Aslında bu sorunun bir kaç yüzü var ve bunlardan biri de inanın is begenmemezlik. Farkındayım sistem insanları sömürmek üzere kurulu. Muhendis adama "bi başla da konusuruz maaşı" diyenleri de gördüm. Ama ayni muhendis arkadaşın diplomayı sadece 2 ay önce aldığını da. Dolayısı ile bu somurucu sisteme adapte olmak dışında başka bir yol yok.
Ben etrafimda onlarca ıssız görüyorum ki babasının cenkirmesine katlaniyor ama az ve ya çok bir meşguliyet yaratacağı ise katlanamiyor.
işsizlik beraberinde kendine guvensizligi getirir. Bir böcek olduğunu düşünmeye baslarsin. Ama muhendis olup bok bile temizliyor olsan cebine koydugun para senin olduğu için sukredersin.en azından ben kazanıyorum dersin. O bos gecen saatlerdeki sorular silinir kafamdan.
inanın en kotu is, işsizlikten iyidir. Ha simdi bunları yazdım diye sosyalist takılan ama cebindeki i phonu babasına ödeyen bir tip çıkıp siyaset yapacaktır bunları yazdım diye. Önce AC karnini doyurmasını tavsiye ederim.
Mesela görüyorum etrafındaki gençlerden is yok güç yok adam kpss'ye bek bağlamış. Sen yine hedefini yuksek tut tabi ki ama hayati da bir yerden kovala.
Yasta o kadar cabuk geçiyor ki. 33 yasında tasi siksa suyunu çıkartacak adamı zar zor ise aldirdim. 30'unu gecen adami "ihtiyar" olarak goren bir sistemde Türkiye de yaşıyorsunuz. Simdi 22 yaşındayım olsun daha var be dediğin anda 28 inden gün alisin bir uyuyup uyanmak gibi gelir geçer hic merak etme.
Hem bir şeyler yapan insan hicbir şey yapmayana oranla daha mutludur.
Üniversite mezunu bir gencin hedeflerini gerçekleştirene kadar kendi masraflarını çıkarabileceği isler mutlaka var.
Atama bekleyene kadar guvenlik olarak gece nöbetlerinde ders çalışıp simdi öğretmen olan o arkadasimin kanaatkâr tavrı aklıma geliyor çoğu zaman.
Bir de mado cafede garsonluk yaparken ayni hattan eski kiz arkadaşı geçiyor diye isi bırakan adamlar da geliyor tabi.
işsizlik de bir kaç kural var, bunları gerceklestiremeyen adam inanın ideal ettiği şeylere sahip olamaz olamıyor. Biri sabir diğeri ise kanaatkar olmak, her ne is yapiyorsan ona saygı duymak.
Ekmek parası kazandigin her is kutsaldır, milletin bokunu temizliyor olsan da.
küçük kayaları süren dalgaların biriktiği yerlerde çanaklar oluşur. onun üzerine de ufuktan bir aydoğan peydah olur ki; biz buna rezalet ve ya feraset diyoruz.
kiralık kelimelerle anlatılagelenlerin tümü geri döndü. bu gidiş gelişlerin tümcesi, tümden hiçe varım yöntemi hasebiyle, hesapsız kitapsız ve biraz da allahsız biçimde başladığı noktaya geri döndü.
vekil krallıklar hüsranla sonuçlandı. oysa pu yi ile Tutankhaton arasında sadece 8 yıl vardır. vakanın tümü ise 105 haftadır. ayrıca türkiye cumhuriyeti jandarması da emniyet ve asayiş ile kamu düzeninin korunmasından sorumlu silahlı askeri bir birliktir.
umarsızca serencam eden bir demir yığınında doğan kirli sakallı adamlarla 2 küçük kız çocuğu ve 1 erkek 1 kız biçimdeki kombinasyonlardan sonra bu kirli dünyaya çocuk getirmeme konusundaki polikistik ısrarlar sonucu elim hikayeler başlamadan son bulma imkanı da bulma hakkına böylece sahip olabilmektedir.
-kelimeler biraz orospular gibidir, fiyatınca muamele-
iyi insanları kötü tanıma devirleri olduğu gibi, kötülerin naif göründüğü puslu havalarda var olmuştur.
oysa insan halının altına ayağını sokup kaldırmaca oynadı diye azar işitmeyi hak etmeyecek kadar masumdur.
bırakın çocuklar yerdeki muşambaları dilediği gibi yırtabilsinler.
aklımızın kıvrımlı tarihi sokaklarında yeterince dolaştığımıza ve asıl maksattan her zamanki gibi uzaklaştığımıza göre merama geçebiliriz.
kendisi konya'nın en elit ve metrekare başına en az yobaz düşen bölgesidir. tabi ki bir ermenek bir ayrancı bir başyayla bir eyüp etmese de ederi olduğu kadar.
hani her bir şehrin üzerine lanet gibi doğar ya ay. milyonlarca insanın tek bir aynada saçlarını taraması gibi bir şey. bu yüzden her ay doğduğunda ve aklıma aydoğan geldiğinde kepeklerim dökülür.
-dünyanın kepengi neden yok?-
kimi kokular ve dokular, böyle kulağa sanki ağıza zorla çalınan bal gibi gelen anlar vardır. pişmanlığın ve müflis en çok da necis bir hayatı yeterince geç kalmışken kaçırmaya benzer biraz da.
2 oda bir salon.
o da mutlu olmak için işte.
koltuk takımlarından medet umar hale gelen ve topraktan fazlası ile izole edilmiş doğalsızlık, doğasızlık psikozu.
ütopik bir kavram olarak mutluluk, yenikapı metro istasyonunun kafa nereye biz oraya cinsinden türkiyenin her yerini gezecekmiş gibi sanılmasından da doğabilir.
sanrılar ile tanrılar arasında t ve s kadar fark vardır ne de olsa.
ikisi de umut dağıtır ama para peşin çalışan hayat kadınları kadar gerçekçi olamazlar.
eğer bir çakmaktaşı medeniyetin mili olmuş ise, bir kıvılcım kısır döngünün çarklarına start verebiliyorsa ve determinist bir dünya görüşü afyon misali uyutabiliyorsa kimilerini, uyuyor sanıyorsa o kimileri, bir diğerlerini, taşlar yerine sen öyle görmek istediğin için düzgün oturmuş gibi gelir. halbuki yatıya gelen misafirlerde vardır ve o tevafuklara tenezzül etmek kaza ve bela ve ata getirir.
ata kazayı, kaza da belayı bozarmış dua ile. eh kullarda gereksiz yere azmadığına göre, hakk'da bela yazmayıverir böylelikle.
-tavlayı koltuğunun altına kıstırmak isteyen ismini yazdırsın.-
işbu şekilde tahayyül ettikçe tesadüflere zemin kalmıyor. toprak kayıyor, taraçalar oluşturmalıyız sık taraklarla.
hem 3 şeye hüküm bina edilmez; insan, rüya ve t....
böyle olmakla beraber, yani binaenaleyh; hiçbir şey değişmemiştir ve değişmeyecektir.
naçar; insana da yazık bilmiyor ki gaybda, kendisinin gıyabında neler olup bitiyor.
eğer bir bilse ve görse hali nice olurdu tabi ki.
boşluğa atılan ve yıldızlar gibi dökülen lakırdılar, hem hiç haberi olmaksızın bir sinenin tahmini 1 milin 3'te biri kadar mesafede bir diğer sineyi kasıp kavurduğunu.
eğer emin olabilse insan, yeterince yakıp kavurmadığı ve muallakta bıraktığı taşın, dünyanın, evdeki tavanın ve camlardaki saksıların tepesine düşmesini diler.
çendan zaman mevhumu kendisi gibi insanı olduğu yerde bırakmıyor alıp bir yerden diğer köşeye mutlak surette taşıyor.
şimdi ise yeni günlerin ve yeni yüzlerin buruk heyecanını yaşamak mı yoksa bu müflis ve biraz da pis vakıadan ders çıkarıp susup oturmak mı?
-şöyle okkalı bir allah kahretsin! kahretsin vurgulu olacak-
mumlar teheccüde kadar da yanabilir amma velakin bir rüzgar çivi taklidi yapıp sökebilir çivilerini kimi çatıların.
düşüncenin sırtlana sansara çakala ve harisken habis olan şeytana benzediği çoktur.
hem insan derisinin altındaki ete kemiğe kana bile yabancıdır. kaldı ki bir başkası.
dolayısı ile hançer mümkündür. ikili delilik mi namussuzluk mu insanilik mi? ne farkeder? soruları, soruların takip etmesi de sıkıcı bir iştir aslında. hem de saat 04:17 civarıyken.
beyinlerin içinde yaşamadığımız sürece yanılmak mümkündür.
bir zar atıp otobüs duraklarında beklemeliyiz. bir sansar gibi. sar günü gelip çatacaktır mutlaka.
-o ne kötü bir gündür, onları elim bir azapla müjdele-
beton yığınlarından kurtulup biraz olsun ağaç, börtü böcek görmek için bahçeköy taraflarında ormanda bir gezintiye çıktım. pazar günü olmasına rağmen ailelerden çok arabalarda sevişen çiftlere rastlaşıp, ''kusura bakma kardeş'' bakışı atıp geldiğim yerde döne döne yoktan yere benzin yaktım.
mutlu olmak için demeyelim de yapmış olmak için yaptım diyelim.
ormanlarda sevişmeyin, çünkü biraz kafa dinlemeye gelen insanların gününü zehir ediyorsunuz.
aklıma gelmişken, nef'i'nin idamına dair anlatıgelen olaylardan biri de şudur, nef'i idam edilmesin diye ileri gelenlerden biri padişaha mektup yazdırır. nef'i de o sırada oradadır. mektubu yazan katip zencidir. bir anda mürekkep kağıda damlar ve yazı berbat olur, nef'i de katibe ''efendim teriniz damladı'' diyerek kelleyi kurtaracağı son şansı da kaybeder ve istanbul boğazının dibini boylar.
bu memlekette adına baba denilen bir çok adam o iskeleye dikilen ''babalardan'' daha vasıfsız aslında.
bir de böyleleri var ki değil ellerini, ayaklarını öpesi gelir insanın.
şu hayatta bizi üzmeyi başarabilen onca siktiri boktan şey aklıma gelince kendimden utanıyorum. bizim derdimiz dert mi? kendimizden utanmalıyız bu gibi olaylarla karşılaşınca.
eyüp mezarlığında yatmaktadır. bayramlarda bir dua okuyanı bile yoktur. yaşadığı onca ömür ardında kendisine bir dua okuyacak birini bırakmaya dahi kifayet etmedi demek. zaro ağaya da yazık. 160 yıllık çile. her bayram ağa'nın mezarı başındayım. oturuyorum boş boş. boş hayatın en dolu işi mezarlıklar galiba.
aslında hikmet benol tutunamamış, kaybetmiş bir adamdan çok, hayata karşı her şeye karşı olan hırsını naif bir tavırla aktaran yalancı bir adamdır.
yalnızlığının ve anlatma ihtiyacının altında bu tür sebep yatar. kimsenin iyiliğini gerçek anlamda düşünmez. birini yanında istiyorsa bu sırf kendi içindir. tekil bir mutluluk hikmet benol'u hikmet benol yapar. her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünüp tartmış olması da bu bencillikten kaynaklanır. hikmet benol iyi bir adam değildir aslında. müflistir. bu yüzden her şeye karşı öfkelidir. öfkesini ajite edebilecek kadar yalancılık konusunda yeteneklidir.
bundan tam 6 yıl önce bugün kız taşının önünde 21-22 yaşlarında bir genç o adamı vurdu...
''yaptığının karşılığı bu!'' diye bağırarak özel fatih hastanesinin camlarından olayı izleyen hastalara ve çalışanlara aldırmadan kan ter içinde bir vaziyette macar kardeşler caddesine doğru ilerledi.
saat 02:48'i gösterdiği sıralarda telefonunu cebine koyduktan sonra elini sol cebine attı. sigarasını genelde sol cebinde taşırdı. yerinde olmadığını farkedince boğuşma esnasında yere düştüğünü farkedip o adamı vurduğu yere geri döndü.
kıztaşı semtinin eski sakinleri olan bu insanlardan her biri camlara balkonlara koşmuş olan biteni izliyorlardı. halbuki kıztaşında hiç böyle şeyler olmazdı. mübadele döneminde buradan kovulan rumlar yedikule'den başlamak üzere karagümrük acıçeşme tarafları hariç fatih'te yaşayan herkese birlikte nasıl yaşanacağını öğretmişti.
o eski cumbalı taş evlerden, koruma altına alındığı için belediyece üzerine tabela asılı ahşap, yıkılmaya yüz tutmuş müstakil evlerin karanlığını ve sessizliğini bozan yan daire komşuları bu insanlar ne olup bittiğini anlamlandıramamışlardı.
o genç sigarasını almak için geri döndüğünde çığlıklar birbiri ardına geldi. özel fatih hastanesinden yaşlıca bir kadın ''polisi arayın!'' diye bağırdı. hastanin hemen çaprazında, borçtan yakasını kurtaramayan trabzonlu tekel bayii sahibi sadrettin'in üst katında oturan ekrem isimli bir şahsı kızları ve karısı zor tutuyordu. silahını alıp kahraman olmak istiyordu. o yerde yatan adamı kurtarmak...
o genç adamın duyduğu tek şey çığlıklar ve ''ekrem yapma!'' cümlesinden başka bir şey değildi. halbuki saat şu anda 02:53'tü ve sigara alacak açık bir yer olmadığı için geri dönmek zorunda kalmıştı.
bu onu biraz olsun korkutmuştu elbet. işini bitirmiş, yıllarca beklediği an gelmiş ve o adamı vurmuştu. bir sigara olsun içebilmek için kahraman ekrem onu vurabilir, polisi aradıkları için vefa'dan ve ya Şehit Tevfik Fikret Erciyes Polis karakolundan polisler gelip onu kıskıvrak yakalayabilirlerdi.
buna rağmen yerde yatan o adamın hemen dibine düşen mavi kutulu, boşluklu filtresi olan 2001 sigarasını yerden aldı ve yaktı. kız taşının üzerinde yazan ''principis hanc statuam marciani cerne torumque praefectus vovit quod tatianus opus'' yazısının ''işte bu imparator Marcianus’un anıtıdır'' demek olduğunu hatırladı. çünkü daha öncesinde defalarca kez gitmişti oraya. meraklı biriydi. gereksiz bilgilerle dolu kafasında o adamı vurmak da yer edinmişti yıllarca.
çünkü dedesi ona hep sansarların köyde yavrularını öldüren adama neler yaptığını anlatırdı. rivayet o ki dedesinin köyünden bir adam sansarın yavrularını damda öldürmüştü. anne sansar ise aradan uzunca seneler geçtikten sonra ocakta pişen yemeğe zehrini kusmuş, adamın torunları gelini karısı oğlu ve kendi dahil tüm aileyi öldürmüştü.
karıncadan ilham alan soysuz aksak timur'un emir timur olması misali, o gençte alacağı intikam için yıllarca bir sansar gibi bekledi. ama sabır onu tüketmişti. ne de olsa sabır dikenli bir yoldu.
o adamı beklemeye başlamadan önce abdi ipekçi caddesi üzerindeki nokta pub'da içtiği 7 biranın da etkisiyle imparator marcianus'tan ne eksiği olduğu düşünüp 9 mayıs 2010 günü saat 02:59 civarı artık buranın kendisi için bir anıt noktası olması gerektiğini düşündü ve camlarda onu izleyen insanlara dönerek bağırdı;
neden ''bilinçli'' olduğunu, neden ''karşı konulamaz güdü'' olmadığını ise yine insanın kendisi ile açıklamak mümkün.
bir örnek olay üzerinden gidersek terk edilen ve ya bir şekilde ayrılmak durumunda kalan kişi öncelikle kendisini düşünür. karşısındaki kişiyi düşündüğünü zanneder. ''bunu bana nasıl yapar?'' türündeki sorular bile bunun en açık örneğidir. psikolojinin ego dediği olgu aslında çok ciddi bir araştırma konusu.
her ne kadar freud bunları ıd, ego, superego biçiminde sınıflandırmış olsa da bu freudça bir tanımdır ve insana dair bilimlerin tümünde genelgeçer bir sistemati oluşturmak imkansızdır.
çünkü insanı, tıpkı evrimsel süreç gibi yontan, şekillendiren şey içinde bulunduğu toplumdur, ailedir, inançlardır.
işte bu ego veya egoist yönelim daha çok ilişkilerde kendini en belirgin biçimde gösterdiği için birini unutmak istememek, o kişi de diretmek gibi şeylerin temelinde yatan, o kişiyi kaybetmek değildir, kişinin kendi yalnızlığına ve ya kaybına duyduğu tepkidir.
normaldir ki insan bir çok şeye tanım getirme yeteneğine sahiptir ancak kendi duygularına getirdiği tanımlar çoğunlukla isabetten uzaktır.
bir diğer gerçekte tüm taşları tam anlamı ile yerine oturtan şey zamanın kendisidir. her şey yaşanıp bittikten sonra neden öyle olması gerektiği ortaya çıkar. psikojenik füg türünden bir duygu ancak bir zaman sonra belirir.
bu işin türkçesi, insan istediği için acıya düçar olur. geçmişte yaptıklarınıza pişman olmanız bile bunun en açık kanıtlarından biridir.
tabi bu tanım necip fazıl kısakürek gibi aydın olduğu sanılan karanlık adamın dediği şekli ile ''allah tanrının belasını versin'' sığlığında bir şey değildir.
allah, yehova, şiva vs... tüm bu tanımlamalar subjektif birer yaratıcı algısının sonucudur. roman bir yazı türüdür ancak yaprak dökümü ile araba sevdası aynı şey değildir. bu şekilde düşünmek gerekir. islamın tanrısı ile yahudiliğin tanrısı benzeşiktir ama tam olarak birbirinin aynı değildir.
bu bakımdan ele alındığında sami gelenekten olsun, hindu geleneğinden ve ya iskandinav mitolojisinin yaratıcı algılarını ele aldığımızda daha çok coğrafik tanrılar ve dini algılar çıkıyor karşımıza. dolayısı ile tüm bu dinlerin ve tanrı anlayışlarının o dönemin siyasi aklına denk düşen aktüeli yansıtan toplumsal olaylardan hareketle ortaya çıktığını gördüğünüzde ne allah'ın ne de yehova'nın var olabilecek olmasını ihtimal dahilinde bile görmekten kaçınıyorsunuz ister istemez.
bir yaratıcının, var edenin ve ya edenlerin olduğu konusu ise aslında hem mantıksaldır hem de değildir.
ayrıca tüm bu sistemi var edenin tek bir kişi olduğunu nereden biliyoruz? klasik müslüman anlayışın tevhid vurgusundan hareketle bakıldığında, yaratıcı gücü ve ya güçleri tanımlamak zorlaşmaktadır.
bilinmesi gereken tek şey ise ontolojik bağlamda herhangi bir şey bir sebebe dayanmaksızın var olma imkanı bulamaz. eğer her şeyin hiçlikten geldiğini var sayarsak, münferit olarak hiçliğin ne olduğunu tartışmak durumunda kalırız. ya hiçlik de bir ''varlık'' ise?
bu durumda tetikleyici etken ve ya bir yaratıcı, idame ettirici gücün varlığı kaçınılmaz bir gerçeklik olarak ortaya çıkıyor.
bir deist, yaratıcı gücün varlığı konusunda teisttir, o yaratıcı gücün yaratma sürecinden sonraki misyonu konusunda ise agnostik. 6 numaralı entrynin cevabı bu kadar nettir.
daha çok türkçülüğü ile ön planda olsa da esasen edebiyatçılığı türkçülüğünün bir tık önünde olması gereken muhteşem bir yazar. 1 ocak 1999 yılıyla başlayan z vitamini isimli eseri tavsiye edilir.
joe frazier'den sonra profesyonel boks tarihinin gördüğü en iyi ağır sıklet şampiyon.
mıke tyson'ı mıke tyson yapan aslında antrenörü cus d'amato'dur. mıke tyson başarısını sert yumruklarına değil farklı bir boks tekniğini uygulatan antrenörüne borçludur.
bir boksörün reach mesafesi oldukça önemlidir. d amato'nun geliştirdiği daha kapalı ve her zaman yukarıda olmak zorunda olan guard tekniğini en iyi uygulayan da mıke tyson olmuştur. tabi ki kendisinin şahsi yeteneği ise tartışmasızdır.
gel gör ki bunun gibi efsane adamlar nedense kariyerlerini kendi elleriyle baltalarlar. tabi bunda boksun fakir sporu olması ve getto da yetişmiş bir adamı paranın bozuyor olması da etkili.
23 nisan çocukları gibi başbakan koltuğuna oturtulup kaldırılan kişi.
ülkeye bak be. sözde demokrasi ile yönetilip sözde islamcı geçinen ve reyis dedikleri nefsine tapan bir adamın iki kelamına tav olup %50 olduğuna inandıkları tabanlarını dahi koyun gibi ardlarından sürüyen bir parti tarafından idare ediliyor.
bence bu adam dava arkadaşlarıma kırgın değilim derken bile yalan söylüyor. çünkü çürümeyi içeriden gördüğü için gelecekte partisinden dahi istifa edecektir. tıpkı bülent arınç gibi. reyisleri kendisine de ''o yalan söyleyen zat'' derse şaşırmayız.
aklıma gelen bir diğer ihtimalde bu adam ileri de rte ve yardakçılarının başına gelecekleredn daha fazla sorumlu olmamak için kıyıdan köşeden elini çekiyor ak partiden.
kontrolsüz güç güç değildir. rte, damadı, evlatları ve kendi kitlesi kendi sonlarını hazırlıyorlar.
olan ise bu memleketin gençlerine olacak elbet. onların milyon dolarları var sizlerin ise 1330 lira asgari ücreti.
eğer birkaç dakikalığına bile olsa kendimize dışarıdan bakabilmiş olsak, aslında ne kadar basit olduğumuzu daha iyi anlardık belki de.
sorun gözlerde...
polis memuru rüştü erdemi şehit eden kalleş orospu.
işte bunun gibilerinin ardından ağıt yakıp kalleşlikten puştluktan başka bir bok yemeyen, fındık kadar beyni olmayan yeni mini mini teröristçikler de yok değil. her birinin sonu şu orospu gibi olur umarım.
gel gelelim bizim solcu geçinen, aldığı siktiri boktan üniversite diplomasından dolayı dünyayı ve hayatı çözdüğünü sanan ama daha kendi memleketinden habersiz, vicdan yoksunu ahlaksız, ikiyüzlü tipler anca bunlar gibilerinin ardından tweetler atarlar retweetlerler falan.
son 8 ayda 400 yakın polis ve askeri şehit verdik. allah için gidin bir sosyal medya hesaplarına bakın. bir tane şehidin adını gördünüz mü?
berkin elvan denen o sevimsiz ve aday adayı dhkp c militanı itin ardından bile ne edebiyat kastılar ne vicdan provası yaptılar, ne insanlık sattılar millete aman ya rabbi.
ama bir tane şehidin adını sanını görmedim şu son olaylarda. ne dillerinde ne de orada burada. her birine yazıklar olsun.
işte bu gibi durumlar, bunlar gibi insan müsveddilerine olan kini arttırmaktan başka bir işe yaramıyor.
her zaman diyorum, bu ülkenin sağcısı namussuzdur, dinbazdır puşttur. ama solcusu direkt orospu çocuğudur ve ahlaksızlıkta sağcılar bunların yanına dahi yaklaşamaz.
bu leş orospunun başlığı altında neden bu kadar yazdım bilmiyorum.
zor. o kadar zor ki. ama bu zorluğu bir usanç oluşturmuyor. en azından kendi açımdan öyle. zorluğu o yoksunluk duygusundan kaynaklanıyor sadece. hep bir boşluk var. evet bir insanı özlemek güzeldir ama sürekli özlemek ağır geliyor. bu sefer daha çok özlüyorsun. kısır döngü işte.
tabi biraz sabırlı olmayı gerektiriyor kimi durumlarda. benim gibi sinir ve sabır eşiği düşük biriyseniz karşınızdakini kırmanız da muhtemel. zaten uzakta olan biriyle kavga ettiğinizde size bunun etkisi daha fazla oluyor. yanında değilsiniz, ha dediğiniz anda olamıyorsunuz. gideceğiniz günü bekliyorsunuz, zamana sövüyorsunuz bu kez. bu açılardan bakıldığında gerçekten zor.
yoksa gerçekten seven bir insan mesafeler mühim değildir. at sırtında yol tepmiyoruz ya.
ipler bir noktadan sonra gevşer mi allah bilir. hayat her ihtimale karşı açık. hani gözden ırak olan mevzusu... olmaz olmaz dememek lazım.
bu işin ortası yok. ya biter ya devam eder, her şeye rağmen.
sabırlı olmasını dilerim bu durumda olan insanların.
ancak dediğimi yapıp yaptığımı yapmamalarını da ayrıca tavsiye ederim.
espri yaptığını zannederek saçma salak konularda adamların inançlarıyla alay etmek düşünce özgürlüğü olmuyor pek.
bu başlık altında bile armut armut ifadelere rastlıyoruz. bu ise dine eleştiri getirenlerin hiçbir bok bilmediğinin bir diğer kanıtı.
din ve ya inanç dediğiniz şey ile ideoloji arasında ve ya modern ideolojiler arasında hiçbir fark yoktur. din de medeniyetin bir parçasıdır. dolayısı ile bu medeni/kültürel yapı karşıtı ile çatışmak zorundadır ki ayakta kalabilsin.
hiçbir şey değilse bile din olgusunun antropolojik değeri vardır insanı tanımak ve anlamak açısından. hatta tarihi bile anlamlandırabilmek açısından dahi.
dolayısı herhangi bir inançtan ya da inançsızlıktan olan insanların değerlerini onları dünyaları olarak görüp oldukça hümanist bir dünya şeklindeki ütopik ve aptalca nazarlardan din olgusuna bakmamak gerekir.
şartlarla beraber kişinin kendi psikolojik yönelimi.
insan iyi ve ya kötüden tamamen izole bir varlık değildir. iyi ve kötü potansiyelini içinde taşıyan bir varlıktır. dolayısı ile şartlar en baskın unsurdur.
bu ise avcı-toplayıcı toplumdan tarım toplumuna geçişte belirginleşmiş bir olgudur aslında.
tabi bunun bir de evrimsel süreçle alakalı boyutu vardır ki modern insan halen daha alt beynini kullandığı için tehlikede olduğu duygusunu ve yönelimini hiç kaybetmemiştir.