humeyni'nin devrimi iran halkına ne yaşattıysa, rte'nin "yeni türkiye" dediği, islam cumhuriyeti de türk halkına aynı şeyi yaşatacaktır. o zor günlerdir işte o günler...
alkol yasaklanmaya başladı zaten. kızlı erkekli evler muhabbeti çıktı ortaya, evlere baskın yapılıyor. okulların neredeyse hepsi imam hatip oldu. e bunun devamı gelmeyecek mi sizce? yakında diz üstü etek giymek yasak olur, sonra tesettür, ardından çarşaf zorunluluğu gelir. humeyni bir anda yaptı. bizim lider biliyor türk halkına yavaş yavaş yedireceksin bunları. önce kürtajı, alkolü sindirsin. ardından daya şeriatı.
"şeriat gelsiiiiiin!" diyenlerin bile isteyeceğini düşünmüyorum yeni düzeni...
hayatıma, inanmama özgürlüğüme karışıyorlar. açık açık haklarımı elimden alıyorlar. ve sizin haklarınızı da...
Normalde konyak da kanyak da brendi'dir.
Konyak sadece fransa'da üretilen bir brendi çeşididir. başka yerde üretilirse adı brendi olur. başka bir ülkenin brendi'sine konyak demesi yasaktır. bu yüzden türkiye'de üretilen brendi'lere, kanyak denmiştir. biraz çakallık.
halk arasında da ikisinin kullanımı karışmıştır.
zaten kanyak fabrikası kapatıldı ve kanyak geçen sene yasaklandı.
tam olarak "terörist heykeline bastı diye kendi askerini cezalandıran ülke" olan başlıktır.
bu ülke türkiye. Dünyanın hiçbir yerinde görülmeyen tavizler verilik teröristlere bu ülkede.
bu ülkede teröristler kendi heykellerini diktirebilirler. sonra mahkeme kararıyla o heykel indirilince, heykele basan bir asker de cezalandırılır.
ne günler görüyoruz allah'ım? adam pkk'lının heykelini türk topraklarına diker. dünyanın neresinde görülmüş bu? abd'de usame bin laden heykeli dikilmesi gibi bir şey bu. sonra bir asker kardeşimiz o heykele basmak suretiyle fotoğraf çekilir. bunu "Toplumun bir kesimi tarafından önemsenen, değer verilen o heykele bazı kamu görevlileri çirkin, rahatsız edici ve kabul edilemez bir davranış göstermişlerdir." diyerek karşı çıkarlar.
ulan o adam bu ülkenin veya bu toplumun bir değeri mi? vatan haininden söz ediyoruz! vatan haini, bu ülkenin askerinden daha değerli olmuş! işe bak amk!
bu ancak türkiye'de olur işte. sen türkiye topraklarına, türk düşmanı bir adamın heykelini dikersen istediğimizi yaparız. burası bizim ülkemiz!
sinirlendim yine...
eğer devlet gerçekten devletse, türkiye'nin devletiyse ve bu ülkeye azıcık saygıları varsa, o askere sahip çıkarlar.
bu arada arkadaşlar seçimler yaklaşıyor. kimsenin partisine radikal bir bağım yok. ama şunu bilelim, atatürk'ün kurduğu seküler ülkemizi korumanın vakti geldi artık!
Umarım dediğini yapmasına izin verirler dediğim adam. en çok da hoşuma "koltuğa yapışıp kalmak yok" kısmı gitti. zaten chp'nin bu hale gelmesini koltuğa yapışıp kalanlar sağladı.
desteklediğim adam. chp'den bi' adam çıkarsa o kişi bu olur. gerisini salla...
Kaliteli bir sayfayken son paylaşımlarda klasik ırkçı çocukça paylaşımlara ağırlık vermiştir. Yeni adminler mi aldılar, ondan dolayı mı bilemiyorum. Ama zaten turkish politic bilmem ne diye bir sayfada yeterince ırkçı ve çocukça "biji"li paylaşım yapılıyordu. Böyle bir sayfaya yakışmıyor açıkçası.
türk kadınlarının hakettiği ihlallerdir. hemen kızmayın, sebebini anlatacağım!
türkiye'de kadınların ikinci sınıf vatandaş olarak görülmesinden rahatsızlık duyan bir insan olarak bunu her belirttiğim yerde en fazla kadınlardan tepki aldım. "işe girin, erkeklere muhtaç olmayın, okuyun, sizi ikinci sınıf vatandaş olarak görenlere karşı çıkın" dedikçe, kadınlar öfkelendi.
Türk kadını sülük gibi yapışıp, asalak gibi yaşayacağı bir erkek istiyor. bir "baba" istiyor tabiri caizse. eşten çok efendi istiyor. kendilerine hükmeden birini istiyorlar. çalışmıyorlar, evde yatıp döt büyütüyorlar. "ben bilmem beyim bilir" modunda hepsi. sonra erkekler tarafından eziliyorlar. biz de onlara haklarını aramalarını söyleyince çemkiriyorlar.
çünkü bu durumdan memnunlar. eşitlikten çok rahatlarına düşkünler. kendilerine her istediklerini yaptıran sevgililer/kocalar onlara çok koymuyor. çünkü sonuçta onun ekmeğini yiyorlar. kocaları her türlü sikişi yapıp bakire kız isteyince buna ses çıkarmıyorlar. ve bir kültür şoku olarak facebook vs var. facebook kapattıran sevgililer. te allah'ım!
geçen gün kızın biriyle kadın hakları hakkında tartışmaya girdik. kız dediklerimi anlamadığı gibi avrupa'nın daha kötü durumda olduğunu, türkiye'de kadınların daha fazla özgür olduğunu iddia ediyordu. dediğin şey "türkiye'de kadın profesör sayısı avrupa ortalamasından fazla". bu demek ki Türkiye kadın haklarında çok ileride. bak sen! bana "istatistikle konuşuyorum" deyip, beni avrupa özentiliği ve cahillikle suçladı.
şimdi türk kadınının geneli bu görüşte. yani biri gelip kadınlara özgürlük verse "hadi lan yeni yeni adetler çıkarma başımıza" deyip yollarlar. bu yüzden türkiye'de kadın ikinci sınıf vatandan olmayı hakediyor. tabii bu düşüncede olmayan kadınlarımız istisna. onlara ikinci sınıf demiyorum zaten. ama toplumun genelinin hoşuna gidiyor bu. kendileri bu durumdan hoşlanıyorlarsa bize b*k yemek düşer. ataerkil toplumu seviyorlar, her fırsatta ezilmekten hoşlanıyorlarsa diyecek bir şey yok.
diğer uyuşturuculardan daha güçlü ve ölümcül. bu uyuşturucudan doğan sorunları her yerde görebilirsiniz. buna rağmen bir insan hala bunu kullanıyorsa aklından şüphe ederim. hiç mi kendilerine acımıyorlar? bir de bunu kullandığını övünerek anlatanlar var. övüp milleti özendirmeyin, zehrinizi başkasına yaymaya çalışmayın.
çoğu şehirde olan, ve bugün limonata kola vb. satan mekanlardır. 10 ağustosta içki satışı tekel de olsa, bar da olsa yasakmış. Biz bugün bunu gördük. ühühühü...
Şaka maka bağdat caddesindeki barlar sokağında, milletin mekanda kola limonata falan içmesi oldukça komik bir görüntüydü. Ehühüehüehü!
silifke'de çekilen bölümünde bir piçin evrimi anlatılmıştır.
Atarlı bir ingiliz oğlanıyla, kaşar bi' ingiliz kızını alıp mersin'e götürdüler. kız fazla huysuzluk çıkarmadı, ortama uyum sağlaması daha kolaydı. Ama abi çocuk ilk başta bayağı piçti. hatta bölümün başında evin babasıyla aralarında geçen gerilimli dakikalarda "aha mevzu çıkacak, yumruk yumruğa girecekler" demiştim. ama allah'tan çıkmadı. adam sabır&disiplin ikilisini süper uyguladı. şahsen baştaki piç ingilizle, sondaki huzur evinde yaşlı kadının ağlamasına içerlenen çocuk aynı değillerdi sanki.
kız ise çok zorluk çıkarmadan ortama uyum sağladı. sadece bir ara kıyafet mevzusu çıkıyordu ama büyümedi o zaten. e napsın kız amk, ben istanbul sıcağında soyunup dışarı çıkmak istiyorum, elin beyaz ingilizi gelmiş mersin sıcağında duruyor. iyi ıstakoz olmadılar.
ama evin babası bayağı iyiydi. yani bir gün evlenip barklanır, çocuğum olursa, öyle bir baba olmak isterim. adam dövmeden, sövmeden, istediğini yaptırabiliyordu. bayağı otoriterdi yani. iyi bulmuşlar öylesini. başka türk bir aileye verselerdi adam ya uğraşmaz, yada döverdi bunları. eüheühüehüe!
sonunda da tahmin ettiğim oldu. en çok sorun çıkaran velet Riche midir nedir, "gitmek istemiyorum" ayağı yaptı. tahmin ettiydim, bu tarz programlarda en çok memnuniyetsiz olan gitme günü geldiğinde aslında kaldığı yeri sevdiğini fark eder.
evin annesinin de ingiliz kızla yarı ingilizce yarı türkçe konuşması bana assassin's creed'i hatırlattı. ehüehüeheühü! ama evin çocuğu çok geride kaldı lan. onunda işin içine katılmasını isterdim. neyse...
kısacası türk ailenin bir şekilde ingiliz veletlerini adam etme öyküsüydü bu. kız da bulaşık yıkayan ev işleri yapan birine döndü. bundan sonra kızından şikayetçi olan ingiliz aileler bize gönderirler inşallah hep. egfgfgrhgrdgfz
program eğlenceliydi ama bir türk için türkiye'de geçen bölümü dışında ilgi çekecek bölüm yok. haa, bir gün bize de uyarlarlarsa böyle bir şey güzel olur. mahallenin elinde tespih, cebinde kurusıkıyla dolaşan, tofaşta son ses müzik açıp lise çıkışlarına kavgaya giden kekolarını da alıp dünya'nın başka bir yerine götürseler. sonra da geri getirmeseler. olabilir bak güzel fikir.
Tam adı Kathryn Prescott olan 1991 doğumlu ingiliz hatun. skins dizisiyle ünlenmiş. şimdilerde amerikalara gidip finding carter adındaki mtv dizisinde oynamaktadır. bir aralar fena sarmıştım bu hatuna. öyle böyle değil. kime resmini gösterdiysem de "öyk abi, hiç güzel değil" dediler. mına koduklarım, güzel işte, taş gibi kız nesini sevmiyorsunuz...
Şu fotoğrafın altına yazdıklarıyla gerçekten çok saçmalamış ve faşistlikten caniliğe seviye atlamış bir sayfadır.
Milliyetçi bir ailede büyümüş, anti-milliyetçi bir şahsım. Zaten bu sayfayı da takip etmem. Arkadaşlarım çok takip ediyor ve saçma sapan ırkçı fotoğrafları paylaşıyorlar. Bazen ben de bakıyorum ne var, ne saçmalamışlar yine diye.
Genel itibariyle ırkçı bir sayfa. Bunu zaten biliyoruz. Kürtlerle ilgili "komiklikli" resimler falan paylaşıyorlardı. Çok umurumda değildi bu. Çünkü zaten internette tonla var bunlardan. Kendi çaplarında ırkçılık yapıyorlardı işte.
Ama bu fotoğrafın altına yazılanlar gerçekten beni şaşırttı. Bu sayfanın bile bu kadar zekadan yoksun, canice bir ırkçılığa girişeceğini sanmıyordum. Fotoğraf sorun değil, umurumda da değil. Ama Filistin için "Orada çocuklar ölüyor, onların suçu ne?" tarzında yorum yazanlara "Doğurmasalarmış o çocukları. O çocuklar doğarak ölmeyi hakediyorlar" diye cevap vermiş.
Ne kadar basit bir düşünce? ölen bir çocuğa "hakediyor" demek. Ve o yorumu beğenen 100 küsur insan. herhalde diyecek başka bir şey yok. daha çok şey zırvalamış, ama merak eden okusun facebook'tan. onu da buraya yazmayacağım.
Kendine milliyetçi diyen arkadaşlar; milliyetçilik bu değil. Bu tam olarak kompleks. Müslümanlıktan dolayı Avrupa'nın kendisini dışladığını düşünen, bu yüzden sözde Türkçülük yapıp Müslüman devletlere kin besleyen, Avrupa özentisi insanların düşüncesi bu. Senelerdir Amerikan filmlerinde "esmer tenli Türk terörist" imajının getirmiş olduğu bir kompleks. Senelerdir Türklerle Arapların, Batı medyası tarafından aynı olarak algılanmasının getirdiği bir kompleks.
Bu kompleks o hayran olduğumuz Avrupa'yı sadece güldürür.
"hadi amk bitsin de üniversiteye gidek" düşüncesiyle, orada harcanan her saniyeye lanet ettiğimiz lisenin bitimindeki şoktur.
1 hafta önce liseden mezun oldum. büyük ihtimalle üniversite sınavını da kazanamadım. kafamda deli sorular:
soru 1: bir haftadır boş boş evde oturuyorum, ps3 oynuyorum, bira içiyorum. ne bok yiyecem lan ben?
soru 2: babam sürekli "iş bul" diyor. tırsıyorum çalışmaktan. ne bok yiyecem lan ben?
soru 3: askerlik yaklaşıyor. ne bok yiyecem lan ben?
ve tüm bunların üstüne daha şimdiden çok özledim o günleri. lise koridorunda mal mal dolaşmak, öğretmenlerle taşak geçmek, seni asla sevmeyecek bir kıza açılıp reddedilmek. oğlum çok güzel şeylermiş lan bunlar. kaç gündür rüyamda liseye gidip geliyorum. uyanınca "haa ben mezun olmuştum. hay haaamına!" diyorum.
siz "liseli liseli" diye dalga geçiyorsunuz ama ben tekrar liseli olmak için neler vermezdim.
içimi olumsuz bir duygu kapladı son zamanlarda. nedenini çözemiyorum. Galiba alışık olmadığım ortamlarda bulunmam ve oralarda da tutunamamam en büyük sebebi. etrafımdaki insanlar ilerlerken, tepelere çıkarken ben hem okulumda, hem de sosyal hayatta başarısızlıktan başarısızlığa koşuyorum. bunun yaşattığı sinir bozukluğunu tahmin edersiniz. herkes yaşamıştır bunları. Ama benim kadar uzun ve umutsuz geçmemiştir bu süreç. biraz anlatayım, belki rahatlarım. belki birileri okur da beğenir falan, dinlendiğimi hissedip mutlu olurum.
***
koştuğumu hatırlıyorum. kahkahalar atarak çimlerin üstünde koşuyordum. tam olarak neredeydim bilmiyorum. (hala oranın neresi olduğunu bilmiyorum) ama ormandı. ormanın otoyola yakın bir piknik alanı. etrafta top oynayan veletler, mangal yapan amcalar, muhabbet eden teyzeler. ve tüm bu huzurlu piknik alanını, bu aile ortamını bok eden, deli dana gibi gülerek koşturan bir sarhoş. ben.
"durun beni bekleyin!!!"
koşmaya devam ettim. onlara yetişmeliydim. kimlere yetişmeliydim? o an kim oldukları önemli değildi. iki kişiydiler. biri kız biri erkek. ormandan çıkıyorlardı. çıkmadan yanlarına gitmeliydim. peşimdekiler beni yakalamadan. derken kızla erkek durmuşlardı. "beni bekleyin!" dedim durdukları halde. biran arkamdakilere bakayım dedim ve çimde ayağım kaydı. kendimi yerde bulduğumda bir kişi kollarımdan kavradı beni. "abi niye kaçıyosun!" dedi uğur. uğur iyi bir arkadaştı. ben o istiklalde sarhoş olduğunda, ona sahip çıkmamıştım ama o, ben istanbul dışındaki bu ormanda sarhoş olduğumda bana sahip çıkıyordu. ki ben sarhoş olduğumda ne kadar zapt edilmez olduğumu biliyorum. uğur beni kolumdan tutmuş bizimkilerin piknik yaptığı yere götürürken ben peşinde olduğum kız ve erkeğe döndüm, "benim için de bira alın! parasını öderim..." dedim. derken sinirli bir şekilde uğur ve bana bakan kübra'yla karşılaştık. önce bana bir tokat attı. sonra "sen tanımadığın bir çocuğun doğum gününe niye sarhoş geliyosun ya!" dedi. tekrar tokat attı. uğur'a döndü, "buna niye içirdin? içince sapıttığını bilmiyor musun?" dedi.
"beni dinlemiyor ki!"
"o zaman getirmeseydin arda'yı!" (arda ben oluyorum)
"sen davet etmedin mi?!"
"içip içip ortamın huzurunu kaçırsın diye davet etmedim!"
"Ben napıyım o zaman?"
"o zaman gidin abi!"
ben bu konuşmayı dinliyordum sadece. tartışma benim yüzümdendi ama sadece dinliyordum onları. uğur, kübra'nın bizi kovmasına çok sinirlenmişti. "kalk gidelim abi!" dedi. benim de diyebileceğim hiçbir şey yoktu. "peki" dedim sadece. uğur çantasını falan aldı. benim hiçbir şeyim yoktu. kübra yanımızda dikiliyordu. uğur'un ciddiyetini anlayınca "tamam tamam gitmeyin, ama ayıltın şunu!" dedi.
***
bazen kendimi yeraltından notlardaki isimsiz başkarakter gibi hissediyorum. insanlardan çok uzak, sevimsiz, hoş olmayan şeyler yapan ve bunun sonucunda yalnız kalınca yine diğer insanları suçlayan. Ama bu çok daha kolay değil mi? sonuçta bir şeyin yanlış olduğunu bilsek zaten onu çok tekrarlamayız. yada yanlış olduğunu sadece biliyoruzdur ama farkında değilizdir. bu yüzden etrafı suçlamak daha kolay.
gecenin bir saati istiklal'den anadolu yakasına dönüyordum. ataşehirdeki evime rahat rahat gitmek varken, annem telefonla beni aramış ve beykoz'a gelmemi söylemişti. lakin o saatte otobüs kalmamıştı. kadıköy'e gidip oradan bir minibüsle evime gitmek varken, annem sürekli arayıp ebesinin beykoz'una gelmemi, bir yolunu bulmamı istiyordu. neden beykoz'a gitmemi istiyordu bilmiyorum. aile büyüklerini görmem için mi? aile büyüklerini sabah da görebilirdim.
dayım metrobüsteyken aradı. eğer boğaz köprüsünü geçtikten sonra ilk durakta inip aşağı doğru yürürsem otobüs duraklarını görecekmişim. oradan beykoz otobüsü geçiyormuş. iyi peki dedim. indim köprüden sonraki ilk durakta. aşağı doğru yürümeye başladım. ama arkadaş, yollar labirent gibi. sanki puştun biri kağıdı rastgele karalamış ve yolları da o kağıdın üzerindeki çizgilere göre yapmışlar. zaten hava da yağmurlu, gelen geçen araçlar bana su fışkırtıyo. bir de alkollüyüm iyice mayışmışım. "sikerim" dedim içimden, "metrobüse geri dönüyorum, oradan kadıköy'e geçer, minibüsle eve giderim" dedim. metrobüse giderken yolda telefonum çaldı, bir araba daha su fışkırttı üstüme. iyice sinirlenmiş bir halde açtım telefonu.
"ben gelmiyorum evime gidiyorum!"
"ya bak sen aşağı yoldan inmedin mi? otobüsleri görmedin mi?"
"bi sik göremedim dayı!"
"ne diyon lan sen!"
"burada bi sik yok diyorum!"
"doğru konuş lan benle!"
telefonu yüzüne kapattım. onunla laf dalaşına girmek istemiyordum. tekrar aradı, meşgule verdim. kadıköy'e geldiğimde iyice mayışmıştım. eve de gitmeyi gözüm yemedi. ege diye bir arkadaşım vardı orada oturan. onu aradım. o gece orada kaldım.
bu olayın üzerinden 1 ay geçti. dayım hala benle konuşmuyor. özür dilemek için arıyorum, telefonu açmıyor. beykoz'a gittim geçen gün. görmezden geldi. açıkçası çok da sikimde değil.
***
rüzgar yüzüme çarparken hissettiğim huzuru son zamanlarda hiçbir şey sağlamadı. motorda hızlı hızlı giderken yüzüme vuran sahil havası. hayır, motor kullanmayı bilmiyorum. hatta motorcu olan arkadaşım ege'ye her fırsatta motorları kötüleyip, arabaların daha iyi olduğunu söylüyorum. ama motorun arkasında giderken, birazcık gözlerinizi kapadığınızda hissettiğiniz şeyi başka ne sağlayabiliyor ki? bu huzuru motoru kullananlar anlayamaz, çünkü onlar gözlerini kapatamazlar. belki de anlarlar, ne biliyim, hiç kullanmadım.
ege, sevgilisine evlenme teklifi edecekti. çıktık yola. caddebostan sahilinden başladık, kartala kadar motorla gittik. kız kartal'da oturuyordu. evinin oraya geldiğimizde ege benim telefonumdan kızı aradı. "ne! apartmanın aşağısında mısınız? gerizekalı mısınız?! gidin pastahanede bekleyin, babam şimdi binadan çıkacak!". ege'nin bunu duymasıyla gözleri fal taşı gibi açıldı ve son hızla koşmaya başladı. anlattığına göre kızın babası aşırı sert ve iri yarı biriymiş.
pastahane'de kızı beklemeye başladık. kız geldi. çay söyledik. üçümüz çay içip muhabbet ediyorduk. kararlaştırdığımız gibi ben 5 dakika yanlarında durup, daha sonra tuvalete gitmek için izin isteyecektim ve 5 dakika ortalarda olmayacaktım. o sırada ege teklifi yapacak, yüzüğü çıkartacaktı. 5 dakika geçti ve "ooo yenge benim de midem doldu" dedim.
"nasıl?"
"bokum geldi yani. ben bi' tuvalete gideyim, beş dakika ortalarda olmam."
"ayol rol de yapamıyo!"
kalktım gittim tuvalete. aynada yüzüme baktım. saçımı falan düzelttim. oyalanabildiğim kadar oyalandım. telefonda birini aradım ve biraz muhabbet ettik (kimdi hatırlamıyorum). bilerek işi gırgıra vurmuştum. çünkü ege ve deniz arasındaki ilişki bu şekildeydi. ben de onların yanındayken böyle konuşuyordum. sonunda yanlarına geri döndüğümde kız çoktan yüzüğü takmıştı. "buranın tuvaletine hiç sıçtın mı yenge? öneririm valla çok rahat!" dedim
dönüş yolunda ege bana teşekkür ediyordu. "oğlum valla çok sağ ol lan, beni yalnız bırakmadın böyle bir günde". bir şey değil dedim. "dur bak deniz'in bir arkadaşı var xxx diye (unuttum adını), sana onu ayarlıyım kız çok güzel ve iyi huylu biri. eski erkek arkadaşı ona çok kötü davranmış. sırtında sigara söndürmüş falan. ona iyi davranacak, onu üzmeyecek birini arıyorduk biz de. ona sahip çıkacak. senin kimseyi üzmeyeceğini biliyorum. yapayım mı aranızı?" dedi. ne çıkar ki dedim, içimden, "iyi yap o zaman" dedim. "amaaa, alkolü ve gece hayatını bırakacaksın. sana güveniyorum ama o kızın daha fazla üzülmesini de istemiyorum." dedi. "o zaman siktir et, gece hayatını bırakmam, alkolü sikseler bırakmam." dedim.
***
istiklal'de, barlardan bir tanesindeydim. tek başıma içmiştim ve kafam iyice kıyak olmuştu. yan masada bir arkadaş grubu vardı. kimdi onlar tanımıyorum. ama birileriyle çok fazla konuşasım vardı. ve itiraf edeyim, kızlar da güzeldi, bunun da bir etkisiyle yanlarına bir sandalye çektim. "dostlar, size şu dünyada en değer verdiğim insanlardan biri hakkında konuşacağım!" dedim. biranda yanlarına gelen bu sarhoşu hiç garipsememişlerdi. bunun sebebi onların da biraz kafalarının gidik olmasıydı herhalde. "kim?" diye sordular. "fyodor mihayloviç dostoyevski." dedim. ve kitapları, kişiliği hakkında döktürmeye başladım. bu benim içtikten sonra ilk dostoyevski'den bahsedişim değildi. son da olmadı. ardından freud'dan bahsetmeye başladım. konu iyiden iyiye cinselliğe geçiyordu. kızlardan bir tanesinin niyeti aşırı bozuktu. ben konunun gittiği noktayı beğenmemiştim. alkol bende cinsel isteksizlik yaratıyor.
konuyu değiştirmek için felsefeye girdim. masada duran bir telefonu gösterdim, "bakın şimdi, eğer tanrı yoksa, bu telefonla benim sonum aynı. yani yok olmak. sonu aynı olan bir maddenin diğerinden değer olarak farkı yoktur. doğal olarak bir insanla bir telefon arasında, hatta evrenle bir toz arasında ne değer farkı var ki? sonumuz aynı olacaksa bu kadar yaşamanın ne önemi var ki?" dedim. niyeti bozuk kız "ben seks yapabilirim ama telefon yapamaz" dedi gülerek. bir şekilde konuyu sekse getirmeyi beceriyorlardı.
madem bu konuları konuşamıyorduk, özel hayatımdan bahsetmeye başladım, dertlerimden sorunlarımdan. ama felsefe bırakmadı beni. tekrar felsefeye girdim bir şekilde. masadaki çocuklardan biri "hacı dinliyorum seni ama anlamıyorum. ama güzel konuşuyosun, anlat devam et" dedi. devam ettim.
sonunda kalkmaya davrandılar. kızlardan biri "şimdi xxx'e gidiyoruz (neresi unuttum), sen de gelmek ister misin?" dedi. herhalde alkollüyken daha mantıklı düşünüyorum ki "hayır" dedim.
***
pikniğe geri dönelim. kübra en son "tamam kalın ama ayıltın şunu" demişti. o sırada yine o ortamdan ama hiç muhabbetimin olmadığı bir kız beni kolumdan tuttu ve "ben bunu ayıltırım şimdi" deyip götürmeye başladı. ne olduğunu anlamamıştım. kız beni diğer insanlardan iyice uzaklaştırıp ormanın derinliklerine götürüyordu. ve o an içi fesat olan benim aklıma ilk ayıltma metodu olarak o malum şey geldi. hatta bayağı bayağı "kız beni papstırmaya götürüyor" diye düşündüm içimden ve sonra içimden bir başka ses "kaç arda kaç! hazır değilsin buna!" dedi ve kızın elinden kurtulup kaçmayı düşündüm. ciddi ciddi korktum kız benimle ilişkiye girecek diye.
sonunda bir hamağın yanına geldik. hamağın etrafındaki tek insan yerde oturup keman çalan bir çocuktu. kız beni hamağa yatırdı. yanıma oturdu ve "anlat bakalım niye bu kadar içtin? derdin ne?" dedi. ben de anlattım. sevdiğim kızdan bahsettim, onun için ne kadar çaba harcadığımdan, kendimi değiştirmeye çalıştığımdan bahsettim. ama sonunda bir arkadaşıma gitmişti kız. ihanete uğramama mı yanayım, ihanete uğrayan ben olduğum halde, o arkadaşım olacak puştun diğer insanlar tarafından daha fazla sevilmesinden dolayı "kötü adam"ın ben olmama mı yanayım bilemiyorum.
bunları anlattım işte. uzun uzadıya. tavsiye klasiktir; "siktir et."
daha sonra konu çizgifilmlere geldi. daha renkli konular konuşuldu. ama diğer konu unutuldu mu? belki belli bir süre.
***
rahatlamak için yazdım. belirli bir zaman sırası aramayın. aklıma ilk gelen olayları yazdım.
içiyor olabilirim, ama koşarak kaçmak ve saçmalamak dışında kimseye bir zararım olmadı (bir kaç olay hariç). en azından kimsenin sırtında sigara söndürmedim. (ki sigara içmem de)
işte böyle bir hayat benimki...
not: bu entry, bu entrynin bir nevi devamıdır: (#23695226) ama dediğim gibi, olaylarda belirli bir zaman sırası yok. isterseniz diğer entry bu entrynin devamı olsun...
edit: ayrıca doğum gününün sahibinden sonra özür diledim.
edit2: bu arada sonradan öğrendim ki keman çalan çocuk ilkokul arkadaşımmış. ama piknikte ikimizde bunu farkedemedik. hatta 1. sınıfta en yakın iki arkadaşımdan biriydi.