çok üşüyorum. bunu size de söylüyorum. ama siz hiçbir şey yapamazsınız. beni tanımazsınız, derdimin ne olduğunu bilmezsiniz. dilimi bilmezsiniz. beni görmezsiniz. çok üşüyorum. ceplerime bakıyorum. sigara paketi. çıkarıyorum. bir sigara yakıyorum. yine üşüyorum ama artık farklı hissediyorum kendimi: önceden kendimi insansız hissetiğimde bir sigara yaktığım eski, çok eski yaşantılar etrafımda şimdi; yığınla yaşantı, yığınla algı. görünüşte sadece sigara içen insansız bir adam.
ehl-i sünnet vel cemaat itikadının bugün dünyadaki karşılığı nerededir?
açıkça haram kılınmış "faiz"in yerleşmediği bir müslüman ülke, faizle asla iş yapmadığını söyleyebilecek bir topluluk yok bugün.
kendi bireysel yaşamında faizden kaçınan insanların düştüğü yalnızlık, müşriklerle çevrili mekke'de kendilerini garip hisseden ilk müslümanların durumuyla aynı.
şairleri affedebilir miyiz? sorusunu kim sormuştu?
katilleri bile affedebiliyoruz. inanılmaz sözler eden bir politikacıyı affedebiliyoruz. yalancıları affedebiliyoruz. ama türkiye'de şairleri affedemiyoruz. herhangi bir olumsuzluğun zihnimizdeki şair imgesini diri tutan bir isme yapışması karşısında tepkimiz hiç olmadığı kadar sert oluyor.
(sağcıların uzun yıllar kominizme karşı derin bir nefret duymalarının temel sebeplerinden biri, kominizmin bir şair tarafından nâzım hikmet tarafından sahiplenilmesi diye düşündüm. nâzım hikmet ilginç biçimde politik duruşunu poetik tavrıyla bütünlemiş birkaç başarılı türk şairinden biriydi - bu konuda başarısız bir türk şairi olarak mehmet emin'e bakılabilir- nâzım hikmet'e karşı alınan tavır kominizme alınıyordu. ya da şöyle nâzım hikmet'e tavır alındıysa bu artık kominizme alınmış bir tavır sayılıyordu. nâzım'ın poetikasını buradan görmek gerekiyordu, bir kişi nâzım'ın şiirini -poetikasını- sevmişse onun politik duruşunu da beğeniyor anlamına geliyordu. yer yer politik önermeler içeren, materyalizmin bakışıyla gören bu şiiri beğenmek önermeleri kabul etmekle eşdeğerdi. sağcı edebiyatçıların uzun süre nâzım şiirine ilişkin olumlu bir söz söyleyememesi şiiri olumlu bulmanın neredeyse kominizmi olumlu bulmakla eşdeğer olmasından ileri geliyordu. sovyet rejimi bitene kadar sağcılar için nâzım hikmet bir vatan haini olarak kalmayı sürdürdü. mehmet kaplan'ın nâzım şiirini tahlil ettiği yazısına bir bakılsın, poetik bir analiz mi var politik bir eleştiri mi?)
ismet özel uzun zaman önce türklük'e ilk vurgu yaptığında işin bu noktalara gelebileceğini hiç kimse öngörmemiştir. türklüğü bugün müslümanlığın ambalajı olarak görmek ilk başta türkiye'deki müslümanların gururunu okşamıştı. ama gelinen son noktada ambalajın patladığı, ambalajlanan müslümanlığın sadece sünni islam olduğu görülüyor. türklüğün bir ambalaj olarak kullanışsızlığı ortaya çıkıyor. herkesi kapsayan bir türklük'ün birilerinin mutlak suretle değişmesi, dönüşmesine bağlı olması gerektiğini söyleyen bir üslup, türklükle ambalajlanan islamı olumsuz biçimde sınırlıyor.
her ambalajlama girişimi kesin biçimde birilerini dışarda bırakmaya yöneliktir. istenen ambalajlanan nesneyi korumak, onun katışıksızlığını sağlama almaktır. burada ise ismet özel'in ambalajlanan müslümanlığı değil ambalajın kendisini, türklüğü öne çıkarması ilginç biçimde işleri değiştiriyor. gelinen noktada ambalaj ile ambalajlanan arasında bir bütünlük eşdeğerlilik olduğunu ileri sürüyor ismet özel, türklüğün müslümanlıkla aynı olduğunu söylemek, müslümanlığı kabul etmeyen türkleri, türklüğün dışında bırakmak, sünniliğe katılmayan alevileri islamın dışına fırlatmak, böylece de türkiye'yi sağlama almak ne derece mümkün olabilir? aleviler, sünnileştirilme operasyonlarına osmanlı'dan bu yana maruz kaldığı için bugün daha sert biçimde kendi geleneklerine sahip çıkmıyor mu? bir grubu dönüştürme politikası, dönüştürülmek istenen grubun kendi kimliğine daha da sıkı sarılması sonucunu doğurmuyor mu?
islam'ın ilk yılları düşünülsün: müşriklerin baskısı islam'ın güçlenmesini sağlayan, müslümanların kollektif bir tavır almasını sağlayan en önemli sosyolojik etmen değil miydi? karşılarında kendilerini dönüştürmeye çalışan iktidar sahibi bir topluluk varken müslümanlar, kendilerini müslüman kılan toplumsal koşulları kesin biçimde kavradılar: müşrikler her şeyden önce zalimdi. zalimlikleri şuydu: kendileri gibi inanmayan müslümanların yaşamalarını anlamlı bulmuyorlardı. böylelikle zalimlikleriyle öne çıkan müşriklerin karşısında islamı tercih edenler, tercihlerinde ne kadar haklı olduklarının sosyolojik sebebini gördüler. zalimlerin tarafında olmamak, o koşullarda islamı kabul etmekle eşdeğer hale geldi.
bugün bir alevinin, ben artık alevi olmak istemiyorum, kendimi bir alevi olarak tanımlamaktan vazgeçiyorum: sünnilik çok daha uygar, gerçekçi, barışçıl, beni daha iyi yansıtıyor dediğini işitebilir miyiz?
bugün bir alevinin sünni (yani ortodoks) islam'a ilişkin düşüncelerinin ne kadar olumlu olabileceğini düşünelim: şunu söylemeyecek mi bir alevi: işte sünniliğin ne olduğu ortada dışlayan bir bakış: kendisine dahil edemediği, dönüştüremediği bir topluluğu doğrudan haçlılarla ilişkilendiren bir zihin!
böyle düşünen bir alevi haksız mıdır peki?
peki bu durumda türkiye'nin ayakta kalmasını en temel mesele olarak gören ismet özel doğru bir tavır mı almış oluyor? tavrı amacını gerçekleştirmesine yardımcı olabilir mi? türkiye'nin bir bütün olarak bir takım farklılıklarla mümkün olduğu gerçeğini dışarda bırakarak türkiye'yi ancak tek bir zümre için vatan olarak görmek türkiye'nin ayakta kalmasını nasıl sağlayacak?
türk şiirini anlamayı, değerlendirmeyi kendisine meslek edinmiş, 22 haziran 2003'te dünyadan varlığı çekilen eleştirmen. uzun bir süre yeraltında kalmış, şiire ilişkin çalışmalarını insan içine çıkartmamıştır. bugün sonradan basımına izin vermediği kitapları yky tarafından basılıyor. kendisine şiiri dert edinen insanlar için, kendisine şiiri dert edinmiş bir şiir okuyucusu/eleştirmenin mesaisi faydalı olabilir. türk edebiyatı söz konusu edildiğinde eleştirmenin yokluğunu işaret eden herkes'in bir eleştiri geleneği olmamasının sebeplerini araştıran kimselerin yazdıklarını okumasında sayısız faydalar görüyoruz. (kimiz biz sahi, kaç kişiyiz?)
arslanbenzer, şehrengiz'den bu yana şiirin dergiyi diri tutan bir nesne olduğunu açık seçik ortaya koymuştur. bugün şehrengiz'e bakıldığında hala okunabilen şiirlerin varolduğunu görmek, hali hazırda fayrap'ı dikkatle izlemek için sağlam sebeplerden biridir.
arslanbenzer'in poetik konumu her nasılsa bir tartışma konusu olmanın ötesine geçmiştir. şiire karşı kendisini sorumlu hissetmesi, (bugün türk şiirini arslanbenzer kadar sahiplenen kaç şairin olduğu tartışılmalıdır!) yaptığı çıkışlardan ötürü kendisinin kibirlilikle yaftalanmasına sebep olsa da şu unutulmamalıdır: sanatçının tavrına bakarken kibirli olup olmamasına değil bu kibrin şiire karşı samimi bir ilgiden neşet edip etmediğine dikkat etmek gerekir. (nefi'i kibirli, küstah bulanların ona yazdığı nazirelere bir bakmak; arslanbenzer'i kibirlilikle suçlayanların ne kadar samimi olduğu konusunda sağlıklı bir karşılaştırma yapmak için gerekli olabilir.)
bir şiiri anlamak, bir şiirin hakkını vermek söz konusu olduğunda arslanbenzer'den daha adil davranabilecek kaç kişinin olduğu bugün merak konusudur. malum türk şiiri, kimseden etkilenmemek için hiç kimsenin şiiriyle ilgilenmemeyi poetik bir gereklilik olarak gören şairlerin mezarlarıyla doludur. (bkz: attila ilhan)
şimdilerde sergen isimli genç çömezini elektro gitarla yontarak onun içindeki mahsur kalmış saf insanı çıkarmaya çalışan virtüöz.
söylenenlere bakılırsa sergen'in içindeki güneş görmemiş o saf insan elektro gitar sesiyle kımıldamaya, çeperlerini zorlamaya başlamış, dünyaya çıkmasının an meselesi olduğu söyleniyor.
kadraja sığmayan gerçeklere karşı ilgisizliği, kompozisyon oluşturma konusundaki titizliğiyle birleştiğinde ilgi çekici fotoğraflar çekebilen genç sanatçı.
şimdilerde, kadraja hakimiyetini, anlamın külçeleşmeden hareket ettiği bir bütünlük içinde görebileceğimiz bir kısa film üzerinde çalışıyor.
fotoğrafları düşünüldüğünde, yapacağı film için; kurgusal bir gerçeklik oluştururken, gerçeğin kurgulanamayan an içinde parlayıp sönen keskin taraflarına odaklanacağına ilişkin bir öngörüde bulunmak hiç de zor değil.
hikayeyi ele alırken filmin, görüntünün merkezine kurgusal bütünlüğü mü yoksa insanın kurgulanamayan anlık gerçekliğini mi koyacak mustafa pelit? bekleyip görelim
evinin mutfağına yazdığı kurmaca parçaları nasıl birleştirmesi gerektiğine karar verdiği gün, duvara yazmaktan vazgeçip kağıt ya da bilgisayar klavyesi kullanacağını umut ettiğim yazar.
bir duvar yazarı olarak hayreti humorla birleştirmesi, şaka ederken gerçekliği kendisine ait bir enstrümana dönüştürmesine karşın; kendi gerçekliğini asla icra edilemeyecek bir beste olarak görmesi kaleminin kağıt üzerinde hareket etmesini engellemektedir.
murat yalçın'ın saydam hikâyelerinin yer aldığı kıymetli evrak.
saydam hikâye denilince hiçbir yanlış anlaşılmaya yer bırakmamak gerek.
saydam hikâye, kullanılan dil ile kurgunun birbirine eklenmemiş gibi doğal bir bütünlük içinde olduğu hikâyedir. unsurlar arasında ek yerleri görünmez. hikaye edilen olay, durum karakterin içindedir; karakter türkçe'nin içindedir, türkçe okurun benliğindedir. okur, yazarın şubesidir.
saydam hikaye, su saydamlığındadır. yüzme bilmeyen bazı okuyucuların söz konusu hikâyelerin içinde boğuldukları, çırpındıkları görülmüştür.
canın acır.
canının acıması hiç kimseyi acıtmıyordur.
çünkü canının acıdığını hiç kimseye göstermemeyi başarmışsındır.
sonra düşünürsün bu sakladığın acıyı ne yapabileciğini.
düşünürsün. sadece düşünürsün. acının sana saplanıp kaldığı an büyüdüğünü anladığın andır muhtemelen.
çekilen, dillendirilmeyen, varlığa saplandığı noktayı devleştirip varlığın kendisini küçülten acı. çektiğin, göstermeyip çektiğin acının şiddeti kadar görünürsün yeryüzünde.
yazdıklarının başkalarını da ilgilendirebileceğine inananların bulunduğu bir ortam mı burası? yoksa yazdıklarıyla burada bulunanlara kendisini göstermek isteyenlerin, yazıyla görünmeyi tercih edenlerin göründükleri bir vitrin midir sözlük?
kişinin kendisini teşhir etmekten kaçınıp yazdıklarını öne sürmesi patolojik değildir kuşkusuz. patolojik olan kişinin kendi görüntüsünü, gerçekliğini askıya alması ya da buna mecbur edilmesidir. hangi sözlükte olursa olsun bir maskenin, personanın arkasında durmayı yeğleyen kişi, dünyadaki görüntüsünden muzdarip olan kişidir. her sözlük yazarı bir biçimde kendi sakatlanmış, müdahale edilmiş gerçekliğini tedavi etmek için buradadır.
bu bağlamda, yazı ilaçtır, başkalarının içmesi için ortaya koyulur, içenlerin hayatında bir yer bulduğunda yazarının da tedavi olması muhtemeldir.
ahmet hamdi tanpınar'ın, türk hikayeciliğinin doruklarından biri kabul edilecek uzun hikayesidir. türk edebiyatında kendine has bir karakteri olan, yazarın piyonu olmayan; gerçekliği, anlamı erkeğin varlığına yapışık olmayan üstüne bir de hikayedeki her unsuru kendi varlığına doğru çeken bir kadın karakter'in nasıl varolabildiğini görmek, onun varoluşuna tanıklık etmek isteyenlerin okuması gereken hikayedir.
nuri pakdil, denildiğinde hiçbir başa geçmeyen, herkesin bir biçimde beğendiği ama kendi kafasına, bedenine uyduramadığı bir şapka imgesi uyanıyor zihnimde. sivriliğini karşısındakine batırmak istemeyen, ama yumuşaklığını bir tehlike haline getiren mizacı karşısında ikircikli bir tavrın oluşması doğaldır.
edebiyat dergisi'ni çıkarırken dergiyi karakteri haline getirmesi, etrafındaki farklı üsluptaki yazarların metinlerine müdahale etmesi kabul edilebilir midir? bir dergi/yayınevi yönetmeni olmanın ötesine geçip, yazılan kitapların, yazıların içini, biçimini, kelimelerini yönetmeye kalkması ise saplantılı karakterinin en belirgin işaretidir.
türk edebiyatı için bir kazanım olan düzyazıları, şiirleri karşısında susulması doğaldır.kimse bir-iki mısralık bir şiir üzerine konuşacak kadar cesur değildir.
bir-iki mısralık şiirlerden oluşan bu kitabın inceliğine, tüm sayfaların toplamda bir kitap sayfasına sığdıralabileceği gerçeğine karşılık, toplam metnin bilince dağılımı, imgelem/idrak tarafından emilimi yıllar sürebilmektedir.
düzyazıyı şiirin devam ettiği bir alan haline getiren nuri pakdil (bkz: otel gören defterler), şiiri de kendi imanının, aklının devam ettiği bir makina haline getirmiştir.
tek satırlık, gürültüsüz, enerjisini kendi içindeki anlamla üreten bu doruk makinaları, gerçeğin hayatın içine gömüldüğü anlarda çalışarak, gerçekle insan arasındaki ilişkiyi ilgiye değer bir hareket haline getirir.
nuri pakdil için noktadan sonrası uçurumdur. noktadan sonra o alanda söylenebilecek hiçbir şey yoktur, noktadan sonra doruktan düşülür.
türk edebiyatı için tek başına mısra ile şiir arasındaki aşılmaz görünen mesafeyi yoketmiştir. mısra, şiirin kendisidir nuri pakdil'de.
dünyaya bakışını, mesafesini şiir yazarken kullanmıyordu turgut uyar.
ileri gidip şiirini duruşu, her şeye karşı sahip olduğu mesafe, dünyaya bakışı haline getirdi. "her şey naylondandı..." dediğinde bir mısra kurmuş olmuyordu, yahut da aforizma söylemiyordu, durduğu yerde durmasını sağlayan donanımla gördüğü ne ise onu söylüyordu. mısralarının cemal süreya kadar orjinal bulunmadığı, şiirlerinin bazılarının gereksiz uzun olduğunu düşünenler hep oldu. halbuki şiirin uzunluğu bakışın kesintisizliğinden geliyordu, mısralarında fazlalık gibi görünen ama şiirden çıkarılamayan unsurlarsa yaşanan, algılanan gerçeğin kendi fazlalığıydı.
dünyadan şiir yontmaya çalışan şairlerin karşısına, yontulamayan bir şiir koymuştur.
ah muhsin ünlü'nün, dergah dergisinde yayımlanan, sonradan gidiyorum bu kitabına almadığı bir şiirini okuyan iki şiir okuyucusuna rastlamıştım yıllar önce.
her ikisi de şiirden hiçbir şey anlamadıklarını söylüyordu. peki şiir bir şey anlatıyor muydu ki okuyanlar ille de bir şey anlamak zorunda hissediyor kendilerini?
şiir ille de anlatmak için değildir. hatta anlatmak için değildir, söze, ifadeye dönüşürken kendiliğini, varoluşunu aracısız olarak ileten bazı imgeler, durumlar, kavramlar, duygular vardır. söze yapışan, sözden kavlatılamayan bazen bir söz ya da söz öbeği olarak anlaşılamayan bu imge, durum ya da duygu sanatçının, okuyucunun içinde çözülecek bir düğüm gibidir. zaman içinde, bir takım yaşantıların sonunda kendiliğinden anlam kazanıp şiir okuyucusunun varlık alanında sivrilmeye başlar.
sözgelimi ezra pound'un kantolar'ının büyük bölüğü de böyledir. ama hiç kimse ezra pound'un yazdığı şiirlerin değersiz olduğunu düşünmez. cummings'in şiirleri de böyle değerlendirilebilir. eliot'un çorak ülkesi çok mu anlaşılır, doğrudan okuyucuya bir şey gösteren bir şiir midir? hayır ama onun şairliği konusunda da kuşku yoktur. şiirlerindeki humor yüzünden zamanında hafif olarak nitelenen cemal süreya'nın bazı şiirleri de böyledir. ama şimdi iyi şair deniyor kendisine. yeni bir şiire, üsluba karşı acımasız olanların, bir üslubu "bunda ne var, herkes böyle yazabilir" diye karalayanların garip şiirinin popüler olduğu zaman diliminde yayımlanan antolojilere bakmasında yarar var, evet orhan veli'nin yazdığı gibi yazmış adamlar, ama bu yazdıklarının bugün şiir olarak değerlendirilmesi için yeterli görünmüyor. orhan veli'nin/ garip akımı'nın zirvede bulunduğu bir dönemde mesele orhan veli gibi yazmak değildir, orhan veli'ye rağmen yazmaktır. şimdi de mesele ah muhsin ünlü gibi yazmak değildir, ona rağmen onun ortaya koyduğu yeni biçime, yordama, buluşa rağmen yazmaktır.
"ne var bunda herkes böyle yazabilir" diyenlerin şiir, edebiyat, sanat tarihiyle ilgisiz olmaları rastlantı olamaz.
masal'ın bir tür olarak sahip olduğu genişliğin, sayısız olanağın okuyucu ile sunulan gerçek arasındaki mesafeyi daha iyi kapattığını göstermesi açısından benzersizdir.
hikayenin; bazı koşulları yahut da insanların koşullara yapışıklığını gösterme noktasında kimileyin çıldırtıcı bir sebep sonuç ilişkisini zorunlu kılması bir tür olarak masal'ın neden önemli olduğunu da gösterir.
sokulgan okur bu noktada gerekirse cahit zarifoğlu'nun çocuklar için yazıldığı söylenen masal kitaplarına müracaat edebilir.
elektro gitarı ile çıktığı yolda, elindeki enstrümanın kendi gerçekliği ile allah arasındaki temel bağlantıyı sağlayacağını görüp, enstrümanına odaklanan gitar virtüözü.
gerçeğin müzikle derin bir ilgisi olduğunu görmesi, müziğin felsefesine yoğunlaşmasıyla sonuçlanmıştır. bir süredir müzik felsefesi icra etmekten müzik icra edemez hale gelmesi ise onu tanıyanlar tarafından şaşırtıcı görünmemektedir.
ülkü tamer'in karakterlere odaklandığı dört hikayeden oluşan kitap.
türk hikayeciliğinde karakter oluşturma, karakterin saihiciliğine okuyucuyu ikna etme noktasında sıkıntı yaşandığı bir gerçektir. bu sıkıntıyı yaşamayan, yazdığı hikayelerle bu sıkıntının nasıl aşılabileceğini gösteren ülkü tamer'in şiirsellikten özellikle uzak durduğu allaben öyküleri, hikayenin gerçeğin tespit edilmesi için en uygun alan olduğu gerçeğini göstermesi açısından da önemlidir.
allaben öykülerinde yer alan karakterler, yerler, olaylar daha sonra ülkü tamer'in yaşamak hatırlamaktır isimli kitabında yer bulur kendilerine, ama ilginç biçimde hikayelerdeki sahiciliği aynı kişilerin, olayların anlatıldığı hatıralarda bulamayız. bilinçli okuyucu bir karşılaştırma yaparak, gerçek diye sunulan hatırlarla gerçek olmadığı bilinen hikayeler arasındaki derin sahicilik farkına odaklanabilir.
matematiği felç etmesi gerekirken onu ilginç biçimde beslemiş, geliştirmiş; mantığı dumur edip kilitlemesi gerekirken onun felsefeye doğru açılmasını sağlamış; felsefeyi saçmalık batağına çekmesi gerekirken, onu debelendiği katı mantık yasalarından arındırmıştır sonsuzluk.
iyi ama nedir sonsuzluk, bir damlanın içinde yahut herhangi iki sayı arasında varolduğu söylenebiliyor, herhangi bir şeyin sınırları, yeri belli iki nokta arasında sonsuz sayıda olması, sonsuzluğun anlamını belirtmeye yaramıyor, sonsuz diye nitelenen nesnelerin bir yerden sonra bitiverdiğini görüyoruz, ama düşüncede, bilinçte bitmiyor sonsuzluk. bitmeyen bir olgu, aklın en lezzetli besini sonsuzluk.
yeryüzünde anlamlı bulunabilecek, bir anlamı olduğuna kuşkusuz iman edilebilecek her şeyin bir biçimde kadının doğasıyla, kadının varlığıyla ilgili olması, kadının varoluşunun genişliğini gösteriyor.
kadına cinsel bir nesne, bir arzu objesi olarak bakanların bunu değil de sadece kadın bedenini önemsemesi ise kendi kısır bakışlarının, kısıtlanmışlıklarının en bariz işareti.
yılkı atı, bir romanın girift yapısından çok bir uzun hikayenin saydam atmosferini içeren, yerel dilin, yerel bakışın korunabildiği; yazıldığı dönem kelimenin tam anlamıyla salgın halini alan köy romanlarının yapaylığıyla karşılaşılmayacak çok özel bir metin.
abbas sayar'ın daha sonra dik bayır'da karakter oluşturma, oluşturduğu karaktere sahicilik kazandırma konusundaki hassasiyetinin kesin biçimde görülebildiği bir metin.
hayvanı bağlı olduğu yerden dört kişi getirdi. hayvanda payı olan altı kişi ayrı ayrı düvenin kulağına eğilip kendisinin allah'a kurban edileceğini söyledi. hayvan çok da zorluk çıkarmadan mermer zeminin üstüne çıktı, arka ayağından geçirilen zincir yukarı doğru kaldırıldı, yan tarafına düştü düve kasap az önce boğuşarak kesmek zorunda kaldığı boğanın yüzüne sıçrayan kanını elinin tersiyle sildi. bıçağını hazır etti, hayvanın sahibinden vekalet aldı, bismillahu allahu ekber diyerek bıçağı düvenin boynuna hızla sürttü,
kan fışkırdı, hayvanın başı geriye gitti boynun kesiği genişledi, tazyikle fışkıran kan hayvanın yekinmesiyle etraftakilerin de üzerine fışkırdı, titremeyi, çırpınmayı sürdürdü düve, gövdesinden kan çekildikçe çırpınışı şiddetlendi. ona allah'a kurban edileceğini söyleyen sahipleri, son kez yekinip, kesilen boğazından son nefesini veren düvenin yanına çöktü. hayvanın ölü gövdesine dokundular, az önce gövdenin olduğu yerde olan canın tam olarak şimdi nerede olduğunu düşündü içlerinden biri.
düşünceli olarak kalktı, düve'nin canının nerede olduğunu merak eden pay sahibi. bir hayvanın canında, gövdesinde, etinde, kanında pay sahibi olmanın anlamı varlığında genişlemeye başladı. kendisini allah'a kurban etseydi, orada kesilen baş kendi başı olsaydı, allah'a daha anlamlı bir şey göndereceğini düşündü.
comfortably numb dinlerken kulaktan giren elekto gitar akorlarının içerdeki dünyayı dönüştürmeye başladığı an (şarkının son kırk saniyesi)gövdeden çıkıp giden canın sahibi olmak.
verilecek canın anlamını belirtecek, belki de bu dünyadan çekip gidenin arkasında bırakacağı boşluğu belirtecek bir film olmalı.
kişi ölüm döşeğindeyken "ben" dediği sınırları belirsiz nesnenin ölümle sınırlanmış olduğunu anladığı an, dünyanın en anlamsız filmi bile değişik anlamlar kazanabilir.
şimdi bilek damarımı kessem karşımda geniş bir sahnede çalınmış güzellik filminden bir sahne izlemek isterdim.