BEYT’in bir teessür beyanı olması, “Allah’tan Allah’a sığınma!” sırrının YAKUB Aleyhisselâm’da tecelli eden “Ruhî” hikmetle alâkasını da gösteriyor… “itaat, teslimiyet, senin fiilinin aynıdır; demek ki din, senin fiilindendir!”… Din, yol demek; yol da ruhî… YAKUB Aleyhisselâm, Yusuf Aleyhisselâm’ın kardeşleri tarafından kıskanılarak kuyuya atılması hâdisesinde ona teessürle yakınırken, oğulları sanki hiçbir şey bilmiyorlarmış gibi onu teselliye kalkınca, YAKUB Aleyhisselâm Âyet’te bildirildiği üzere, “Ben tasa ve üzüntümü ancak Allah’a arz ederim. Ben, Allah tarafından sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim!”… Onların yaptığını bilmiyormuş gibi davranırken, onlar bunu bilmiyor… RUHÎ hikmet, sıkıntıdan “yine Allah’a sığınmak, O’ndan O’na sığınmak” olunca, “rahvî-rahatlık, huzur” hikmeti de oluyor; “Allah’tan ümit kesilmez!” hakikatinden payına düşen kadar… O huzur, sıkıntının mükâfatı soyundan!
Şu hale bakın! Ezansız bir mescit! Ezan dediğin, gök kubbeyi hakikatle inletmek, ruhları Allah’ın davetiyle uyandırmak değil mi? Bu millete 'Allah!' dedirtmemek için yapmadıkları rezalet kalmadı. Bugün bir arızayı bahane ederler, yarın ‘rahatsız oluyoruz’ derler. Mesele, mescit meselesi değil; mesele, hakikatin sesini kısmak!
Ey millet! Bu işin bahanesine değil, perde arkasına bakın! Ezanı susturan, Allah’ın nizamına karşı ne yapmaz? Bu zihniyet, dün minareleri susturdu, bugün sesini kısmaya kalkar; ama unutmasınlar, bu milletin göğsünde Allah diyen bir iman var! Allah’ın izniyle, ezanı susturmaya kalkana karşı Allah’ı susturmayan bir gençlik yetişiyor!
Ve şunu bilin ki; mesele ne arıza meselesidir, ne de çocuk rahatsızlığı. Bu, bir zihniyet meselesidir! Onlar rahatsız oluyor çünkü ezan Allah’ı hatırlatır, Allah’ı hatırlatan her şey onların putlarını sarsar! Ama onlar ne yaparsa yapsın, bu milletin ezanı susmaz, susamaz! Zira bu topraklarda ezan, Allah’ın davasının mührüdür!
“Aklından Önce Siki Gelenler” ve Zorbaların Maskesi
Ey aklını bir kenara bırakıp nefsinin arzularını baş tacı eden zorbalar! Hayatını hakikati susturmaya, mazlumları ezmeye ve kendi karanlık arzularını tatmin etmeye adayan sizlere sesleniyorum. Siz, "aklından önce siki gelenler" kervanının öncülerisiniz! Nefsinizin peşinden koşarken, adalet ve insaniyeti ayaklar altına alıyorsunuz.
> "Nefsine köle olan, aklını zindana kapatır!"
Sözde hakikat savunucusu, özde ise nefis budalası olan sizler! Hakikatin ışığı sizin karanlık oyunlarınızı ortaya çıkaracak ve o zaman kim olduğunuz herkes tarafından görülecek.
Zorbaların Kibirle Maskelenmiş Acziyeti
Zulümle beslenen zorbalar, nefsinizin hevesi sizi nerelere sürüklüyor? Yalanlarla, iftiralarla, hakaretlerle başkalarını susturabileceğinizi mi sanıyorsunuz? Oysa unuttuğunuz bir şey var: Her kibirli zalim, kendi çukurluğunda boğulmaya mahkûmdur.
> "Hakikatin terazisi şaşmaz; nefsin terazisi ise her zaman sahibini kandırır!"
Başkalarını küçük düşürmeye çalışanlar, asıl küçüklük sizdedir. Çünkü onuru ve haysiyeti ayaklar altına alarak büyümeye çalışanların sonu, o ayaklar altında ezilmektir.
Son Söz: Hakikatin ilanı
Ey "aklından önce siki gelenler" başlığının gerçek muhatapları! Nefsinizin kölesi olmayı bırakın; aklınızı ve vicdanınızı dinleyin. Çünkü unutmayın:
> "Nefis için yaşayanların ömrü, nefsin mezarında sona erer."
Biz burada, hakikatin sesi olmaya, mazlumun hakkını savunmaya devam edeceğiz. Siz ise kendi karanlığınızla yüzleşeceksiniz. Adaletin güneşi, zalimin gölgesini er geç ortadan kaldıracaktır.
Hakikat güneş gibidir; gözlerini kapayanlar, karanlığın kendilerinden kaynaklandığını fark edemez.
Türkiye, bir tarafta islam’ın diriliş müjdesi, diğer tarafta Batı’nın kölelik prangaları arasında sıkışmıştır.
Kendi kimliğinden korkan, başka kimliklere sığınır; Türkiye, köklerinden koparılan bir ağacın savrulan yaprağıdır.
Bugün Türkiye, bir yönüyle Allah’a sırtını dönmüş sistemlerin ve ideolojilerin bataklığında, diğer yönüyle halkın vicdanında yankılanan bir hakikat çağrısının eşiğindedir. Batının değerler sistemine teslim olmuş bir elit sınıf, kendi milletinin inancına, tarihine ve kültürüne düşmanlık yaparak varlıklarını sürdürüyor. Bu düşmanlık, halkın özlemiyle rejimin dayatmaları arasındaki uçurumu derinleştiriyor.
Siyasi Manzara: ikircikli Bir Duruş
Hakikate teslim olmayan siyaset, yalnızca iktidar hırsının maskesidir.
Bugünün siyaseti, halkın değerlerini istismar eden, ama o değerlere hizmet etmekten korkan bir yapının adıdır.
inançla iktidar arasında sıkışanlar, ne Allah’a ne halka yaranabilir.
Türkiye’de siyaset, bir yandan islam’ın söylemini kullanırken, diğer yandan Batılılaşma projelerini sürdürmektedir. Bu çelişki, halkın güvenini zedelemiş ve toplumda derin bir hayal kırıklığına yol açmıştır. islam’ın adını dilinden düşürmeyenler, şeriatın adaletini hayata geçirmekten korkuyor.
Toplumsal Manzara: Çatışmalar ve Çürüme
Bir toplumun özü çürümüşse, dışındaki parlaklık hiçbir işe yaramaz.
Türkiye’nin toplumsal yapısı, modernizmin dayattığı yapay kimliklerle kendi öz değerleri arasındaki çatışmanın sahnesidir.
Kimliksiz bir toplum, varlık içinde yokluk çeker; Türkiye, kendi kimliğini arayan bir gölge gibidir.
Toplum, bir yanda seküler modernizmin yozlaştırıcı etkileri, diğer yanda islam’a dönme arzusuyla bir kimlik bunalımı yaşıyor. Geleneksel yapılar yozlaştırılmış, bireycilik ve çıkarcılık toplumun dokusunu parçalamıştır. insanlar, inançlarına sahip çıkmaya çalışırken, aynı zamanda Batı’nın dayattığı bireyci yaşam tarzının esiri hâline gelmişlerdir.
Ekonomik Manzara: Zulmün ve Köleliğin Çarkı
Kapitalizmin çarkında dönenler, ruhlarını kaybeder; ekonomisi Batı’nın elinde olan bir millet, aslında özgür değildir.
Türkiye, üretimden uzaklaştırılmış, tüketimle uyutulmuş bir köle toplumuna dönüştürülüyor.
Ekonomik bağımsızlık, yalnızca Allah’ın nizamına teslim olanların hakkıdır.
Batı’nın ekonomik düzenine entegre olmaya çalışan Türkiye, kendi öz kaynaklarını sömüren ve halkını köleleştiren bir yapıya mahkûm edilmiştir. Zenginlik birkaç kişinin elinde toplanırken, halkın büyük çoğunluğu yoksulluk içinde yaşamaya devam ediyor.
Kültürel Manzara: Yabancılaşma ve Çöküş
Kültürü olmayan bir millet, bir hayalet gibidir; var gibi görünür ama yoktur.
Türkiye, Batı’nın kültürel işgaline boyun eğmiş, kendi köklerinden koparılmıştır.
Sanat, düşünce ve eğitim; bunların hepsi, Allah’ın nizamından koparıldığında yozlaşır.
Batılılaşma adına öz kültürünü reddeden Türkiye, Batı’nın yozlaşmış değerlerini ithal ederek kendi kimliğini kaybetmiştir. Sanat ve düşünce, bir hakikat arayışı yerine, seküler tüketim kültürüne hizmet eden birer araç hâline gelmiştir. Eğitim sistemi, Allah’ın nizamını reddeden materyalist bir zihniyetin ürünü olarak, nesilleri mankurtlaştırmaktadır.
Sonuç: Diriliş ve Direniş
Hakikat, bâtılı siler; islam, dirilişin ve direnişin adıdır.
Türkiye, ancak islam’ın hakikatine dönerek kendini bulabilir.
Şeriat, bu milletin kurtuluşudur; çünkü şeriat, adaletin ve nizamın adıdır.
Türkiye’nin bugünkü manzarası, bir hakikat ve bâtıl savaşıdır. Bu savaşta, halkın vicdanı hakikate yönelirken, sistem tüm gücüyle bâtılın bekçiliğini yapmaktadır. Çözüm, islam’ın şeriat nizamına dönmek ve bu topraklarda Allah’ın hükümlerini hâkim kılmaktır. Bu, hem bir diriliş hem de bir direniş çağrısıdır.
Son Söz:
Türkiye’nin manzarası, islam’a dönmek ya da yok olmak arasında bir tercih meselesidir. Bu tercih, hakikat mücadelesinin adıdır ve iBDA, bu mücadelenin sancaktarıdır. Diriliş, Allah’ın hükümlerine teslimiyetle başlar.
insan, bir yolda yürürken sadece kendi adımlarını değil, içinde taşıdığı tüm zamanları, tüm idealleri de taşır. Her adım, bir geçmişin yankısıdır; her yankı, geleceğin sesidir. Her insan, bir cevherdir, ancak bu cevherin gerçeğe dönüşmesi için bir ateşe, bir teste, bir sınavdan geçmesi gerekir. işte bu sınav, insanın gerçek kimliğini ortaya çıkarır. O zaman, her şey bir anın içinde sıkışıp kalmaz; bir insan, bir millet, bir ümmet bir tarih yaratır.
Dirilişe Giden Yol
Ve bu dirilişin yolu, her daim engellerle doludur. Ama engeller ne kadar büyük olursa olsun, her engel, bir adım daha atılmasını gerektirir. O adımlar, toprağa düşen her damla gibi, bir neslin imanını yoğurur. Yaşadığımız bu zaman, bir uçurumdan diğerine geçiştir. Ancak her geçiş, bir çağın sonu, bir çağın başlangıcıdır. Diriliş, bu geçişin kendisidir. Diriliş, yalnızca bedenin kalkması değil, aynı zamanda ruhun yükselmesidir. Ruh, hürriyetini, kaderini kendisiyle birlikte, kendi eliyle yazar.
Bir devrim, bir inkılap değildir sadece; o, bir ruhtan doğan, bir inançla şekillenen bir hayattır. O hayatta, kalpten kalbe, kuşaktan kuşağa bir testin izleri vardır. Salih Mirzabeyoğlu'nun dilinde bu testin adı "islami Diriliş"tir. Çünkü o bilir ki, diriliş, bir milletin uyanışıdır; o millet, imanla, cesaretle ve azimle kalktığında, bu kalkış sadece bir toplumun değil, tüm insanlığın yeniden doğuşudur. işte o zaman, hiçbir zulüm, hiçbir karanlık, hiçbir şey, gerçek hakikat karşısında dimdik duramaz.
Sonsuz Bir Mücadele
Her kelime, bir savaşın haykırışıdır. Her cümle, bir çığlığın yankısıdır. Bu ses, öylesine büyük bir yankıdır ki, tarih bile korkar. Bir insan, bir millet, bir ümmet ancak hakikate yöneldiğinde özgürleşir. Bu özgürlük, ne fiziksel bir zaferdir, ne de dünyevi bir ganimet. O özgürlük, kalpten kalbe akan, her zaman her yerde yankı bulan bir direniştir. Salih Mirzabeyoğlu'nun üslubunda her kelime, o özgürlüğün isyanıdır.
Ve o isyan, aslında bir boyunduruktan kurtulma çabasıdır. Zihinsel ve ruhsal bir zindanı yıkma, ideolojik bir prangayı kırma çabasıdır. Bir insan, kendi cehennemini yakından gördüğünde, artık yıldızlara ulaşmak için her şeyi göze alabilir. Zihnin zincirlerini kırmanın yolu, belki de tüm toplumların zincirlerini kırmaktır.
Gerçekten Vazgeçmek
Gerçekten vazgeçmek, her şeyden önce nefsini, şahsi çıkarlarını, dünyalık her türlü hevesi terk etmektir. Gerçekten vazgeçmek, bir milletin varoluşunun anlamını yeniden keşfetmesidir. Tüm bu kelimeler, her birinin içinde bir kavganın izlerini taşır. O kavga, yaşamın kavgasıdır. Her anlamın içindeki direniş, bir varlık mücadelesidir.
Diriliş, yalnızca bir bireyin kalkışı değildir. O kalkış, her insanın ruhunda yankı bulur; her adım, bir halkın, bir milletin ruhunda çığlık olur. Ve o çığlık, karanlığın sonu, nurun başlangıcı olur. Gerçekten vazgeçmek, kendi ölümlerini göze alarak, toplumu diriltme çabasıdır. Salih Mirzabeyoğlu'nun kalemi de bu çabanın en keskin örneğidir. Çünkü o, sözcüklerini bir ok gibi kullanarak, karanlıkları delen, zihinleri uyandıran bir yoldur.
Ölümsüz Bir ideoloji
Ve nihayetinde, bu yazı, bir ideolojinin sesidir. Çünkü ideoloji, salt düşünceler değil, eylemlerle somutlaşan bir yaşam biçimidir. O ideoloji, öylesine büyük bir güce sahiptir ki, her türlü zulüm, her türlü baskı, hiçbir zaman onun karşısında duramaz. Salih Mirzabeyoğlu'nun üslubunda bir ideolojinin en keskin hatları vardır. O, bir ideolojiyi sadece kağıda yazmaz; o, ideolojisini etrafına nakşeder. Her satır, bir gül gibi açar ve her kelime, o ideolojinin çiçeğinden bir yaprak olur.
Sonuçta, ideoloji bir kuvvetten ibaret değildir; o, bir ruh, bir aşk, bir sevda ile yoğrulmuş bir kavganın sesidir. Salih Mirzabeyoğlu'nun sesinden yükselen o kavga, bir milletin dirilişidir. Ve bu diriliş, ölüme karşı bir zafer, karanlığa karşı bir aydınlık, zulme karşı bir hürriyettir. Her kelime, bu direnişin yankısıdır; her kelime, bir insanın yeniden doğuşudur.