göğüste hafifçe yumuşatıldıktan sonra havaya "sktir lan" nidalarıyla dikilen bir slogan uyduracağı. yeryüzünde yoktur olmaz kut-sal de-ğer, yücelik bilmez var-lı-ğı-mız. emeği sömürülen emekçilerin yanında yer almak başka bir şeydir, "emek en yüce değerdir" diye saçmalamak çok başka bir şey. şu hayatta yatmak vardır, yatmak. ki en güzeli, ki en nadidesi. aklıma da geldi hani, vergilendirilmiş kazanç da kutsal mıdır? değil midir? nedir ya-ni. (vurgulu)
colin ward tarafından yazılmış bir kitap. türkçe'ye çevirisi "eylemde anarşi" ismiyle deniz güneri tarafından yapılmış ve kaos yayınları yarafından basılmıştır.
istiklal'de erkek sürüsü halinde dolaşan itü'lüleri betimlemek için kullanılan kelime öbeği. yıllar yıllar önce bir fanzinde rastlamıştım, ya da fanzinden biraz daha hallice bir edebiyat dergisinde yer alan bir yazıydı. derginin ya da fanzinin adını hatırlamıyorum. mizan desem yine de yanılma payım çok yüksek. üslup, karanlıkla gerçekçi olmak arasında gidip gelen bir salınım. klişelikten çok fazla kopamamış, ancak beyoğlu'nun arka sokakları gerçeğinden çok da uzak değil. istiklal'e, ki beyoğlu demek her zaman daha çekicidir, dekor olmuş insanlar; arka sokaklarda karşınıza çıkan travestiler, sigarasından derin nefes alan orospular, beri yanlarında karanlığa mevzilenmiş pezevenkler, sert bakışlı ve umursamaz bir ruh hali takınmaya çalışan yalnızlar, yaşlarını olduğundan çok daha fazla gösteren makyaja sahip körpecik kızlar ve "ucuz bira ve sert müzik arayan teknik üniversiteliler". altı ya da yedi yıl öncesinin durumu şu anki itü profilini ne kadar karşılar bilemiyorum. ancak kalıbından kurtulmaya çalışan bir cümle yer etmiştir o hafızalarda; abi siz devam edin, benim şurada biraz işim var..
gün zileli'nin 1954-1972 yılları arasında yaşananları anlattığı kitabı. sol tarihi analiz edebilmek için önemli bir kitap. kitap, ismini 60'lı yıllarda yaşanan mdd-sd ayrışması ve mdd hareketinin kendi içinde dallanıp budaklanmasından alıyor. gün zileli kitabın adı için şu şekilde not düşmüştür.
"1960 yılından itibaren solla iç içe yaşadım. Erdemli insanların, isimsiz kahramanların, devrime, yaşamlarını kendileri için hiçbir şey istemeden adadıklarını gördüğüm kadar, korkunç kariyer ve iktidar kavgalarına da tanık oldum. Liderlerin örgüt içi iktidar savaşları, devrimci hareketleri paramparça etti, can yoldaşı yüzlerce militanı yapay olarak birbirinden koparttı ve birbirinin can düşmanı haline getirdi. Ne yazık ki "68 nostaljisi"nin küllerini eşelediğimiz zaman, karşılaşacağımız acı gerçek budur. Bu yüzden, belli bir aşamada lider roller oynadığım sol hareketle iç içe geçmiş yaşam öykümün başlığı olarak, hepimizi irkilten "yarılma" sözcügünü kullanmayı tercih ettim. Zorlanarak, yukarıdan, bıçak, balta, acı ve kanla gerçekleşen yarılma, "bölünme"den çok daha fazla şey anlatmaktadır çünkü. Öte yandan bu sözcüğün "r" harfinin kısa ucunu aşağı doğru biraz uzatıp "n" yaptığınızda ortaya çıkan yeni bir sözcük, tüm öykünün özünü ele verir."
"O zamanın acımasız koşulları içinde sol, ulusal kurtuluş mücadelesinin, bu bağımsızlıkçı tutumunu, bütün içtenliği ile desteklediği halde, açıkçası silinip süpürülmüş ve çok ağır bedeller ödemiştir. Bunun siyasi sorumluluğunu artık okurların takdirine bırakıyorum. inanıyorum ki aşağıdan tarih yazımı, yani yoksulların, emekçilerin perspektifiyle tarihe bakmak, tarihten saklananları ortaya çıkaracaktır. Marx'ın da hep vurguladığı gibi, 'onlar tarihi hurafelerle açıkladılar, biz hurafeleri tarihle açıklayacağız.'"
"Bu vesileyle, 'sularda sönen ve denize dönen' Mustafa Suphi, Anadolu'da tecavüze uğrayan ve katledilen eşi Meryem ve linç edilerek öldürülen 14'ler başta olmak üzere, bu süreçte yitirdiğimiz bütün değerleri saygı ve sevgiyle anıyorum."
kara bayrakçıların düzenli aralıklarla çıkartmak isteyip de maddi yetersizlikler yüzünden düzenli çıkartamadıkları anarşist dergi. sağlam yazıları ve analizleri içinde barındırması vesilesiyle, her sayısı merakla beklenen bir dergiydi. artık yayımlanmıyor yanılmıyorsam.
gökhan özgün'ün 01/07/2007 tarihli yazısının başlığı. kontra başlıkların havada uçuştuğu sözlükte, gökhan özgün'ün ne dediğine bir bakmak gerekiyor sanırım.
"Ünlü bir Fransız filozof 'Yalnızca aynı fikirde olanlar tartışabilir' diyor. Mesela Ankara'dan yola çıkıp istanbul'a varmayı düşünen ve yolları tam olarak bilmeyen bir grup insan düşünün, bu kişiler doğru yolu bulmak için tartışırlarsa, bunun adı tartışmadır. Çünkü bu gruptaki kişilerin hepsi aynı hedefe varmayı düşünüyorlardır. Tartışarak birbirlerinin eksik bilgilerini tamamlama ve istanbul'a varma ihtimalleri artar. Yani tartışma, insanları ve insanlığı bir yerden bir yere götürebilir.
Oysa ülkemizde 'demokratik tartışma'dan anlaşılan nedense bunun tam tersidir. Ülkemizde farklı fikirde olanların tartışması beklenir. Halbuki farklı fikirlerin tartışması tartışma değil münazaradır. Münazara bir tartışma değil, tartışma üslubuyla idrak edilen bir siyasi propaganda yöntemidir. Münazara üçüncü kişileri, yani münazarayı izleyenleri varsayar. Ve bu izleyiciler arasından kendisine taraftar çekmeyi amaçlar. Yoksa, bir yerden bir yere gitmeyi değil.
Demokrasisi gelişmiş ülkelerde münazaraya yer yok mudur? Gayet tabii vardır. Ama genellikle siyasi propagandanın yoğun olduğu seçimler öncesinde mesela siyasi parti liderleri münazaraya girişebilirler. Yoksa bunun dışında televizyonlarda sabah akşam Amerikan güreşi tadında, demokratik tartışma görüntüsü altında yumurta tokuşturur gibi 'münazaralaşma' geleneği yoktur.
Ama memleketimde böyle midir? Tabii ki hayır. Münazaranın Türk'ün demokrasiyi kavrayışında neredeyse kutsal bir yeri vardır. Hatta bu,
zaman zaman öyle bir noktaya varır ki, aynı fikirde olanlar bir araya gelip tartışırken karşıt görüşten bir münazaracıyı aralarına
almazlarsa, bu antidemokratiklik olarak lanse edilebilir. Ermeni Konferansı örneğinde olduğu gibi. Yani aynı görüşte olanların bir 'özel alanı' olmamalıdır. Daima karşı görüş tarafından müdahaleye açık olmalıdırlar.
Halbuki demokrasilerde olması gereken, müşahedeye açık olmaktır, müdahaleye değil. Müşahede görevi de basınındır. Ama ülkemizde basın, müşahede görevini ustalıkla müdahaleye çevirmenin her daim şahikasındadır. Dahası basın, bir münazara üretim merkezidir. Medyamız tarafından münazara, yıllardır halkımıza 'demokratik tartışma' olarak yutturulmuştur.
Bizim gibi otoriter toplumlar niçin münazarayı tartışmaya tercih eder? Hatta daha ileri gidip münazarayı niçin tartışmaya ikame eder?
Çünkü münazara ikilemler üzerinden yürür. Büyütülen ikilemler toplumların 'yola getirilmesi' için mükemmel araçlardır. Münazaranın şehvetiyle ikilemler büyüyecek, korkutucu bir hal alacak, işte tam o anda 'yüksek otorite'nin sesi duyulacaktır. Uzlaşın, demokrasi bir uzlaşma rejimidir. Uzlaşmazsanız millet değilsiniz. Uzlaşmazsanız Cumhuriyet çökecek. Uzlaşmazsanız iç savaş çıkacak. Bunun bir mahallede iki genci birbiriyle önce kapıştırıp sonra da zorla barıştırıp mahalleninin abisi olmaya soyunmaktan en küçük bir farkı yoktur. Bir mafya yöntemidir sözün kısası.
Sonra 'toplumsal uzlaşma' kisvesi altında gelsin fikir pazarlıkları ve fikir tenzilatları. Açık baş mı? Türban mı? Hadi başörtüsünde anlaşalım.
Sürekli uzatılan münazaralarla çığrından çıkarılmış ikilemler, ani müdahalelere ve 'Merkezde buluşun' emrine bir anda teşne oluverirler. Ve müdahaleci de, münazarayı izleyenlerin gözünde 'itidal'in sesi olarak 'vazgeçilmez' bir hakem mertebesine yükselir.
Onun için Türkiye'de ne zaman 'tartışalım, uzlaşalım' önerisini duysam, eyvah 'münazaralaşıp' darbeyi yiyeceğiz korkusuna kapılırım. Çünkü bir münazarada uzlaşma ancak ve ancak dışarıdan ve yukarıdan bir darbeyle mümkündür. Çünkü farklı fikirlerde olanların felsefi çıkış noktaları, öncülleri birer inanç cümlesidir ve tabiatları gereği uzlaşmazdırlar. Bu yüzden uzayan bir münazara sonunda gelip bu noktaya inecek, bu noktada tıkanacak ve kaçınılmaz olarak itişmeye dönüşecektir.
Aynı fikirde olanların özgürce tartışabildiği toplumlarda fikirler derinleşir ve renklenir. Farklı fikirde olanların sürekli
'münazaralaştığı' toplumlarda fikirler soluklaşır ve vasatileşir.
Ancak aynı fikirde olanlar kendi aralarında tartışıp anlaşarak, fikirlerini farklı fikirlerle 'antlaşabilir' hale getirebilir.
Herkesin anlaşması gereken tek bir nokta vardır, o da meselenin anlaşmak değil 'antlaşmak' olduğudur. Yoksa, uyanık birileri düşen 't' harfini yerden kaldırıp bir hançer gibi toplumun kalbine saplamayı her zaman kendine şiar edinecektir."
ntv'de seçim sonuçları ile ilgili program jeneriğe girerken duyulan söz. bu arada sunan kişi banu güven'di. kim söyledi bilmiyorum, ama sana katılıyorum. hakikaten çıtır.
yanılmıyorsam mehmet altan'ın ortaya attığı bir kavram. darbecisini çok sevmek, hatta ona aşık olmak ve askeri dikta rejimiyle yönetilmek istemek gibi bir açılımı vardır.
bir ara televizyonlarda karşılaşırdık bu sloganla. umut vakfi'na aittir. hep merak etmişimdir neden başında bireysel ibaresi bulunur diye. silahlanmaya hayır dese olmuyor mu? bireysel silahlanmaya hayır da, devletlerin silahlanmasına evet mi? bastırmadan da bir puan alabilmek mümkün mü?
ittihat ve terakki'nin icraatlarını sert bir şekilde eleştiren serbesti gazetesinin başyazarı olup 6 nisan 1909'da galata köprüsü üzerinde vurularak öldürülmüştür. sina akşin, bazı kaynaklarda hasan fehmi'yi vuran kişinin subay üniformalı ve ateş etmeden önce gazetenin sahibi mevlanzade fırat'ı kastederek "al mevlan" diye bağırmış olarak geçtiğini yazar. ittihat ve terakki'nin kendisine muhalif olanları susturma yönteminden nasibini almış bir gazetecidir. bu siyasi cinayete yönelik tepkilerin akabinde ise 31 mart vakası gerçekleşmiştir.
murat gülsoy'un bütünlüklü bir kurguyla kaleme aldığı hikaye kitabı. hikayelerin birbirleriyle olan ilişkisi güzel tasarlanmıştır. bir hikayesinde kafka'dan aldığı pasajlarla oynar, okuyanda heyecanla karışık ilgi uyandırır. enteresandır.
monologlara hapsolmuş, iç seslerin dış sesleri bastırdığı bir yaşamın ifadesi. murathan mungan'ın yüksek topuklar romanının ilk cümlesi. yalnız bir sayfada yer alan yalnız bir cümle.