birçok kamu kurumunda ve özel şirkette, kullanıcılara kolaylık sağlansın diye kullanılan alettir. harekete duyarlı sensörler vasıtasıyla, otomatik olarak kağıt havlunun kullanıcıya sunulması gibi bir gaye ile üretildiği söylenebilir. ayrıca, hijyenin arttırılması ve kağıt israfının azaltılması gibi hedefler de sıralanabilir.
buraya kadar herşey güzel. bundan iyisi şam'da kayısı. lakin teoriyle pratiğin birbiriyle tam olarak örtüştüğü söylenemez. şöyleki:
efendim, girersiniz lavaboya. def i hacet hasıl olduktan sonra ellerinizi ve şayet suya tutmuşsanız yüzünüzü kurulamak istersiniz. sizin ne denli değerli olduğunuzu ve konforunuzun ne denli önemsendiğini göstermek için oraya monte edilmiş sensörlü kağıt havlu makinesine gözleriniz takılır. suratınızda gevrek bir gülümseme ile makineye yaklaşıp elinizi uzatırsınız. beklersiniz ki, uzanan elinizin hareketini algılayarak mekanizmayı devreye sokan sensörler avucunuzu kağıt havlu ile doldursun. lakin... lakin bir problem vardır. heralde sensörlerin algı kapasitesi düşüktür diye düşünerek, ellerinizi ileri geri, aşağı yukarı hareket ettirirsiniz. hadi koçum, evet şimdi şeklindeki cümlelerle de makineyi gaza getirmeye çalışırsınız. lakin makine için bu çabanız çok da fifi dir yani. yüzünüzdeki gevrek gülümseme, bu aşamaya varana kadar zaten yok olmuştur. ufaktan ufağa kıl olmaya başlamışsınızdır. ıslak ellerinizi bu sefer, kağıt çıkış noktasında dolaştırırsınız. belki, kağıt çıkışında melun bir engel vardır diye el yordamı ile çeşitli kontrollerde bulunursunuz. lakin o da kar etmez. aptal makineye iki şaplak atıp, ''ulan seni akıl edenin aklına incir ağacı dikeyim. bir de konforumu düşünmüşler. lütfetmişler.'' şeklinde söylenerek kapıya doğru yol almaya başlarsınız. tam kapının koluna asıldığınız anda, arkanızdan yükselen ses ile duraksarsınız. haşin bir bakışla arkanızı dönüp de sensörlü makineye baktığınız vakit, boşlukta asılı duran, makine tarafından sizin kullanımınıza * sunulan kağıt havluya gözünüz ilişir. sinkaflı rahmet duaları okuyarak çeker gidersiniz. lan bu makine, benimle maytap mı geçti diye düşünmeden de edemezsiniz. bu da böyle bir alettir işte.
edit: bugün aynı olayın, bir başka kişinin başına geldiğine şahit oldum. uzaktan, tecrübeli halimle suskun ve bıyık altı bir tebessümle izliyordum adamı. adam makineye yaklaştı. kağıt gelmeyince, makineye orda olduğunu kanıtlamak için, makineyi ikna etmek için haka dansı yapmaya başladı. en sonunda makine tarafından kaale alınmadığını görünce, elini makineye hiddetle kaldırdı. sonra merhameti baskın gelmiş olacak ki, töbe töbe şeklinde söylene söylene kapıya yöneldi. adam tam kapıyı açacaktı ki, bizim ibne makine yine yaptı piçliğini ve kağıt havlu çıkardı. adam hışımla makineye saldırmak için atağa kalktı. neyse ki araya girip adamı etkisiz hale getirdik de, makineyi pert olmaktan kurtardık. sonra, herkesler gidince makineye yaklaştım. adama nasip olmayan kağıt havluyu, yana ve yukarı doğru çekerek koparttım. ''ulan bırak bu ibneliği. puştluğun sonu yok. kalacaksın birgün birinin elinde.'' şeklindeki nasihatimi verdim. makine uslu uslu yeni kağıt havlu uzattı bana. ama şımarmasın diye almadım. bu yalakalığa müsade etmedim. makineyi efkarlı bir tefekkür içinde bırakarak lavabodan ayrıldım.
eğitim politikası, doğası gereği dinamik bir konsepte sahiptir; ya da en azından öyle olmak zorundadır. eğitim politikalarının üç veçhesi vardır:
1) eğitim politikaları, geçmişin izlerini taşır. çünkü nisyan (unutmak) kökünden türetilmiş bir kelime olan insan sözcüğü ile nitelendirilen ademoğlu, geçmişi durmadan hatırlamak, maziyi sürekli zikretmek (hatırlamak) zorundadır. bu zaruriyete binaen oluşturulan eğitim politikaları,geçmişin hatırlatıcısı olmak gibi bir veçheye sahiptir. ya da öyle olmak zorundadır.
2)eğitim politikaları, zamane gereksinimlerine cevap verebilme potansiyeline sahiptir. çünkü hergün, yeni olay ve olgularla sınanan ademoğlu, gelişmeler karşısında makul bir tavır geliştirmek zorundadır. netice itibari ile ademoğlu, sorumluluk duygusuna vakıf bir mahluktur. (bu vasfını unutması, bu vasıftan mahrum olduğu anlamına gelmez.) bu sorumluluk duygusu, atılan her adımın ölçülü ve planlı olması zaruriyetini doğurur. bu zaruriyete binaen oluşturulan eğitim politikaları, bugünün yön vereni olmak gibi bir veçheye sahiptir. ya da öyle olmak zorundadır.
3)eğitim politikaları, geleceğe yönelik tahayyüllerde bulunabilme potansiyeline sahiptir. çünkü idrak etmek gibi bir merakla, bir dürtüyle yaradılan ademoğlu, daima hangi noktada durduğunu, bulunduğu noktanın geçmişten bakıldığı vakit nasıl bir algı oluşturduğunu ve en nihayetinde de bulunduğu noktanın nasıl bir potansiyel gelecek arz ettiğini bilmek zorundadır. bu zaruriyete binaen oluşturulan eğitim politikaları, gelecek tahayyüleri ebesi olmak gibi bir veçheye sahiptir. ya da öyle olmak zorundadır.
enstrümantal açıdan oldukça başarılı bir çalışma. ciwan'ın yorgun ses tellerinden yükselen mırıltı ise, enstrümanın kalitesine ayrı bir tat katmış. o melodinin üstüne serpiştirilen ciwan'ın sesi, ahmet arif dizelerinin ve de yaşar kemal romanlarının depreştirdiği duyguların melodik bir tezahürü olmuş adeta. ahmet arif, bu dağ mengene dağıdır dediği vakit de, yaşar kemal baldırı çıplak anadolu köylüsünün fukara deryasını anlattıp bu deryadan bir destan çıkardığı vakit de aynı duygusal düzlemde yürüyorlardı. işte ciwan, bu duygusal zemini tekrar cilalayıp yüreğimize sundu.mısralarla değil, sayfalarla değil, melodik mırıltılarıyla...
hülya avşar için bir parantez açılacak olursa şayet, denilebilir ki, hülya'nın güçlü bir sesi yok. ayrıca bu türkünün tınısı ile örtüşecek yumuşak bir ses tonuna da sahip değil. kürtçe telaffuzları da sırıtmıyor değil. ama her halükarda teşekkürü hak ediyor.
bu türkü, bilindiği gibi, aşık daiminin ne ağlarsın isimli türküsünün kürtçe sözlerle yeninden yorumlanması şeklinde oluşturulmuş bir türkü. tabi sözler ayrı, sadece müzik müşterek. ve bu türkü, sezen aksu yorumu ile ünlendi. şimdi düşünüyorum da, hülya avşar yerine, bu türküde sezen aksu'ya kulak verseydik, acaba kaç ay boyunca durmadan, dinlenmeden bu türküye kulak kabartıp kendimizden geçecektik. ama olsun. bu türkü, bu hali ile de çok güzel, ve saatlerimizi ve günlerimizi dolduracak kadar da çekici.
emeği geçen herkes kesinlikle teşekkürü hak ediyor. elinize, dilinize, yüreğinize sağlık.
ayrıca türkü'nün sözleri de oldukça güzel. artık bir ütopya haline gelmiş saf aşkı fazlası ile özletiyor.
evlatlarına isim koyma telaşesi içindeki ebeveynler, farklılık peşinde koşma sevdası ile, çocuklarına tuhaf tuhaf isimleri miras bıraktıklarının farkındalar mı acaba?
özellikle son zamanlarda sıkça göze çarpan bu farklılık arayışı, çoğu zaman ortaya zorlama ve eğreti isimler çıkarmaktadır. ilk duyduğunuzda tuhaf bir etki bırakan ve telaffuzu zor olan bu isimler, ebeveynlere nasıl bir haz vermektedir acaba? mesela, çocuğunun ismini ahmet bırakmak yerine cenkmen koyan; ya da gülsüm bırakmak yerine esila koyan aileler, acaba nasıl bir miras bırakma ya da nasıl bir manevi atmosfer inşa etme sevdasındadırlar?
bir diğer husus ise;
ailelerin, akıllarınca kur'an'dan cımbızla çekerek çıkardıkları kelimeleri, evlatlarına isim diye koymaları ve böylelikle imanlarını muhafaza ettiklerini ispatlama çabası içerisinde olmaları...
tuhaf durmuyor mu sizce de?
ne yani, kur'an hayatı anlama ve sorumlulukları idrak etme rehberi midir; yoksa isim türetme kitabı mıdır? ve dahi, kur'an'ı anlamak için birgün olsun açıp da okumayan ebeveynlerin, evlatlarına isim bırakırken fellik fellik kur'an Yaprakları arasında dolanmaları, ne denli ahlaka ve vicdana uygundur? kur'an'ı böylesi bir muameleye tabii tutan ebeveynlerin, evlatlarına kur'an'da geçen kelimeleri isim olarak seçmeleri kitaba saygı, imana sadakat olarak nitelendirilebilir mi? yoksa tam aksine, bir saygısızlık, bir aymazlık olarak mı durmaktadır?
popüler kültürün ve dezenformasyon sağanağının tazyikine maruz kalan toy ebeveynlerin bu hastalıklı arayışlarına dur demek gerektiğini düşünüyorum. çünkü tv kanallarından taşarak yüreklere ve akıllara sızan yemekteyiz ve izdivaç isimli safsatalar tarafından hipnoz edilmiş bir ebeveyn profilinden bahsediyoruz. veya bu profilin dışında durup da, kapitalizmin bireyselci yaklaşımına yenik düşmüş insanlardan bahsediyoruz.
ebeveynler kusura bakmasın ama, kimse evladına isim bırakma hususunda sonsuz bir özgürlüğe sahip değildir. evladına farklı bir isim bırakarak alttan alta sosyal patinaj çekmeye çalışan, hele ki isim dedikleri şey kur'an'da geçen bir kelimeyse, hem sosyal hem de dinsel nirvanaya ulaştığını sanan egosu şişik ebeveynler, bir noktada durup düşünmek zorundalar.
isim bırakılan evladın bu ismi benimseyip benimsememesi mi; yoksa çevredekilerden kopartılan birkaç kıskanç bakış mıdır önemli olan?
evlatlar, sizin kanınızdan ve de canınızdan bir parça olsalar dahi, başlıbaşına bir insandır ve herbiriniz ayrı ayrı mezarlara gireceksiniz. onları, daha doğar doğmaz kendi egonuza alet etme cahilliğini gösterirseniz, yarın öbür gün sus pus olmuş bir şekilde huzurevi köşelerinde pineklemek kaderini hazırlarsınız kendinize... bu sefer kıskanç bakışlar kopartmak değil, evlatlarınızdan en ufak merhameti dilenecek vaziyette olursunuz. haydi koyun bakalım isimleri dilediğinizce... bir cenkmen edasıyla egonuz uğruna garipleştikçe garipleşin... tuhaflaşın...
evet efenim, zamane pür entel dantel gençliğimizin ağzına doladığı yeni safsatadır. neymiş efendim, namusu bacak arasında değil de, beyinde arayacakmışız. bu çağda, bacakarasına girip çıkanın ne önemi var ki... ha bir serserinin malafatı girmiş, ha bir eşeğinki... ne önemi var ki...önemli olan, beynin namuslu olmasıymış...
iyi güzel diyemiyorum maalesef. be hey namuslu beynini siktiğim diyorum... o kadar gıymatlı bir beyne sahipsin de, ne bok yemeye çöp ettin güzelliğini, puşt ettin narin bedenini, kamuya mal ettin derdini, tasanı, en mahremini... kusura bakma beyni namuslu avanak uyanık... bizim oralarda namuslu beyin diye bir tabir yoktur. sadece keskin zeka ve temiz ahlak deyimleri vardır. ve bizim için bir insan, bedeni ve ruhu ile bir bütündür. bedenini muhafaza edemeyen bir insanın aklından da şüphe edilir, temiz ahlakından da...
yok efendim beni siken sikti ama gönlüm sende, benim tadımı alan aldı ama aklım sende şeklinde konuşuyorsan, * aklın en namussuzuna sahipsin demektir. bir akıl, sadece zevklerin uğruna tükettiğin bir hayatı kamufle etmek için çalışıyorsa, o akıl namussuzdur, o akıl kara cahildir.
halbuki bilseler o güzel dilberler... bir bilseler vakar ne kadar da kıymetli kılıyor onları... ağırbaşlılık ne kadar da yüceltiyor onları... zarif bir tavır, ne kadar da makbul duruyor edepsiz kahkahalardan.... bir bilseler... bir bilseler...
tarif edilmesi oldukça zor olan, lakin ciğerlere doldukça ruhunuzun kıvamını değiştiren, dudaklarınızda bir tebessüm olarak beliren ve hayal dünyanıza bir umut tomurcuğu eken eşsiz kokudur.
saf bir kokudur. içinde ne yapay aromatik kokular, ne de bu kokulara belenerek doğal kokusunu yitirmiş insancık kokuları vardır.
saflığında saklı bir sertliği vardır. koklayana metanet verir.
sivilceli yüzü, kıpır kıpır eden ham kalbi ve ailesinden aldığı noksan ilgi ve edep ile klavye başında kök salan sözlük yazarlarıdır. nefret ettikleri sosyal beceriksizliklerini ve yalnızlıklarını ve kırıklıklarını, aldıkları eğitimin yardımı ile değişime uğratarak, o çok sevdikleri toplumun felahı için(!) sanal alemde ali kıran baş kesen hüviyetinde entrylerle cirit atarlar. o yazıları okuyanlar, öfke ve kin yüklü cümlelerin ardında duran yapayalnız insanı göremezler çoğu zaman. onca akla aykırı safsatalar püskürtmelerine rağmen, bu kişiler sevilmek isterler, ilgi beklerler, samimiyete ihtiyaçları vardır. yalnız, felahı için, yatıp kalkıp kan ve dehşet yüklü önerilerde bulundukları ve tapma derecesinde bağlılık duydukları ulvi sistem ve topluluğa güven duymadıkları için, aslında o korudukları yapıdan nefret ettikleri için, açılamazlar kimseye...
kraldan çok kralcı olmak zorunda hissederler kendilerini. korkarlar toplumdan. korkarlar insanlardan. onun için kıyamet türevi bir şeylerin kopmasını isterler. herşeyin yerle bir olmasını, acıların çoğaldıkça çoğalmasını isterler.
böyle söylemek zorunda hissederler kendilerini... lakin, biri ellerini tutsa, biri samimiyetle gözlerinin içine içine baksa, eminimki o kraldan daha kralcı geçinmek zorunda kalan arkadaş güruhu, en insancıl sözcükleri en yürekten mırıldanabilir.
çünkü suyun tadını, ona en çok hasret kalanlar alır.
ırkçılık aslında, henüz dibine varılmamış bir paradokstur. dibe en çok yaklaşan biri ya da birileri varsa, belki bir nazi almanyası zikredilebilir. * en dibini gördüğümüz takdirde, diptekinin sonuçları değerlendirebilecek evlatlarımız olmayabilir sözlük!!!
van depreminin ardından, binlerce kilometrelik mesafeyi katederek, içinde bolca şerefsizin, ırkçının bulunduğu talihsiz ülkemize gelmiş ve yürekleri gözyaşı içinde bırakarak ayrılmıştır.
edit: alla alla, üzerine alınıp da eksileyen birileri de varmış bu sözlükte... moderasyon, farkında mısın, aptalları da yazar olarak kabul etmişsiniz bu sözlüğe.
Ahmet ünal çam'ın kısa öykülerinden biridir. hüzünlendiricidir. özlem uyandırıcıdır. belki alışıldık olandır, lakin hatırlattığı çağrışımlar hissedilmeye değerdir.
orospu kabızlığı: hiçbir düşünsel ve duygusal zemini olmayan ilişkiler ağında cereyan eden, bünyesinde bolca yüzeysellik ve mutsuzluk barındıran ve kapitalist toplumun zerk ettiği bireyselleştirme zehiri ile yayılma hızı artan sosyal virüstür.
yeni bir deyim olmaya namzettir.
günümüz sosyal ilişki ağının baskın yönlerini ifade etmekte, yeterli vuruculuğa haizdir.
bir insan maymun iştahlılığı, sadakate; bir insan şatafatı, sadeliğe tercih ediyorsa, orospu kabızlığına müptela bir hayat inşa etmiştir.
meramımızı anlatabilmek adına amiyaneleştirecek olursak:
bir kız ya da erkek, herneyse işte... yani bir bünyemsi, sevgili ayağına yamandığı kişiyi, pervasızca aldatabiliyorsa ve insanlık namına! bu nanelerini gizli kapaklı yapıyorsa / itiraf edemiyorsa, sonrasında da götü kurtaracak piçliklerle zaman tüketiyorsa, işte o kişi orospu kabızlığı yaşıyordur.
o göt, o pisliğe dar geliyor evlat!!!
sen öyle ıkına dur...
karşısında yediğin naneleri itiraf edemediğin kişi, çoktan önlemini almış, bir başka alternatifi olgunlaştırmıştır. o da senden gizli ıkınıp duruyordur.
verilmek istenen mesaj, öncelikle suyun oturularak içilmesi ve üç yudumlama ile içilmesi (yani en az iki defa bardağı ağızdan uzaklaştırıp nefesi dışarı vermek, tıkanmadan içmek) gerektiği şeklindedir. ha bir de suyun yutulması değil, emilerek içilmesi tavsiye edilmektedir ki, bu da işin ayrı bir püf noktasıdır.
vanda yaşanan depremin ardından, yıkılan duvar ve yaşanan paniği fırsat bilerek firar eden 150 kadar adli tutuklunun, bir hava alıp, eş dost ziyaretinin ardından hapishaneye geri dönme durumudur.
not: firarilerin terör suçlusu olduklarını ve kandile doğru kaçacaklarını iddia eden milliyetçi beyinsizcikler için kapak bir davranıştır.
yavan bir siyaset anlayışları vardır. dış politikaları, ''bir hamiye ( koruyucuya ) sırtını dayamak'' şeklinde özetlenebilir. iç politikada ise, halen firavunvari kalıntılara rastlamak mümkün. uluslararası sistemi değiştirmek şeklinde, uluslararası toplumun açmazlarına çözüm bulmak gibi bir vizyonları yoktur. bu güne kadar ortaya atabildikleri en pro-aktif dış politika, arap devletlerini tek çatı altında örgütlemek şeklinde olmuştur. lakin bu girişimleri de başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
konjonktürel abileri vardır... dolayısı ile arap devletlerinin uluslararası arenada kurdukları denklemler oldukça sığdır. ucuz çıkar ilişkilerinden ötürü, çok çabuk manipüle edilebilen ve ateşe atılabilen topluluklardır.
siyasi ve toplumsal gelişimleri, dönüşümleri, hep kanla gerçekleşmiştir.
anlaşılan, araplar çok sert bir millet..
en ufak bir esinti karşısında esneklik gösteremeyip kırılacak kadar sert bir millet...
ve islamiyetin o coğrafyada doğmuş olması, fazlası ile ibret verici...
şehirlerarası yolcu otobüslerinde uygulamaya sokulması hasretle beklenen yeniliktir.
delikleri tıpaya denk getirilecek şekilde koltuğa oturtulan yolcular, bu şekilde envai gaz karaşımlarını otobüse salamayacaklar, dolayısı ile dumansız hava sahasından sonra gazsız hava sahası aşamasına erişmiş bulunacağız. uygulama ile ilgili çeşitli endişeler de söz konusu...
1. endişe) bu gaz kümelerinin müsebbipleri tapalandıkları vakit, salamadıkları gazları bağırsakta biriktirecekler ve bir müddet sonra da şişmeye başlayacaklardır. dolayısı ile kimlikleri ifşa olacak ve toplum içinde rencide olacaklardır. diğer yolcular tarafından suçlanacaklar ve kıçlarına gereksiz yere tapa yiyenlerin hışmına uğrayacaklardır.
2. endişe) tapalanıp da şişen, şiştikçe basınca maruz kalan yolcular, mola yerlerinde ya da inecekleri yerlerde tapadan azad edildikleri anda ağzı aniden açılan balonlar misali sağa sola, yukarıya aşağıya yalpa yapıp bir taraflarını kıracaklardır.
3. endişe) zikredilen endişelerin dışında, yeni sakıncaların diğer yazarlar tarafından tesbit edilmesidir.
doğar doğmaz sünnet edilen bebeğin, küvezden çıkartılırken çükkünün en kıymetli yerinin küvezde unutulması ve bu hazin manzaraya şahitlik eden hormonu tavan bir dişinin küvez camına yapışarak, ''yazıııık küvezde kalmış'' şeklinde sayıklamasıdır.
tez zamanda ikibinüçyüzikidörtmilyon defa anıtkabiri ziyaret edip, iki hafta izmirde ikamet etmesi, dilinde onuncu yıl marşı ile önüne gelen yobazları avrupai bastonuyla değneklemesi ve kolunda mini etekli hayat ortağı; dudağında purosu ve başında panama şapkası ile tüm beyaz yakalı muadillerine azizim diye hitap etmesi gerekir ki, insan olma mertebesine yükselsin.... aydın olabilsin...
yok efendim falan derse kurun istiklal mahkemelerini... verin totosundan cereyanı... uluorta sallandırın da yobazların gönlüne korku düşsün.
ilk buluşmasında kızı şatafatı bol ama ruhsuz yerlere götürüp de, kendi gerçekliğini saklayan erkeklerden değildir. doğduğu günden itibaren taşıdığı korkularını ve gelecekle ilgili meraklarını ortaya döken ve kız arkadaşını da buna ortak eden erkektir.
dobradır...
ahmaklığı mı?
e canım orası doğuştandır.
ama dobradır!
evet beyler.
yıl 2011.
yirmibirinci yüzyıldayız.
yirmibirinci yüzyılın çocukluk evresinde yani.
ve asrın hüviyeti yavaş yavaş kabuğunu kırmaya başladı.
bilmem farkında mısınız, sadece ülke olarak değil, bir evren olarak çok sancılı süreçlerden geçiyoruz.
yerküre sos vermeye başladı.
dünya ahalisi olarak, müsebbibi olduğumuz doğal afetlerle başa çıkmaya çalışıyoruz.
uzak doğuda, örneği yaşanmamış sel felaketleri, tsunamiler ve depremler yaşanmakta.
afrikada ve amerika kıtasında şiddetli kuraklıklar yaşanmakta.
kara kıta afrikada milyonlarca insan, açlık yüzünden ölümün kıyısına gelmiş bir vaziyette.
kuruyan göllerde, balıklar karaya vurmakta, vahşi yaşamın müdavimleri kırıma uğramışçasına telef olmakta.
toplumsal olarak da, ne olduğunu ve nasıl olduğunu tam olarak idrak edemediğimiz sancılı gelişmeler vuku bulmakta...
misal avrupa kıtasında, siyasal ve ekonomik çatlaklar günden güne aşikar olmakta, güney avrupa ülkeleri ekonomik yıkımlarla uğraşmakta, güçlü ekonomilere sahip avrupalı devletler ise krizi en az hasarla atlatma telaşına düşmektedir. ekonomik yıkımlar bir yana, tek avrupa söylemini kökünden sarsan faşist söylemler ve politikalar gün yüzüne çıkmakta ve en son örneklerden de anlaşıldığı gibi, faşist inançlar eylemsel alanlar bulabilmekte ve yüze yakın insan marjinal bir ideal uğruna katledilebilmektedir. avrupa birliği şeklinde isimlendirilen birlik denemesi, bu asırda dağılmanın eşiğine geldiğinin sinyallerini vermektedir. bundan sonra merak edilen husus şu ki, yirmibirinci asırda nasıl bir avrupa kıtasına şahitlik edeceğimiz sorusudur.
yirmibirinci asrın güneyde yankılanan ayak sesleri ise, tüm mağrip ülkelerinde yaşanan belirsizlik, iç savaşlar ve halk isyanları şeklinde tezahür etmektedir. mısırda, yemende, libyada, tunusta, fasta ve suriyede monarşilerin aldığı darbe ve yaşanan belirsizlikler, bu asrın bize neyi getireceği şeklindeki merakımızı kamçılamaktadır. aynı zamanda değişimlerin farkında olanları endişelendirmektedir.
evet beyler.
bir tarafta daimi bir savaş alanı haline dönen afganistan, öte tarafta küresel ekonominin çarklarını elinde bulunduran amerikanın tökezlemek üzere olduğu gerçeği...yani bir bütün halinde sarsıcı değişimlere muhatap olmamız kaçınılmaz.
bu asır, bu zaman dilimi, kendi rengini, kendi kimliğini, 2020 li yıllardan sonra suratımıza haykırmaya başlayacak. belki büyük kırılmaların olacağı tarihtir 2020'li tarihler... ve ertesinde asrın hükmedici sesi..
bundan önceki yüzyıl, soğuk savaş ve ideolojiler devriydi.
bir önceki asır, dağılmalar ve düşünsel devinimler çağı..
bir öncesinde devrimler çağı...
bu yüzyıl, benim şahsi tasavvurlarımda, çok daha ürkütücü bir sesle yaklaşıyor..
korkuyorum...
doğayı da yanına almış, daha ağır silahlarla kuşanmış asrın haklı hıncından ürküyorum.
çünkü,
insanlar, sevginin ölüm karşısında hiçbir öneminin kalmayacağı acımasız zamanları yaşasın istemiyorum.
--spoiler--
Ah sevgili Türk kardeşim, ben seni anlamaz mıyım?
Ben dayak yiyerek öğrendiğim bir dille de olsa, seninle aynı ders kitaplarıyla eğitilmedik mi? Beş sınıf için tek öğretmenimiz de olsa, aynı öğretmenlerden ders almadık mı?
Her yıl 20-30 bin kolej ve özel okul mezunlarına figüran olmak için üniversite sınavlarına girmedik mi? Hasbelkader üçüncü sınıf bir fakülteyi bitirip, hep beraber işsiz kalmadık mı?
Ah sevgili kardeşim, ben seni anlamaz mıyım?
Askerde dil, din, ırk farkı gözetmeksizin, dayak yemedik mi? Komutanın köpeğine, hanımefendinin kedisine, paşanın çiçek serasına nöbet tutmadık mı? Kırıkkale tüfekleriyle üç mermilik atış eğitiminden sonra, dağlara savaşa yollanmadık mı? Elimize tutuşturulan pimi çekilmiş bombayla eğitim kaybı olmadık mı?
Ah sevgili kardeşim, ben seni anlamaz mıyım?
Gözümüzü açtığımız günden itibaren, gerçek dünyada her gün yalanlanan bilgilerle donanmadık mı? Hani; insanlığın büyük göçle Orta Asyadan dünyaya yayıldığı, Kızılderililerin bile Türk olduğu, Almanya savaşı kaybettiği için Osmanlının hükmen yenik sayıldığı, Kürt diye bir halkın olmadığı, Ermenilerin toplu şekilde intihar ettiği.
Ah sevgili kardeşim, ben seni anlamaz mıyım?
Yurtseverlerimiz aynı zindanlarda işkence görmedi mi? Yaşımız büyütülüp on yedisinde asılmadık mı? Özgürlük, emek, sol ve daha bir yığın kavram sakıncalı diye belletilmedi mi bize? Korkudan kitaplarımızı yakmadık mı? Şairlerimiz, yazarlarımız, sanatçılarımız cezaevlerinde, sürgünlerde ölmedi mi? Dostlarımıza düşman, düşmanlarımıza dost edilmedik mi? Köylüyü cahil, dindarı yobaz, Kürtü hain, Ermeniyi piç, Yunanı kahpe, Almanı orospu, Museviyi tefeci diye öğretmediler mi?
Ah sevgili kardeşim, ben seni anlamaz mıyım?
Devlet dairesinden bugün git yarın gel diye, karakoldan dayak yiyerek gönderilmedik mi? Bankalarımızdan 50 milyar dolar çalınıp, vergi olarak bize ödettirilmedi mi? Bu ülkede her şey nüfusun yüzde 20si iyi yaşasın diye düzenlenmedi mi? Kitap yazanlar 20 yıl cezaevinde yatarken, bizim emeğimizi çalan ihale düzenbazları, banka hortumcuları, hayali ihracatçılar serbest bırakılmadı mı?
Ah sevgili kardeşim, ben seni anlamaz mıyım?
Yükün ağır. Doğru bildiğin her şey tuzla buz oluyor ellerinde. Yokluğuna inandığın, varlığından bihaber yaşadığın her şey, hayaletler gibi sağında solunda peyda oluyor birer birer. Dahlinin olmadığı katliamların kanı sıçrıyor üzerine, kör zindanlarda işkence görenlerin çığlıkları dolduruyor dört bir yanını. Ve üzerine kan sıçratan katiller, korkularını besliyorlar günbegün. Örtüleri sıyrılmış yalanlarını görmemen için, yeni yalanlar boca ediyorlar üstüne.
Ah sevgili kardeşim, ben seni anlıyorum da, sen de biraz çabalasan, anlamak için.
Sana devlette rüşvet yok desem, inanmazsın. Sana devlette torpil yok desem, inanmazsın. Yani devletin hepimize her fırsatta yalan söylediğini kesin bir inançla bilirsin. Ama aynı devletin sana Kürtlerle ilgili, Ermenilerle ilgili, tarihle ilgili söylediği her şeye istisnasız inanırsın. Bu sana garip gelmiyor mu?
Şimdilerde 24 saat Kürt sorunu konuşulurken, 10 yıl öncesine kadar, Kürt yok denmesi hiçbir soru işareti yaratmıyor mu sende?
Bulgaristanda, Kıbrısta Türklerin kimlikleri için mücadelelerini haklı buluyorsun da, 20 milyon Kürtün kimliğini neden bu kadar önemsiz görüyorsun?
Benim çocuğum kendi anadilini öğrendiğinde, Trakyadaki ayçiçeği hasadı mı azalacak? Alevi Cemevinde ibadetini yaptığında, Manisadaki üzüm bağları daha mı az meyve verecek?
Bir ülkede eşit olmak, o ülkenin maddi ve manevi bütün imkanlarından eşit şekilde yararlanmak değil midir?
Ankarada bir tepeye 6 tane hastane kurup, en basit tedavi hizmeti için insanları 1500 km getirtmek, bir gelir transferi değil midir? Çocuğunu tedavi ettirmek için Hakkariden Ankaraya, istanbula gelerek, tarlasındaki mahsulün, yaylasındaki koyunun parasını buralarda harcamak zorunda kalanlar olmasın, buranın gelişmişliğine katkı yapanlar? de Türkiyenin 3. büyük ticaret ve sanayi şehri olan Diyarbakır, Kürtlerin aptallığı yüzünden mi bu kadar geri kaldı?
Kürt bölgesine yol ve fabrika yapılmasına, Kürtlerde ulusal bilinç oluşur” diyerek engelleyen Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmakı hiç merak edip Celal Bayarın anılarında okumadın mı?
Türkiyede kamuda istihdam edilmiş insanların etnik dağılımı, gerçekten Kürtlerin nüfuslarıyla doğru orantılı mıdır? Kürtlerin dillerinin farklı olmasının ve eğitim alamamalarının bunda hiç etkisi yok mudur?
iranla, Irakla, Suriyeyle, Ermenistanla sınır kapıları yıllarca kapalıyken, dış ticaretin o bölgeye 2000 km uzağa düşmesi yoksulluğumuzun bir sebebi olamaz mı?
7 yaşından sonra bir dili yarım yamalak öğrenerek, seninle aynı sınavlarla ölçülmemin haklılığına gerçekten inanıyor musun?
Sen hiç anadilini konuştun diye dayak yedin mi? Senin baban, annenin gözleri önünde köy meydanında çırılçıplak soyuldu mu? Vatandaşı olduğun ülkenin güvenlik görevlisi sana dışkı yedirdi mi?
Ve sırf bu yalanlar üzerine inşa edilen düzenin devamı için, bu devletin dünyaya ne kadar ödün verdiğini düşündün mü? ihtiyacımızın olmadığı ne kadar denizaltıya, tanka, savaş uçağına, ne kadar para ödendiğini hiç merak etmedin mi?
Ah sevgili kardeşim, biliyorum yükün ağır.
Bütün bunların diyeti bana mı düşer diyeceksin? Ben de onu söylüyorum işte. Peki tamamı mı bana düşer? Hiç mi anlamaya çalışmayacaksın? Hiç mi elini taşın altına koymayacaksın? Hiç mi bu yalanlarla yüzleşmeyeceksin? Daha ne kadar muktedirlerin sofrası dolsun diye, o kahrolası tabutları dolduracak, kendi kardeşlerinin kanına gireceksin?
Daha ne kadar bu günaha ortak olacaksın?
Benimle kucaklaşmadan güçlenemeyeceğini, ben özgür olmadan, özgür olamayacağını ne zaman anlayacaksın?
türkiye profilinde kaba olarak iki tür milliyetçilikten bahsedebiliriz.
bunlardan ilki, (benim de tercihim olan-ayrıca takdire şayan olan) müspet karaktere sahip olan milliyetçiliktir.bu milliyetçilik anlayışını taşıyan insanlar, milletlerini mukaddesatlarına hadim kılarlar.böylesi dindar insanların kökeni anadoludur, ortadoğudur.
böyle insanlarla insancıl bir mantık zemininde daima uzlaşabilir, güçlü bir kardeşlik oluşturabilirsiniz.
--spoiler--
türkiyenin geleceği söz konusu olduğu vakit, tercihleri dikkate alınacak kitle de bu kitledir.
--spoiler--
diğer milliyetçilik türüne mensup olan insanların kökenlerini irdeleyecek olursak, çoğunun balkan kökenli ve kırma kürt olduğunu rahat bir şekilde fark edebilirsiniz. asılları türk olmadığı halde kafatası milliyetçiliği yapan, anadolu milletinin huzurunu kaçıran, ülkede makul bir sesin, hikmetli bir tavrın oluşmasını engelleyen ve bölücülüğü körükleme noktasında katalizör rolü üstlenen bu güruh, hem devletteki, hem de toplumdaki karanlık odaklara alet olarak ve insanların birbirine duydukları güveni sürekli dinamitleyerek,yakamıza yapışan bir bela hüviyetine bürünmektedirler.
--spoiler--
bu insanların yanında türklüğü kutsamayan, alelade bir cümle kullandığınız vakit, cahil bakışlarını size doğrultup yoksa sen düşman mısın şeklinde aptal aptal bakarlar. ne denli aklı başında, görgülü ve kültürlü bir insan olursanız olun, bu kör cahil ve aslını kaybetmiş köksüzler karşısında siz de asabileşir, aptallaşırsınız.
--spoiler--
evet bu milliyetçilik anlayışına sahip insanların çoğu, türk kökenli değildir. imparatorluktan ulus devlete dönüşüm sürecinde yaşanan travmalardan dolayı ürküp milliyetçilik ipine sarılan bu insanların kökenine lütfen dikkat ediniz. böylesi köksüz insanları köklerine bağlamazsak, onları rehabilite etmezsek kaybeden bu ülke olacaktır.onları, sarhoşluklarından arındırmalıyız. bu ülke için yanlış olanı isteseler dahi, onları bertaraf etmek gibi bir hakkımız yok.tahammül edeceğiz; çünkü bu köksüzlüğün sorumlusu, bir parça da biziz.
--spoiler--
türkiyenin geleceği söz konusu olduğu vakit, tercihleri dinlenecek ama dikkate alınmayacak kitle de bu kitledir.
--spoiler--
not:çanakkaleyi, istanbulun fethini, güney illerinin kahramanlığını ve bilumum zaferleri onların hastalıklı cümleleriyle değil, anadolunun evlatlarıyla birlikte yad ederseniz, söz konusu köksüz güruhu daha iyi teşhis edebilirsiniz.