Bilmem nerden esti kaldırdım kafamı baktım etrafıma gördüğüm şey insanlarda hedefin olmadığı ve nereye yürüyeceğini bilmemeleriydi.
Farklılık derler ya hep insanlar bence önce kendi farklılıklarının özdeğerlerinin farkında olmalılar bilmeliler nedir kendini mutlu eden, nedir mutsuz eden ve o kişiyi mutlu edecek, kendi farkını yansıtabileceği bir iş yapmalıdır.
Bu sadece iş midir?
Bence bu hayattaki her alandır insanlar mutlu olmayı ve hedefini belirleyip ona doğru ilerlemeyi bilmelidir.
işte beni mutlu eden kişi belkide benim herşeye başarı ile bakmamı sağlayan kişi sen kendini çok iyi biliyorsun, sana çok teşekkür ederim. http://mustafaresulaydin.blogspot.com/
şairin suçu! bir resimde gibi olmak endişesi
terliklerle fırladım arkandan bir bilsen
endişe ve suç, turunu vida, mavi kedi
insanız ya canım etken veya edilgen
bir tek salonu olan ev hanımı kederi...
ah evet acı, bereden taşan saçların kadar
rutubetten kuruyamamış bir çarşaf gibi ağır
terminale bırakıyorum kendimi kimimi kimsemi
illerden gelen adamlar, kasket, kasvet ve kehribar
tatulasın sen desem şimdi soracaksın nedenini
ben de sorardım mesela insanlar neden ağlar...
şair burada bizden söz etmiş, onlar bilmez sevgilim
kırbinsinek konar acının üstüne onlar görmez
şeytan aldı götürdü beni, bulamazsın onlar ne gerek
ölmek değil canım sakat kalmak korkusu sanki
bize rüyanın değil uyanıklığımızın tabiri gerek.
geleneksel türk hamasetperverliğinin en gülünesi örneklerinden biridir.
asıl adı futbolda şiddet ve düzensizliği önleme platformu çözüme doğru 2 dir. babasının merhum hasan doğan olduğu söylenmektedir. ama şimdi izmirli presentabıl eyyamcı mahmut özgener'in velayeti altındadır. ben genç fidanımızı ciddiye alanların söylediklerine göre, ailede terör estiren iki külhanbeyi dayısı vardır. bunlar mahalleye olduğu gibi birbirlerine de düşmandır. bu düşman dayıları aziz yıldırım demirören kardeşlerin üzerinde gözü olduğu söylenmektedir, ama ispat edilmemiş hiçbir suç suç değildir düsturunca, adammış gibi dolaşmalarına müsaade edildiği söylenir. şimdilik iki yaşında olan bu genç fidanımız büyüyünce türk futbolunun iskenderi olacağı iddia edilmektedir. güya büyük iskender olup türk futbolunun makus talihini ve tabii ki hepimizi de kurtaracakmış.
ismet özel'indi sanırım, "türkler hiçbir şey yapamayacaklarını anladıklarında toplantı yaparlar" diye bir söz vardı. vallahi buraya cuk oturdu.
bu sıralar londra'nın efsanevi otobüslerinde sıklıkla rastlanan mizahi bir reklamdır. bu fikir, dünyanın en meşhur ateistlerinden richard dawkins'in de içinde bulunduğu bir ekibindir. arkadaşlar geyik niyetine, paranın ne önemi var canım deyip üç yüz bin pounda kıymış ve ingiltere sokaklarını şenlendirmişlerdir. şad olsunlar. ee dosto baba boşuna demedi 'tanrı yoksa herşey mübahtır' diye.
allahın dediğime bakmayın, kutsala dair herhangi bir gönderme yapmıyorum. elbette mal da mülk de allahın bundan şüphemiz yok (tam da şu cümlede bazıları acemice bileylenmiş cümleler kuruyor ve ziyadesiyle kuduruyordur albayım, bırakalım kursunlar bırakalım kudursunlar)ne gam ki sadece salaklar demeye gönlüm elvermedi.
bunlar salaktır. çünkü hiçbir halt bilmezler. bildiklerini zannederler. zanlarıyla kurdukları dünyanın karanlığından gözleri de görmez olmuştur. ahmaktırlar. ahmakın içerisinde 'ama'lık gizlidir; kördürler. bu topraklarda hiçbir zaman tam anlamıyla anlaşılmamış materyalizm, pozitivizm gibi deli gömleklerinden neşet etmiş piçlerdir. gayri meşrulukları kurdukları cümlelere de sirayet eder. siyaset bilmezler ama siyasi bir pornografinin gönüllü figuranlarıdır. tarih bilmezler ama tarihi yazdığı söylenen kazananların metresi olmaya can atarlar. edebiyat bilmezler, çok şükür bu coğrafyada iştahlarını kabartan bir şey göremedikleri için uzak dururlar. felsefe bilmezler, isyanı istismar eden akımlarla halvet olurlar. dine dair hissiyatın dokunulmazlığını bilmezler, boklarını kurcalayan domuzlar gibi insanların zihnini ve kalbini kurcalarlar. tanrıyı bilmezler, çağdaş sodomlarda kaptıkları hastalıkları saf zihinlere de bulaştırmaktan ar etmezler. vicdanı bilmezler, kendi masalarına meze olsun diye can atarlar. yazının haysiyetinden haberleri olması beklenemez zaten, ama haysiyetin insan için olduğunu bilmemelerine ne denir?
dünyanın -geleneksel doğu toplumlarını istisna tutarsak- kendi tarihine, geleneğine, diline, edebiyatına, düşüncesine, kültürüne, kendisinin olmasa da yaşadığı coğrafyadaki milyonların dinine, peygamberine, kitabına, tanrısına, kutsalına, vicdanına bu kadar kin besliyen bir millete dense dense allahın salakları denir efendim. ama siz yine de allahın dediğime bakmayın, kutsala dair herhangi bir gönderme yapmıyorum.
her zaman diyorum, bu hükümetin en zayıf karnı memur maaşları diye, adam gibi bir muhalefet partisi olsa yalnızca şu memur maaşlarından hükümeti devirir, maliye bakanını da maymuna çevirir. bu eşit işe eşit ücret geyiği de artık hiçkimsenin izlemeyeceği kadar kötü bir tiyatro oyununa dönmüştür. zavallı memur da (ahh ah!) öğretmen zoruyla notum artar ümidiyle sıkıcı törenlere katılan ilkokul çocukları gibi bu boktan tiyatroyu izliyordur. *
şimdi ntv'de duydum, türk sanat müziğinin duayenlerindenmiş. ölmüş. bazılarını öldüğünde tanıyoruz, garip hayat. Ama bizim gece gündüz'ün gözlüklüsü sanki adamı yıllardır tanıyor gibi saygıylaanıyoruz yavşaklığında. hadi len ordan ismini program esnasında duymadıysan ben de adam değilim. *
Çok güzel bir Haydar Ergülen şiiridir. Dervişane bir hüznü armağan eder okuyana.
kim olsun kimse gibi aşkın hüsnüyusufu
susan o dinleyen o su gibi susayan o
alıp satılan çile yanıp yanılan mecnun
sorunca bir keşişin -yalnız bakışlı biri -
gam yüküne karışmış kalbindeki uykuyu
kim gülüyor üstüne çarşıdaki abdalın
yükü taş olan şaşkın hırkası kum denizi
ırmağa sedef çeker gövdesi güz kokulu
boynuna ip uzatan yardan el almış bi kez
perçemi çizer sırrını bu dünya aynasının
kim hoş tutmuş üzülüp dağınık bedenini
oyuncu başıyla bir alicengiz eksik
hayat cinnete perde kuliste mübalağa
ölmeden bir çağırırlar fısıltı ülkesine
söyletirler ayna tutup: neyime cengaverlik
kim yaza benden ayrı şehr'içinde şehrengiz
kalbini küle tutmuş yangın gözlü hokkabaz
kendi kendine kanlı bu dünya sahnesinde
alkış ki ayıp ona bir başka dünya da yok
şaşırıp kimin yerine oyuna girse
kim acıta söz ile kalbi tamam olanı
münafığın tahtında altın tacı pas tutan
soyunarak toplanan bayrak açmış şeytana
sanki dünya beyazdır ya ak libas giymeye
bir çocuğun özründen tenine sağlık bulan
kim kalbini mezata düşürmüş boş diliyle
çerçi yok dükkan yok sanki ya ferman verilmiş
güya dünya kalp pazarı mülk niyetine
kalp kalesi beyiydim avcı ilmine kandım
eskidim kocadım düştüm pul kıymetine
ayaküstü yazılmış bir şiirdir, kimin tarafından yazıldığı belli değildir. fakat süleymaniye kütüphanesindeki yazmalarda tarih öncesinde yaptığı densizlik sebebiyle haddini bilmeyen zavallıya ayar vermek için inşad edildiği söylenir.
ağzına bir tutam bal çalınan arsız
üç kuruşluk aklınla ayar mı verdin
bilgelik lağımından b.k çalan hırsız
iki cümle kurdun da göğe mi erdin
aslında doğrudan 'öküz' deyip geçerdim. ama bu sefer de bazı zeka kırıntısına sahip olanlar tarafından yanlış anlaşılabilir ve 'lan bu öküz dergisine gönderme yapıyor galiba' çağrışımına kurban gidebilirdi. ya da efendim tanım içermiyor diyerek sözlük otokrasisi tarafından idam edilebilirdi. o sebeple bu açıklamayı boynuma borç bilerek başlıyorum açıklamaya:
mizahtan anlamak yürek ister efendim; acıyı, kederi ve çaresizliği hararetle kucaklamak öyle herkese nasip olmaz. ayrıca konuya ilişkin a. turan alkan hocanın 'mizaha meyyalim vallahi dertten' yazısına da bakabilirsiniz. daha fazla açıklamaya da gerek duymuyorum, ağzına bir tutam bal çalınan arsızı bile iyi seç demiş eskiler. *
yine yanlış anlamışım dünyayı. oysa ben bir lanet içre yaşadığımı zannederdim; kutlu, kimselere nasip olmayacak bencileyin bir lanet. meğer o bile çok görülmüş bize, belki de bunca sıradanlığı bir mucize olarak kabul etmem bundan. oysa hak edilmiş bütün dertleri yüklenecek, işlenilmiş bütün suçları üstlenebilecek kadar geniş bir yüreğe sahiptim. handiyse elimdeki elmasla ayağıma bir çarık almaya vardım bugün; değer bilmezlerin ülkesinde insanın en değerli mücevehlerini, kırk pazarda teşhir ettim, kırk makamda şarkısını terennüm ettim de bir bakan olmadı. zerdüşt değilim ki dağa çekileyim. dili yamalı bir dervişim halvet der encümene takılıp kaldım. yine yanlış anlamışım dünyayı. şimdi kendimden başka kimseyi anlamamaya yemin ediyorum işte. şairin söylediği gibi 'doğadan bir vahiy bekledimse boşuna/ baktım akşam herkesin kabul ettiği kadar akşamdı'
tarih kitaplarında tarikat-ı ilhaniye olarak da geçer. tarikat şeyhlerinin tevarih-i tarikat-i rafıziyye-i ilhaniye'nin tezkirelerinde tarikatin ömrü boyunca tek bir şeyhin varlığından bahsedilmiştir; bu tespitin yapıldığı varağın sağ üst köşesinde 'zaten onun da varlığıyla yokluğu birdir' diye muzip bir mürid tarafından yazıldığı anlaşılan derkenar olduğu rivayet edilir.
Yine de tarikatin şeçeresine dair araştırmalar devam etmektedir. Tarikatın amentüsü ve düsturları hakkında birkaç varak nüshanın bulunması araştırmacı ve karıştırmacı yazarların konuya daha da yoğunlaşmasına sebep olmuştur. Yeri gelmişken söyleyelim ki bu tarikatin bugün böylesi bir ilgiye mazhar olmasının en mühim ve muzip sebebi mezkûr tarikatı tarihin tozlu sayfalarından bulup çıkaran değerli araştırmacı -yanlış anlaşılmasın karıştırmacı değil araştırmacı- zahmet nuran yalkan hoca efendidir.
süleymaniye kütüphanesinde tarikatin onursal şeyhinin el yazması eserleri vardır diyen olursa inanmayın yalandır. süleymaniye'deki el yazmaları kataloğunda 1311 kayıt nolu nüsha ilhanlı hanedanına mensup olduğu yazan ve döneminin mühim münevverlerinden olduğu iddia edilen -fakat bu zamana dek maatteessüf herhangi bir kanaati ya da eseri bulunamamıştır- bir şakinin saray hazinesinden çaldığı değersiz bir tereke olduğu ispat edilmiştir. Ayrıca bu zamana kadar yapılan araştırmalar ve elde edilen verilerin gösterdiği kadarıyla Selçukluların pek bilinmeyen kolundan olan Moğol taraftarı olarak temayüz eden ve genelde halk nezdinde makes bulamamış ve saray eşrafı, eşraf derken lafın gelişi elbette, herhangi bir iltifat anlaşılmasın- arasında taraftar bulmuş Rafızî bir mezheptir. Böylesi dar bir saray çevresinde neşet eden bu Rafızî mezhep Moğol akınlarını şehvetle bekleyen bir zümre isyancının da desteğiyle bir ara devleti tehdit etmeye kalkmıştır. Fakat kolluk kuvvetleri tarafından yapılan müteessir bir tetkikattan sonra, tırsılmış ve bizzat tarikat şeyhi tarafından ılımlı açıklamalar yapılarak bir dahaki fırtınaya dek yeraltına çekilinmiştir.
efsunlu bir uğur yücel tonuyla söylenmiştir bu söz; bu adamın bütün tonları efsunludur zaten. yalnızca bir film senaryosunun içinde öylesine yer eden repliklerden değildir bu; bizzat hayatın içinden sabırla damıtılmış kristal damlalardan mürekkep bir gerdanlık gibi asılıverir esas kadının boynuna. ardında ışıl ışıl istanbul; istanbul mu güzel bu gerdanlık mı diye tereddütte kalırsınız, geldim gidiyorum senin gibi güzelini görmedim diyerek hem cümlenin hem istanbul'un gönlünü alırsınız.
bir çiçek bahçesinde geceye durgun kalışın yağmur sıcağı gibi
öptüm sonsuz gidişinden. Saçlarının seyriyle seni
yolları aşklara davul çalıp çağrılmış yalnızlarla dolduran
akrepleridir duygunun. Karanlık ordulara güneşsiz sokulan
bunlar canlanınca ne ateş kirli taşlar ne böcek
şakakların sıcağında kuytu bir büzülüp ölecek
sabahsız kuşlara koşarsa durur mu evreni omuzlarında
bahar şenlikleriyle. Sürdüren ellerini yangın borularında
şaşkınlıkla başladı bu atlar bu savaşlar insan buluşlarından
burda biter düğün. Gidilir mi evin soğuğuna çölün sıcağından
gemilerimiz saklanır. Ağzımızda bir aşk kaçışı vardır buluşmaların
saplandık tadına. Durduk alnında yüreğe vuruşların
yollar sellere gider. Açılır parklar artık kuşlar dağılır
bir aşkı gözyaşlarıyla bulvara çağırmak hiç keseye mi kalır
çizildi yalnızlar. Senin gelişin ne de süvari köprünün diplerinde
geçer üstümüzden yağmur alan donanmalar. Kürek sesleriyle
koşu bitince aşk bir yorulmadır kaçılmaz kırbacından
sayılır günü geçmiş anlar boşalan hangi tüfeğin arkasından
oturur iki bakış ormanından gerilip bir masaya kollar
uzayıp uzaya giden akrebe katlanıp zincire gelmeyen yolcular
bu bizim sesimiz denizlere ateş gibi eller açılır ortasından
su konuşmaz toplanmaz kuşlar. Ne kazandık yaşamamızdan
biz harcandık anam hem kelimesiz kapandık
sevgi ektik. Sonsuz seçtik. Beğendik. Ama toprağı kazandık
sevinçle kaçın kurtulun ölümlerinizle. Yalnızlıkla ben kaldım
sevindiniz işte alın koşturun. Aha size son atım.
sevgililer yüzüne karşılık geldim
kaygı bağırdı gözevlerimde
günlerin yamanan yıldızlar
ve üzülen gökkuşaklarıyla
doluluğundan söz ediliyor
evlerde çocuklar arşınlanıyor
ve alkışlanıyor babalar
ki tütün başında
ekmek başında kabir başında
günler yenilenen bir isim
merdivenleri büyük ağzıyla çıkan meral
haftada üçer gün üçer hafta
ince uzun veya kahverengi
ve gelinlik sabah çatışmasında
yoğunlaşan yorgun artık ben
köprü ortasından yarılmış bu ara
organın ve güneşin salgınlığı
toprağa gelir gibi oldu an
başlar ikinci artık
beygirler uzağa kayıyorlar
bu arada gelinmeler
arkadaş yapıtlarına yar koyma
yöremdeki çimler
bu arada evimin içinde odaların birbirine düşman durduğu
ve hastalandıkları
çalışan yüreklere uzak
bekardan korkan ev sahiplerinin
kapılarda kızlık heykelleri
bu arada insanın yemeğe oturma çelişmesi
yemekten kalkma çelişmesi
erkek oluşunuza binaen
bu arada özel sıkıntılarımızın
kılıç kuşanmış hali
durmadan kanlanıp hatırladığımız
bunalan kadınlar
ben alda'yı bunalıyor görüyorum rüyamda
kırbaç gibi insanı saran etrafımızda
kelebek kanatları gözler
akılda kalan ağızlar
hatlar
seviyi yoran alkışlar
bir şehri paramparça edip
ortasından yarıp uykuları
evlerin sahanlıklarına
misafir odalarına
lavabonun altındaki dolaba
çocukların hücumluk yataklarına
iri erkeklerin şakaklarına
kadınların çırpınan dudaklarına
ve kızların sancaklarına sığınan
ve benim damarlarımda itişen uykulara
bir şehrin ortasından tren geçiyor
o şehirde büyük rüzgâr vardır
bir oyuncakçı vitrininin önünde
insanların durdukları ve duruşlarını
değiştirmedikleri trenle birlikte
şehrin ortasından oyuncak trenlerin
cezalandırmış şekilleri
kendisini buyruk
vitrine yapışık insanların kafalarındaki
içlerinden geçerken dönüp bakmadıkları
durdurup parçalamadıkları
önüne yüzer ellişer
yatıp apartman kadar
ağır tekerlerini üzerlerinden geçerken
öpüp ağızlarını ezdirmedikleri
noktanın sonuna kadar
bir sinir bir can yanmasıyla
bir parçamı
bir demir mengeneye
koyup sıkmak istiyorum mu nedir
dilimi
bir acı mı ne gerek
öyle uykum var ki
öyle istiyorum ki
o içinden marşandizler
şimşek gibi fırlayan
şehirde hemen
hat boyunda ilk tahta evde
derin yatakta
her an çığlıklarıyla
uyuyayım kıyametler
bir ejder geçsin
öyle tanıdığım
öyle canımın içinde
durup gelmeyince
morfin gibi arıyorum direnmeni
iğne üzerinde yüzün gelip
kuşatmıştı beni
ama düşündükçe Korkmak
yüzünle geldiğini
siz bilmezsiniz emrullah efendiyi. o yaralı bir kalbin, unutkan bir sevgilin dilinden düşen yaradır.. hafızanın bahçesinde oyunlar oynayan muzip cinlerin son kurbanıdır. büyüyen bir sevdanın içinde yolunu kaybeden bir derviştir. siz bilmezsiniz emrullah efendiyi, pek bilinmeyen bir öykünün yokuşlarında hayata kurnazca göz kırpan bir ihtiyardır. belki de golgotha yokuşunun kıyısında hiç gelmeyecek isa'yı bekleyen son havaridir. kalbimin sahibinin muhayyilesinde gizlenen bir güzel adamdır. siz bilmezsiniz emrullah efendiyi ama belki bir gün bir roman sayfasında karşınıza çıkıverir; kimbilir.
daha ilk sınavda çakmaya pek bir meraklı gençlerimizin son fecaatidir efendim. yazık ki hiçbir işte layıkıyla dikiş tutturamayan cehalet ve hamakat ehlinin kervan kalabalık görünsün diye beslediği figüranlar topluluğunun en trajikomik imtihanıdır bu sefer sözkonusu olan. eline verilen her oyuncağı bozmakla sorumlu yaramaz çocuklar kadar zararlı ama onların sevimliliklerinden hiç nasibini almamış koca eşekler bandosu gibi kakafonik ve enformatik bir çöplükte serenad yapıyorlardır kendilerini arzulayan muhteris efendilerine. yazıktır günahtır demenin alemi yok. beyefendiler kendi helvadan tanrılarının tezek kokan sözlüklerinde kutsanmayan hiçbir kelimeye itibar etmezler. ve orada yazık da günah da sakıncalı sözcükler sıralamasındadır.
böylesi sert bir girizgaha hayret eden ve anlamakta müşkülat çeken beyzadelerimiz içindir bir sonraki cümle. sözlükteki iğrenç bir lağım gibi akıp gitmekte olan başlıklara birazcık göz atıldığında hakkında epey ciddi fikirler edinilecek türk gencinin en ölümcül imtihanıdır bu imtihan.
bu satırların yazarının diğerlerine kıyasla çok daha az olan zaviyelerden gördüğü kadarıyla bile rahatlıkla farkedebildiği bir illettir bu. elbette ki yaşam tarzı itibariyle gündelik hayatın pek fazla içine dahil olmayan ve kendisine yaşaması için verilen hayatı kıyısından kenarından dolaşarak tüketmek isteyen bilgelik sevdalısı bir adamın gözlemleridir bunlar. lakin yine de iddialıdır kendileri. çünkü böyle bir hastalığın varlığı, iğdiş edilmiş robot zihinlerin cerahatlariyle, fabrikasyon atıklarıyla, ve irili ufaklı tuhaf saçmalıklarla hemen yanda akıp giden lağıma bakarak bile anlaşılabilecek bir gözlemdir.
okumayı yazmayı bilmeyen bir garip neslin evlatları kendilerine sunulan -kendileri için çok da faydalı olabilecek- bir nimeti tepmekte, yüzlerine gözlerine bulaştırmakta, ucuz bir sokak aklı ve diliyle iptizal etmekte pek mahirdirler maşallah. o soysuz nefretleriyle yeniden ve dünyanın tüm faşistlerini utandıracak kadar rezil bir şekilde tanımladıkları faşizmin, kemalizmin, militarizmin, sevgencizmin bilumum zihni ve ruhu taciz ve tahrip eden müptezel izmlerin muhtelif fraksiyonunlarının akıllarını peynir ekmekle yiyen temsilcileri olarak her gün hamakatin en nadide örneklerini gözler önüne sermektedirler.
ne diyelim alan razı veren razıysa sorun olmayacaktır. biz de evinin bir penceresi mezarlığa bakan çocuğun akıllılığıyla, büyümemekte inat eden çocukluğumuzu diğer pencereden sarkıtırız.
gather round people let me tell you're a story
an eight year long story of power and pride
british lord vestey and vincent lingiarri
were opposite men on opposite sides
vestey was fat with money and muscle
beef was his business, broad was his door
vincent was lean and spoke very little
he had no bank balance, hard dirt was his floor
from little things big things grow
from little things big things grow
gurindji were working for nothing but rations
where once they had gathered the wealth of the land
daily the pressure got tighter and tighter
gurindju decided they must make a stand
they picked up their swags and started off walking
at wattie creek they sat themselves down
now it don't sound like much but it sure got tongues talking
back at the homestead and then in the town
from little things big things grow
from little things big things grow
vestey man said ı'll double your wages
seven quid a week you'll have in your hand
vincent said uhuh we're not talking about wages
we're sitting right here till we get our land
vestey man roared and vestey man thundered
you don't stand the chance of a cinder in snow
vince said if we fall others are rising
from little things big things grow
from little things big things grow
then vincent lingiarri boarded an aeroplane
landed in sydney, big city of lights
and daily he went round softly speaking his story
to all kinds of men from all walks of life
and vincent sat down with big politicians
this affair they told him is a matter of state
let us sort it out, your people are hungry
vincent said no thanks, we know how to wait
from little things big things grow
from little things big things grow
then vincent lingiarri returned in an aeroplane
back to his country once more to sit down
and he told his people let the stars keep on turning
we have friends in the south, in the cities and towns
eight years went by, eight long years of waiting
till one day a tall stranger appeared in the land
and he came with lawyers and he came with great ceremony
and through vincent's fingers poured a handful of sand
from little things big things grow
from little things big things grow
that was the story of vincent lingairri
but this is the story of something much more
how power and privilege can not move a people
who know where they stand and stand in the law
from little things big things grow
from little things big things grow
from little things big things grow
from little things big things grow
puşkin'in öldürülen dostu rileyef için söylediği şiirden bir ateş parçası...
...
işte puşkin geliyor gecenin ortasından ve ahmakların korkularından yaktıkları ateşin üzerine tükürerek okumaya başlıyor şiirini...
dinle-me-yin beni ey aklıevveller, kulaklarınız bizim sözlerimizi anlayabilecek kadar sağlıklı değil, kalbiniz bizim rüyasını sırtlanıp yoluna revan olduğumuz hakikati hissedebilecek kadar temiz değil, sizin yalnızca bir zavallı bulduğunuzda aç sırtlanlar gibi saldıracağınız merhametsiz gözleriniz ve cenabet ve iğrenç ve irin kokulu pençeleriniz var...
her gün ayinlerle taziz ettiğiniz tanrılarınız ahırlarda aç sırtlanlarla basılmış, dosyalarının arasında kurutulmuş mazlum leşleri, dillerindeki hamaset irin dolu kuyularda bilenmiş de kirletmiş meydanları, onların göbeklerinde ve bellerinde birer ur gibi koşturup yorulan köpeklere tapıyorsunuz haberiniz var mı...
ve sonra onların, o narsist köpeklerin, zalim farelerin, müseylemet-ül kezzab'dan aşırdıkları ayetlerle doluşuyorsunuz meydanlara, memleketim diyerek ahıra çevirdiğiniz ve kaç masum kızın ve delikanlının hayatını kararttığınız bu eski irem'de külhanbeyliği taslayıp yediğiniz haltların marşını söylüyorsunuz ayaklarınızı yerlere vurarak...
dinle-me-yin beni kureyşin dölleri, sizden önce de ve sizden sonra da itler ürüyecek biliriz biz, ama bilin ki sırmadan küsüşlerle, yakuttan susmalarla yüklü kervanlarımız, asırlar önce simurg'un geçtiği vadileri geçiyor bir bir, ve dolu dizgin atlılar koşturuyor sizin çölleştirdiğiniz güzel günlerin hatırasıyla hüzzam mezarlıklarda...
dinle-me-yin beni moğol bozguncuları, bağdatın kütüphanelerini fırata döken azgın barbarlar, hülagünün veled-i zinaları dinle-me-yin... bir gün sizler için güzel ve bereketli dar ağaçları hazırlayacağız unutma bahçelerinde, kenarlarında mutantan kayıtsızlığımızın ve mütekebbir merhametimizin heybetli cellatları... o zaman anlayacaksınız bir nehrin öte yakasında olmak ne demek ve ne demek araf'ın işaret ettiği sır... o darağaçları ki halil ibrahim sofraları kadar velud erdemler baındıracak içerisinde, öyle ki çocuklarımıza bırakacağımız en güzel mirasımızdan, yani öfkemizden çelik prangalar yedireceğiz insanların yüzlerine yüzlerine vurduğunuz cehaletinize...
dinle-me-yin beni ey köleler, bakın efendileriniz hangi şeytanların yataklarında fahişelik yaparken yakalandı. oysa siz onları teravihlere gönderdiğinizi zannettiniz hep, tüm yalvaç hikayeleriyle süslediniz onların kandan irinden geçilmeyen yaralarını... ama işte orada o hakikat aynasında, levh-i mahfuz denen şaşmaz defterde yazılacak her şey ve o zaman geç de olsa anlayacaksınız nedir dilinize sürülen hamaset zehiri... ama artık kalbleri mühürlenmiş karavaşlar olarak, nefislerinin altına yatan yosma efendilerinizle haşır neşir oalcağınız semum rüzgarlarına doğru yol alacaksınız...
dinle-me-yin beni ey vandallar, okuma yazma bilmeden el attığınız kutsal kelimeler defterinde her gördüğünüz ayeti, her gördüğünüz cümleyi mezarlarınızda size iştah duyarak ömürlerini geçiren hamamböcekleriyle karıştırıp tu kaka ettiniz. oysa bilemediniz ki, kendi aptallığınızı, ahmaklığınızı, cehaletinizi, cüzzamlılığınızı, kanla irinle beslenen vahşilere dönüşmüşlüğünüzü, yalancılığınızı, düşmüşlüğünüzü, ve terkedilmişliğinizi, ve vicdan diye diye ırzına geçtiğiniz affedilmişliğinizi, ve ideolojik gömlekler giyerek katıldığınız panayırlarda kimselere bırakmadığınız gülünçlüğünüzü, hülasası sefaletinizi aşikar etmekten başka hiç bir şey yapmadınız yapmıyorsunuz da...
dinle-me-yin beni, ey ke-n-diliği kedilikle karıştıracak kadar mecazdan uzak münkirler topluluğu, evet bir kere daha haykırıyoruz işte;
"lanet olsun peygamberlerini taşlayan halklara... "
lanet olsun peygamberlerini taslayan halklara evet.. ama yine de o halklar değil mi dünyanın en güzel şarkısını söylemek zorunda olan koro.. o halde geç doğmuş bir tevekkülle devam etsin şiirine puskin usta..
dinle-me-yin beni, ey aklını peynir ekmekle altın tepsiler içinde efendilerine sunan karavaşlar.. bil-e-mediniz.. günlerin peşinden giderken açılan eteklerinizin altında gözü olan haramilere kaş göz ettiğinizi.. sıralarında ruhunuzu gönül rızasıyla iğdiş ettiğiniz mekteplerin sırrına vakıf olamadınız.. ahlak dediğiniz sırça kadehten sunulan yüreköldüren şaraplarına iştahla saldırdınız.. şimdi size gülümseyen efendilerinizin ağzındaki salyalarda bir şifa olduğunu vehmederek torunlarınızı da zehirlemeye kalkışıyorsunuz..
dinle-me-yin beni, ey küçük hesapların küçük insanları.. kanla yazılmış yazılardaki hikmete kör kalıp yalnızca öfkenin rengine takılarak burnunuzdan soluyorsunuz.. sizi tahrik ederek aristokrat sofralarına neşeli mezeler derleyen matador efendilerinizin dilini de bilmiyorsunuz ne yazık..
dinle-me-yin beni, ey isimlerin, izmlerin ve son sözlerin lanetli büyüsüne teşne sürüler.. ahmaklığınızda dünyanın en zalim imparatorluğunu inşa eden vandal mimarların size tahsis ettiği cenabet cetvellerle çizilmiş sokaklarda ezbere sloganlar atıyorsunuz.. oysa rüyalarınızda görüp sabahları ihtilam halinde kalkmanıza sebep olan özgürlüğün sırrı ayağınızı kestiğiniz camilerin ürkek güvercinlerinde gizli.. oysa her bayram siz kargalarla yatıp kunduzlarla kalkıyorsunuz..
dinle-me-yin beni, ey klasörlerin, makam onaylarının ve devletin en görkemli labirenti olan bürokrasinin koyu karanlıklarında soysuz bir öfkeyle geviş getiren fareler.. bakın sözlerinizden akan irinler hangi müseccel lağımlara akıyor.. ve bu yüzden akşamları hayvani dürtülerinizle aydınlattığınız şehriniz akşam üzerleri gözü dönmüş haçlı artığı kokuyor..
dinle-me-yin beni, bir zamanlar güzel şarkılar söyleyen atalarımızın toprağımıza miras bıraktığı anne bakışlı kardeşlerim.. ne oldu da bir anda gözü dönmüş yabanıl kelaynaklara özendiniz.. ve birbirinizin kabil'i olmak için bu kadar şevkle can atmaya başladınız.. oysa sizin de göğünüzde halimize ağlayan mavi melekler gizleniyor.. oysa sizin de güneşten usandığınızda gölgesine sığındığınız ağaçların kavruk tenlerinde eski masallardan düşen elmalar beliriyor.. oysa sizin de annelerinizin merhametli bakışlarıyla nurlandığınız sabahlar vardır elbet.. yapmayın.. insana mutlu olmak icin bir karis toprak yeter diyen goethe'ye bu kadar kayıtsız kalmayın.. nefretinizi bu kadar seviyorsanız o halde onu güzel cümlelerin içinde anlamlı hikayelere dönüştürün n'olur.. sonra da lezzetli kaplarla ciltlenmiş kitaplara emanet edin.. görüyoruz ki, siz uyuyorsunuz hala.. oysa bir sabah, size yeni koparılmış kır çiçekleri kadar toprak kokan velud sözlerle geliyorduk biz..
güzel bir mesnevinin dibacesine doğru da denilebilir bu ukte için... manifesto, en fazla, elini kire bulamak istemeyen tatlı su devrimcisinin romantik çağrısıdır. öfkesini terbiye edip, endişe ve menfaatlerinin efsunlu karanlığında gizlenen hesaplarını göz ardı ederek konuşan er kişinin sözüyle kutsanmış her bir manifesto, insanlık tarihinin hassas ve görünmez koridorlarında kendisinden etkilenecek daha güçlü bir devrimcinin gelişini bekleyene kadar sessiz kalacaktır. Fakat o gün geldiğinde demokrasiden çok daha adil ve çok daha insani bir hikayenin başlangıcıyla karşılaşacaktır insanlık. Demokratik manifesto, bir anlamda, büyüdüğünde mükemmel şiirler yazacak olan şairin kalemi eline alması gerektiğini ilk hissettiği anda, insanlığın derinliğinde gizlenen saf ruh tarafından tarihe düşülen bir nottur. işte böyle demokratik bir manifestoya doğru atılan her adım kutsaldır ve yaşanmakta olduğu çağ hakkını vermese de tarih buna kayıtsız kalamayacaktır.
karanlığın içinde belli belirsiz parlayan hançerler kadar öfkeli ve ateşin bir metindir aslında. tanrının kuluna kendi aptallığından dolayı yüklediği o ağır yükle olan imtihanı boyunca yaşanan serancamın hülasasının gizlendiği dili bir türlü çözülemeyen defterdir. aslında alın yazısı da denilebilirdi elbette. lakin uktecinin bunu kişiselleştirmesinde şuurlu bir tavır sözkonusu olabilir.bu tavır bir takım ironik ve dramatik anlamları da yükleniverir belki de. alın yazısında sahipsiz, ortaya söylenip kimsenin üzerine alınmadığı öksüz bir hakikat çığlığı gizlenir. oysa alnının yazısında 'kimin alnının yazısı acaba' gibi bir anlamsız soruyla bir anda tüm dikkatler fenomenin üzerine yoğunlaşır. belki bu yazıdan çok daha anlaşılır bir şeydir de anlatmak istediğimiz şey bir türlü anlatamıyoruzdur kimbilir..