" - (...) Hakikat-i Ferdiyye, Ferdin Hakikati… Allah’ın “Sen olmasan, sen olmasan âlemi yaratmazdım!" buyurduğu, tek tek bütün insanlardaki “varlık” ve “oluş”, “sebep” ve “netice”, “baş” ve “son”, “süreklilik” ve “süreksizlik” ve bütün bunları toplayan “ân –hâl” in de içinde olduğu tek “ân –hâl” in ”sırra ilişik” liğindeki mihrak O; mânâlar âleminin cevabı burada; yoksa ölçü yok… Topyekün insanlığın Allah’a giden yoldaki kemâl ufku O… işte bütün işlerin “neye göre”si, “nasıl”ı, “ölçü ne”sinin cevabı burada; yoksa ölçü yok… Zaman ölçüsü, medeniyet ölçüsü, iş ölçüsü, kurtuluş ölçüsü, hakikat ve hürriyet ölçüsü, gaye, hedef, araç, her şeyin ölçüsü… Doğruyu mu istiyorsun? Allah ile Resulünün bildirdiği… Güzeli mi istiyorsun? Allah ile Resulünün gösterdiği… iyiyi mi istiyorsun? Allah ile Resulünün öğrettiği!"
-(...) Efendim ahmaklıkları belirtilince de, Müslüman Müslümanı kötülemez diyorlar, bu düşmanların işine yararmış, hemen söyleyeyim, üzerine sinek konacak diye yarayı deşmemezlik edemem...
Üstelik bunların islâm'a verdikleri zarar karşısında, küfrü açık olanların hali zemzemle yıkanmış gibi kalır...
Abdülhakim Arvasi hz. ifadesiyle söyleyeyim:
"DiNi iÇTEN YIKAN KAFiR" bundan oldukça pay sahibiler..."
Bedîüzzaman'ı üsera kampına götürürler. Burada şu şekilde şâyan-ı takdir bir hâdise cereyan eder. Şöyle ki:
Bir gün Rus Başkumandanı esirleri teftişe gelir. Teftiş esnasında, Bedîüzzaman Kumandana selâm vermez ve yerinden kalkmaz. Kumandan kızar, belki tanımamıştır diyerek tekrar önünden geçtiği zaman yine yerinden kalkmayınca, Kumandan tercüman vasıtasıyla der:
— Beni herhalde tanımadılar?
Bedîüzzaman:
— Tanıyorum, Nikola Nikolaviç'tir.
Kumandan:
— Şu halde Rus ordusuna, dolayısıyla Rus Çarına hakaret ediyorlar.
Bedîüzzaman:
— Hakaret etmedim. Ben bir Müslüman âlimiyim. imanlı bir kimse Cenab-ı Hakk'ı tanımayan bir adamdan üstündür. Binaenaleyh ben sana kıyam etmem, der.
Bunun üzerine Bedîüzzaman divan-ı harbe verilir. Birkaç zabit arkadaşı, hemen özür dileyerek vahim neticenin önlenmesine çalışmasını istirham ederler.
Fakat Bedîüzzaman:
— Bunların idam kararı, benim ebedî âleme seyahat etmem için bir pasaport hükmündedir, deyip kemal-i izzet ve şecaatle hiç ehemmiyet vermez.
Nihayet idamına karar verilir. Hüküm infaz edileceği vakit, namaz kılmak için müsaade ister; vazife-i diniyesini ifadan sonra, atılacak kurşunlara göğsünü gereceğini beyan eder. Tam bu esnada, namazını eda ederken, Rus Kumandanı gelerek Bedîüzzaman'dan özür dileyip:
— "O hareketinizin, mukaddesatınıza olan bağlılıktan ileri geldiğine kanaat getirdim, rica ederim, beni affediniz." diyerek verilen idam hükmünü geri aldırır.
Bedîüzzaman, iki buçuk sene kadar Sibirya taraflarında esarette kalır. Bütün hayatını, fîsebilillah Kur'an'a, islâmiyet'e, sünnet-i seniyenin ihyasına hasr ve vakfeden bu fedakâr-ı islâm, buralarda da kat'iyen boş durmaz. içerisinde bulunduğu muhiti tenvir ve irşad için çalışır. Bu müddet içinde kendisiyle beraber esarette bulunan zabitlere dersler veriyordu.
Bir gün, doksan zabit arkadaşına ders verdiği sırada, bir Rus kumandanı gelir. "Siyasî ders veriyor." diye dersine mani olursa da faaliyetinin dinî, ilmî, içtimaî olduğunu öğrenince serbest bıraktırır.
mücerret ve mukaddes emânetin padişâhı olmaktansa batının kölesi olan yeni yetme soykırımcı türklerin, atâlarına karşı attıkları bir iftirâdır.
insanı fare kafasından ayıran tek mesele mücerret fikir istidâdı ve dil meselesidir. insân, psikoloji ve duygu ile hareket-hissikablelvukû ile hareket etmez. yeni yetme türkler ise kaygı ve bilumûm zân ile hareket eden zavallılardır.
fare kafalı beyinsizler!...
sûretin manâ ifâde etmediği bir hâl aldı sözlük. mesele kendi gözünden görmek değil, sevgilinin gözüyle görmek derler.. o mesele.
"adam tanımak, surat tanımak değil."
evvelde insânlar hubb-u muhâbbet eşliğinde konuşur, mülahâza ederdi.. eski hâle dönmesi dileğiyle.
aptallığın ve ahmaklığın sınırı yok..
"ilim, insanın cehlini alır, ahmaklığını değil.."
spiritüalizmmiş, büyüymüş.. peh. boku bokuna yaşıyormuş, boku bokuna ölmüş.
"şimdi fikir diyorlar bildikleri samana
yükseldik zannediyorlar, alçaldıkça tabana.."
tahsille ahmaklığın geçmediğini de tekrar görmüş olduk ama
baksa ne? gören göz olmadıktan sonra.. bizler zaten güneşe evet, ışığa hayır dediğimizden bu ışığın nimetini de güneşin kaynağından değil de güneşten biliriz... bunu böyle bilen halkta, bu tahsilsiz y*vşakların peşinde ömür çürütür.
vesselam.
"işte bu hakîkat noktasında, îmâna karşı gelen kâfirlerin ve münkirlerin kesretinin ve zâhiren çokluğunun kıymeti yoktur. Ve mü’minin yakînine ve îmânına hiç tereddüd vermemek lâzım iken; bu asırda Avrupa feylesoflarının nefy ve inkârları, bir kısım bedbaht meftûnlarına tereddüd verip yakînlerini izâle ve saâdet-i ebediyelerini mahvetmiş. Ve insandan her günde otuz bin adama isâbet eden ölümü, mevt ve eceli bir terhîs mânâsından çıkarıp îdâm-ı ebedî sûretine çevirmiş. Kapısı kapanmayan kabir, dâimâ îdâmını o münkire ihtâr etmekle lezzetli hayâtını elîm elemlerle zehirliyor. işte, îmân ne kadar büyük bir ni‘met ve hayâtın hayâtı olduğunu anla!..."
Muttakiler kızınca işkenceci polisler daha şiddetli işkence yapıyorlardı. Daha sonra, "haydi konuşun, biz de müslümanız; ne yapalım biz de emir kuluyuz!" diyorlardı. Ben de onlara, "işte farkımız bu; biz Allah'ın kuluyuz siz ise emir kulusunuz!" diyordum.
"ibdâ Mimarı Salih Mirzabeyoğlu'nun 61. eseri Ölüm Odası B/7 serisinin 5.kitabı "Ebu Süleyman Lûgatı" alt başlığı ile ibda Yayınları tarafından Aralık 2022’de yayımlandı... Eserde (evvel neşredilen 4 cild de olduğu gibi) lûgat, ebced ve iştikaklar bolca kullanılmakta, ancak bunların yanında belki de onlardan daha evvel mâna intikallerine (tesbit, tahlil, tetkik, ebcet hesabı ve harflerin, kelimelerin, ebced karşılığı ve tedâiler, şifreler, hayret ve hayran olunacak teşhisler, nev-i şahsına münhasır mücerret fikirler, şerhler ve tedâiler, tedâiler, tedâiler...) bakmak gerekebilir."
BEYT’in bir teessür beyanı olması, “Allah’tan Allah’a sığınma!” sırrının YAKUB Aleyhisselâm’da tecelli eden “Ruhî” hikmetle alâkasını da gösteriyor… “itaat, teslimiyet, senin fiilinin aynıdır; demek ki din, senin fiilindendir!”… Din, yol demek; yol da ruhî… YAKUB Aleyhisselâm, Yusuf Aleyhisselâm’ın kardeşleri tarafından kıskanılarak kuyuya atılması hâdisesinde ona teessürle yakınırken, oğulları sanki hiçbir şey bilmiyorlarmış gibi onu teselliye kalkınca, YAKUB Aleyhisselâm Âyet’te bildirildiği üzere, “Ben tasa ve üzüntümü ancak Allah’a arz ederim. Ben, Allah tarafından sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim!”… Onların yaptığını bilmiyormuş gibi davranırken, onlar bunu bilmiyor… RUHÎ hikmet, sıkıntıdan “yine Allah’a sığınmak, O’ndan O’na sığınmak” olunca, “rahvî-rahatlık, huzur” hikmeti de oluyor; “Allah’tan ümit kesilmez!” hakikatinden payına düşen kadar… O huzur, sıkıntının mükâfatı soyundan!
Ey sosyalist yazar! Gönlünü hoş eden bu boşluk, bir avuntudan ibaret. Hakikati arayan bir insan için, boş eller ve hoş bir gönül, Hakk’a teslimiyetin değil, nefsani bir uyuşukluğun göstergesidir. islam, insanı boşluktan kurtarıp, hakikatin yüceliğiyle donatır. O yüzden diyoruz ki: “Boş elleri dolu gönle tahvil etmenin yolu, Allah’a kul olmaktır!