trollerin savunduğu durum. 200 lira ele ayağa düştüğü için merkez bankası atm'lere düşük kupurlü banknot koyun diye boşa yazı göndermedi. eleştirmeden önce bir yazıyı okuyun.
devletin kurumları arası yaşanan işlevsizliği anlatan yazıdır. Yazı şöyle:
devlet sana diyor ki: 'sen gazetecisin. seni tanıyorum. al bak bu da kartın.'
ama kimlik istendiğinde uzatıp 'gazeteciyim' dediğinde polis haklı olarak 'sarı değil ki bu.' diyor.
mevzuata göre resmî nitelikli ama tanımıyor.
bir örnek vereyim: gazeteye giderken sivil polisler kimliğini gösterip gbt kontrolü için durdurdu. basın kartını uzattığımda aramızda şöyle bir konuşma geçti:
-kimliğin yok mu senin?
-o elinizde ki kimlik zaten.
- ben türkiye cumhuriyeti kimliği soruyorum.
- tamam. elinizdeki de türkiye cumhuriyeti cumhurbaşkanlığı iletişim başkanlığı tarafından verilen resmi bir kimlik.
- ben anlamam. bu gazetede geçerli; bizde geçerli değil.
- resmî nitelikli olan bir kimlik nasıl geçersiz olur?
o sırada kadın polis memuru söze girerek:
- ancak görevde geçerli olur bu kimlik, dedi...
*
ben basın kartının resmî nitelikli olduğunu...
cumhurbaşkanlığı'nca uzun araştırma ve bekleme süresinin ardından verildiğini...
yönetmenlikte tarifinin bulunduğunu söylesem de memur arkadaş "kimliğin yok diye 158 lira para cezası yazarım" dedi.
*
ülkenin çivisi çıktı artık. bakın basın kartı yönetmeliği ne diyor:
cumhurbaşkanı kararının tarihi: 13/12/2018 sayısı: 465.
yayımlandığı resmî gazete'nin tarihi: 14/12/2018 sayısı: 30625.
madde 5: basın kartı, bu yönetmelikte belirtilen kişilere verilen resmî nitelikte bir kimlik belgesidir. basın kartı, bu yönetmelikte belirtilen hâllerde süreli veya geçici olarak verilebileceği gibi sürekli nitelik de kazanabilir.
bu kadar açık ve netken, bir polis "ben bunu tanımıyorum. normal kimlik ver. yoksa ceza keserim" diye nasıl konuşabiliyor?! neymiş basın kartı gazetede geçerliymiş. herhalde, yazı yazarken basın kartını masaya koyup öyle yazıyoruz. böyle düşünüyor olmalı.
bu mantıkla hareket edersek, sanırım benim de kimliğini gösteren memura, "o karakolda geçerli olur. ayrıca sahte de olabilir. bana ehliyet ya da nüfus cüzdanınızı gösterin. ben bu kartı tanımıyorum" demem lazımdı.
*
uzatmayayım, sadede geleyim. mesele basın kartını gösterip geçeyim değil, mesele resmî nitelikli bir kimliğin kimlik olarak kabul edilmemesi...
yönetmenlikte var olanın tanınmaması...
ben demiyorum ki basın kartını gösterip geçeyim. diyorum ki, ehliyet gibi nüfus cüzdanı gibi kimlik olarak görülsün.
zira böyle olduğunu zaten mevzuat söylüyor.
eğer resmi nitelikli olmasına rağmen, bankada, noterde, kimlik istendiğinde poliste geçmiyor ve tanınmıyorsa isterseniz bin kere yönetmenlik değişin basın kartının itibarı artmaz. kartın itibarının artması için başta devletin kurumları tarafından tanınıyor, işlem yapılabiliyor olması gerekir.
o zamanlar adana'da ikamet ediyor olmama rağmen hafta sonları ülkü için istanbul'a geliyordum. buluştuğumuzda ise okul bitince aileleri tanıştıralım, ne zaman istemeye gelelim, nasıl ev ve mobilya bakalım muhabbetleri yapıyorduk.
işte yine böyle bir hafta sonu yolumuz taksim'e düştü.
orada gezerken attilâ ilhan'ı anma etkinliğine rastladık.
" ee, hadi girelim mi?" soruma, "olur" cevabıyla maceramız başladı.
birkaç kat çıktıktan sonra dar bir kapıdan salona girdik.
yoğun katılım vardı. hani iğne atsan yere düşmez desem yeridir; öyle bir kalabalık. herkes bir yer kapıp oturma derdindeyken biz nasıl oldu bilmiyorum, protokol sırasına düştük.
güzel, yararlı bir programdı. artık kalktık, çıkacağız. ülkü benim önümde... çıkışa doğru ilerliyoruz. sonra birden görevliler, oranın kapalı olduğunu, diğer taraftan çıkabileceğimizi söyleyip arkamızdaki kapıyı gösterdiler.
hayda!...
tam da kalabalığın ortasındayız. ister istemez geriye döndük. bu sefer ben öndeydim; ülkü arkamda kaldı.
***
bizim insanımızı bilirsiniz; bir yere girip çıkarken, sürekli bir telaş, sürekli bir koşuşturmaca içindedir. meselâ metrobüse binerken herkes oturmak için koşturur. sen ayakta kalırsın. inerken ise daha sen adımını atmadan oturan senden önce inmeye kalkar.
ya bir dur arkadaş ya!.. acelen ne!
hadi binerken anladık, koltuk kapacaksın da, inerken niçin acelecisin?
aynı durumu cami çıkışlarında da görürsünüz. özellikle cuma namazlarında. sen daha ayakkabını giyemeden sağından, solundan ceylan gibi seke seke, çarpa çarpa çıkarlar.
allah'ın evine koşanı anlıyorum da, kaçar gibi çıkanı bir türlü anlamıyorum.
neyse...
konumuza dönelim.
işte bu etkinliğin sonunda insanlar o kalabalıkta birbirini ite kaka ilerliyordu.
birden ülkü'nün elini tutmaya karar verdim. daha önce elini hiç tutmamıştım. tabii, bende, tersler mi, terslemez mi endişesi de yok değil hani.
kızarsa kırılır mıyım, üzülür müyüm soruları aklımda dönüp duruyor. bir yandan da kendimi cesaretlendirmeye çalışıyorum. velev ki tersledi, ne yaparım diye düşündüm. sağlam bir sebebim olmalıydı.
o an kalabalıkta homurtular yükseldi. yavaş, sakin vb. gibi kelimeler bana çok güzel bir sebep vermişti. elinden tutup kalabalığı yararak çıkacaktım. o hengâmede romantiklik olsun diye tuttuğumu düşünecek değildi herhâlde!
sonunda nihai kararımı verdim; aman be!
ne olursa olsun, dedim...
***
elimi uzattım. ilk başta parmak uçlarına dokundum. baktım tepki yok, elini avucuma aldım. korktuğum gibi olmamış, terslememişti. güya kalabalığı yarıp çıkacaktım ya, elini tutunca iş değişti. içimden diyorum ki, önümüzdekiler minik minik yürüsün de uzasın bu çıkış.
bir müddet sonra arkama dönüp "aşkım çıkışta bir şeyler yiyelim mi?" dememle başımdan aşağı kaynar sular döküldü. ülkü iki sıra arkamdaydı. bense boyu göğsüme gelen bir kızın elini tutmuşum.
arkadaş, insan tepki vermez mi ya! hadi ben arkamdakini ülkü sandım, yanlışlıkla tuttum, insan demez mi "beyefendi ne yapıyorsunuz?! elimi tuttunuz, bırakır mısınız!" falan diye bir ikazda bulunmaz mı? elini çekmesi bile yeterdi. ama pes. eğer arkama dönüp bakmadan yürüsem, nereye gitsem gelecek demek ki benimle! yakışıklılık başa bela ya...
***
o an ne yapacağımı bilemedim; "aşkım ya gelsene başkasının elini tutmuşum." deyiverdim.
ülkü de şaşkın. "pardon" deyip yanıma gelmeye çalışıyor. tam o sırada yanlışlıkla elini tutuğum kız ülkü'ye dönüp, "önüme geçmeyin" demesin mi!
ülkü şok, ben dumur.
mahcubiyetle "nişanlım o ya bırakın." diyebildim. elinden tutup o kızın önüne geçirdim. uzatmayayım çıkana kadar hiç bir şey konuşmadık. benim o sıra aklımdan elli tane şey geçiyor. kırk yılda bir elini tutmaya niyetlen, onda da git başkasının elini tut. bahtsız bedevi gibi şansa bak diye kendime söyleniyorum.
***
sonuçta dışarı çıkabildik. özür dilerim yanlışlık oldu demeye niyetlenirken ülkü:
"benim elim olmadığını nasıl anlamadın" demesin mi?!
hadi buyur buradan yak!
ne desem, nasıl izah etsem... "ya aşkım nasıl anlayayım, erkek eli olsa bir nebze de kız eli..." gibi bıdı bıdı konuşurken meğerse kafa yaparmış. elini uzattı.
tuttum.
ve o zamandan bu zamana 15 yıl geçti. bunu anlatmamın sebebiyse bugün (19 mayıs) evliliğimizde 5. yılı doldurduk.
evet, atatürk'ün türk gençliğine armağan ettiği 19 mayıs, benim için çifte bayram. çok şükür bir de kızımız, ayça'mız var.
hakikaten evlat bambaşka bir şeymiş. allah herkese analık babalık duygusunu nasip etsin. iyi ki varlar. onlar için binlerce kez şükürler olsun.
ülkü ile buna benzer yüzlerce anım var.
kısmet olursa onları da bir gün yazarım.
tüm sevenlere ve sevilenlere selamlar.
levent bulut'un bugün köşesinde incelediği korkudur.
buyurun:
AKP, 19 yıldır ülkeyi tek başına yönetiyor. Bu süre zarfında girdikleri her seçimi kazandılar. Tabiî bunda rakip gibi görünen ama AKP'nin sıkıştığı en kritik anlarda destek veren Devlet Bahçeli'nin de hakkını yememek lâzım.
*
Bir örnek verecek olursak; 7 Haziran 2015 seçimleri sonunda tek başına hükümet kuramayacağı ortaya çıkan AKP'nin imdadına yine Bahçeli yetişmişti. Hatırlayın... O akşam Bahçeli, koalisyona kapılarını kapatarak seçim sonuçları dahi kesinleşmeden "AK Parti'den size yönelik koalisyon teklifi gelirse cevabınız ne olur?" sorusu karşısında, MHP'yi dışarıda tutarak, AKP ile HDP veya AKP, CHP ve HDP koalisyonlarını önermişti.
MHP'nin ana muhalefet partisi görevini üstlenmeye hazır olduğunu söyleyen Bahçeli. "Eğer bunların hiç birisinden sonuç alınamıyorsa, en erken seçim ne zaman olacaksa o zamanda seçim olur." demişti.
*
CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu'nun, resmi koalisyon görüşmeleri başlamadan önce Bahçeli'ye "Birlikte hükümet kuralım, Başbakan sen ol." çağrısı bile fayda etmemişti.
*
Sonrasını biliyorsunuz. 7 Haziran'da 31'i yeni, toplam 80 milletvekili çıkaran MHP, 1 Kasım 2015'te yapılan erken seçimlerde 37 milletvekilini kaybetti. Bahçeli'nin seçim sonuçlarıyla ilgili yorumu ise, "Milletimiz koalisyondan kaçan AKP'ye iktidar görevi verdi." oldu.
*
Şimdi bunları anlatmamın sebebi şu: Bahçeli, birçok kritik kararda Erdoğan'a destek veren bir siyaset izlemesine rağmen Başkanlık sistemine hep karşı çıkmıştı. Hatta seçim gecesi koalisyon seçeneklerine kapıları kapatan Bahçeli, "AKP için sonun başlangıcı görülmüştür. AKP 7 Haziran seçimlerinde devletin tüm imkânlarını pervasızca kullanmıştır. TRT'yi, yandaş medyayı AKP için seferber edilmiştir. Hazine kaynakları AKP'nin elinde ahlâksızca kullanılmıştır. Haksızlık, usulsüzlük hiçbir dönemde olmadığı kadar yaşanmıştır. Erdoğan Cumhurbaşkanı olduğunu inkâr edercesine meydanlara çıkmıştır. Erdoğan'ın Başkanlık hayali gerçek olamamıştır. Mitingler düzenleyip AK Parti'ye oy dilenen Erdoğan kaybetmiş, miadını doldurmuştur." sözleriyle Erdoğan'ı ve AKP'yi çok sert bir şekilde eleştirmişti.
*
AK Parti'ye ve Erdoğan'a yönelik eleştirileri ta ki parti içi muhalefet harekete geçinceye kadar devam etti. Akabinde Meral Akşener'le birlikte öne çıkan muhaliflerin önlenemez hareketiyle, daha önce başkanlık sistemini çeşitli tarihlerde "Başkanlık, federasyon demektir, Türkiye'yi bölünmeye götürür." ifadeleriyle sert bir şekilde eleştiren Bahçeli, "AKP başkanlık sistemi inadını sürdürecekse bunu Meclis'e getirmelidir." deyiverdi.
Ardından referandumda da başkanlık sistemine tüm ifadeleriyle tezat tam destek verdi.
*
Uzatmayayım Başkanlık sistemi için "Türkiye'yi bölünmeye götürür" sözünden "Türklüğün bekası için evet diyeceğiz"e geçen Bahçeli ile "Her türlü milliyetçiliği ayaklar altına aldık." diyen Erdoğan'ın ittifakının ana kaynağı Meral Akşener korkusudur.
*
"Peki kardeşim neden korksunlar?" diyebilirsiniz. Cevaplayalım:
Korkuyorlar çünkü Akşener siyasete yeni bir soluk ve umut getirdi. Muhalefet canlandı ve söylemleri çeşitlendi. Her türlü engellemeye karşılık yılmadı, durmadı.
*
Hatırlayalım Akşener'in adını anmıyorlardı. Gözle görülür bir ambargo uyguluyorlardı. Çöp ve hafriyat kamyonlarıyla yolunu kesiyor, programlarına engel çıkarıyor, meydanları dolduran kalabalığı görmezden geliyorlardı. Buna rağmen %10 alarak meclise girmesine engel olamadılar.
Şurası bir gerçek ki AKP'nin istanbul, Ankara gibi büyükşehirleri kaybetmelerinde Kılıçdaroğlu'nun aday seçimi kadar iYi Parti faktörü inkar edilemez.
*
Kuruluşundan bu yana iYi Parti yükselişini sürdürüyor. Bunu AKP ve MHP'de görüyor. işte o yüzden kimi zaman Millet ittifakı'nı dağıtmak için yerden yere vurdukları iYi Parti'ye yeri gelince "yerli ve milli", kimi zaman ise "evine dön" çağrıları yapıyorlar. Akşener ise bu çağrılara yeni ittifaklar arayışı içine girerek cevap veriyor ve korkuyu körüklüyor.
*
Sadede gelirsek katıldığı bir televizyon programında, bir sonraki seçime ilişkin tahminlerini açıklayan Akşener, iYi Parti'nin büyüdüğünü, CHP'nin oylarının ise düşmediğini belirterek, "Buna karşılık DEVA ve Gelecek Partileri var, Saadet Partisi fena gitmiyor. Muhtemelen yarın bir iş birliği olacak gibi gözüküyor. DEVA ve Gelecek Partisi'nden bahsediyorum." sözleriyle şimdide kutuplaşan Türkiye'de Millet ittifakı'nın diğer partilerle diyalog kurmasına öncülük ediyor.
Demek ki Cumhur ittifakında Akşener korkusu boşuna değilmiş!..
levent bulut'un bugün köşesinde değindiği durum.
Okumanızı tavsiye ederim:
"Merkez Bankası başkanlarının 20 ay içinde 4 defa değişmesi, siyasi iradenin ülkeyi deneme yanılma yöntemi ile yönettiğinin en büyük kanıtlarındandır. Keza bir yazımda ülkemizin nasıl deneme yanılma metodu ile yönetildiğini şöyle anlatmıştım:
"iktidara geldikleri günden bu yana, ülkeyi deneme yanılma yönetimi ile yönetiyorlar. Örneğin
FETÖ konusunda...
O zaman eleştirenleri, iktidarı uyaranları, kumpastan şikâyet edenleri din düşmanı, Ergenekoncu, darbeci ilan ettiler.
Sonra ne oldu gördük; herkesten daha yüksek sesle FETÖ'yü de, kumpası da lanetlediler...
Deneme yanılma, demek ki iktidarın en büyük meziyeti (!)
* * *
Terör çetesinden birkaç zibidiyi Habur'dan Türkiye'ye girerken engellemeyenler, çadır mahkemesi kurarak gelenlerin serbest kalmalarını sağlayanlar, ancak katılımların artması ve terör örgütünün siyasallaşmasıyla diyaloğu kesti.
Deneme yanılma demem, herhalde beyhude değil...
Tarımdan eğitime, ekonomiden sanayiye, sağlıktan yargıya her alanda "deneme yanılma" uygulamasına tanık olduk.
Tutarsız yönetim anlayışı da ister istemez mağdur insan sayımızı artırdı.
* * *
Yığınla örnek vermek mümkün...
Çelişki yumağı halindeki bir siyasal irade; sorun çözmek yerine, sorun üretiyor.
Hepsini de her defasında vatandaşa, yeni ve hayatı kolaylaştıran kararlar diye sunuyor.
Dolayısıyla sorun çözen değil, sorun üstüne sorun eklenen bir ülke yarattılar."
Şimdi düşünün lütfen, böyle bir ülke yerli ya da yabancı yatırımcılara güven verir mi? Böyle bir
ülkenin uluslararası arenada ciddiyeti olur mu? Kendileri atıyor, kendileri görevden alıyor. Neden atandı, açıklama yok.
Neden görevden alındı, yine açıklama yok.
Yaşananların ardından dolar rekor kırdı, borsada sert düşüş yaşandı. Doğal olarak bu durum sokaktaki vatandaşa da yansıyacak.
Döviz arttıkça maliyet giderleri de katlanacak.
Fiyatlar arttıkça enflasyon da yükselecek.
Hepsi birbirine bağlı, bir tesbihin taneleri gibi.
***
Ama ülkemizde doğruya doğru demedikçe hiç birşey düzelmeyecek. Şimdi bu süreçte yaşananların sorumlusu açıkça belli ama sürekli değişen bir partinin değişmeyen kitlesince tüm bu olumsuzlukların sorunu CHP'dir. Bay Kemal'dir. O yüzden ne desek, ne yazsak boş.
* * *
TEBESSÜM
Halkın sürekli olarak artan işsizlikten ve cepleri yakan pahalılıktan şikâyet ettiğini duyan
Başbakan, durumu bizzat incelemek için tebdili kıyafetle sokağa çıkar, bir lokantaya girer.
Başköşede kılıksız bir adamın, görkemli bir sofra donattırıp, keyif yapmakta olduğunu görünce:
"işte mutlu bir vatandaş… " diyerek adamın karşısına oturur:
"Hayatından memnun musun hemşehrim?"
"Çok memnunum, hiçbir şikâyetim yok!"
"Kazancın ne kadar?"
"Valla işler çok iyi… Günde en az 200 lira kazanıyorum!"
"Peki, enflasyon artar, yeni zamlar gelirse kazancın ne kadar olur?"
"300 olur…"
"Ya her şeye her hafta zam yapılırsa?"
"O zaman 500 olur."
"Ya her gün zam gelirse?"
"işlerim daha da artar, günlük kazancım 1000 lira olur!"
"Güzeeel…Senin işin ne hemşerim?"
"Ben mezarcıyım efendim!"
Bu fıkra değerli ağabeyim Rahmi Turan'ın yeni çıkan "Tebessüm" adlı kitabından. (S.35)
Rahmi ağabeyi çocukluğumdan bu yana takip ederim.
Yıllarca köşesinde sadece acı gerçekleri yazıp ülkede yapılan doğru ve yanlış işleri ortaya serdi. Espri ve şaka kadar eşsiz bir eleştiri gücüne sahip olan mizahı da sütunundan hiç eksik etmedi.
işte Rahmi ağabey, uzun yıllardır köşesinde Tebessüm başlığı altında yayımladığı fıkraları aynı adla bir kitapta topladı.
Bir solukta okuyup bitirdim. içinde bulunduğumuz şu pandemi ve günlük sıkıntılar arasında okumanızı da şiddetle tavsiye eder, kıymetli büyüğüme hürmetlerimi iletirim.
köylünün biri hoca'ya tavşan getirir. hoca, köylüyü elinden geldiği kadar yedirir, içirir.
bir hafta sonra aynı adam yine gelir. hoca tanıyamaz.
- geçen hafta size tavşan getiren köylüyüm, der.
hoca yine güler yüz gösterip çorba çıkarır:
- tavşan suyundan çorbaya buyurun! diye de ufak bir laf dokundurur.
aradan birkaç gün geçer, üç köylü gelip hocaya misafir olmak isterler. hoca:
- siz kimlersiniz, diye sorar.
- tavşan getiren köylünün komşusuyuz! derler.
hoca, la havle çeke çeke bunlara da çorba çıkarır, misafir eder.
ne var ki, bir hafta sonra yine birkaç kişi gelir. hoca, bunlara kim olduklarını sorar.
- tavşanı getirenin komşusunun komşusuyuz! derler.
hoca bozulsa da misafirlere:
- hoş geldiniz! demeyi ihmal etmez.
ancak, yemek olarak önlerine bir tas su getirir. köylüler tasa şaşkın şaşkın baktıktan sonra, bunun ne olduğunu sorarlar.
hoca,
- ne olacak? tavşanın suyunun suyudur, der.
***
türkiye'deki ötv uygulaması ve vergi sistemi bana yukarıdaki fıkrayı hatırlatıyor hep.
deveye sormuşlar boynun niye eğri diye:
-nerem doğru ki demiş.
mesela ötv zammını ele alalım. son gelen zamla türkiye, otomobil vergisinde yüzde 277'ye (ötv&kdv) varan oranla dünyada ilk sıraya yerleşti. diyelim ki bir sıfır kilometre araç alacaksınız. ötv eklenmiş her sıfır kilometre alınan aracın fiyatına ayrıca kdv'de ekleniyor. yani verginin de vergisini ödüyorsun. farklı bir deyişle bir sana iki devlete alıyorsun.
bu durumda elin alman'ı seni kıskanmasın da ne yapsın!
üretmeden iki otomobil satmış gibi para alan ülkeyi herkes kıskanmaz mı?
***
öyle garip işler yapıyorlar ki 18 yıldır hemen her şeyden vergi aldılar. diğer yandan elde avuçta ne varsa "devlet ekonomiyle, ticaretle, imalatla uğraşamaz." diyerek sattılar. sonra da çıkıp tanzim satışı adı altında domates, biber işine girdiler.
toplanan vergilerle yapılması gereken otoyolu, köprüyü ise özel sektör yapıyor diye övündüler.
***
neymiş, devletin kasasından tek kuruş çıkmamış.
iyi de vatandaşın cebinden çıkıyor.
özel sektör köprü yapıyor ama babasının hayrına değil ki.
hazineden geçiş garantili.
geçen de ödüyor geçmeyen de.
keza geçilmeyen köprünün parasının vatandaştan alındığı bizzat ulaştırma bakanı "buradan birileri geçecek ama geçmeyen para ödeyecek." diyerek açıkça itiraf etti.
poşete 25 kuruş verilmesi gibi fizikî ödeme yapmayan vatandaş için bir anlam ifade etmiyor bu durum. hatta övüyorlar yol yaptı diye. sorsan dış güçler bizi kıskanıyordur.
***
bu kadar vergi toplayıp ülkeye duble yol dışında ne yapıldı allah aşkına.
üretime dönük yatırım mı yapıldı?
fabrikalar mı açıldı?
hayır!
aksine bütün para betona gömüldü.
kaynaklar israf edildi.
***
işte bu yüzden ekonomi zorda.
bundan dolayı paramızın değeri pul oluyor.
üretim olmayınca işsizliği de yenemiyorsun. keza işsizlik arttıkça da yoksulluk artıyor. akp'li belediyeler yaptıkları sosyal yardımlarla övünüyor ama bu yardımların kimlere verildiği, yardım edilenlerin nasıl belirlendiği muallak. açıklasalar da öğrensek keşke!
efendim, "biz şu kadar milyon insana yardım ediyoruz" diyorlar.
peki neden iş vermiyor ve istihdam yaratmak için çabalamıyorlar dersiniz.
çünkü akp bu yardımlar sayesinde de oy alıyor.
***
görüyorsunuz işte, sanayiden turizme, sağlıktan, hazır giyime tüm sektörler alarm veriyor.
hadi sanayi yatırımı yapamıyorlar. bari tarımı kalkındırsalar. ama oda yok. zira tarım sektörü bile akp enkazı altında kaldı. bu alanda kendi kendine yetebilen ülkelerden biriyken akp iktidarı döneminde tarımda büyüme, nüfus artış hızının altında kaldı. işte bu yüzden samandan, nohuta, börülceden, şekere hemen her tarımsal üründe ithalat yapıyoruz.
***
yazılacak söylenecek çok şey varda, uzatmaya gerek yok, zira biliyorsunuz. kısa ve öz:
toplumlar müstahak oldukları yönetime layıktır!..
layıkımız akp zihniyetiymiş, ne diyeyim!..
doğru parti genel başkanı Rıfat serdaroğlu'nun levent bulut'a verdiği röportaj da savunduğu iddia.
spoiler:
Doğru Parti'nin Süleyman Soylu tarafından kurdurulduğu iddialarına sert yanıt veren Serdaroğlu, "Türk Milletinin çimentosu olan merkez sağı satan 3 kişi vardır. Çiller-Ağar ve Soylu. Üçü de AKP'dedir ve merkez sağı dağıtmanın karşılığını peşin-peşin almışlardır" ifadelerini kullandı.