Tatmin, her türlü güdülenmenin altına pusuda bekleyen doymak nedir bilmez manyetik bir canavarken benliğimizi dahi devre dışı bıraktıracak kadar güçlü ve üzerimizde söz sahibi olmayı becerebilen dev bir karadelikten içeri her defasında süzülüp gitmek bizi niçin üzsün? Bilakiss sevindirir...yok yav; hastalık falan değil bu; göbeğiyle barışık birine dur demek bana mı düştü lan...karı koca arasına girmek gibi olur. sözlerimi ger alıyorum...
"Kurtlarla Dans" filminde Rodney Grant'in canlandırdığı haşin kızılderili savaşçının adıdır. Beyaz adamı başlangıçta hiç gözü tutmaz lakin sonrasında iyi arkadaş olurlar. iyi avcıdır; bufalo avının ardından hayvanın ciğerini taze taze yemekten çekinmez. Yarı vahşi-yarı insancıldır; iyi kafa derisi yüzer(kötü adamlar söz konusuysa). Buna rağmen sempatik adamdır, bıçkındır netekim. Düşündüğü neyse açık açık söyler. Her zaman haklının yanındadır...
Filmi hala izlememiş olanlar varsa diyeceğim şu ki, amerikan sinemasında kızılderililerin ne kadar yanlış ve kalıplaşmış biçimde irdelendiği ve bunun tersi örneklerin azlığı ortadayken, böylesine bir filmle tanışmamış olmak benim için 3 buçuk saatlik gerçek bir kayıp olurdu...
sözlükteki cahil cühela ak koyun sürüsünün ağzından köpükler saçarak saldırdığı, mit tırlarıyla işide yollanan silahları ortaya çıkardığı için hedef gösterilip sonunda tutuklanan gazeteci yazar.
...bu arada tırlardaki mühimmatı Türkmenlere gitmediğine dair yemin eden Tuğrul Türkeş davaya müdahil olur mu göreceğiz...
...o kadar düşündüm ki seni,
yitirdin gerçekliğini...
gerçeküstücü akım içinde yer almış fransız şair. toplama kampından kurulduktan bir kaç gün sonra tifüsten ölmüştür. Ölümünden 70 yıl geçmesine karşın okur sayısı artmaktadır.
IQ'nun sıfıra inmesi yanında zaman zaman negatif değerler de alabileceğini hepimize kanıtlayan, günün ibretlik entry'si.
Malazgirtli bilim adamlarını göreve davet ediyorum; bunu çözsünler, Nobel geliyor mu gelmiyor mu görelim.
hasbel kader bir cumartesi tatile denk geldiğinde ne yapacağını şaşıran, bünye alışık olmadığından bir süre mal mal etrafına bakan, yapacak birşey bulamayınca da bunalıma giren, böylelikle günü kapatan şehir marabası
denizli çamlık ın hemen dibinde bulunan, kiralık odalardan oluşan, ismyle beni çağrışım manyağı yapan, üstüne üslük sarayla uzaktan yakından alakası olmayan; bugün yarın içindeki kızları ha sattı ha satacak diye tahmin yürüttüğüm fantastik barınma mekanıdır.
duble yol ve avm haricinde değerlendirdikleri gelişmişlik kriterli pek yok gibidir.
enflasyon, yolsuzluk, borç, terör, hukuksuzluk, dışa bağımlılık, bütçe açığı, komşularla ilişkiler ve yanında sayamadığım bilimum skandalların(ösym-kpss, rüşvet, soma, ayakkabı kutuları, 400 vekil, anayasayı tanımama, çocuk tecavüzleri, vergi adaletsizliği, özelleştirme vurgunları, kedili trafolar, seçim yolsuzlukları, sayıştay raporlarının gizlenmesi,parsel parsel peşkeş çekilen araziler, terör pazarlıkları...bu liste akşama kadar sürebilir) aslında var olmadığına dair güçlü önsezilere sahiptir.
1998-2002 yılları arasında 4 koca yılı devirdiğim ''psychedelic'' kategorisindeki yegane yurttur.
kayıt memuru olan mustafa, hemen herkese adıyla hitap ederdi; insan sarrafı, manyağın biriydi; adeta bu iş için yaratılmıştı.
çok ilginçtir; 6'şar kişilik odalarda kalan her adam birbiri ile o kadar uyumlu eşleştirilmişti ki, geçimsizlik yok denecek kadar azdı. temiz çocuklar bir arada kalırken, marjinal tipler de birlikte gruplandırıldıkları ''koğuş''larına yerleştirilmişti.
1400 baş davarın beslendiği ''tesis'' son derece yoğun bir sirkülasyona maruz kalmaktaydı. beslenme bölgesi olan, bina dışındaki tek katlı kantin yapısı akşamları, pijama-terlikle tost ya da ekmek arası yumurtalı patates sırasında bekleyenlerle dolardı. burada maç ve film izlemek müthiş bir deneyimdi. askerdeki gibi sıra sıra oturmuş adamlar 70 ekrandan son ses maçı izlerken arada herkes ilginç küfürler sallardı.
haleos'un detaylı olarak anlattığı ders çalışma etütlerinin ilki olan 1. kattaki etüt biz mimarlık öğrencileri tarafından işgal edilmişti; burada zaten gürültüden nümerik analiz vs. çalışmak mümkün değildi. özellikle perşembeleri mütemadiyen sabahlardık ama zamanın nasıl geçtiğini de anlamazdık.
şartlar gayet kısıtlıydı. o zamanlar devlet yurtlarında odalarda priz yoktu, evet yasaktı; bu yüzden ışığın anahtarı yerinden sökülüp ısıtıcılarda çay kahve suyu kaynatılıyordu. adeta Auschwitz standartlarında bir konfor katsayımız vardı.
banyo yapmaksa tam bir eziyetti. duşlar buharla karışmış boğucu küf kokusunu mecburen ciğerlerine çeken bir sürü adamla dolu olurdu. şanslılarsa sıcak su soğuğa dönmeden işlerini bitirirlerdi. ellerinde naylon poşetle gezen altı havlulu-üstü çıplak adamlar bodrum kattaki duşlardan odalarına çıkarken renkli görüntüler oluştururdu.
başımıza bela olan ''yurt mantarları''ndan hemen herkes muzdaripti; bu meret ancak eczanede hazırlanan özel bir solüsyonla iyileşiyordu.
bu arada yurda giren çıkan belli değildi; zira kimliklere doğru düzgün bakan yoktu. yurt, istanbulda sokakta kalan çaresiz öğrencilerin sığınma evine dönünce kontroller sıkılaştı ama bir süre sonra herşey eski haline döndü elbette.
burayla ilgili yazılacak çok şey var olsa da, bu sayfa yeterli olmayabilir.
tüm zorluklarına rağmen, insana karmaşık duygular yaşatan bu yerden ayrılmak kolay olmamıştır benim için.
burada iki üç yılı devirmiş çocuklar için askerlik bile vız gelir tırıs gider bir aktivite olmuştur. abdi ipekçi bu, boru değil.
çünkü, mevcut ÖTV oranlarını beğenmiyorum! ne lan bu iki haneli sayılar; derhal üç hanelilere geçmeliyiz; sonra sıfır atıp kolay okunur hale getiririz....
1500 lira maaşıyla 9 taksitte aldığı pırıl pırıl telefonunu işlemcisinin son damlasına kadar kanırtarak, verdiği paranın acısını çıkartırken bir yandan da topladığı like'ları %9 faizle bankaya yatırmak suretiyle emeklilik yatırımını şeyetmek...başka ne olabilir ki?
iyidir, hoştur lakin gerçekler evde bakım hizmetinden biraz daha geniş bir açıyı kapsamaktadır.yakın zamanda lösev'in kendi imkanlarıyla yaptırdığı onkoloji hastanesine ruhsat verilmemesi de aklımızın bir köşesinde durmaktadır. hatta 7 haziran seçimlerinde beklentisinin altında oy geldiği takdirde hizmet vermemekle tehdit eden "başgan"lar görmüşüzdür. Böyledir bu işler, bize de "hayırlı işler" demek düşer...
2000'lerin başında -ki o zamanlarda bile kendimizi usta olarak görürdük- karşımıza çıkmıştı. Önce ezeli rakibimi yenip civarda ün yapmıştı. benim sıram da gelecekti ve sabırsızlıkla beklediğim o gün geldi. sonra ne mi oldu; tavlayı elime verdi tabii ki ne olacaktı.
gurur yapmadık tabii; unuttuk bir süre sonra...
13 yıldır merzifon eşşeği yerine koyduğu, lakin halinden memnuniyetini verdiği oylarla beyan etmiş aziz milletine "lö lö" yapan tomurcuk başbakanın son vaadi...tarihçilerin işi tahminimden zormuş; şu günleri mantıklı bir söz dizisi halinde nasıl yazacak garipler merak ediyorum.