinin içinden büyüdükleri kültüre bağlı olarak değişkenlik gösterir. Burada önemli olan bu tercümelerin aldığı biçimi değil, içlerinde taşıdıkları anlamdır.
Bu deneyimler, büyük Alman şairi ve botanikçi Geothe'nin de gösterdiği gibi isteyerek başlatılabilir. Veya yerli kültürlerde yaygın olarak bilindiği gibi aniden gerçekleşebilirler. Bu tür ani olaylardan bazıları bu kitapta değinilmektedir; insan ile bitki arasındaki elektromanyetik alanların birbiri içinde karışması, kendi ahengi içinde gerçekleşir ve eş zamanlılık belirdiği anda, iki organizma arasında doğrudan ve derin bir bilgi akışı başlar.
Antik yunan döneminde, kalbin eğer canlılarla bir değiş tokuş haline 'aisthesis' adı verilmişti. Bu ifade, kelimenin tam manasıyla 'nefes almak' anlamına geliyor. Yunanlılar, gelmekte olan anlamların etkisi hissedildikçe, iki organizma arasında gerçekleşen bu uyum anına eşlik eden bir tür soluğun kesilmesi veya derin bir ilham durumunun varlığını fark etmişlerdi. Onlar bu durumu, ruhun özünün değiş tokuşu olarak nitelemekteydiler. Öyle ki, parçacıkların toplamından daha fazlası olan ve de eş zamanlılık anında varlık bulan bizlerin ruhuna kendi dışındaki bir ruh dokunuyordu.
Bu tür bir alıp verme halini yaşayan insanlar üzerinde görülen en büyük etkilerden biri, bizlerin asla yalnız olmadığı bilincinin kesintisiz farkındalığıdır. Kendimizi, ruhu olan olayların bizlere bu tür bir paylaşımı gerçekleştirecek kadar önem verdiği ve bizlere eşlik ettiği bir durumun içinde buluruz. Böylesi derin bir alıp verme halindeyken, yalnızca diğer yeryüzü sakinlerinin böylesi derin bir alıp verme halindeyken, yalnızca diğer yeryüzü sakinlerinin zeki olduklarıyla ilgili bir bilgiye bağlı kalmayız; onlarla -bilinç beyinde konumlandırdığı zaman gerekli indirgemecilik olmaksızın- kalplerimiz yoluyla doğrudan bir bilgi alıp verme halini de deneyimleriz.
O halde yerli halklar, bitkilerden bilgi aldıkları ya da bilginin görüler veya rüyalar aracılığı ile geldiğini kesinlikle söyleyebilirler. Kaldı ki bu alıp verme hali bitkilerle sınırlı değildir ve doğa aleminin her alanında belirebilir. Bu tür bir yakından doğan, bir başkasının duygularını algılayabilme doğal hali; insanların dünyaya karşı doğaya yabancılaşmış oldukları hallerinden çok daha farklı yaklaşımlar göstermesine sebep olur. Doğrudan algılama sürecine dair açıklamalar, bu süreci daha iyi kavrayabilmemize yardımcı olsalar da, bundan daha önemli olan deneyimin kendisidir; onun nasıl bir duygu olduğunu, yaşamlarımızı ne şekilde zenginleştirdiğini, bizleri var etmiş olan varlık alanıyla herhangi bir yol üzerinden yeniden bağıntı kurabilmemizi sağladığını deneyimlemek... Bir ormanı canlı, zeki ve insanın atası olarak deneyimlediğimizde, onu yerle bir etmek gerçekten de çok güçtür.
En nihayetinde kalbi, algılayan ve bilen bir organ olarak yeniden konumlandırdığınızda belli bir düşünüş biçimi tarafından ele geçirildiğiniz açıktır. Bilincimizi beynimize konumlandırdığımızda doğası gereği ortaya çıkan bu belli düşünüş biçimi, bizim algı ve düşüncelerimizi ifade edişimizi kısıtlar. Monoteizm misali, deneyimlenebilecek olanları dar bir ''izin verilenler '' şeridiyle sınırlar; diğer tüm algılayışları, batıl inançlar, inanca ters düşen veya kabul edilemez olan yaklaşım şekilleri kabilinden ikinci plana atar. Fakat bu kalp merkezli algılama bildiklerimizin en eskisidir; insanlığımıza ve yeryüzünün ekolojik uzantıları olarak ortaya koyduklarımıza derinden bağlıdır. indirgemeci ve monoteist yaklaşımlar, beton yaya kaldırımına benzetilebilir. Onlar, yabanıl olanı baskılar; oysa Hildegard von Bingen'in veriditas olarak adlandırdığı yeşilin gücü, hem içimizdeki hem de dışımızdaki kaldırım taşlarını her zaman delip geçicektir.
Roger Penrose'un Kralın Yeni Usu adlı kitabında ortaya attığı "beyin kuantum fiziği yasalarına dayanarak çalışır ve gerçekte bir kuantum bilgisayarıdır" tezine dayanarak oluşturulan alt bilimdalı
Araştırmalar, kuantum biyolojisi hakkında çarpıcı sonuçlar ortaya koyuyor, vücudumuzun enerji alanı keşfediliyor.
Canlıların ışık yaydığını belirleyen bilim insanları, ayrıca bunların sinyaller taşıdığı kanısında.
insan vücudundan ışık çıkıyor, bir başka deyişle bedenimiz parlıyor.
Önceki yıllarda çok sayıda araştırmacı, bitki tohumlarından meyve sineklerine canlıların ışık yaydığını belirlemişti.
Japonyanın Tohoku Teknoloji Enstitüsünden Dr. Masaki Kobayashi ve meslektaşları, yoğunluğu çok az olduğu için göremediğimiz bu ışığı çok hassas kameralarla görüntüledi.
Bilim insanları zarar görmüş dokulardan daha fazla ışık çıktığını tespit etti.
Dr. Kobayashi ve ekibinin araştırmasına göre, tümör hücrelerinin ışık yoğunluğu çevrelerindeki sağlıklı dokununkinden dört kat fazla.
Almanyada bulunan Uluslararası Biyofizik Enstitüsünün başkanlığını yapan Prof. Fritz-Albert Popp, 1980li yıllarda yaptığı deneylerin ardından hücrelerin biyofoton olarak adlandırdığı ışıkla iletişim kurduğunu öne sürmüştü. O günden beri dünya çapında birçok araştırmacı bu konuya eğildi.
Yaklaşık üç yıl önce, ABDnin Rush Üniversitesi Tıp Merkezinden bilim insanları çok çarpıcı bulgular elde etti. Araştırma sonuçları insan hücrelerinin fotonlarla iletişim kurduğunu gösteriyordu.
Işık, foton adı verilen enerji paketlerinden oluşuyor, 100 Wattlık bir ampulden saniyede milyarlarca foton çıkıyor. Bir ampulden çıkan ışık çok düzensiz ama biyofotonların teknik lazerden bile daha ahenkli (eşevreli) olduğu belirtiliyor.
Daha önce Prof. Popp ile çalışan biyofizikçi Dr. Beverly Rubik, kanser hastalarının dokularını inceleyen bilim insanlarının, ışığın ahenginde bozulmalar olduğunu tespit ettiklerini ifade ediyor.
Dr. Rubik şöyle söylüyor:
Biyofoton alanı kavramının, organizmadaki daha derin bir alanın göstergesi olduğunu düşünüyorum. Bir organizma öldüğünde ani bir ışık boşalması oluyor.
The Journal of Alternative and Complementary Medicineda yayımlanan makalesinde şu sözlere yer veriyor:
insanın tam bir bilimsel modeli, uzay-zaman, madde-enerjinin ötesinde unsurlar ve çok boyutlu geometri ya da başka yeni kavramlar gerektirebilir.
Araştırmaları, Amerika Ulusal Sağlık Enstitüsü tarafından desteklenen Dr. Beverly Rubik, ahenkli ışığın canlılar arasında da sinyal taşıdığı kanısında.
Bilim insanlarını hayrete düşüren, akıllara durgunluk veren bir olaya, kuantum dolaşıklığına işaret ediyor:
Parçacıklar (fotonlar, elektronlar...), bir kere bağlantıya girip daha sonra birbirlerinden ayrılırlarsa, evrenin iki zıt ucunda olsalar bile ilişkili kalıyorlar.
Aralarında telepati varmış gibi birini etkileyen diğerini de etkiliyor, arada koca bir galaksi de olsa diğeri anında tepki veriyor.
Minnesota Üniversitesinden fizik profesörü James Kakalios, Kuantum Mekaniğinin Hayret Veren Hikâyesi adlı kitabında, kuantum dolaşıklığını, aralarında özel bir bağ olan ikiz kardeşlere benzetiyor.
Araştırmacılar bitkilerin ışık enerjisi kullanarak organik bileşikler ürettiği fotosentez olayında kuantum etkilerinin kesin teorik kanıtlarına göre;
bitki hücrelerinde ışık toplayan makromoleküller klasik fizikle açıklanamayan ancak kuantum fiziğine ait fiziksel kavramlarla açıklanan moleküler titreşimlerin avantajını kullanarak enerjiyi aktarabilmektedir.
Yunanistandaki Fleming Enstitüsü'nden Luca Turin de BBC'ye şunları söyledi:
Açıkça kuantum sınırlarında olan üç bölge var. Bu üç şey kuantum mekaniğinin biyoloji hakkında bir şey söyleyemeyeceği fikrini çürütüyor.
Bu üçünün en belirgin olanı fotosentez, yani bitkilerin ve bazı bakterilerin gün ışığından faydalanarak ihtiyaçları olan besinleri ürettiği, son derece kullanışlı olan işlem. Fotosentezde "süper-pozisyon" denen durumu, yani aynı anda birden fazla yerde bulunabilmek durumuyla karşılaşılmakta. işleme yakından bakıldığında birçok küçük enerji paketlerinin aynı anda mümkün olan tüm yollardan geçerek en kazançlı olanında karar kıldıkları görülüyor.
Biyoloji bu sinsi yöntemleri ılık ve ıslak bir ortamda kullanıp hala süper pozisyonu koruyabiliyor. Nasıl yaptığını ise hala bilemiyoruz. diyor Glasgow Üniversitesinden Richard Codgell BBCye.
Sürprizler bitkilerle sınırlı kalmayabilir; hayvanların da bu tarz hilelere başvurduğuna dair sağlam ipuçları var: ülkeleri, kıtaları geçen ve hatta kutuptan kutba uçan kuşların yön bulma yetenekleri de merak uyandırıcı bir davranış modeli sunuyor.
Deneyler Avrupa Kızılgerdanları'nın göç yönlerini ışığın belli renklerine göre belirlediğini ve çok zayıf radyo dalgalarının bu yön duygusunu bozabileceğini gösterdi. Biyologların kuşların hücrelerinde taşıdıklarına inandıkları biyolojik pusulayı hiçbirinin bozamaması gerekirdi.
Dolanımın kuantum etkisi ise daha da mantıklı. Kuantum kuralları altında, dolanık çift parçacıkların birbirinden ne kadar uzağa düşmüş olurlarsa olsunlar, birbirlerinin ne yaptığını "biliyorlar" ve hatta birbirlerine ışıktan daha hızlı bilgi aktarımı yapabiliyorlar.
Deneyler kuşların gözlerindeki her bir molekülde bu durumun gözlendiğini gösteriyor ve Londra Üniversitesinden John Morton kuşların bunu nasıl algıladığının hala garip olduğunu söylüyor.
Bunu pilotların da kullandığı uyarı göstergesi olarak düşünebilirsiniz, gördükleri manyetik alanın görüntüsüyle çevrelerinin görüntüsünü birleştiriyorlar diyor.
Bu fikir hala tartışmalı; tıpkı burnunuzun da birazcık kuantum biyolojisi kullanıyor olması fikrinin tartışmalı olması gibi. Çoğu koku araştırmacısı koku alma duyumuzun yalnızca koku moleküllerinin burnumuzdaki reseptörlere uyumluluğu ile çalıştığını söylüyor. Ama Dr. Turin koku moleküllerinin titreşim ve salınımlarının etkili olduğunu düşünüyor tünelleme olarak bilinen bir kuantum etkisi.
Bu fikir elektronların burunlarımızdaki reseptörlerin bir yanlarından kaybolup diğer yanlarında belirdiğini ve bu işlem sırasında geride bir parça enerji bıraktığını söylüyor.
PLoS Oneda yayınlanan bir makaleye göre insanların titreşimleri farklı ama şekilleri aynı olan iki molekülü ayırt edebiliyorlar; yani molekül şekli koku almada etkili olan tek faktör değil. Araştırmacıları bu projeye çeken şey ise doğada bilmediğimiz ne kadar kuantum hilesi olabileceği.
**********************************************
inancın Biyolojisi kitabının yazarı Bruce H. Lipton, uzun bir uçak yolculuğu sırasında "Evrensel Şifre: Doğanın Dili Olarak Kuantum Fiziği" (Pagels, 1982) isimli kitabı okurken kuantum fiziğinin biyoloji ile ilişkisini kavrar ve günümüz biyologlarının bunu görmezden geldiklerini farkeder.
Ona göre biyologlar, biyolojiyi Newton'un modası geçmiş fiziksel dünyasına göre anlamaya çalışıyorlardı ve Einstein'ın görünmez dünyasıyla ilgilenmiyorlardı. Maddenin aynı anda parça ve dalga olarak tanımlanabilmesi, doğrudan boşluklarla birbirlerinden ayrılan farklı fiziksel nesnelerin olduğu bir evrende yaşamadığımız sonucunu ortaya çıkardı ve bu anlayışın biyolojiye de uyarlanması gerekiyordu.
Tıpçılar da kuantum fiziğinin bulunuşundan sonra bile vücudu Newton prensiplerine göre hareket eden bir fiziksel makine olarak görme eğilimini sürdürdüler. Örneğin, hormonlar, sitokinler, büyüme faktörleri, tümör önleyicileri gibi kimyasal sinyallerin mekanizmalarının araştırılması doğal iyileşme gibi paranormal olayları açıklamaya yetmiyordu, yaşayan organizmalar ölçülmeyi reddediyordu.
Newton fiziğine göre alıcı IMP'lere bağlanan sinyal sadece bir molekül (madde) olabilirdi fakat zamanla bu durumun geçerliliği de kayboldu. Çünkü kuantum fiziğine göre bu alıcılar enerji sinyallerine de cevap vermekteydiler ve elektromanyetik alanların da hücre fizyolojisi üzerinde etkileri olduğu bulunmuştur.
Kuantum fiziğinin gösterdiği gibi madde ve enerji karışmış durumdaysa, zihin (enerji) ve vücut (madde) da benzer şekilde bağlıdır.
Maddesel olmayan zihin, fiziksel vücudumuzu etkiler, yani zihnin enerjisi olan düşünceler vücudun fizyolojisinin fiziksel beyin tarafından kontrolünü etkileyebilir.
Lipton böylece, kitabın adının neden inancın Biyolojisi olduğuna da açıklamış:
Çevresel uyarılara verdiğimiz tepkiler, algılarımız tarafından kontrol ediliyor ve bu yönetici algılara inanç adı veriliyor. inançların da biyolojimizi kontrol edebildiği düşünülünce inancın Biyolojisi kavramı da anlaşılmış oluyor.
Enerji sinyallerine de tepki verebilen IMPler ve hücreler sayesinde biyolojimiz de etkileniyor.
Fakat öğrenilmiş algılarımızın tümü her zaman doğru değildir. En çok bilinen ve sıklıkla verilen bir örnek olarak placebo etkisi gösterilebilir. Bazen insanlar ilaç kullandıklarına inandıklarında iyileşirler ve bu durumun bazı ameliyatlarda bile işe yaradığı gözlenebilir.
Eğer tıp doktorları bu etkiyi tam olarak nasıl kullanabileceklerini öğrenirlerse hastalıkların tedavisinde etkili, yan etkisiz bir yöntem olarak kullanılabilir (reçeteli ilaçların yan etkilerinin Amerikada her yıl 300000 kişinin ölümüne yol açtığı görülmektedir (iatrojenik hastalık)). Özellikle astım, Parkinson, depresyon söz konusu olduğunda zihinin pozitif düşüncelerle sağlığı etkileyebildiği ve belirli bir iyileşme sağlanabildiği gözlenmiştir.
Fakat tersi bir durumda zihin negatif düşüncelerle meşgul oldıuğunda sağlığa zarar da verebilir (nosebo etkisi).
Tüm bu etkilere kitapta "algı etkisi" ya da "inanç etkisi" deniliyor ve özetle genetik planlarımızı değiştiremesek bile zihinlerimizi değiştirebileceğimiz sonucu ortaya çıkıyor.
Bu da hayatımızı aslında genlerimizin değil inançlarımızın kontrol ettiği anlamına geliyor. Bu yüzden klasik biyojiye kuantum fiziğinin kattığı öngörüler, sağlık ve hastalık konusunda yeni araştırmaları gerektiriyor.
Lipton'a göre disiplinler arası araştırmalarla, doğanın yasaları ile uyumlu olan yeni ve sağlıklı bir hekimlik sistemi oluşturulabilmeli ve kuantum fiziğinin bulguları ile biyotıp bilimi birleşip bir kuantum biyolojik devrim yapılmalıdır.
Kısaca, vücudumuzu ve zihnimizi, genler tarafından yönlendirilen hormonlar ve sinirsel iletkenler kontrol etmiyor; aksine, inançlarımız vücudumuzu, zihnimizi ve dolayısıyla yaşamlarımızı kontrol ediyor.
Düşüncelerin belli frekansları yaydığı ve farklı duyguların farklı frekans boylarına sahip olduğu görüşü, kuantum odaklı beyin yaklaşımında artık sıkça bahsedilen bir konu.
Sonuç olarak bilinçli bir zihin kalıtımdan da çevreden de üstün oluyor ve Lipton, hücrelerin sadece yaşam mekanizmalarınının aynı zamanda nasıl daha zengin ve dolu dolu bir yaşam geçirebileceğimizi öğretebileceğine inanıyor.
Çünkü biz kendimizi birey olarak düşünebiliriz fakat 50 trilyon vatandaştan oluşan dayanışma içindeki bir toplumuz.
Ayrıca Lipton, bu inanışı bir adım daha ileri götürerek dünya ve üzerindeki tüm türlerin birbirleriyle etkileşim içinde yaşadığı bir süperorganizma olduğunu söyleyen Gaia hipotezine de inanıyor.
Genetik mühendisliğinin dünyanın dengesini bozmasıyla bu süperorganizmanın da dengesini bozduğunu söyleyen Lipton, insanların modern bilimle doğayı anlamaya çalışmak yerine onu kontrol edip yönetebilmeyi amaç edindiğini düşünüyor. Doğru söze ne hacet?
Özetlemek gerekirse, Lipton, çevrenin ve bizim çevreyi algılayışımızın, hücre zarındaki IMPler aracılığıyla (sadece fiziksel moleküllerle değil, ayrıca düşünceler olan enerji sinyalleriyle) hücrelerimizin tepkilerini kontrol edebileceğini söylüyor.
Bu anlayışa göre genlerimiz her zaman kaderimizi belirlemiyor, kaderimizi asıl belirleyen bizim algılarımız yani inançlarımız. Daha önce de bahsedildiği üzere bu algılar her zaman doğru olmayabilir ve yanlış algılamalarla sağlığımızı tehdit edecek etkiler oluşturabiliriz.
Sürekli stres ve korku içinde yaşayarak gelişemeyiz ve gelişemeyen bir organizma da zararlara açık hale gelir. Tabi ki bilinçli bir zihin ile bunu değiştirmek elimizde.
Kısaca hücrelerden çıkaracağımız daha çok ders var gibi görünüyor.
**********************************************
Görünmez kuantum dalgalar herbirimizden yayılmakta ve tüm diğer organizmaların içine sızmaktadır. Aynı zamanda her birimiz, kendi oluşumumuzun içerisine karışmış her diğer organizmanın dalgasına da sahiptir
Bu olağanüstü yeni keşif, aslında dalga etkileşimlerinden (bedenlerin buluştuğu yerde) oluşan yerel olmayan (non-local) kuantum alan içerisindeki her bir yaşayan varlığı pozisyonlandırmaktadır.
Bu nedenle her bir kişi birbiriyle yalnızca empatik bir ilişkide değil; birbine karışıktır.
Nörobilim, kuantum biyoloji ve kuantum fizik şimdi bedenlerimizin yalnızca biyokimyasal sistemler değil; sofistike yankı yapan sistemler olduğunu gözler önüne sermek için yakınlaşmaya başlıyorlar.
Bu yeni keşifler zamansız bağlantılı bilincin bir formunun fiziksel-bilimsel temele sahip olduğunu gösteriyor.
O daha da fazlası, belirli ruhani veya ortak TEKliğin transandantal hallerinin yeni bilimsel paradigma içinde mantıklı bir temele sahip olduğunu ispatlıyor.
sizi çoğunlukla es geçtim ağaçlar... hayat ağacı şeklinde durmalarınıza rağmen.Nehrin şarkısına çok kulak kesmedim,rüzgarın hafif soğukla yüzüne işleyen fısıltısını bedenime zararlı birşey olarak algıladım çoğunlukla.Kuşların cıvıldaşmalarını,horozların ''ışık geliyor ulaaaaaaaaaaaaan.yaşasııııııııııııın'' diyişlerini uykumu bölen bir parazit olarak algıladım çoğu zaman.Doğanın nacizaneliğiyle bütünleşmektense onu bir resme bakar gibi,mümkünse bir kaç insanla,modernizm kisvesinin altından ruhumuzdaki kanserli hücrelere ve kanayan yaralara bir nebze olsun ilaç istemek gibiydi zihnimizin işletim sistemi.Sen bir anaydın,berekettin ve şımarık çocuklarını hep sevmeyi bildin.Burnumuzun içinden işleyen oksijen molekülleriyle sevişmenin ne olduğunu göremedik,nefes alıp verdik,alıp verdik,alıp verdik.... Ve evet,hep bir kadınla bütünleşme,tek parça olma ihtiyacım.. şimdide sana gelelim.Seninle yürüdüğümüz bu yolda,ikimizinde zihnin yapısına ne kadar uyumlu davranırsak davranalım güçsüz ve saf bir niyetimsi görünen imajımız varya... Hani hep karşımızdaki insanı düşünme eğilimimiz,aman iyi olsun,kendi hayatında iyi yol alsın dediğimiz durumlar var ya... onlar iyi niyet değil dostum.kendi kafamızdaki olmasını istediğimiz iyi imajının bir ekolü.iyi davranılmaz bu hayatta,sabırlı davranılmaz.Güçlü davranılmaz.iyi olunur,sabır olunur,güç olunur.Ve sevginin sadece bir insana verilen bişey olduğunu sanıyorsan da yanılıyorsun nacizane dostum.Sevgi bir insanın herşeye vericeği bir durumdur.Berekettir,ırmaktır,topraktır,can verendir,anadır... Toplumsal normlar içinde sevginin ve aşkın,sevişmenin çerçeveleri çizildi ve dünyanın her yerini ele geçirmiş durumda.adı da yaşama kültürü.Bırak bunları kenara,seni ve beni aldatan,umursamayan,seninle çocuk yapmak istiyorum laflarını sadece lafta kaldıran bir insanı yine sev.Sev amına koyıyım lan.sev.gerçekten sev.iyi olmasını temenni et.mutlu olmasını temenni et.et lan yarrak kafalı.ne bu benim içimde atom bombası dolaştırıyorsun? Ne bu taşlaşmış bakışlarla,eriyen,benliği bile olmayan bakışlar arasında gidip gelmelerin.bunlar senin ve benim sınavım.tarafını seç : iyi mi oluyorsun kötü mü?
bu dinin,(islamın) veya dinlerin kendisinin değil,yansıma şeklinin bir sorunu.Din sosyolojisi ile alakalı.arada fark var.neyi değiştirilmesinin gerekli olduğu konusunda çok emin konuşmayalım bence.
Don Juan, tonali "Tonal, bizi biz yapan her şeydir. Adlandırabildiğimiz her şey tonaldir. Bildiğimiz her şeydir tonal ve bu, kişiler olarak yalnızca bizleri değil, dünyamızdaki her şeyi de içerir. Göze görünen her şey tonaldir de denilebilir" diye açıklıyor.
Kişi tonalı doğumla birlikte büyütmeye başlar. Havanın içe çekildiği ilk o anda, tonal içinde erkle nefes alınmaya başlanmış olunur. Yani, bir insanın tonalı, doğumuna yakından bağlıdır. Doğum anında ve sonraki kısa sürede tümüyle nagualizdir. Nagual insanın betimleyemediği bölümüdür. isim, söz, duygu, bilgi yoktur orda.
Nagual konuşulmaz olandır. Tüm olası duygular, varlıklar, özler onun içinde barışcıl, değişimsiz, sonsuza dek salınıp dururlar. Sonra yaşam tutkalı bir kaçını birbirine yapıştırır ve ortaya bir varlık çıkar; tonalin bölgesine doluşan tüm öbür varlıklarla birlikte o yerin şaşaası ve görkemi karşısında körleşip gerçek doğasını unutan bir varlık.
Tonal, sosyal kişidir. O bir koruyucudur ama çoğu zaman bir gardiyana dönüşür. O zaman tonalın, paha biçilmez bir şeyi, varlığımızı koruduğu açıktır.
Bu nedenle Tonalın doğal özelliği kurnaz olması ve kendi yaptıklarını kıskanmasıdır. Burada mesele bir koruyucu ile gardiyan arasındaki farktır. Koruyucu, açık fikirli ve anlayışlıdır. Gardiyan ise zorba, dar görüşlü ve çoğunlukla despottur.
Tonal birleşik örgütlenmelerin yaşadığı yerdir. Yaşam gücü, tüm gerekli duyguları biraraya getirir getirmez bir varlık tonalde beliriverir. Yaşam gücü bedeni bırakır bırakmaz tüm o tekil farkındalıklar çözüşüp gelmiş oldukları yere, naguale dönerler.
Savaşçının bilinmeyene yaptığı yolculuklar tıpkı ölmek gibidir; ancak onun salkımındaki tekil duygular ayrışmayıp, kendi birlikteliklerini yitirmeksizin bir parça genişler yalnızca. Oysa ölümünde bunlar çok diplere batarlar ve daha önce hiç birim olmamışçasına bağımsızca devinirler.
( carlos castaneda nın bir kitabından alıntı )
Geçenlerde haberleri seyrederken ilginç bir hikayeye rastladım. Tıpta kederi bir hastalık tanısı olarak etiketleme hareketi var. Kederli insanlara, bir antidepresan olan Prozac reçete edilecekmiş.
Yaşamdaki her değişim, bir bitişe yönelen ve tanıdık birşeyin ölümüyle keder hali yaratabilecek, bir ölüm biçimidir. işimizi değiştirebilir, boşanabilir, yaşlandıkça nasıl hissettiğimiz ile ilgili değişim yaşayabilir, yaşamımızı tehdit eden bir hastalık geçirebilir veya sevdiğimiz birinin ölümünü deneyimleyebiliriz.
Ölüm bir son değil aksine yeni bir başlangıçtır. Ve keder deneyimi büyümemiz ve evrimimiz açısından önemlidir. Keder, içinden genişleyebileceğimiz derin bir içsel kuyu geliştirmemize yardımcı olur.
Sıkça insanların nasıl bir genişleme çağında olduğumuz hakkında konuştuklarını duyuyorum ve birinin başından dışarı doğru genişleyen zihinsel bir enerji prosesi gözümde canlanıyor. Fakat gerçek genişleme içimizin derinliklerinden gelir. Kendimize kederli olma, yas tutma iznini verdiğimizde, içimizde derinlik geliştiririz.
Kendi yaşamımda farkettim ki kalbim kırılırken aslında genişliyor. Yaratılmış olan bu genişleme, sevgiyi iletmek için daha büyük bir araç haline gelmeme yardımcı oluyor. Ve sevgi en büyük şifalandırıcı güçtür. Daha büyük bir sevgi haline açılmamızda bize yardımcı olan, keder gibi başka birşey daha yoktur.
Kalbimiz genişlediğinde acı çeken diğerleri için daha fazla şefkat hissedebiliriz. Ve bu şefkatle diğerlerinin şifalanması için gerekli alanı yaratırız.
Kederi durdurmaya çalıştığımızda büyümeyi de durdururuz. Ve doğaya baktığımızda, büyümeye devam etmeyen yaşamın öldüğünü görürüz. Keder hali, her ne kadar kötü hissetseniz de, yaşamla doludur. Keder içimizde daha fazla yaşamın akışını sağlayan bir alan yaratmamıza yardımcı olur.
Keder, yeni ilişkilerin, yeni fırsatların yaratılabileceği verimli bir hal yaratır.
Üzerinde durulması gereken konu kederli olduğumuzda kendimizi nasıl destekleyeceğimizdir. Kederi tümüyle bastırmanın yararlı olmadığını düşünüyorum.
ilk olarak, sahip olduğumuz duyguları kabul etmeliyiz. Herhangi bir çeşit üzüntü ve duygusal acıyı kabul ettiğimizde, bu bizi değişime doğru götüren enerjetik bir hareket yaratır. Bir duyguyu bastırdığımızda içimizde büyümeye devam eder. Duygularımızı bastırmanın bir yolunu bulsak bile, duygunun enerjisi içimizde gerilim yaratacaktır. Yaşadığımız tüm duyguları ifade etmemiz önemlidir.
işlerimize ve günlük rutinlerimize dönmemiz gerekebilir ama yas tutmak için kendimize zaman yaratmamız önemlidir. Yas sürecinde olanlara yardımcı olan bir gruba katılmayı düşünebilirsiniz. Gün içinde kendinizle başbaşa kalabileceğiniz zaman yaratın.
iş arkadaşlarınızı ve arkadaşlarınızı kaybınızdan haberdar edin, duygularınızı anlatın ve kendinizi ağlarken bulabileceğinizi söyleyin. Şifalanmanın en iyi yolu, artık kalmayıncaya kadar enerjiyi ifade etmektir. Toplum içinde iyiymiş izlenimi vermek için duygularınızı bastırmak yalnızca şifalanmayı erteler.
Birçok insan için, yalnızca onları dinleyecek sevgi dolu bir topluluğun olması önemlidir. Kültürümüzde çoğumuz, sevdiklerimizi ihtiyaçları olduğunda düzeltmek istiyoruz. Kederde düzeltilecek hiçbir şey yoktur ve gerçekte diğer bir insanın kederini yoketmenin bir yolu da yoktur. Yalnızca orada olmak, dinlemek ve sevgi dolu şekilde desteklemek çok büyük yardım sağlar.
Yas tutan birine acımamak önemlidir. Enerjetik olarak acıma, taşınması ağır bir enerji yüküdür. Kederli olduğunuz esnada binlerce insann size acıdığını hayal edin. Size böyle bir enerjinin gönderildiğini deneyimlemek ister misiniz?
Kendinizi şımartmanın yollarını bulun. Banyo yaparak rahatlamak isteyebilirsiniz. Su son derece şifalandırıcı bir elementtir. Acınızı suya bırakabilir ve sudan acınızı sevgi enerjisine dönüştürmesini isteyebilirsiniz.
Toprağın üzerine uzanabilir veya bunu yaptığınızı hayal edebilirsiniz. Acınızın toprağa süzülmesine izin verin. Acınızı aldığı ve yeni ürünlerin büyümesi için verimli organik maddeye dönüştürdüğü için Toprak Anaya teşekkür edin. Yeryüzünün sonbaharda ölüp yere düşen yaprakları alarak zengin ve verimli toprak yaratmak için gübre olarak nasıl kullandığını düşünün.
Bırakmayı dilediğiniz duygularınızı bir kağıda yazarak ateşte yakabilirsiniz. Yerli kültürlerinde ateş değişim ve dönüşüm elementi olarak görülür.
Dışarı çıkabilir ve rüzgarın acılı duygularınızı alıp götürmesine izin verirken esintilerin getirdiği sevgi dolu mesajlara kendinizi açabilirsiniz.
Çalıştığınız elementlere daima şükranlarınızı sunun. Bu, bize yaşam veren elementleri onurlandırmanın bir yoludur. Aynı zamanda, bıraktığınız enerjinin daima sevgi ve ışığa dönüşmesini isteyin. Böylece dünyaya göndermiş olduğunuz şey tüm yaşam için şifa yaratır.
En önemlisi, kendinize yas tutmak için zaman verin. Kendinizi daha iyi hissetmeniz gereken bir zaman çerçevesi yok. Duygularınızı gerçekten kucaklamanıza izin verdiğinizde, zaman sizi kendiliğinden yenilenme noktasına getirecek. Yaşamda herşey değişir. Ve kederiniz de buna dahildir.
Şamanlar görmekten bahsederken, gerçekte, bilinçli zihnin dünyaya yansıttığı yansımalar ve çarpık düşünceleri ve bunların tüm biçimlerini temizlemeyi anlatırlar.
Ruhun gerçek doğasını tüm gerçeklikte kendini gösterdiği şekilde açıkça görebilmek için, cehaletin perdelerini, dünyanın sahte görünümünü yırtıp geçmektir.
Diğer geleneklerde bağışlayıcılık ve şefkat olarak bilinir.
Görmek, suçlama, suçluluk ve utancı salıvermek için en güçlü yöntemdir.
Görmek, içimizdeki savaşı sonlandırdığı gibi dışarıdakilerle olan çatışmaları de çözerek genişleme ve işbirliğinin yolunu açar.
Sahte kişilik, bağışlamanın ve şefkat duymanın zayıflık olduğuna ve bunun başkalarınca kullanılmak için yeni bir tuzak olduğuna sizi ikna etmeye çalışır. Ayrıca, ne sizin ne de başkalarının hiçbir değeri olmadığına ve bu yüzden kötü muamele ve öz-nefreti hak ettiğinize de sizi inandırmaya uğraşır.
Görmek bu korkunç algıları olanaksız hale getirir. Gerçeği görmek, sizi suçluluğun korkunç stresinden kurtarır ve bu da enerjimizi kalbimizi ve ruh dünyasına diğer kapıları açabileceğimiz biçimde değiştirmemize izin verir.
Şamanlar, insanların görmeyi öğrenmeye başladıkları zaman neredeyse sınırsız güce ulaşabileceklerini çünkü engin yaşam ağıyla çok yakın bağlantıda olduklarını fark ettiklerini söylerler.
Şaman için, gerçekliğin ve benliğin gerçek doğasını görmek büyük bir güçtür; bu, kendini gerçekleştirmek ve sonunda da aydınlanmak için gerekli bir beceridir.
Albert Einstein ayarındaki bir-iki teorik fizikçiden biridir. Hatta adı Einstein'dan sonra en çok bilinen fizikçidir (Einstein'dan yirmi yaş büyüktür). Kuantum fiziğinin kurucusudur. 1918 yılının fizik Nobel ödülünün sahibidir. 1885'de profesör oldu. Max Planck'ın yukarıdaki konuşmayı yaptığı yıl, oğlu Erwin Nazilere karşı direniş örgütüne katılmak suçuyla tutuklanıp yargılandı, ölüme mahkum edildi ve 1945'de Gestapo tarafından kurşuna dizildi. Savaştan sonra Max Planck, 1946'da Isaac Newton'un üçyüzüncü yaşgünü törenine Royal Society'nin davet ettiği tek Alman bilim adamıydı. Hayatının son günlerini, çok sayıda üniversitede sürekli seminerler vererek ve dolaşarak geçirdi.
Max Planck ; "Bir fizikçi olarak; yani bütün hayatı boyunca rasyonal bilimlere, yani maddenin araştırılmasına hizmet etmiş biri olarak, uçuk sayılacaklardan biri değilim kuşkusuz. Ve atomu keşfimden sonra size şunu söylüyorum: Aslında madde diye birşey yok!
Madde denen şeylerin hepsi, atomu oluşturan partikülleri titreştirerek küçücük güneş sistemleri şeklinde birarada tutan bir güç tarafından oluşturuluyorlar ve hepsi o güçten ibaret. Uzayda ne akıllı ne de sonsuz bir güç olmadığına göre, bu gücün ardında bilinçli ve akıllı bir ruhun olduğunu varsaymak zorundayız.
işte o ruh, maddenin öznedeni! Görünen madde, geçici/süreli olan madde gerçek değil. Görünmeyen, ölümsüz olan ruh gerçek. Ama ruh da kendi başına varolamadığı için, her ruh bir varlığa ait olduğu için, mecburen ruhsal varlıkları kabul etmek zorundayız. Ruhsal - varlıklar kendi başlarına olamadıklarından ve yaratılmış olmak zorunda olduklarından, bu gizemli yaratıcıyı yeryüzündeki her kültürlü halkın binlerce yıldır adlandırdığı gibi adlandırmaktan çekinmiyorum: Tanrı. Gördüğünüz gibi sevgili dostlarım, bütün yaratılışın öznedeni ruha artık inanılmadığı için Tanrı'dan uzakta kalmanın acısıyla yaşarken, görünmeyen en küçük parçacık (atom), gerçeği maddesel materyalizmin mezarlığından çıkarıyor ve kaybedilip unutulan ruhun dünyasına giden kapıları açıyor."
Pek çok insan benlik ve egoyu aynı şey gibi ele alıyor. Bu iki yapı ve sistem birbiri ile taban tabana zıt ve çelişen, çatışan yapıdadır. Ego toplumun kişiye yansıttığı, öğrettiği toplumu korumaya ve var etmeye yönelik bir programdır. Benlik ise kişinin kendisini, kendi varlığını oluşturma ve algılama programıdır.
BUNA BASiT BiR ÖRNEK VEREYiM: Ego kibirlenir, benlik ise kıvanç duyar. Kibiri ve/veya kibirlenmeyi toplumdan öğrenirken, kıvanç duymayı kişisel bir başarının tatmini ile hissedersiniz. Neyin ego ve neyin benlik olduğunu insanları kalıplara ve şablonlara sokarak tanımlamaya çalışanların tıkandıkları en temel nokta budur. Ego ve benlik iki ayrı programdır. Ego ilkel beyinin toksit duygularını temsil eder. Benlik ise noe-korteks ve onun duyguları ile temsil olur. Bu iki yapıyı tanımadan kim kendi tekamülünü- gelişimini insan olmaya rotalandırabilir ki? Çoğu yazar veya uzman kavramları henüz ayırmadan ve onların neyi nasıl temsil ettiğini bilmeden reçeteler sunduğunda ortaya anlaşılmaz ve garip sonuçlar çıkar. Ve özellikle de "kaş yapmak ister iken göz çıkartılır". Benliğin olumsuz gelişimi veya oluşumu toksit benlik yapılanması ego ile işbirliği içinde ise bu karmaşayı yaşayan kişilerin zaten tekamül-gelişim, insan olmaya çalışmak gibi sorunları yoktur. Burada bilgiyi oluşturma çabası içindeki kişilerin kavramları ve aktarım dilini çok iyi netleştirmeleri gerekir. insanlar "uzman görüşü" nedeniyle saçma, sapan yollara kanalize edilebiliyor. Ego toplumun bireyde oluşturduğu veya kendisini bireyde temsil eden bir programdır. Bireyin ilkel beyninin yönetilmesine yönelik toplumun kendi devamlılığını ve var olmasını sağlayacak bir programdır. Bireyin var olması için gerekli olan korku, öfke, nefret ve üzüntü gibi temel ilkel beyin duygularının toksit hale dönüştürülmesi sonucu bu program oluşur. Benlik ise bireyin kendisini toplum karşısında var eden neo-korteks duyguları ile temsil olur. Benlik olumlu veya olumsuz gelişebilir. Yani egonun yönetiminde veya egoyla çatışan bir süreçte olabilir. Burada kavramları kendi pozisyonlarına oturtmadığınız taktirde içsel gelişimde yaratılabilecek çatışmanın kaynağını net olarak görememe tehlikesi doğabilir. Kavramları yapılandırırken onların fonksiyon ve işlevlerini net olarak belirlemeniz gereklidir. Ego yönetilmesi gereken bir yapı, toplumu yok etmeden yok edilemez bir programdır. Ego bizatihi toplumun bireyde yarattığı bir muhafız, gardiyandır. Mahkumu ise bireyin kendisidir. Benlik kişinin kendisini değerlilik, yeterlilik, önemlilik, güçlü olmak, var olmak gibi kişilik yapılanmasıdır. Benliğe yönelik olarak yürütülecek çalışmaların geliştirici olmak yerine pasifleştirici bir yapıda olması kişiye fayda değil zarar verir. Egonun da Benliğin de oluşum ve sistemleşmeleri insanın tekamülünde ve bu süreçte üzerinde önemle durulması gereken kavramlardır. Ve her ikisi de geliştirilebilir ve dönüştürülebilir programlardır.
Faruk Acarsoy
Bu konudaki en bilinen örnekler, kedi ve köpeklerle sahipleri ile aralarında olan bir tür telepatik ilişki. Prof. Rupert Sheldrake'ye göre ise bu bağ, iki canlı arasındaki son derece gizemli bir ilişkiden kaynaklanıyor.
Rupert Sheldrake, farklı organizma türlerinin her birinin kendi eşsiz, karakteristik biçimine nasıl geliştiği konusuna özel ilgisi olan bir biokimyacıdır. Bu "morfogenetiğin" ya da organizmalarda karakteristik, belirgin biçimlerin meydana gelişinin araştırılmasıdır.
Sheldrake'in ana düşüncesi, canlı bir organizmanın gelişmesinin, bir tür holistik alan ya da güç (enerji) tarafından kontrol edildiğidir. Böyle bir düşünce yeni değildir. Oluşum ilkesi fikri, bu dünyanın "daha az yetkin formlarına modellik hizmeti gören, kendi yüksek realitelerinde var olan, Platon'un "ideal biçimlerine" dek izlenebilir.
Sheldrake'nin biçimlendirici alan önerisi, "morfik alan" aynı zamanda değişime açık bir modele göre form oluşumu sağlıyor.
Morfik alan doğanın bir tür alışkanlığıdır. Atom, molekül ya da kar tanesi gibi organik olmayan olsun veya çiçek, kuş, insan gibi canlılar olsun; belirli bir form meydana geldiğinde, bunun tekrar oluşması olasıdır. Sheldrake, morfik alanların düşünce veya davranışla ilişkili beyin faaliyeti modellerini de etkilediğine inanıyor.
Aksamını değiştirmeden, radyo üzerinde etkide bulunarak, yayına belirgin biçimini veren ses dalgası gibi, morfik alan da embriyolojik gelişmede DNA molekülü üzerinde etkide bulunur. Radyo dalgasının önemli bir yönü, radyodan sesi oluşturmak gerekli enerji çok azını sağlamasıdır. Daha doğrusu, radyo dalgaları sonunda radyodan çıkan, kendisi için çok fazla miktarda enerji içeribilen, yayını yönlendiren ve düzenleyen çok az bir enerji sağlar. Benzer bir biçimde Morfik alanlar da, doğa üzerinde canlı etkiler meydana getirmek için az bir enerji gerektirirler. Bu önce tuhaf bir fikir görünebilir, fakat doğada birçok süreç en küçük enerji miktarından kolayca etkilenen mikro düzeylerde başlar. Büyüyen güller ve zambaklar arasındaki farkı düşünün. Baştaki embriyonik moleküler olaylar esnasında mümkün olan en küçük güçler, daha sonraki gelişmelerde birbirlerini çekebilirler. Bu aşamada konu enerji sorunu değil, bilgi sorunudur. Gülün genetik kodu, zambağınkinden daha farklı bilgi içerir ve Sheldrake'in dediği gibi farklı bir bir morfik alanı temsil eder. Benzer bir örneği, çok küçük enerji düzeylerinde başlayan ve sinir sisteminin geniş alanlarını içeren beyindeki elektrik faaliyeti için de verebiliriz. Gerçekten, sinir sistemi morfik alanların çok ince tesirlerini aramak için doğal yerdir.
Sinir sistemi üzerinde etkisini ortaya koyan morfik alana "motor alan" denir. Motor alan, bir şahinin gölgesini gördüğünde, saklanmak için koşan küçük hayvanların eğilimleri gibi, genetik olarak programlanmış davranışları meydana getirmede önemli olabilir. Motor Alanlar, öğrenmeyi ve hafızayı açıklama içinde yeni bir model sağlayabilirler, yani hatıralar, geçmiş tecrübelerle kurulan motor alanlara eşittir. Bir kişinin bireysel hatıralarının onun eşsiz sinir sistemi ile uyumlu olması gerekmesine rağmen, bu bir kişinin deneyiminin diğerlerini etkileyebileceği anlamına gelir. Gerçektende bir şey bi kere öğrenildiğinde, daha sonra bir başka kişi tarafından daha kolay öğreniliyor. Bir düşünce veya davranış modeli, daha önceden meydana getrilmişse, daha kolay ortaya konuluyor. ilginçtir, bu teori bütün insanlığın paylaştığı, evrensel imajlar ya da temalar olan, Jung'un psikolojik arşetip kavramının ilk bilimsel, makul açıklamasını veriyor. Jung arşetiplerin, tarihsel zamanının çok uzun dönemleri boyunca inşa edildiğine inanıyordu, bu morfik alanların oluştuğu söylenilen süreçle çok uyuşmaktadır. Sheldrake, geçenlerde, "morfik titreşim teorisinin", Jung'un kollektif şuurdışı kavramının, yani arşetiplerin kökten doğrulanmasına yol açacağını söyledi.
Morfik alanlarla eşzamanlılık arasında olan bağlantıyı, iki veya daha fazla bilim adamlarının ya da matematikçinin, birbirinden bağımsız, neredeyse aynı zamanda çok benzer keşiflerde bulunması olayında görebiliriz. Bunun en mükemelle örneği, ingiltere'de Isaac Newton ve Almanya'da filozof bilim adamı ve matematikçi C.W. Leibnitz tarafından aynı zamanda geliştirilen hesaplama metodudur. Newton, Leibnitz' in çalışması hakkında hiç bir şey bir şey bilmiyordu ve gerçekte daha kullanışsız matematik bir yöntemle yetinmişti.
Morfik alanların varlığıyla açıklayabileceğimiz anlamlı rastlantıların diğer örnekleri, daha çok yaygın fakat daha az etkileyicidir. iki veya daha çok kişinin, birbirlerinin farkında olmadan, aynı zamanda benzer şeyleri düşündükleri ya da yaptıkları daha sık görülen durumları içerirler. Örneğin, tam siz onu aramayı düşündüğünüzde, bir arkadaşınız sizi arar. Aramadan önce her ikiniz de bu görüşmeyi tasarlıyordunuz ya da tam bir şeyi düşünmeye başlarsınız, yakınınızdaki bir kişi sizi bu dertten kurtaracakmış gibi, aynı konu hakkında konuşmaya başlar.
Sheldrake'in The Presence of the Past (Geçmişin Varlığı) kitabında küçük bir ingiliz kuşu olan Baştankara'nın öğrendiği bazı basit davranışların yayılması anlatılır. Bu kuşların bir kaçı, insanların evlerine teslim edilen süt şişelerini gagaları ile delerek açıyor ve kapaklarını geriye doğru çekerek sütü içiyordu. Beş santimetre kadar sütü içebililiyor ve bazan da sütte boğulmuş olarak bulunuyorlardı. Dağıtım kamyonlarını izleyen ve şöför sütleri teslim ederken şişelere kırarak giren baştankara kuşlarının raporları da olmuştu. Bu olay ilk 1921'de, ingiltere'de Southhamton'da rapor edildi ve yayılması, düzenli aralıklarla 1947 yılı boyunca, Hollanda, Danimarka, ve isveç'te olduğu kadar ingiltere, iskoç ve irlanda'nın bir çok yerinde kayıt edildi. Olayın, sadece taklit etmeyle olduğu biçiminde geleneksel bir açıklaması mümkün olmakla beraber, bazı gerçekler, bu davranışın yayılmasında morfik alanların aktif rolünün lehine kanıtlar sunuyor. Birincisi, baştankaralar beslenme yerlerinden fazla uzaklaşmayan kuşlardır, oysa süt şişelerini açma alışkanlığı, Avrupa'ya yayılması dahil, daha önce söylenen yerlerden millerce uzak birkaç yerde birden ortaya çıktı. Sheldrake, alışkanlığın birbirinden bağımsız yalnız ingiliz adalarında seksendokuz kere yeniden keşfedildiğini tahmin ediyor. Dahası artan sayıda kuşlar bu alışkanlığı edinince, artan hızla yayıldı. Bu, davranışlarında güçlü motor alanın oluştuğunu akla getiriyor. Yayılmanın öğretici bir örneği süt şişelerinin ikinci Dünya Savaşı sırasında hemen hemen kaybolduğu, fakat 1947 ve 1942'de yeniden yeniden ortaya çıktığı Danimarka'da görüldü. Baştankara kuşlarının çok azı, alışkanlığı savaş öncesi yıllardan ileriye taşıyacak kadar uzun yaşayabildi, buna rağmen, süt şişeleri yeniden mevcut olunca, alışkanlık hızla yeniden ortaya çıktı.
Yine bununla ilgili bir çalışmada, Yale Üniversitesi psikoloğu Gary Schwartz öğrencilere Eski Ahit'ten alınmış çok sayıda ibranice sözcükler verdi. Sözcüklerin bazılarını normalde basıldığı gibi verdi, değerlerinin bazı harflerini rastgele karıştırdı. ibranice bilmeyen öğrenciler, her biri tahmine olan güvenlerini belirterek sözcüklerin anlamını tahmin ettiler. Sheldrake'in teorisinin tahmin edeceği gibi, Schwartz, öğrencilerin, karıştırılmış olan sözcüklerin daha fazla güvenle asıl sözcükleri değerlendirdiklerini buldu. (Anlamlarını doğru tahmin etmemelerine rağmen.) Dahası, Eski Ahit'te nadiren rastlanan sözcüklerle kıyaslandığında sık sık rastlanan sözcüklere duyulan güven oranlarının yaklaşık iki kez yüksek olduğunu keşfetti. Buradaki fikir, tarih boyunca, güçlü morfik alanlar oluşturan sayısız insanın gerçek sözcükleri öğrenmiş olmasıdır; elbette en sık rastlanan sözcükler en fazla görülmüş ve okunmuşlardır. Gerçek sözcüklerin daha kolay kavranıldığı ihtimali, karışık sözcüklerin, gerçek sözcükler kadar yapısal olarak sağlam olduğunu bulan dil bilimci psikologların değerlendirmeleriyle ortadan kalktı. Farsça sözcükler, hatta Mors alfabesi kullanılarak benzer deneyler yapılmıştır. (kaynak1)
Sheldrake'in teorisini Bohm'un örtülü düzen düşüncesi ile uyumlu kılan çok şey var. Hem Bohm hem de Sheldrake yaklaşımlarında holistik ve her iki teoride "yersizliği" (nonlocality) varsayıyor. Sheldrake'in morfik alanlarını, Bohm'un örtülü düzeninin bir özelliği olarak görmek mümkün müdür?
Sheldrake ile konuşan Bohm, morfik alanlar düşüncesinin kuantum potansiyeli kavramında öne sürdüğü özlliklerin birçoğuna sahipolduğunu fark etti. Bu fikrin kökleri, 1927'de, elektron gibi tek partülüklerin, "kılavuz dalgalar" tarafından yönlendirildiğini öne süren, kuantum fiziğinin Fransız öncüsü De Broglie'nin ortaya attığı daha eski bir düşüncede yatıyor. Öneri o zamanlar iyi bir kabul görmedi. Bununla beraber, 1950'lerde Bohm, kuantum potansiyeli biçiminde benzer bir fikir tasarladı ve geliştirmek için De Broglie yle birlikte çalıştı. Daha yenilerde, Bohm yine bu kavramla ilgilenmeye başladı. Kuantum potansiyelinin morfik alanların özelliklerinin bir çoğuna sahip olduğunu belirtiyor. Etkisi yerel değil, bir radyo sinyalinin enerjiden çok, bilgi sağlayarak bir uçağı ya da gemiyi "yönlendirmesi" ne benzer bir şekilde partiküle yol gösterir. Dahası içinde oluşturduğu bütünsel durumun bir ürünü olması anlamında holistiktir. Elbette, morfik alan tek partikülün hareketinden daha fazla yönlendirici olmak zorundadır. Bir organik yapının tüm karmaşık gelişimini, davranış modelini ya da hafıza yönlendirmek zorundadır. Fakat fikir aynıdır.
Kuantum dünyasının mikro yapısıyla, morfik alanların ve eşzamanlılığın makro dünyası arasındaki büyük boşluğu kapama sorunu, sistemler teorisyeni Ervin Laszlo'nun parlak teorik çalışmalı ile çözümlenebilir. O'nun psi alanı hipotezi, Bohm'un kuantum potansiyeline eşit, matematiksel dalga işlevinin, gittikçe artan bir şekilde, gerçek dünyanın karmaşık olayları üzerine direkt etkisi olan yüksek düzenli "yerleşik" yapıları oluşturduğu varsayılıyor.Bu yapılar ya da modeller, Sheldrake'in morfik alanlarına benzeyen yerel olmayan psi alanlarında muhafaza ediliyor. Bu iki teori aynı değil, çünkü psi alanı hipotezi açıkça, kuantum düzeyindeki gerçekliğe değiniyor. Dahası, bunun ana amacı, geniş kapsamlı olguları, özelliklede bizi burada ilgilendirmeyen organik evrimin bazı yönlerinide açıklamaktır. Bununla beraber Laszlo, mikro dünya olaylarını, gündelik hayatın makro olaylarına dönüştürme sorununda, derin ilerlemeler kaydetmiş görünüyor. Fikirleri, eşzamanlılığın gözlemlenen olaylarıyla uyumlu, bir fiziksel dünya perspektifi için tam gerekli olan fikirlerdir.
Rupert Sheldrake gelişim biyolojisinin morfogenetik alan kavramını ciddi bir şekilde ele alıp, bu fenomenleri tamamen yeni bir türden fiziksel etkiler şeklinde yorumlamıştır. Önerdiğine göre, alan, embriyonun son şekli konusundaki bilgiyi belirli bir şekilde depolar ve büyüdükçe, gelişmesine yol göstermeye devam eder. Sheldrake, "morfik rezonans" şeklinde yeni bir unsur ortaya atmaktadır. Buna göre, yeni bir form türü ortaya çıktığında, bu tür kendi morfogenetik alanını kurmaktadır. Daha sonra bu teknolojik bilgi yayılır ve doğa, adı geçen organizmaların gelişmesine kılavuzluk edebilir.
Bu morfogenetik alanlar, yalnızca yaşayan organizmalara özgü değillerdir. Sheldrake'in dediğine göre, kristaller de bu alanlarada sahiptirler ve bu alanlar ayrıca hatırlama yeteneği ile yakından ilişkilidirler. Örneğin, bir hayvan yeni bir şey öğrendiğinde, aynı türün diğer hayvanları onu taklit ederler. Sheldrake'in alanları, uzay ve zaman içinde normal sebep-sonuç bağı içinde hareket etmezler. Gelecekte ise onların doğası, genelde fizikçiler için afaroz edilecek bir şeydir ve dolayısı ile Sheldrake'in çalışması, ana bilim buluşlarının bir parçası olarak kabul edilmez.
Bergson'un bellek ve duyu algılayışıyla ilgili ileri sürdüğü kuram tipini, şimdiye kadar yaptığımızdan çok daha ciddi bir biçimde ele alırsak iyi olur. Önerme şudur; Beyin, sinir sistemi ve duyu organlarının işlevi aslında eleyicidir, üretici değil. Her insan, her an kendi başına gelenleri anımsamak ve evrenin heryerinde olan her şeyi algılamak yeteneğine sahiptir. Beyin ve sinir sisteminin işlevi büyük oranda yararsız ve ilgisiz bu bilgi kümesinin her yeri kaplamasından ve kafamızı karıştırmasından bizi korumaktı, bunu doğal olarak her an anımsayacağımız veya algılayacağımız şeylerin çoğunu ve uygulamada yararlı görünenlere özel bir seçimden sonra çok az da olsa yer açarak yapar." Bu kurama göre.; hepimiz potansiyel olarak mümkün olan büyük bilince sahibiz, ancak biyolojik üreyişin selameti için büyük bilinç, beyin ve sinir sisteminin filitrelemesiyle indirgenmiş bilince dönüştürülmektedir. Bu indirgenmiş bilincin içeriğini kavramak için insanoğlu dil gibi sembol sistemleri ve dolaylı felsefeler yaratarak geliştirmiştir. Her birey içine doğduğu dil geleneğiyle; diğer insan deneyimlerinin biriktirilmiş kayıtlarına girebilmesini sağladığı ölçüde yararlanıcı; dil onu indirgenmiş bilincin mümkün olan tek bilinç olduğuna ikna ettiği ve onun gerçeklik duygusunu bozduğu ölçüde kurbandır
Çekim yasasını bir çok kişi duymuş hatta hayatında uygulamaya çalışmıştır.
Ancak titreşim yasasını bilen insan sayısı daha azdır ve uygulanması konusunda fikir sahibi olanlarda fazla sayıda değildir. Çekim yasası benzer enerjiler bir birini çeker derken, titreşim yasası, herşey bir müzik notası gibi titreşir ve siz kendi titreşimize uygun şeyleri hayatınıza çekersiniz der.
ikisi ilk bakışta birbirine çok benzer gibi görünse de aslında aralarında ciddi bir fark vardır. Çekim yasasında istediğiniz bir şeyi hayatınıza çekmek için buna odaklanmak zorundasınızdır.
Ne istediğinizi bilmeli, isteğinize sürekli enerji göndermeli, zihninizi odaklamalı ve pozitif zihin durumunuzu korumalısınız. Olumlamalarla ve imgelemelerle çalışmanız ve istediğiniz şeyi çekmek için benzer enerjileri üretmeniz gereklidir.
Oysa titreşim yasasında sizin özel bir çalışma yapmanıza gerek yoktur. Amaç bir şeyi istemek ve bunu hayatınıza çekmek değildir. Amaç pozitif bir titreşime sahip olmak ve güzel şeyleri hayatınıza otomatik olarak çekmektir. Burada belli bir amaç yoktur, sadece kendinizi gelebilecek her türlü iyi ve güzel herşeye açmak vardır. Bazı insanlar çekim yasası ile çalışmalarına rağmen bir türlü istediğim şeyleri hayatıma çekemiyorum şeklinde şikayetler ederler. Bu durumda çekim yasası işe yaramıyor sonucuna varır ve çalışmalarını bırakırlar yada nerede hata yaptıklarını anlayamaya çalışırlar.
Aslında bu durumun nedeni oldukça basittir. Kişi titreşim yasasına göre, kendi titreşimine uygun olan şeyleri hayatına çekmektedir. Titreşim yasasını belirleyen şeyler en fazla bilinçaltındadırlar. Buna şöyle bir örnek vermem doğru olacaktır. Bilinçaltında yoksunluk, parasızlık korkusu gibi duyguları olan bir insanın sahip olduğu titreşim buna uygun olacaktır. Kişi hiçbir şey yapmasa bile maddi sorunları ve borçları hayatına çekecektir.
Bu kişinin çok istediği bir evi satın almak için çekim yasası ile çalışıyor olduğunu varsayalım. Evi almak için eve odaklanıyor ve evi kendisine çekecek enerjileri üretiyor, yani çekim yasasını işletiyor. Ancak bir taraftan da titreşim yasası aynı anda işliyor. Evi bilinçli olarak hayatına çekmeye çalışırken bir taraftan da bilinçsiz olarak borçları hayatına çekiyor.
Bu durumda en iyi ihtimalle bu enerjiler bir birini nötrleyecektir. Ancak kişi bir süre sonra istediğim olmuyor diyerek çalışmayı bırakacak ve titreşim yasasına uygun bir şekilde yaşamaya devam edecektir. Bir ihtimalde çekim yasası ile çalışırken istikrarlı ve azimli bir şekilde devam etmesi ve çalışmayı bırakmamasıdır. Bu durumda istediği evi gerçekten hayatına çekebilir ama titreşim yasası işlemeye devam edeceği için yine borçlar hayatında olacaktır, yani istediği refaha ulaşması kolay olmayacaktır.
Titreşim yasasının işleyişinde, auranızın yani enerji alanınızın ne kadar pozitif olduğu, doğal düşünce şeklinizin en kadar olumlu olduğu ve bilinçaltınızda neler olduğu çok önemlidir. Tireşim yasasını tam olarak anlayamazsak ve buna uygun değişiklikleri yapamazsak bu durumda, otomatik olarak hayatımıza bir şeyleri çeker dururuz ve çoğu zaman da bunlardan şikayet ederiz. Ancak titreşim yasasını tam olarak anladığımız ve buna uygun davrandığımız zaman, otomatik olarak iyi ve güzel şeyleri hayatımıza her an çekeriz.
Titreşim yasasını anlamak size ne kazandıracak?
1.Hayatınıza baktığınız zaman sahip olduğunuz titreşimin ne olduğunu anlayacaksınız. Eğer hayatınızda sürekli benzer olayları ve sorunları yaşıyorsanız bunun titreşim yasası ile ilgili olduğunu anlayacak ve titreşiminizi değiştirmek için harekete geçeceksiniz.
2.Doğal tireşiminizi sevgi, mutluluk, refah ve sağlığa ayarmalayı başardığınız zaman, otomatik olarak iyi ve güzel şeyleri hayatınıza nasıl çekebildiğinizi göreceksiniz.
3.Sizin titreşiminiz değişince çevrenizdeki insanlarda bundan etkilenecekler ve onların da titreşimleri olumlu olarak değişecek. Değişimi reddenler ise, artık sizinle aralarında bir uyum kalmadığı için büyük bir olasıkla hayatınızdan gideceklerdir. Bu konuda rahat olabilirsiniz, bu kişiler zaten size sorun çıkartan ve enerjileri ile sizi aşağıya çeken kişiler olduğu için, hayatınızdan gitmeleri sizin için olumlu olacaktır. Aranızda sevgi bağı olan kişiler ise olumlu değişimler yaşayacaklar ve onların da hayatlarının şifalanmasına katkı sağlamış olacaksınız.
4.Tireşim yasası sürprizlerle dolu bir yasadır. Titreşiminiz değiştiği zaman hayatınıza çekeceğiniz olaylar size güzel sürprizler yaşatacaktır.
5.Tireşiminizi olumlu bir duruma getirince, çekim yasası ile ilgili çalışmalarınızdan çok daha kısa zamanda ve başarılı sonuçlar alacaksınız.
Titreşim yasasını kullanma
Titreşim yasasını kullanmak için bilinçaltını değiştirme ve auranın temizlenmesi en önemli iki konudur. Refah içinde bir yaşam sürdürme rehberi isimli kitabımızda bu konuda detaylı bilgiler vardır. Kitapta bilinçaltı programlama kısmında 21 günlük bilinçaltı çalışması anlatılmıştır. Ancak konu olarak sadece refah için çalışma verilmiştir. Çalışmanın içeriğini ve nasıl yapılacağını bu kitaptan inceleyebilirsiniz. Bunun dışında bilinçaltında olabilecek sorunlar için aşağıda bazı olumlamalar veriyorum. Bunlarla da bilinçaltı değiştirme yada inanç değiştirme tekniklerinden birisiyle çalışabilirsiniz.
Değersizlik Duygusu: Ben çok değerli bir insanım ve kendi değerimi biliyorum.
Başarısızlık Korkusu: Ben başarılı bir insanım ve tüm başarılarım için kendimi kutluyorum.
Yetersizlik Duygusu: Her durumda yeterli olduğumu biliyorum ve her zaman kendime yetiyorum.
Sevilmeme korkusu: Kendimi seviyorum, sevilmeyi hak ediyorum ve bana gelen sevgiyi mutlulukla kabul ediyorum.
Terk edilme korkusu: Her zaman sevdiğim insanların yanımda olacaklarını biliyorum.
Güvensizlik Duygusu: Kendime tamamen güveniyorum ve bana güvenen insanları hayatıma çekiyorum.
Gelecek Korkusu: Hayatın akışına güveniyorum ve bana gelen güzel şeyleri sevgiyle kabul ediyorum.
Onaylanmama Korkusu: Kendimi onaylıyorum ve bu benim için tamamen yeterli.
Suçluluk Duyguları: Kendimi ve hayatıma giren herkesi affediyorum.
Geçmişimi sevgiyle arkamda bırakıyorum.
ihanete Uğrama Korkusu: Ben dürüst bir insanım bu yüzden dürüst insanları kendime çekiyorum.
Esir Olma Korkusu: Sevdiğim insanla birlikte özgür olduğumu biliyorum.
Hata Yapma Korkusu: Her zaman en doğru kararı veriyorum ve her şey benim hayrıma oluyor.
Eğer şu ana kadar isteklerimiz gerçekleşmediyse, en şiddetli arzularımıza ulaşamadıysa; eğer hayatımıza hiç istemediğimiz şeyler girdiyse, eğer mutsuzsak veya yenilgiye uğradıysak, bütün bunların sebebini Rezonans Kanununda bulabiliriz.
Pierre Franckh, bu kitabında Rezonans Kanununu kavrayıp onu nasıl kullanacağımızı anlamaya başladığımız anda, hayatımızdaki her şeyin mümkün olabileceğini anlatıyor.Yazar, hayatımızı kalbimizle değiştirebileceğimizin de altını çiziyor.
Düşünce gücümüzle maddeye etki edebilir miyiz?
Kim olmayı istiyorsun?
isteklerimizi hangi yolla yayıyoruz?
ideal partneri yaşamımıza çekmemizi sağlayan en uygun rezonans alanını nasıl oluştururuz?
Rezonans alanın yazılı ve görsel izlenimlere nasıl tepki verir?
Eğer istediğimiz sonuçları elde etmeye çalışıyorsak; düşüncelerimizi, duygularımızı ve inançlarımızı gözlemleyerek yönlendirmeye başlamalıyız. Çünkü hissettiğimiz ya da düşündüğümüz her şey, bir rezonans alanı oluşturur ve biz isteklerimizi yönetebiliriz.
imkansız, sadece bizim imkansız olduğunu düşündüğümüz şeydir.
Belki de şu anda imkansız olduğunu düşündüğün şey, işte bu sınırsız olanakların imkansız olmadığı fikridir. Öyleyse bu senin şahsi kanaatindir. Bunun doğru ya da yanlış; iyi ya da kötü bir tarafı yok. Bu senin, kendi kanaatindir ve yaşamın da bu doğrultu da ilerleyip gelişecektir.
Ama ya hayat görüşün ve inandıkların yanlış bilgi ve olgulara dayanıyorsa?
En yeni bilimsel araştırmalar, duygu, düşünce ve inançlarımız sayesinde olduğumuzu, hiçbir şüpheye yer bırakmazsızın ispatlıyor. Zira duygularımızla desteklenmiş ve kaydedilmiş inançlarımız muazzam bir rezonans alanı oluşturuyor. Ve bu rezonans alanındaki titreşimlerle uyum içinde olan her şey, evet dünya üzerindeki her şey, bu titreşime ayak uydurmak durumunda kalıyor.
Demek ki asıl soru şu: Sen şu anda hangi rezonans alanını oluşturuyorsun? Ve bu soruyla kendimizi konunun tam ortasında buluyoruz.
Rezonans Nedir?
Resonantia = Akis
Rezonans = Eko, yankı, titreşim
Rezonans Kanunu, evrendeki her şeyin birbirleriyle titreşimler aracılığı ile nasıl iletişim halinde olduğunu anlamamızı sağlar. Vücudumuzun her bir organı ve hücresi de dahil olmak üzere dünyadaki bütün nesnelerin ve canlıların kendilerine has bir titreşimleri vardır. Bu, madde içinde böyledir. Maddenin titreşim enerjisini incelediğimizde farklı objelerin genellikle farklı frekanslarda titreştiğini görürüz. Bazıları da aynı ya da benzer frekansta titreşir.
Bunu piyanodan da biliriz; piyanonun herhangi bir tuşuna bastığımız zaman, bu tuşla uyumlu olan diğer bütün teller de titremeye başlar. Notaların daha pes ya da tiz olması, hiç önemli değildir. Uygun frekansta olmaları onların titreşime geçmeleri için yeterlidir.
Diğer insanlar, nesneler veya olaylar, eğer bizimle aynı frekansta iseler, içimizde oluşturduğumuz titreşim alanına karşı koyamazlar. Bizim titreşimlerimize tepkisiz kalmaları mümkün değildir. Nasıl ki piyanonun basılan tuşuyla aynı frekanstaki diğer teller bu tuşun hareket ile titreşmek durumunda kalıyor ise, bizimle aynı frekanstaki insanların, nesnelerin ve olayların da bizim titreşimlerimize katılmaktan başka seçeneği yoktur.
Peki ama diğer varlıkların bizim enerjimizle titreşime geçmesi bize ne yarar sağlar? Burada, Rezonans Kanununun şu temel kuralı devreye giriyor:
BENZERLER BiRBiRiNi ÇEKERLER.
Bizim titreşimlerimizle uyumlu olan her şey, karşı koymaksızın bizim hayatımıza çekilecektir. Bu, bizim için her zaman olumlu bir şey anlamına gelmez. Mesela titreşim bazen maddeyi tahrip edecek kadar kuvvetli olabilir. Bir opera sanatçısı sadece sesinin gücü ile bir bardağı çatlatabilir. Burada yaptığı şey enerjiyi boşluktan bardağa iletmektir. Eğer bardağa iletilen enerji bardakla aynı titreşime sahipse, yani bardağın moleküler yapısı ile aynı frekanstaysa, basınç bardağı çatlatacak kadar büyük olabilir.
Biz bir bardak gibi çatlamayız tabii ki. Ama içimizdeki negatif titreşim enerjisi olarak adlandırdığımız şey; bizde hoşlanmadığımız, huzursuzluk verici hislerin uyanmasına, hatta belki sarsıcı olayların yaşamımıza çekilmesine sebep olabilir.
işte bu yüzden, nasıl bir titreşim içinde olduğumuzun, bilerek veya bilmeyerek hangi rezonans alanını oluşturduğumuzun farkına varmak, bizim için çok mühimdir.
isteklerimizi Hangi Yolla Yayıyoruz?
Ön yargıları yıkma, atomu parçalamaktan daha zordur Albert Einstein
Kalp, ezelden beri sevginin en kuvvetli sembolü ve duygularımızın merkezi olarak kabul edilirdi. Ama sonra tıp ve modern bilim ortaya çıktı ve bize, kalbin sadece vücudumuzda kanın dolaşımını sağlayan bir pompa olduğunu yutturmaya çalıştı. Biz normal insanlar ise, elimizde hali hazırda bunun aksini kanıtlayacak herhangi bir delilimiz olmamasına rağmen, kalbimizin duygularımızın merkezi olduğu inancımızı asla kaybetmedik. 1993 yılında duyguların insan vücudu üzerindeki hakimiyeti hakkında bir araştırma yapılmak istenmiş ve bunun için duygularımızın oluşumundan sorumlu olduğu düşünülen bölgeye, yani kalbimize odaklanılmış. Oldukça çabuk, daha araştırmaların başında herkesi hayrete düşüren bir şey tespit edildi ve bu buluşun neden daha önce yapılmadığının şaşkınlığı yaşandı. Bu nefes kesici buluş; kalbin muazzam büyük bir enerji alanıyla çevrili oluşuydu. Burada bahsedilen alanının çapı yaklaşık iki buçuk metredir.
Bir düşünün, kalbimiz beynimizin oluşturduğundan çok daha büyük bir enerji alanı oluşturuyor. Bilim şimdiye kadar beynin, sahip olduğu elektromanyetik nabızlarla en büyük yayın alanına sahip olduğunu varsayıyordu. Ama şimdi bundan çok daha büyük bir enerji alanı bulundu, insan vücudundan dışarı uzanacak kadar kuvvetli bir enerji. Böylece ilk şaşkınlık atılmasıyla birlikte, akıllara kalbimizin etrafındaki bu enerji alanın nasıl bir görevi olduğu sorusu geldi. Geldiğimiz noktada ulaştığımız bilgiler şaşırtıcı olduğu kadar önemlidir de.
Kalbimiz tarafından oluşturulan elektromanyetik alan vücudumuzdaki organlarla iletişim halindedir. Hatta beyin ve kalbin arasında bir bağlantının bulunduğu ve bu bağlantıyla kalbin beyne hangi hormonları, endorfini ya da diğer kimyasalları salgılaması gerektiğini bildirdiği kanıtlanabildi.
Beynimiz bağımsız hareket etmiyor, aktiviteleri için gerekli sinyalleri kalbimizden alıyor.
Hepsi bu kadar da değil! bilim adamları araştırmalarında kalbimizden yayılan bu elektromanyetik alanın sadece duygularımız tarafından oluşturulmadığını ve gücünü diğer önemli bir kaynaktan, kanaatlerimizden; yani derin bir inançla bağlandığımız ve hayatımıza doğrultusunda yön verdiğimiz düşüncelerimizden aldığını buldular. Bütün duygu ve düşüncelerimiz kalbimizin enerjisinde bilgi olarak bulunmakta ve vücudumuzdan yayılan en kuvvetli sinyal olarak sadece beynimize ve organlarımıza değil, aynı zamanda dünyanın derinliklerine doğru taşınmaktadır. Bu ezeli gerçeğin yansımalarını kendini derin bir inançla savunmak bir şeyi kalpten istemek ve tabii kalbinin sesini dinlemek gibi bazı deyimlerimizde görmek mümkündür.
Kalbimiz, inanç ve duygularımızı elektromanyetik titreşimlere ve dalgalara dönüştüren bir tür aracı olarak hizmet eder. Ve bu elektromanyetik dalgalar vücudumuzla sınırlı kalmaz, bütün çevremize uzanır, bizi kuşatan her şeyle iletişim halindedir. Kalbimiz, bütün inançlarımızı, geleceğe yönelik düşlerimizi ve duygularımızı başka bir dile, titreşimlerin ve dalgaların kodlanmış diline çevirir ve bunları evrene gönderir.
inançlarımız kalbimizin yaydığı elektromanyetik dalgalar sayesinde fiziksel dünyayla etki alışverişinde bulunur. Yayılan bu enerjinin ne denli büyük olduğunu HeartMath Enstitüsünün yaptığı araştırmalar gözler önüne seriyor:
Kalbin elektrik akımı (EKG), beyinde oluşan elektrik akımından (EEG) altmış kez daha kuvvetlidir.
Kalbin manyetik alanı ise beyninkinden beş bin kez daha kuvvetlidir.
Demek ki kalbimizle, beynimizle yaydığımızdan çok daha fazla enerji yayıyoruz. Peki bunu bilmek, bizim için neden bu kadar önemli? Çok basit, çünkü bu sayede, bazı dileklerimiz hemen gerçekleşirken, bazılarının gösterdiğimiz tüm çabalara rağmen neden bir türlü tezahür etmediğini anlıyoruz.
isteğimizin gerçekleşeceğine gerçekten inanmadan olumlama (imgeleme) yaparsak ya da bir şeylerin hayalini kurarsak, sadece beynimiz elektromanyetik dalgalar yayarken, duygularımızın gerçek merkezi olan kalbimiz beş bin kat daha büyük bir kuvvetle, genellikle tereddüt ve korku olan asıl inancımızı dünyaya yayar. Bunun sonucu apaçık ortadadır; hayatımızda sadece kalbimizin derinliklerinde gerçekleşeceğine inandığımız şey gerçekleşecektir.
inançlarımızı duygularımızla desteklediğimiz zaman yaydığımız enerji çok daha büyük olur. Ama üzgün, depresif ya da bitkinsek, istediğimiz şeyi dileyebiliriz, bu durumda kalbimizden yaydığımız hüzünlü duygular, mantığımızdan gelen isteklerden her zaman daha güçlü olacaktır. Peygamberle, günümüzün ve geçmişin dünyaca ünlü alimleri ve bilgeleri ısrarla Kalp gözüyle görmeyi öğrenmemizi söylerler.
Kalbimizle Dünyayı Değiştirebiliriz.
Tüm bu anlatılanlar, sahip olduğumuz inançların evrene yollandığı ve Rezonans Kanununun esaslarına göre evrende kendileriyle aynı titreşimdeki enerjileri aradığı anlamına gelir.
Benzerler birbirini çeker. Bizim enerjimizle rezonans içinde olan her şey hayatımızda tahakkuk edecektir. Sözün özü; inandığımız her şey yaşamımızda gerçekleşecektir.
Bu nedenle, isterken dikkat edilmesi gereken en önemli noktalar:
Ne dilersen dile, bunu mantık seviyesinden kalp seviyesine taşı,
isteklerimizin gerçekleşebilmesi için, bunun mümkün olduğuna kesinlikle inanmalıyız.
isteklerimizin gerçekleşebilmesi için önce kendimizi mutlu bir ruh haline sokmalıyız.
Öncelikle bilincimizi hedefimize yönlendirmeliyiz ki, hayatımızda gerçekleştirmek istediğimiz şeylerle etkileşime geçebilelim. Hayatımızda sadece derinden inandığımız şeyler gerçekleşebilir. Bu en başta kendi hakkımızdaki düşüncemiz için geçerlidir. Kendimizle ilgili görüşlerimiz yaşayacaklarımızı belirler. Tabii ki bu, bir şeyleri harekete geçirebilmek için gerekli olan güç ve kudrete sahip olabilmek için, bu kudretin bize dışarıdan verilmediğini, içimizden husule geldiğini anlamamız gerektiği anlamına da geliyor. Demek ki dış dünya, her zaman bizim iç alemimizi yansıtır.
inançlarımız Dış Alemimizi Değiştirmeyi Nasıl Başarıyor?
Son yıllarda modern bilimin tespitlerinde köklü değişiklikler oldu. Değişim 1995 yılında Rus Bilim Akademisinde Vladimir Poponin ve Peter Gariaev yönetimindeki araştırmalarla başladı. Bu iki bilim adamının deneylerinin sonuçları o kadar hayret vericiydi ki, bu deneyler Amerikada tekrar edildi ve sonuçta orada kamuoyuna duyuruldu.
Vladimir Poponin ve Peter Gariaev, foton adı verilen ışık parçacıkları vasıtasıyla DNAnın tutumunu incelemek istiyorlardı. Bu test serisinde vakum oluşturmak için bir borunun içindeki tüm havayı aldılar. Artık vakumda bile kesin bir hiçlik olmadığı biliniyor. Her mekanda özel aletlerle oldukça isabetli ölçülebilen fotonlar (ışık enerjisi) kalıyor. Böylece fotonlar borunun vakumunda oldukça düzensiz bir şekilde dağıldı.
Bir sonraki adımda boruya insan DNAsı verildi. Ve o anda çok şaşırtıcı bir şey oldu. Parçacıklar DNAnın varlığında daha farklı sıralandı. DNA, fotonlara direkt olarak etki ediyordu. Sanki görünmez bir güçle, fotonları, boruda düzenli bir şekilde sıralamıştı. Artık bu deneyde kesinleşen şey şuydu; insanın DNAsı, fiziksel dünyaya direkt etki ediyor.
Klasik fizikte, daha önce böyle bir şey gözlemlenmemişti. Dahası, klasik fiziğin alışılagelmiş mantığında, böyle bir şeye yer yoktu. Yani fotonlar insanların açıklayamadığı bir tutum sergiliyordu. Aslında bu yeteri kadar heyecan vericiydi, ama daha sonra olanlar tartışmasız bir devrim niteliğindeydi. Bilim adamları, DNAyı borudan aldıkları zaman, fotonların düzenli sıralarını bozup dağınık hallerine geri döneceklerini düşünmüştü. Ama beklenenin tam tersi oldu! Fotonlar sanki DNA hala oradaymış gibi düzenli sıralarında kaldı.
Araştırmacılar deneyleri defalarca tekrarladılar, varılan sonuç aynıydı; fiziksel olarak ayrılsalar bile DNA ve fotonlar arasında hala bir bağ vardı. Görünüşe göre, kuantum fiziğinin kuantum alanı dediği bir alan aracılığıyla birbirleriyle bağlantılıydılar. Boşluk olarak tabir ettiğimiz şey aslında hiç de boş değildir, bilakis içinde milyarlarca verilerin dalgalar aracılığı ile hareket ettiği ve yayıldığı bir alandır.
Bu deney Rezonans Kanununu anlayabilmemiz için oldukça aydınlatıcı olmuştur. Ayrıca bu enerji alanını ayrıcalıklı kılan ise; tanıdığımız hiçbir enerji türüne benzememesidir.
Sıkı dokunmuş bir ağ gibi işlediği görülen enerji yüklü bu alan, iç ve dış alemimiz arasında bir nevi köprü görevi görür.
Tıpkı ses dalgalarının, havayı taşıyıcı olarak kullandığı gibi, yaydığımız inanç ve düşünce gücü de dünyaya taşınabilmek için bir aracıya ihtiyaç duyar. Burada, kuantum alanı devreye girerek, bu aracılık görevini üslenir.
Bu enerji alanı, farkında olsak da olmasak da her şeyle ve herkesle bağlantı içinde olmamızı mümkün kılar.
Bu esnada alıcının bizden ne kadar uzaklıkta olduğunun hiçbir rolü yoktur. Bu alıcı yan komşumuz da olabilir, dünyanın öbür ucunda bulunan bir kişi de olabilir. Oluşturulan ve yayılan rezonans alanı, her zaman doğru kişiye ulaşır. Böylece istediğimiz hedefimizle aramızda, enerji yoluyla kesin ve aktif bir bağlantı kurabileceksek eğer, neden en büyük arzularımızın gerçekleşmesi için daha fazla bekleyelim ki?
Kuantum alanı sayesinde her şeyle ve herkesle hemen bağlantıya geçebiliriz. Tek yapmamız gereken şey bunun için bir adım atmaktır;
Rezonans Kanunu, her zaman evet der.
inançlarını her zaman doğru çıkarır.
Sana karşı gelmez.
Mesela, hayatının önemsiz olduğuna ve hiçbir anlam taşımadığına mı inanıyorsun, bu inancın, onaylanacaktır.
Gerçek, büyük bir aşkı hak ettiğine mi inanıyorsun, para, manevi ve maddi zenginliği hak ettiğine; hayatının derin, her şeyi kuşatan bir anlamı olduğuna mı inanıyorsun, bu inancın yaşamında gerçekleşecektir.
Neye inandığın enerjinin umurunda değildir, inancın yüksek ahlaki değerler taşıyabilir ya da çok kötü bir şey olabilir sana fayda sağlayabilir ya da hayatını zorlaştırabilir, enerji işin ahlaki kısmıyla ilgilenmez ve yargılamaz.
Enerji daima senin yaydığın içtekiler doğrultusunda çalışır.
iç alemimizde sahip olduğumuz her şey, dış dünyada da karşımıza çıkacaktır.
Dünyada karşılaştığımız her şeyin bir kaynağı vardır ve bu kaynak düşüncelerimizdedir. Eğer istediğimiz sonuçlara ulaşmak istiyorsak, düşüncelerimizi kontrol etmeye başlamalıyız, çünkü düşündüğümüz her şey bir rezonans alanı oluşturur.
Uzun süreli ve sık olarak düşündüğümüz, hissettiğimiz ve söylediğimiz her şey rezonans alanımızı yoğunlaştırır. Bu yüzden kaybetmek hakkında her düşünce kaybetmek, kazanmak hakkındaki her inanç da kazanma ihtimalini kuvvetlendirir. Bu yüzden dış dünyada değiştirmek istediğimiz her şeyi düşünce gücümüzle değiştirebiliriz.
içindeki yaratıcılığı hatırla ve onu bilinçli olarak kendi iyiliğin için ve diğer insanların iyiliği için kullan!
Arzularımız gerçekleşmek üzere bizi nasıl bulur?
Artık aydınlık getirmemiz gereken tek nokta, bizimle etkileşime geçen enerjinin, bizi nasıl bulacağı konusudur. Sonuçta evrende milyarlarca DNA var ve bunların her biri enerji alışverişinde bulunuyor. Peki, evren arzularımızı, daha doğrusu arzulananı yolunu şaşırmadan bize nasıl iletir?
Bir yandan sürekli yayındayız. Rezonans alanımızı durmaksızın pozitif ve negatif düşüncelerimizle programlıyoruz. istek ve amaçlarımızı koruduğumuz sürece, korku ve endişelerimiz içinde aynı şey geçerli, rezonans alanımız bizimle aynı titreşimde olanları bize çeker. Diğer yandan ise hepimiz kod olarak adlandırdığımız genetik bir isme sahibiz. Kriminal teknik ve babalık testi ile ilintili olarak bu kavramı daha önce duymuşsunuzdur. Her bir hücrenin DNAsı da, aynı parmak izi gibi, eşsizdir. DNA, başkalarıyla karıştırılması mümkün olmayan genetik bir parmak izi bırakır. işte bu enerji içinde geçerlidir. DNAmızın enerji parmak izi, açık ve net bir adres bırakır. Titreşim o kadar belirgindir ki, her zaman bizim için en uygun çözümü bulur.
Düşünce Gücümüzle Yeni Bir Gelecek Oluşturabilir Miyiz?
Zaman hiç de göründüğü gibi değildir. Sadece bir yöne doğru hareket etmez ve gelecek, geçmişle aynı zamanda mevcuttur. Albert Einstein
Düşünce gücümüz sayesinde geleceğimizi etkileyebilir miyiz? Kesinlikle evet! Bunu yapabiliriz, hem de tahmin ettiğimizden daha fazla. Kuantum fizikçilerinin nefes kesici buluşları hayatımızı her an tamamen değiştirebileceğimizi ve istediğimiz her şeyi değiştirebileceğimizi, bize bir kez daha gösterdi.
Bildiğimiz gibi düşünce gücümüzle enerji yaymaktayız. Tabii ki sadece biz değil, diğer bütün insanlarda aynı şekilde enerji gücü yaymakta. Aynı titreşimdeki enerjiler birbirlerini çektikleri için tıpkı bizim diğer insanları ve olayları kendimize çektiğimiz gibi başka insan ve olayların da bizi çekiyor olması doğaldır. Buradaki tek koşul, iki enerjinin birbiriyle uyumlu olması yani titreşimlerinin birbirine yakın olmasıdır.
Bu arada kuantum fiziği, kuantum dalgası denilen şeyin, örneğin; düşünce ve inançlarımızın, sadece fiziksel olarak yayılmakla kalmayıp zaman içine de yayıldığını bulmuştur. Yani inançlarımız sadece yer değil, zaman da değiştiriyorlar (zaman dalgaları). Demek ki normal kuantum dalgası diye adlandırdığımız, geçmişten geleceğe giden kuantum dalagaları var. Bunun dışında, bir de birleşik karmaşık dalgalar olarak adlandırdığımız gelecekten geçmişe yayılan dalgalar vardır! Hayret verici değil mi? Ama gerçek. Geleceğe yayılan dalgalar teklif dalgası, geçmişe geri dönen dalgalar ise eko dalgası olarak adlandırılır.
Eğer bu iki dalga karşılaşırsa, yani gelecekten gelen bir eko dalgası, bizim yolladığımız bir teklif dalgasına rastlarsa, bu durumda dalgalar birbirlerini modüle ederler ve ikisinin ortak ürünü olarak ortaya olay ihtimali dediğimiz şey çıkar. Kuantum fiziğine göre bir olayın gerçekleşmesi ihtimali, geçmişten gelen teklif dalgası ile gelecekten gelen uygun bir eko dalgasının buluşması sonucu ortaya çıkar. Bu şu anlama gelir : Sadece geçmiş geleceği değil, aynı zamanda gelecek de geçmişi etkiler.
Aklımız bunu idrak etmekte biraz zorlanabilir, çünkü şimdiye kadar hep zamanın geçmişten geleceğe, doğrusal bir biçimde ilerlediğini düşünmüştük. Şimdiyse bunun tam tersinin de mümkün olması aklımız için şaşırtıcı. Demek ki : Gelecek dışarıda bir yerlerde, çoktan beri mevcut. Aksi halde geçmişe, yani bizim şimdiki zamanımıza, dalgalar yollaması mümkün olmazdı. Senin geleceğin de şu an, şu saniye mevcut. Ama yine de geleceğinin akışı önceden belirlenmemiş, zira geleceğin çeşitli mahiyetlerini seçme imkanına sahibiz.
Tabii ki bilincimiz, sadece bir tek zaman algılıyor. Farklı bir şey tanımıyoruz. Bu şaşılacak bir şey değil, sonuçta duyularımız çok sınırlı.Bütün ışık yelpazesinin sadece % 8ini algılayabiliyoruz. Geri kalan % 92 lik gerçeği, aynı şekilde bizi çevrelemesine rağmen algılayamıyoruz. Aslında var olduğu halde tamamen yok sayıyoruz.
Ama yine de etrafımızda hiç tanımadığımız diğer enerji titreşim, dalga ve bilgilerle çevrili.
Bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir. Sokrates
Teklif dalgamız tüm geleceğimizi dolaşır. ister bir saniye sonrası, ister bir ya da on yıl sonraki olaylar olsun, tüm olasılıklar tek tek kontrol edilir. Bu aşamada kuantum fiziği şu fenomeni keşfetmiştir: Gelecekteki olay, zaman açısından ne kadar yakındaysa, rezonans da o kadar nettir. Bu şu anlama gelir; Gelecekte gözlediğim bir olay zaman açısından bana ne kadar yakınsa, o olayın gerçekleşip gerçekleşmeyeceği kararı o kadar kesindir.
Yakın gelecekteki bütün olayları, bugünkü bilincimiz belirler.
işte bu noktadan sonra istemek konusuna varıyoruz. Zira istemek birçok ihtimalden birini yaşamımıza çekmekten başka bir şey değildir.
Bir şey istediğimizde, bu doğrultuda bir teklif dalgası yolluyoruz.
Bu dalga, bir eko dalgasıyla irtibata geçiyor.
Bir gerçekleşme ihtimali meydana getirebilirsek istediğimizin gerçekleşmesi için en uygun şartları sağlamış oluyoruz.
iç alemimizde sahip olduğumuz her şey, dış alemde de karşımıza çıkacaktır.
Zira dış dünya her zaman iç alemimizi yansıtır.
Ancak bilincimizi hedefe yönlendirirsek yaşamımızda sahip olmak istediğimiz şeylerle etkileşime geçebiliriz.
Eğer istediğimiz sonuçlara istiyorsak; düşüncelerimizi, duygularımızı ve inançlarımızı gözlemleyerek yönlendirmeye başlamalıyız, zira hissettiğimiz ya da düşündüğümüz her şey, bir rezonans alanı oluşturur.
Rezonans Kanunu Pierre Franckh
Bir kimse kızdığı zaman, yaşam enerjisi, su ya da kaygan kayalar gibi akmak yerine, her iki tarafa itilir ve keskin uçlu bir hale gelir. Bu, bedenin içine girer ve organlara zarar verir. Kızgınlık aynı, bedende yara açan ve çıkarılması zor bir mızrak gibidir.
*Gücenmenin uçları da sivridir ama onunkilerin uçlarında bir diken vardır, onun için bu insanın içine saplanır ve daha uzun süre orada kalır. Gücenme kızgınlıktan daha zararlıdır çünkü ondan daha uzun sürer.
*Haset, kıskançlık ya da suçluluk endişeden daha karmaşıktır ve düğümler karnında ya da derinin altında olabilir ya da bir başka yerde ki yaşam akışını yavaşlatabilir.
*Üzüntü çok küçük bir bozulmaya neden olur. Ve keder aslında sevgi bağı olan bir çeşit üzüntüdür. Bu, hayatta kalan kişinin ömrü boyunca sürebilir.
*Korku bazı şeyleri sona erdirir. Korku kan akışını, kalp atışlarını, solunumu, düşünceyi, sindirimi her şeyi bozar. Korku ilginç bir duygudur çünkü bu, aslında insansı değildir. Bu duygu çok kısa süreli bir hayatta kalma rolüne hizmet ettiği hayvanlardan alınmıştır. Hiçbir hayvan korku içinde yaşayamaz. insanların aslında korku duyacakları hiçbir şey yoktur. Onlar kendilerinin sonsuzluk olduklarını biliyorlardı. Şimdiyse korku gezegenimizi çevreleyen temel bir enerji gücü haline geldi. Korkunun içimizde yol açtığı zarar işte böyledir.
*insan yaşamı bir spiraldir, bizler sonsuzluktan geliriz ve daha yüksek bir düzeyde oraya geri dönmeyi umarız. Zaman bir dairedir. Ve bizim ilişkilerimiz de bir dairedir. Bizler Aborijin çocukları olarak, yaşamın ilk yıllarında her bir daireyi, her bir ilişkiyi kapatmanın önemini öğrendik. Eğer bir anlaşmazlık varsa biz bu çözümlenene kadar uyanık kalırız. Biz yarın ya da ileri ki bir tarihte çözüm bulmayı umarak gidip uyumayız. Bu, daireyi uçları kırılabilir bir halde açık bırakmak olur.
*Sen bu dünyaya bir ruhsal farkındalık düzeyinde geldin ve buradan daha GENiŞLEMiŞ bir düzeyde ayrılma fırsatına sahipsin.
Tüm insanlar bu dünyayı sadece ziyaret eden ruhlardır. Tüm ruhlar daima yaşayan varlıklardır.
Öteki insanlarla tüm karşılaşmalar deneyimdirler ve tüm deneyimler sonsuza dek sürecek bağlantılardır. Gerçek insanlar her deneyimin çemberini kapatır.
Eğer yüreğinde başka insanlara karşı kötü duygularla yürüyüp gidersen ve bu çember kapanmamışsa, bu yaşamının başka anlarında yinelenecektir.Bir kez değil, dersini alana dek defalarca acı çekersin.
incelemek, öğrenmek ve olanlardan ders alarak bilgelik kazanmak iyidir.
Minnet duymak, kutsamak ve huzur içinde yürüyüp gitmek iyidir."
Hipnoz, bilinçdışına açılan gizemli bir kapı, zihni anlamada bir rehberdir.
Bilinç kaybolmaz, aksine yüksek bir algılama kapasitesi ile zihnin değişik katmanlarında dolaşır.
Hipnoz, kişinin o anda gerçeğin farkında olmasına rağmen ondan ayrı olduğu hissine sahip olduğu yoğun bir fiziksel ve zihinsel rahatlama durumudur.
Ronald Shon' a göre "doğal yoldan bilinçdışına ulaşarak kişinin kapasitesinin tümüne yetişmesi, yeteneklerinin sınırına ulaşmasıdır" buna göre yeteneklerimizin ancak sınırlı bir bölümünü kullanmaktayız.
Hipnoz, kişinin sahip olduğu yeteneklerin daha fazla bir bölümünü kullanmasına yardımcı olan bir araçtır.
Farklı bir bilinç ve algılama durumudur.
Bilinç, hipnoz sırasında kaybolmaz aksine yüksek bir algılama kapasitesi ile zihnin değişik katmanlarında dolaşır.
Modern hipnoz, kendi içsel gerçeğinize bir yolculuktur ve bu yolculukta aslında ne kadar güçlü olduğunuzu anlarsınız.
HiPNOZ BiZE NE KAZANDIRIR?
- Kişinin bilinçdışını pozitif önermelere açarak, kişinin kendine olan güvenini, kendine verdiği değeri, kendine olan sevgisini arttırır ve hayatta başarıyı getiren davranış kalıplarının oluşmasını ve pekişmesini sağlar.
GÜNLÜK YAŞAMIMIZDA HiPNOZ.
- Bir filme ya da kitaba tamamen konsantre olduğunuzda, tüm dış etmenlerden uzaklaşırsınız, işte bu durumda hipnoza girmişsinizdir. Bu annenizi yada size seslenen kişiyi duymamanıza sebep olur. Doğal oluşan zihnin bu durumunun değişik bir örneği de yol hipnozu dediğimiz, araba kullanırken, sürücüde oluşan dalma halidir.
PSiKOLOJiDE HiPNOZ.
- Bireyin, kendi sorunlarından ve bu sorunların oluşturduğu çeşitli alışkanlıklardan ve psikosomatik rahatsızlıklardan kurtulmak amacıyla kullanılır.
Doğduğunuz andan itibaren size söylenen sözcükler doğrudan bilinçdışına gider. Cısss la başlayan ve elleme, dokunma, yapamazsın sözcükleri bilinçdışına öylesine yerleşir ki, büyüdüğünüzde becerememe, başaramama düşünce ve davranışlarını oluşturur. Yetişkin biri olduğunuzda bu özellikler gelişir ve özgüveninizi yitirirsiniz. işte hipnozla bireyin edinmiş olduğu bu yanlış telkinlerin yerine on'a özgüvenini kazandıracak telkinler verilir.
HiPNOZ ÖNYARGISI.
- Hipnoz dediğimizde insanların ilk tepkisi, ben hipnoza karşıyım olmaktadır. Neden karşısın? diye sorduğumda siz şimdi beni, sallanan bir saate baktırıp, uyutacak, beni konuşturacak ve bana istemediğim şeyleri yaptıracaksınız (köpek gibi havlatmak vs.) demektedir.
Bunun nedeni, TVde sahne şovu olarak kullanılmış olan hipnoz seanslarıdır. Artık günümüzde hemen hemen tüm dünya ülkelerinde hipnoz bilimsel bir çerçeveye oturtulmuş olup, hipnozu yurtiçinde ve yurt dışında eğitim almış olan, doktor, diş hekimi ve psikologlar uygulamaktadır. (TVdeki bu şovlar da hipnoz derneklerinin uyarısı ile kaldırılmıştır) Her ne kadar günümüzde medyumlar, hocalar ya da kitaplardan okuduğu bilgilerle hipnoz yapan değişik insanlar bulunmaktaysa da, bilinçli insanların, hipnoz eğitimi almış ve bunları sertifikalandırmış doktor, diş hekimi ve psikologların dışında kimseye hipnoz yaptırmamaları gerekmektedir.
Hipnoz yapmak yada hipnozu deneyimlemek tek başına bir anlam ifade etmez, asıl önemli olan hipnoz anında nasıl çalışıldığıdır.
Jaguar, uzun çağlar boyunca Orta ve Güney Amerikada gücün ve kuvvetin sembolü olmuştur.
iyi eğitilmiş bir Şaman, jaguarla bütünleşebilirdi. Shuaralar, Jaguarın onları gerçekten ziyaret ettiğine inanırlar. Ruhlarına girer ve onları yolculuğa çıkarır, bir şeyler öğretir doğrudan tanrı gibi."
Kolomb öncesi Mezoamerika kültürünün kaynaklandığı Olmek kültüründe belirgin bir "jaguaradam" kavramı gelişmiştir. Stilize jaguar ve jaguara benzeyen insan figürleri ve heykelleri bulunur.
Daha sonraki Maya uygarlığında jaguarın ölüler ile yaşayanlar arasındaki iletişimi kolaylaştırdığına ve kraliyet ailesini koruduğuna inanılırdı.
Maya sembolü olan jaguar, insanı kötü düşünce formlarından koruduğu gibi şaman güçlerini yükseltmek için de kullanılırdı.
Aztek uygarlığı, yönetenlerin ve savaşçıların sembolü olarak jaguar imajını paylaştı ve jaguar güçlü tanrı Tezcatlipoca'nın totem hayvanı olarak görüldü.
Mayaların çok önem vererek kullandıkları bir hayvan totemidir Jaguar.
Mayalar bu güçlü kedileri ruhsal dünyadaki dostları olarak görmüş ve krallarına içinde jaguar sözcüğü geçen resmî adlar vermiştir.
Bu vahşi kedinin psişik güçlere sahip olduğuna inanırlar ve geceleri diğer hayvanların göremediklerini gördüğünü söylerler.
Jaguar ruhunun tapınakları ve gizemli Alt dünyalarını koruduklarına inanırlar. En yüksek yapılarından Tikalde ki 4 numaralı tapınak Jaguar piramidi olarak adlandırılmıştır.
Jaguar dünyada yaşayan en gizemli ve enigmatik hayvanlardan biridir. Son ana kadar duymadığınız, sessiz ve yumuşak adımları yüzünden Güney Amerikada ipek el lakabı takılmıştır.
Zamanın ayak izlerini takip ederek sonsuz bir sabra sahip olduğu gibi karar anlarında kritik eylemleri beklemeden yerine getirir. Çok yüksek güç ve dirayete sahip olan Jaguar ormanların, yaylaların ve dağların ruhuna hakimdir. Zekası genelde durugörü ile beraber gelir.
Jaguar, 20 burçlu Maya takvimi Tzolkinin de ruhsal gücü en yüksek burç olarak bilinir.
Yogik deyimle kundalini olarak tanımlanan beden yıldırımının Jaguar insanlarında çok güçlü ve aktif olduğunu söyler
Mayalar. Bu burçta doğan bir çocuğu usta bir vizyoner veya büyücü olarak görürler ve şaman olmak üzere yetiştirirler.
Maya kültüründe şaman olmak demek aynı zamanda Tzolkin takvimini takip etmek anlamına gelen gün bekçiliği ile birebirdir. Jaguar takvimi ve zamanın ruhunu yönetir ayrıca.
Şamanlık, Jaguar burcu ve zamanın ruhuna hakim olmak; bunlar bir ve aynı şeydir bir anlamda.
Jaguar gece görüş yeteneği son derece yüksek bir hayvandır. Jaguar gününde doğmuş olanlarında diğer insanların görmediklerini görmek gibi bir yetenekleri vardır, aynen bir Jaguar gibi. Bu yüksek Şamanik ve psişik yetenekler ile Jaguar insanında kendini gösterir.
Mayalara göre Jaguar gününde doğanlar zengin olmaya meyillidir. Ama bu zenginliğin bir bedeli vardır ki bu bedel kendini hastalıklarla gösterebilir.
Jaguar insanına zenginliği getiren güç aynı şekilde dönüşüm içinde bir baskı getirir. Dönüşüme direnç gösterildiğinde ise hastalık ortaya çıkar. Tabii ki bunun bir çözümü vardır: dönüşümü kabul etmek ve iç dönüşümü kucaklamak.
Dönüşüm ihtiyacına ayak uyduran bir Jaguar insanı çok güçlü bir Şaman figürü olarak karşımıza çıkabilir.
Jaguar kişileri çoğu kez dinci ve spritüeldir veya spritüellik hayatlarında önemli bir rol oynar.
Toprak anaya karşı derin bir sevgiyle doğan Jaguar veya şaman bütün Yeryüzü büyülerinin kaynağıyla direk bağlantılıdır. Jaguarın ruhu Maya tapınaklarında ikamet eder ve maddi yollarla olduğu gibi ruhsal yollarlada yardımcı olması için çağırılır.
Jaguar ayrıca Şükran tanrısı/tanrıçasıdır. Bütünlükten doğan büyük bir entellekt güce ve içinde güçlü bir karaktere sahiptirler. Jaguar enerjisi doğasında dişildir ve ormanların, ovaların, dağların yönetici ruhudur.
Jaguar her türlü iletişim ve etkilişimde bulunurken anda ve merkezinde durur, bu olmassa dengesiz güç arayılına girerler. Güçten doğan sabır ve beceri, ani karar ve eylemlerle bir saldırıya dönüşebilir.
Hem cüretli hem görünmez olan Jaguarlar genellikle direk saldırmazlar ve onlardan gelen iletişim genelde bir parça gizem barındırır. Bütünlüğün eksikliğinde Jaguarın gücü bozulur ve yalnızca zenginlik ve ün arar hale gelir.
Diğer bir taraftan Maya kültüründeki Jaguar ruhu, Doğa Ana ile bir olarak görülebilir. Jaguar Doğa Ananın özünü içinde barındırır ve derin bir dişi enerji taşır. Bu enerji toparlayıcı olduğu gibi iyileştirebilir ve her şeyin özüne dair mükemmel bir sezgi getirir.
Mayalar Jaguarın çok feminen bir enerjiye sahip olduğunu söylerler ve hatta Jaguar gününde kadınların korunduğunu söylerler.
Psikolojik bir açıklama ile aslında Jaguarın sol beyin ve analiz yeteneğine karşıt olarak sağ beyin yarısını ve sezgisel gücü temsil ettiğini söyleyebiliriz.
Maya dininin en önemli yanlarından birisi Tanrı'yı doğada görebilmekten geçiyor. Doğa ile kurulan bu ilahi teması Jaguar burcu temsil ediyor ve bu yüzden de dini liderlerin burcu olarak biliniyor.
Buradan başka önemli bir konuya kapı açılıyor aslında. Maya dininin doğayı ve kadını dışlayan günümüz hakim dinlerinden farklı bir anlayışa sahip olduğunu söyleyebilirim.
Maya takvimin ve Maya evrenbilimini anlamak ancak dişi enerjiyi ve doğayı kucaklayan bir bakış açısı sayesinde mümkün olabilir.
Şimdi tüm bulmaca parçalarını biraraya getirdiğimizde görüyoruz ki, zamanı algılamak, doğayı algılamakla eş anlamlıdır. Zamanı algılamak, ancak dişi, feminen ve sağ beyinsel bir algı ile mümkün olabilir.
Şamanlık yeteneğini uyandıran güç aslında Doğa Ananın doğurduğu bir güçtür. Bu güç eşzamanlı olarak zamanın doğasını da en mükemmel hali ile algılama yeteneğini getirir.
ilginç bir şekilde Hindistanın Tantra kültüründe de zaman dişi bir güç olarak görülür. Korkutucu görüntüsü ile ünlü Tanrıça Kalinin sembolize ettiği şey Zamandan başka bir şey değildir.
28 Temmuz 9 Ağustos 2012 arasındaki Jaguar Trekanası ise zamanın ruhu ile yani doğanın ruhu ile temasa geçmek için en uygun enerjileri getiriyor.
Pek çok yerli geleneği doğanın ruhu ile bir olmak ve dolayısıyla kendi ruhumuzla temasa geçmemizi sağlayan doğa yürüyüşlerinin önemine değinirler. Bu gelenek bugün modern hayatta neredeyse kaybolmuştur.
Doğada yürüyüşe çıkan bizler bile çok ender olarak durup etrafımızdaki yaşamın zenginliğini dinliyoruz. Bir daha ki doğa yürüyüşünüzde daha az konuşup daha fazla dinlemeye odaklanın. Kendinizi toplumsal etiketlerden özgürleştirin ve doğal özünüzle uyumlu bir halde, Jaguarın yolunda yürüyün.
insanların vücudunu çevreleyen elektromanyetik alana aura denir. Bu elektromanyetik alanın bir çok önemli fonksiyonu vardır. Evrensel enerjiyi vücudumuza alarak yaşamımızı idame ettirmemizi sağlayan chakralar aurada bulunurlar. Aynı zamanda vücudun çevresini sarmış bir kalkan görevi yapar. Eğer sağlam ve güçlü bir auramız varsa bize dışarıdan bir hastalığın yada negatif etkinin gelmesi düşünülemez. Ancak auramız zayıflamış veya yırtılmışsa negatif enerjilere ve hastalıklara çok daha açık hale geliriz. O halde auramızın güçlü ve sağlıklı olması fiziksel sağlığımız açısından çok önemlidir diyebiliriz. Bunun yanı sıra ruhsal zihinsel ve duygusal sağlığımız açısından da auramızın sağlıklı ve güçlü olması gerekmektedir. Auranın birden çok katmandan oluştuğunu artık biliyoruz. Bu konuda araştırmacılar arasında çeşitli görüş ayrılıkları olsa da ana 4 katman konusunda genelde fikir birliği vardır. Bu katmanlar eterik beden,duygusal beden,zihinsel beden ve ruhsal bedendir. Bu katmanların her birinin kendine özgü özellikleri ve işlevleri vardır.
ETERiK BEDEN; Şekil ve boyut olarak fiziksel bedene benzer. Adeta fiziksel bedenin üzerine giyilmiş ve ona bire bir uyan bir elbise gibidir. Chakralar bu alanda bulunurlar ve auranın üst katmanlarından gelen enerjileri bedene alma işlevi yaparlar. Organizmanın enerji ihtiyacı tam olarak karşılanmışsa, eterik beden aşırı enerjiyi chakralardan ve deri gözeneklerinden dışarıya verir. Eterik bedenin temel işlevi fiziksel bedenin sağlıklı kalmasını sağlamak ve onu evrensel enerji alanı ile bağlantıda tutmaktır. Sağlıklı bir insanda genişliği 15-20 cm kadardır. Hastalık,yorgunluk ve stres gibi durumlarda eterik bedenin genişliği azalır. Sadece bir kişinin eterik bedenine bakılarak sağlık durumu hakkında bilgi sahibi olunabilir. Eterik beden fiziksel bedeni koruyucu bir tabaka gibi kuşatır ve zararlı maddelerin bedene girmesine izin vermez. Eterik beden aynı zamanda dış dünyaya yaşam enerjisi saçar. Eterik bedeni sağlıklı ve güçlü olan insanlara 20 cm'den fazla yaklaştığınızda sizde kendinizi olumlu ve pozitif hissedersiniz. Eterik bedene sağlık bedeni de demek mümkündür. Hastalıklar vücutta ortaya çıkmadan önce bu katmanda ortaya çıkarlar ve profesyonel biri sadece eterik bedene bakarak kişinin sağlık durumu hakkında bilgi sahibi olabilir. Sağlıklı bir yaşam için eterik bedenin güçlü ve sağlıklı olması şarttır. Eterik bedeni zayıflamış biri hastalıklara açık bir durumdadır.
Eterik bedenin önemli bir işlevi de yüksek enerji bedenleri ile fizik beden arasında aracılık yapmasıdır. Bu da eterik bedenin sağlığını kaybetmesi durumunda duygusal,zihinsel ve ruhsal aura katmanları ile kişinin bağlantısının zayıflayacağı anlamına gelmektedir. Bu durum bir çok psikolojik sorunun yanı sıra önemli kişilik bozuklukları,depresyon hatta intihar eğilimini gündeme getirebilir.
insanların yanı sıra hayvanların ve bitkilerin de eterik bedenleri bulunmaktadır. Bir organı kopmuş bir insanın eterik bedeni her zaman o organ varmış gibi görünecektir. Aynı şekilde bir bitkinin yaprağını kesip Kirlian makinesiyle resmini çektiğinizde sanki yaprak tammış gibi görürsünüz. Bu da eterik bedenin bir bütün olduğunu ve sonradan ortaya çıkan kayıplardan etkilenmediğini göstermektedir. Kişinin hafızasında bacağına ilişkin imgeler oldukça eterik bedenin o bacak kesilmiş olsa bile yer alacaktır. Eterik bedeni doğru anlamak ve eterik bedeninizin güçlenmesi için çalışmalar yapmak sağlık açısında çok önemli olacaktır.
DUYGUSAL BEDEN; Eterik bedenin üstünde bulunan ve sıvımsı yapıya sahip olan bir katmandır. Gökkuşağının tüm renklerini barındıran duygusal bedenin o anki rengi kişinin duygusal durumuna göre değişir. Zihinsel bedenden gelen üst düzey enerjiler duygusal bedene ulaşır ve burada bir değişimden geçerek zihinsel bedene iletilir. Kişinin duygusal yapısı bu katmanla ilgilidir. Üst katmanlardan gelen enerjiler burada duygusal anlamlar kazanır ve kişiye özel duygusal süzgeçten geçtikten sonra anlam kazanarak eterik bedene aktarılır. Aurada kişinin o anki ruhsal durumuna göre değişen renklerin en iyi algılanacağı alan burasıdır. Örneğin o anda çok öfkeli olan birinin koyu duygusal bedeninde koyu kırmızı renk hakim olacaktır. Duygusal bedenin durumu kişinin duygusal yapısı ve anlık duyguları ile ilgili bilgiler verir.
ZiHiNSEL BEDEN; Duygu bedeninin bitiminde başlar ve ruhsal bedene kadar uzanır. Genelde rengi sarıdır. Fikirlerimizin yapısını barındırır ve düşünce formları bu bedende görülebilir.
Hastalıklarımızın büyük bir çoğunluğu zihinsel bedenimizden kaynaklanmaktadır. Tüm hastalıkların zihinsel nedenlerinin olduğu artık bir çok araştırmacı tarafından ortaya konmuştur.
Zihinsel bedenin en önemli özelliği güçlü olduğu zaman kişinin başka insanların etkisi altında kalmaması ve özgür iradesiyle kendi kararlarını verebilmesidir. Zihinsel beden zayıfladığında ise kişi kararsızlık halindedir ve sürekli başka insanların etkisinde kalarak yaşamına devam eder. Başkaları ne der mantığını sürekli öne süren ve yaşamını başkalarının ne düşüneceğine göre planlayan bir kişinin zihinsel bedeni son derece sağlıksızdır.
Olumsuz düşünceleri elemek ve yerlerine olumlu düşünceler yerleştirmek de zihinsel bedenin en önemli işlevidir. Düşüncelerimizin yaşamımızı hangi boyutlarda etkilediğini gözümüzün önüne getirdiğimizde zihinsel bedenimizin önemini daha iyi anlayabiliriz. Hastalıkların önce zihinsel bedende oluşması ve daha alt bedenlerden fiziksel bedenimize geçmesi de zihinsel bedenin önemini bir kez daha vurgulamaktadır.
RUHSAL BEDEN; Ruhsal bedenimizin titreşimi diğer bedenlere göre çok daha yüksektir ve algılanması da diğer bedenlere göre daha zordur. Evrensel enerjiler ruhsal bedenimizden auramıza girerler ve burada bir değişime tabi tutularak zihinsel bedene aktarılırlar. Ruhsal bedende ortaya çıkan bir sorun er geç daha alt bedenlere ve oradan da fiziksel bedene yansıyacaktır.
Ruhsal beden kişinin bütün ile bağlantısını simgeler. Bütünle bağlantısı güçlü olan bir insanın ruhsal bedeni sağlıklı olacak ve evrensel enerjiyi en iyi şekilde alarak diğer katmanlara ulaştıracaktır. Bu evrensel enerji zihinsel katmanda bir değişimden geçecek, duygusal katmanda daha farklı bir yapıya bürünecek ve en son eterik bedenden chakralar vasıtasıyla fiziksel bedene geçerek kişinin yaşam enerjisi haline gelecektir. Ancak bunun için öncelikle ruhsal bedenin sağlıklı olması gerekmektedir.
Ruhsal bedenin genişliği kişinin ruhsal gelişimiyle doğru orantılıdır. Ruhsal olarak gelişmiş bir kişinin ruhsal bedeni kilometrelerce uzağa yayılabilir. Ruhsal beden kendi yapısına en uygun olarak enerjileri alır ve alt bedenlere iletir. Ruhsal bedenin gelişimi ile alınan enerjinin kalitesinde de değişiklik olacaktır ve bu kişinin tüm yaşamını etkileyecektir.
Ruhsal açıdan gelişmiş olan insanların yanında huzur, sükunet hisleri duymamız yada bu kişilerin şifa enerjisi dağıtmaları ruhsal bedenlerinin canlı,parlak ve güçlü olmasıyla ilişkilendirilir.
AURANIN RENKLERi
Kırmızı; Koyu kırmızı kızgınlık,sinirlilik ve tedirginlik duygularını gösterir , parlak bir kırmızı canlı bir yaşam gücünü ve azim duygusunu temsil eder. Koyu tonda bir kırmızı bencilliğin ve ihtirasın işaretidir. Kahverengine yakın bir kırmızı korkuyu simgeler. Siyaha dönük bir kırmızı ise negatif niyetlerin habercisidir. Canlı parlak bir kırmızı aynı zamanda fiziksel sağlığın ve ataklığında habercisidir. Pembeye çalan kırmızı duygusal mutluluk ve aile yaşamındaki güzelliklerin işaretidir.
Turuncu; Canlı ve berrak bir turuncu fiziksel gücü, cinsel enerjinin sağlıklı işlediğini gösterir. Aynı zamanda parlak ve canlı turuncu renk olayların akışına iradi etkilerimizi ve sorumluluk alma kapasitemizin göstergesidir. Eğer koyu renk bir turuncu söz konusuysa bu dalak ve üreme organlarında bir sorun olabileceğinin işareti olduğu gibi bencil bir yapınında göstergesidir.
Sarı; Sarı renk zeka, akıl kapasitesi ve entelektüel düşünce biçimiyle ilintilidir. Mat ve canlı olmayan bir sarı maddi ve dünyasal konulardaki düşüncelerin ve zihni daha çok bu konuların işgal ettiğinin bir göstergesidir. Sarı rank canlı ve parlak ise zihinsel kalitenin yüksek olduğu ve kişinin ruhsal konularda da bir kapasiteye sahip olduğunu söyleyebiliriz. Kirli ve sisli bir sarı ise kurnazlığın ve ihanetin göstergesidir. Aynı zamanda kirli tonlarda bir sarı mide ve pankreas sorunlarına da işaret edebilir.
Yeşil; Canlı ve temiz bir yeşil dengenin, uyumun ve anlayışın göstergesidir. Özellikle zümrüt yeşil bir renk kişinin şifa çalışmaları yaptığının yada şifa konusunda çok yetenekli olduğunun bir işaretidir. Aurasında canlı yeşil renk hakim olan kişiler sakinleştirici ve bulundukları ortama uyum getirici etkilere sahiptirler. Eğer yeşil renk koyu ve sisliyse bu açgözlülük ve yalancılığın bir işaretidir. Kahverengine çalan yeşil renk ise kıskançlığın ve negatif ihtirasların habercisidir. Koyu ve çamurlu yeşil renk kalp rahatsızlıklarının da işareti olabilir.
Mavi; Canlı ve parlak bir mavi anlayışın, sezgisel yeteneklerin ve geniş ufuklu düşüncelerin işaretidir. Daha çok dinsel inançları yoğun olan insanlarda görülür. Sanatçılarda ve sanatsal yetenekleri olan kişilerin auralarında da canlı mavi renk bulunur. iletişim yetenekleri güçlü ve ikna etme kapasiteleri güçlü olan insanların auralarında da mavi renk hakimdir. Eğer mavi renk koyu ve çamurlu ise dinsel konularda bağnazlık yada ruhsal olarak karanlık bir yapının işaretidir.
Çivit Mavisi; Daha çok üçüncü gözle ilişkilendirilen bir renktir. Auralarında çivit mavisi renk bulunan kişiler sezgisel yetenekleri gelişmiş ve vizyon sahibi olan insanlardır. Ayrıca bu rengin parlak ve canlı renkte olması sadık bir kişiliğinde habercisidir. Çivit mavisi renk çamurlu ve sisli ise bu iç görüden yoksun ve sezgilerini ciddiye almayan bir kişilik yapısını gösterir.
Mor yada menekşe; Bu renkler tepe chakra ile ilişkilendirilmiştir. Bu renkler ruhsal gücü ve ruhsal olarak gelişmiş bir yapının simgesidir. Evrensel sevgiye inanan ve yüksek ruhsal hedefleri olan kişilerde bu renklere rastlanır. Daha çok asalet ve ruhsallıkla ilişkilendirilen bu renkler aynı zamanda meditasyon yapan kişilerin aurasında da görülebilir. Daha çok tepe chakrası civarında bulunan bu renkler kişi ruhsal gelişiminde ilerledikçe tüm auraya doğru yayılım gösterir.
Pembe; Aurada görülen canlı pembe renk duygusal yaşamda dengenin ve uyumun işaretidir. Merhametli ve yardımsever insanlarında auralarında pembe renge rastlanır. Evrensel sevgi hisleriyle dolu olan insanların auralarında yoğun olarak görülen bir renktir.
Kahverengi; Genelde maddiyatla ilişkilendirilen bir renktir. Özellikle işkolik insanların auralarında sıkça bulunmaktadır. Genelde fiziksel sağlık için olumlu olarak yorumlanmaz ve hastalıkların bir işareti kabul edilir. Cimri ve açgözlü insanlarında auralarında sıkça görülebilen bir renktir. Kestane rengi ise kişinin üstlendiği görevleri yerine getirebildiğini gösterir.
Siyah; Fizik bedenle,eterik beden arasında dar bir şerit halinde görülmesi son derece normaldir. Ancak bunun dışında görülen siyah renk kişinin yaşamı ve kendi varlığını reddettiği anlamına gelir. Aurayı dolduran siyah renk ışığın olmadığının ve karanlığın işaretidir. Eğer siyah aura içinde çizgiler halindeyse pozitif özellikleri yok edecektir. Karanlık yönleri olan,gizemli insanlarda görülebilecek bir renktir.
Gri; Durgunluk ve donukluğu simgeleyen bir renktir. Genel olarak fiziksel bedeninde enerjiden yoksun kaldığını gösteren bir renktir. Koyu tonlardaki gri ise korkuların ve aşırı karamsarlığın ifadesidir.
Beyaz; Aurasında beyaz renk hakim olan insanların kişisel bütünlüğe ulaştığını ve ruhsal anlamda oldukça gelişmiş olduklarını ve erdem sahibi olduklarını gösterir.
Bu renklerin dışında altın rengi, gümüş rengi ve eflâtun gibi renklerde aurada görülebilir. Bunlar daha çok ruhsal renklerdir ve ruhsal konularda çalışmalar yapan kişilerde bulunur. Ruhsal renkler oldukları için bunların açıklanması ve yorumlanması da kolay değildir.
Bir şeyi bilmek, o şeyi hiçbir anlamı olmayan süslü sözcüklerle entelektüel düzeyde anlamak değildir. Bir şeyin nasıl düşündüğünü daima yaydığı frekanstan anlarsınız, bu frekansa duygu denir. Bir şeyi bilmek istiyorsanız, yapacağınız tek şey onu hissetmektir, hissettikleriniz daima doğru olacaktır.Düşünce hayat deneyimlerinizi ve hayatınızdaki olayları nasıl yaratır? Epifiz bilgiyi uygulama merkezidir. Bilmenize izin verdiğiniz her şey önce bedeninizde gerçekleşecektir, çünkü epifiz bir duygu olarak kayda geçmesi için düşünceyi elektriksel akım olarak bedene göndermekten sorumludur.
Düşünceler sınırsızlaştıkça bedeninize daha çok frekans yayılır, bu yüzden kendinizi daha hafif ve coşkulu hissedersiniz. Bu duygu, frekansına uygun olarak ruhunuzda kayda geçer ve depolanır. Ruhta kayda geçen her düşüncenin duygusu auraya bir beklenti olarak yansır, bu beklenti ışık alanınızın elektromanyetik kısmını harekete geçirir ve kolektif eğilim bir mıknatıs gibi düşüncenize uygun şeyi size çeker.
Tüm düşünceleriniz ürettiği duygulara benzeyen olayları, nesneleri ve varlıkları size çekecektir. Niçin? Düşüncelerinizi üç boyutlu realitede deneyimleyebilmeniz için. işte buna bilgelik deniyor. Bilgelik sadece düşünülen ve hissedilen bir şey değildir, ancak düşünme, hissetme ve yaşama yoluyla kazanılır.
Arzularınız nasıl gerçekleşir? Arzu, bir nesnede, bir varlıkta ya da deneyimde aradığınız doyum düşüncesinden başka bir şey değildir. Herhangi bir doyumun düşüncesini hissettiğiniz zaman, bu his bedeninizin elektromanyetik alanından çıkarak bilinç nehrine gider ve arzunun yarattığı duyguyu verebilecek olanı size çeker.
Güçlü şekilde arzulanan şey güçlü şekilde gerçekleşir. Bir arzunun gerçekleşeceğini kesinlik ve içtenlikle bildiğiniz zaman gerçekleşme süreci hızlanacaktır, çünkü en ufak bir kuşku olmadan bilmek yüksek frekanslı bir düşüncedir. Bu, aura alanınızdaki beklentinin gücünü artırır, böylece arzularınızı gerçekleştirme gücünüz de artar...
Rüya bir uyanma çağrısıdır. Bizi halihazırda bildiklerimizin ötesine götürür.Rüyalar ruhun dili ve deneyimleridir.
Elbette büyük ve küçük rüyalar vardır. Büyük rüyalarda seyahat edebilir veya ziyaret edilebiliriz. Diğer gerçeklik boyutlarına ve zaman içerisinde ileri veya geri seyahat ederiz. Bunun yansıması, güçlü rüya görme geleneklerini korumuş ve rüyacılara saygısı olan yerlilerin rüyayı anlatmak için kullandığı sözcüklerde bulunur. Örneğin, Venezuelanın şamanik rüya görücüleri olan Makiritareler arasında bu sözcük, ruhun bir seyahati anlamına gelen adekatodur.
Rüya yalnızca uyku sırasında olanlar değildir; rüya görmek gündelik zihnimizin uzanabileceği yerlerin ötesindeki rehberlik, şifalanma ve yaratıcılık kaynaklarına uyanmaktırdiyorsunuz . Bununla anlatmak istediğiniz nedir?
Uyumadığımız zamanlarda bile çok sıklıkla, zaman çizelgelerini izleyerek, diğer insanların beklentileri ve programlarına cevap vermeye çalışarak, yaşamlarımızın daha derin olan anlamıyla bağlantımız olmadan, uyurgezer olarak hareket ederiz. Rüya görerek, içsel pusulamızı ve yaşamlarımızın büyük hikayesini bulur ve gündelik meydan okumalarla karşı karşıya kaldığımızda bunlardan aldığımız cesaret ve berraklıkla daha iyi seçimler yaparız.
Uyanma çağrısı uyku rüyası esnasında gelebilir. Uyku ile uyanıklık arasında olduğumuz hipnagojik durumda da gelebilir, ki bu durum Rüya Görmenin Gizli Tarihi adlı kitabımda anlattığım gibi sıradan zihnimizin ulaşamayacağı bağlantıları kurarak yaratıcı keşifler yapabilmemiz için harika bir yerdir. Uyanma çağrısını gündelik yaşamımızın ortasında da anlamlı tesadüflerin oyunu veya etrafımızdaki dünyada aniden beliren semboller aracılığıyla alabiliriz. Eşzamanlılıkla seyretmek rüyacının 24/7 yaşama yoludur.
Eski şamanların yaptığı şekilde, Aktif Rüya Görme
yaklaşımımda insanlara öğrettiğim gibi, tamamen uyanık ve bilinçli olarak rüya dünyasına seyahat etmeyi öğrenebiliriz. Bu şekilde, sıradışı gerçeklikteki şifalanma ve rehberlik yerlerine seyahat edebilir ve armağanlar getirebiliriz. Yeni kitabım olan , Dreaming the Soul Back Homeda (Eve Dönüş Rüyasını Görerek Ruhu Evine Döndürmek), bütün ve güçlü olabilmek için yaşamda kaybetmiş olduğumuz kimlik ve yaşamsal enerji parçalarımızı geri döndürmek için lusid rüya seyahati yeteneklerimizi nasıl geliştirebileceğimizi anlatıyorum.
Rüyalarımız üzerinde çalışmak neden önemli?
Öncelikle:
- Uykumuzda sorunları çözeriz
- Rüyalar gelecekteki meydan okumalar ve fırsatlar için bize yol gösterirler
- Rüyalar iyileşmesi ve sağlıklı kalabilmesi için bedenimizin neye ihtiyaç duyduğunu gösterir
- Rüyalar içinde bulunduğumuz tavır ve davranışlarımıza büyülü bir ayna tutarak, kendimize objektif biçimde bakmamızı ve daha bilgece seçimler yapmamıza yardım ederler
- Rüyalar -bilim insanları, yazarlar, mucitler ve dünyayı değiştirenlerin her zaman yaptığı gibi- yeni fikirler oluşturduğumuz bir yaratıcı stüdyodur.
Yukarıdakilerin hepsinin ötesinde rüyalar DAHA BÜYÜK OLAN ÖYKÜMÜZ ve daha büyük amacımızla bağlantı kurmamızı sağlarlar.
Toplum olarak müzmin bir rüya kıtlığı çekiyoruz ve bu da rüya görmenin üç armağanıyla bağlantımızı kaybettiğimiz anlamına geldiği için, birçok kültürde çok ciddi bir durumdur. Rüya görmenin üç armağanı: 1) geleceği görme olanağı; 2) teşhis ve şifalanma için rüyalara başvurabilme olanağı ve de en önemlisi 3) rüya görme yoluyla ruhla, konuşabileceğimiz Tanrıyla, kişisel bağlantımızı sürdürme olanağı.
Navajolar insanların rüyalar yoluyla ruhsal alemle bağlantı kurduklarını söylerler. Iroquoiler, eğer rüyalarınızı kaybetmişseniz ruhunuzun bir parçasını kaybetmişsinizdir, derler. Büyük psikolog C.G. Jung son önemli makalesinde Tanrının en çok rüyalar ve vizyonlar yoluyla konuştuğu bilinen en eski gerçeklerden biridirdiye yazmıştır.
Modern yaşamdaki rüya kıtlığının üç ana sebebi vardır:
1. Kötü Alışkanlıklar.
Tipik şehir yaşamının ritmi ve rutinleri rüyaları hatırlamayı desteklemez. Çok sıklıkla çalar saatler- veya yatak arkadaşımız veya okula yetişmek zorunda olan çocuklar- tarafından sarsılarak uyandırılır ve kafeinle dolu olarak, yükümlülüklerimizi ve programlarımızı yerine gerçekleştirmeye çalışmak için dünyaya dalarız.
2. Korku ve pişmanlık.
Rüyalarımızdan kaçarız çünkü karanlık tarafımız veya ilerideki sorun veya hastalık gibi duymak istemediğimiz şeyleri bize söylemiş olabileceklerini düşünürüz. Böylece daha iyi yaşayabilmemiz için bize yapılmış önerileri de kaçırmış oluruz.
Ya da, harika bir rüya görürüz. Ama uyandığımızda kendimize rüyada gördüğümüz şeyi gerçekleştiremeyeceğimizi söyleriz. Böylece, birşeyi rüyamızda görüyorsak onu yapabileceğimizi unutur ve rüyalara veda öpücüğü veriririz.
3. Yapay uyku döngüleri.
iyi bir gece uykusu tanımımız sıklıkla rüyalarımızla uyuşmaz. Bizlere, iyi bir uyku için her gece aralıksız yedi veya sekiz saat uyumamız gerektiği söylenmiştir. Bu düşünce atalarımızı hayrete düşürürdü. Yapay aydınlatmanın keşfinden önce insanların çoğu en az iki ayrı döngü halinde bölünmüş uyku uyurlardı. Bugün deneyimlediğimiz konsolide uyku doğal değildir ve rüya görmeyi desteklemez.
Rüya kıtlığını nasıl aşarsınız?
Gece için kendinize size çekici gelen bir niyet belirleyin ve ne zaman uyanırsanız birşey yazın. Rüyanızı hatırlamıyor musunnuz? Yine de, uyandığınızdaki ilk düşünce ve duygularınız gibi, birşeyleri kaydedin. Bu şekilde rüya kaynağınıza Buradayım, oynamaya hazırım demiş olursunuz. Rüyadan hatırladığınız küçük parçalara karşı nazik olun. Rüyadan hatırladığınız o küçücük şey belki yalnızca bir renk veya tuhaf bir sözcük sizi ilginç yerlere götürecek bir ipucu olabilir. Ve hatırlayın ki rüya görmek için uyumanıza gerek yok. Uyanık yaşamda eşzamanlılıklara daha fazla dikkat ederseniz, gece rüyalarınızı da size açılırken bulabilirsiniz.
DNAya aktarılan bilgi türü lineer (doğrusal) olmaktan çok şimdi halindeki farkındalık bilincidir. O hem ruhsal, hem de biyolojiktir. DNA çevresindeki kristalimsi kılıf kusursuz bir genetik kodun tüm belleğini içerir.
Herhangi bir mucizede meydana gelen fizik ve kimya olayı, aslında kristalimsi belleğin DNAya daha mükemmel hale gelmesi için talimat aktarmasıdır, çünkü kristal kılıf kodun mükemmelliğini bilir. insanın evrimini ruhsal olarak kontrol eden şey bu kılıftır, kılıfı aktive eden şeyse insanın niyetidir. Peki kılıf DNAya nasıl hitap eder? Yanıt manyetizmdir, çünkü talimatlar kılıftan DNAya bir kod dizisiyle ve manyetikleri kullanarak gider. Beyninizde de aynı işlem geçerlidir. Zeka ve bilinç dediğiniz sinaps, (sinir hücrelerinin birbirlerine uyarı aktardığı bölge) birbirine asla değmeyen bir aktarım sistemidir. Sinir hücreleri birbirine değmeden mesajlar bir yerden başka bir yere inanılmaz bir hızla nasıl aktarılır? Görünüşte bu bir gizemdir, oysa burada da manyetizm rol oynamaktadır, biliminizde buna indüktans denir.
Biliminiz DNAnın bir iplik değil, bir ilmik, bir döngü olduğunu keşfetti. Bu, onun kendi üzerine kapandığı ve bir daire meydana getirdiği anlamına gelir. Ayrıca biliminiz DNAnın bir tel gibi elektrik aktardığını, süper bir akım iletkeni olduğunu da keşfetmiştir. DNA, her birinden sürekli kendine özgü bir akım geçen kodlanmış ilmiklerden oluşur. Akım küçük bir manyetik alan oluşturur, bu da bilginin manyetizm yoluyla aktarılmasını sağlar. Bilim adamları, siz hiç DNA sarmalının neden kıvrıldığını merak ettiniz mi? Yanıtın bir bölümü onun manyetik, dolayısıyla kutuplaşmış olmasıdır. 12 iplikli gruplar halinde kodlanmış ve kutuplaşmış proteinler, manyetik kutuplaşmanın çekim ve itimine tepki olarak kıvrılan bir simetri içinde hareket ederler.
Yerkürenin manyetik enerji ağı kılıfın nasıl çalışacağını belirler. Enerji ağındaki değişiklik sadece spiritüalitenizi etkilemekle kalmaz, hücresel düzeyde sağlığınızın güçlenmesini de sağlar. Biliminiz başlangıçta enerji ağının biyoloji üzerinde etkili olduğunu yadsıdı, ama on yıl sonra manyetiklerin tüm canlıların biyolojisini derin bir biçimde etkilediğini kabul ediyor.
Gerçek şu ki, dünyanın enerji ağı kılıfın DNAya yeni bilgiler aktarmasına izin verir. Kılıfın talimatlarının DNAya aktarılmasını sağlayan katalizör de insan niyetidir.
Kılıf, niyet edildiği zaman kapalı DNA ilmiklerinin manyetik alanlarıyla kesişen manyetik bilgisini salıverir. indüktans dediğiniz bir işlemle bu bilgi hücresel oluşumunuzun kutupluluğuna girer...
insanların çoğu kaybetmekten korktuğu için, sevmekten korkuyor.
Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye layık görmediği için.
Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için.
Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için.
Duygularını ifade etmekten korkuyor, reddedilmekten korktuğu için.
Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğinin kıymetini bilmediği için.
Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi birşey vermedigi için.
Ve ölmekten korkuyor aslında yaşamayı bilmediği için.
William Shakespeare
Korku bazı şeyleri sona erdirir.Korku kan akışını, kalp atışlarını, solunumu, düşünceyi, sindirimi her şeyi bozar.Korku ilginç bir duygudur çünkü bu, aslında insansı değildir.Bu duygu çok kısa süreli bir hayatta kalma rolüne hizmet ettiği hayvanlardan alınmıştır.Hiçbir hayvan korku içinde yaşayamaz.insanların aslında korku duyacakları hiçbir şey yoktur.Onlar kendilerinin sonsuzluk olduklarını biliyorlardı.Şimdiyse korku gezegenimizi çevreleyen temel bir enerji gücü haline geldi.
Korkunun içimizde yol açtığı zarar işte böyledir...
Sonsuzluğun Mesajı - Marlo Morgan
¸..¸¸..¸¸
"Düşmanın nefret olduğunu düşünüyoruz ama hayır düşman korkudur." Gandi
¸..¸¸..¸¸
Korku, bir belirsizlik karşısında tehdit algısı ile tetiklenen rahatsız edici ve olumsuz bir histir. Korku belirli bir ağrı veya tehdit olarak algılanan bir tehdit sonucunda, uyarıcı bir tepki olarak ortaya çıkan yaşamsal bir mekanizmadır. Korku görünüşte evrensel bir duygudur. Herkes bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde çeşitli korkulara kapılabilir. [1] Tehlike ile karşılaşan bir kişi korkar ve bu korku sonucunda kaçmak için bir tepki oluşturur ( aynı zamanda kavga et-kaç tepkisi olarak ta bilinir.), ancak aşırı durumlarda ( nefret ve terör gibi ) korkan bir kişi donup kalabilir veya felç tepkisi vermesi de mümkün olabilir. John B. Watson, Robert Plutchik ve Paul Ekman gibi bazı psikologlar korkunun temel ya da doğuştan gelen küçük duygu dizilerinden birisi olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu dizi aynı zamanda sevinç, üzüntü ve öfke gibi duyguları da içerir. Korku kişide, herhangi bir belirli türde duygusal durum veya anlık bir dış tehdit oluşmadan meydana geldiği takdirde, anksiyete olarak ayırt edilmelidir.
Anksiyete veya endişe, canlılarca deneyimlenen kaygı, korku, gerilim, sıkıntı halidir. Canlıların dış ortama uyum çabasında koruyucu bir tepkidir. Denetim dışına çıkıp kişinin işlevselliğini aksattığında Anksiyete bozuklukları olarak incelenir. Psikiyatride bir grup hastalığın genel adıdır.
Terleme, titreme, çarpıntı vs. gibi bedensel belirtileri görülebilir. Başına kötü bir şey geleceğini düşünme, rezil olmaktan veya komik duruma düşmekten korkma gibi bilişsel (düşünsel), fakat çoğu kez nedeni belirsiz, tanımlanamayan bir gerginlik durumudur.
Anksiyete, genelde kavramsal, somatik, duygusal ve davranışsal bileşenlere sahip olmak biçiminde tanımlanır (Seligman, Walker & Rosenhan, 2001). Kan basıncı ve kalp atışının artması, terleme, ana kas gruplarına ani kan akışının hücum etmesi nedeniyle kaslarda gerginlik, bağışıklık ve sindirim sistemi fonksiyonlarının yavaşlaması gibi fiziksel etkileri vardır. Bunlara ek olarak mide bulantısı, el ve ayaklarda soğukluk, titreme -üşüme hissedilir.
Duygusal açıdan ise hastalık korku ve panik hissine neden olur. Kişi her şeyi olabilecek en olumsuz yönüyle ele alır, moral seviyesi en alt düzeydedir. Davranışsal olarak ise hasta, anksiyete kaynağından kaçma eğilimi gösterir. Yine de anksiyeteden sadece patolojik bir durummuş gibi bahsetmek yanlış olur. Bu his, korku, kızgınlık, üzüntü ve mutluluk gibi duygularla beraber gelen, insanoğlunun hayatta kalmasıyla bağlantılı temel duygulanımlardan birisidir.
Anksiyete tedavisi en az bir yıllık ilaç tedavisi şeklinde seyreder. Bunun yanı sıra derin nefes alıp vermek endorfin salgılanmasına neden olduğu için hastaları rahatlatır. Masaj, aromaterapi, telkin gibi yöntemlerin de işe yaradığı bilinmektedir.
FOBi LiSTESi
ablütofobi: yıkanmaktan korkma
agirofobi: caddelerden ya da caddelerde karşıdan karşıya geçmekten korkma
agorafobi: açık yer ya da kalabalık korkusu
ailurofobi: kedilerden korkma
akluofobi: karanlıktan korkma
akrofobi: yüksek yerlerden korkma
akustikofobi: belirli seslerden kokrma
algofobi: acı çekmekten korkmak
amaksofobi: araba (ya da taşıt)korkusu
amatofobi: toz korkusu
amnezifobi:Hafızasını kaybetmekten korkma
amofobi:Sivri cisim korkusu
anatidaephobia: ördekler tarafından izleniyor olma hissi / korkusu
androfobi: adamlardan korkma
anemofobi: fırtına korkusu
antlofobi: sel korkusu
antropofobi: insanlardan korkma
apifobi: arılardan korkma
arakibutirofobi: yerfıstığı ezmesinin, yerken, damağa yapışmasından duyulan korku
araknofobi: örümceklerden korkma
aritmofobi: sayılardan korkma
asimetrifobi: simetrik olmayan şeylerden korkma
astenofobi: güçsüz olmaktan korkma
astrafobi: şimşek korkusu
ataksofobi: düzensizlikten korkma
atelofobi: mükemmel ol(a)mamaktan korkma
aviofobi: uçuş korkusu
B
ballistofobi: silahtan ya da mermilerden korkma
batofobi: derinlik korkusu, yüksek binaların yanından geçmekten korkma
batrakofobi: kurbağa, semender gibi çiftyaşayışlı (amfibyen) hayvanlardan korkma
belonefobi: iğnelerden korkma
bibliyofobi: kitaplardan korkma
bromidrosifobi: vücut kokusundan korkma
brontofobi: gökgürültüsünden korkma
D
datafobi: veriden korkma
dentofobi: dişçiden korkma
dermatopatofobi: deri hastalıklarından korkma
dekatriaparaskevifobi: ayın 13'ünün Cuma gününe gelmesi korkusu
farmakofobi: ilaçlardan korkma
fazmofobi: hayaletlerden korkma
febrifobi: yüksek ateşten korkma
filemafobi: öpmekten ya da öpüşmekten korkma
filofobi: sevmekten, aşık olmaktan korkma
fobofobi: korkmaktan korkma
fotofobi: ışıktan korkma
G
gametofobi: evlenmekten korkma
gefirofobi: köprülerden geçmekten korkma
gerontofobi: yaşlı insanlardan ya da yaşlanmaktan korkma
glossofobi: topluluk önünde konuşmaktan korkma
H
haptofobi: dokunulmaktan korkma
harpaksofobi: hırsızlardan ya da bir suçun kurbanı olmaktan korkma
helyofobi: güneş'ten korkma
helshoesafobi topuklu ayakkabılardan korkma
hematofobi: kan korkusu
herpetofobi: sürüngenlerden korkma
hidrofobi: sudan, yüzmekten ya da boğulmaktan korkma
higrofobi: nemden ya da yağmurdan korkma
hipegiyafobi: sorumluluktan korkma
hipnofobi: uyumaktan korkma
hipofobi: atlardan korkma
homiklofobi: sisten korkma
homofobi: eşcinsellerden korkma
i
ihtiyofobi: balıklardan korkma
islamofobi: islamdan ve müslümandan korkma
kainatetofobi:Yenilik korkusu
kakofobi: çirkinlikten, çirkin seylerden korkma
kakorafiyafobi: başarısız olma korkusu
kanserofobi: kanser olmaktan korkma
kardiyofobi: kalp hastalığından korkma
karnofobi: etten korkma
katagelofobi: dalga geçilmekten korkma
kemofobi: kimyasal maddelerden korkma
kenofobi:Karanlık korkusu
keymafobi: kıştan ve soğuktan korkma
kimofobi: dalgalardan korkma
kinofobi: köpeklerden korkma
kitinofobi:böcekten korkma
klimakofobi: merdivenden düşmekten ya da merdivenlerden korkma
klostrofobi: kapalı yer korkusu Kapalı ve basık yerlerde duyulan korkudur. Asansör, basık tavanlı odalar, koridorlar, kapıları kapalı ve kalabalık otobüs, yeraltı çarşıları, metro, alt geçitler ve kilitli odalar onlar için korku verici yerlerdir. Hastanın temel korkusu bu sayılan yerlerde sıkışıp kalmak, nefes alamamak ve boğulmaktır.
koprofobi: dışkı korkusu
koulrofobi: palyaçolardan korkma
kremnofobi: yüksek yamaçlardan ya da uçurumlardan korkma
kriyofobi:buzdan ya da donmaktan korkma
kronomentrofobi: saatlerden korkma
ksantofobi: sarı renkten korkma
ksenofobi: yabancılardan korkma
ksilofobi: tahta şeylerden ya da ormanlardan korkma
L
limnofobi: göllerden korkma
litikafobi: davalardan ve mahkemelerden korkma
logofobi: belirli kelimelerden korkma
lökofobi: beyaz renkten korkma
obesofobi: şişmanlamaktan korkma
ofidiyofobi: yılanlardan korkma
okofobi: taşıt araçlarından korkma
orofobi:Yamaçtan iniş korkusu
osmofobi: belirli kokulardan korkma
otofobi:ıssız bir yerde kişinin tek başına olmaktan duyduğu korku
P
pantofobi: her şeyden korkma
papirofobi: kâğıttan korkma
paraskavedekatriafobi: ayın onüçü ve cuma olan günden korkma
patofobi: hasta olmaktan korkma
pedofobi: çocuklardan korkma
peladofobi: kel insanlardan ya da kelleşmekten korkma
penyafobi: fakirlikten korkma
pirofobi: ateşten korkma
plakofobi: mezar taşlarından korkma
pogonofobi: sakaldan ya da sakallı kişilerden korkma
politikofobi: politikacılardan korkma
porfirofobi: mor renkten korkma
potamofobi: ırmaklardan ya da su akıntılarından korkma
potofobi: alkollü içeceklerden korkma
pteronofobi: kuş tüyünden korkma
pupafobi: kuklalardan korkma
R
radyofobi: radyasyondan, x ışınlarından korkma.
ranidafobi: kurbağalardan korkma
tafefobi: diri diri gömülmekten korkma
takofobi: yüksek hızdan korkma
talassofobi: deniz ya da okyanus korkusu
tanatofobi: ölümden korkma
teknofobi: teknolojiden korkma
teratofobi: gebe kadının, şekilsiz, çirkin bir çocuk doğurmaktan korkması
termofobi: ısıdan korkma
testofobi: testlerden ya da sınavlardan korkma
tokofobi: gebe kalmaktan ya da çocuk doğurmaktan korkma
tomofobi: ameliyat olmaktan korkma
toksifobi: zehir korkusu
topofobi: belirli yerlerden korkma
travmatofobi: yaralanmaktan korkma
trikinofobi: gıda zehirlenmesinden korkma
triskaidekafobi: 13 sayısından korkma
tripanofobi: aşı ya da iğne olmaktan korkma
trikopatofobi: saç hastalıklarından korkma