kendisi hala hayatta, hala yazıp çizmekte, goygoyda, akademinin ve endüstrinin karanlık tarafında, yine mizantrop, her zaman doktor. üç-beş senede bir yazar.
zaz'ın canlı performansının şahane olduğunu bilmekle beraber şaşkınlıkla etkilendim. kendisi çok şirin, alıp evde beslemelik. klasik fransız popu kadar trip-hop ve hatta rock alanlarında da çok başarılı ve şu anki birikimi ile en az 10 albümlük malzemesi olduğunu düşünüyorum. sahne şovu ve orkestrası muhteşemdi, cirque du soleil gösterilerine katılsalar yeridir. son söylediği "aux detenteurs" diye bi şarkısı var ki onu canlı dinlemek hayatta bir kez olan şeylerdendi.
her şeyin kalitesizleştiği bir çağta zaz, yekpare kristalden yapılmışa benziyor.
ilk kez bu firmanın bir ürünü olarak aldığım ayakkabıda sorun çıktı, lakin ben ayakkabıyı bir haftasonu boyunca kullanmış bulundum. daha sonra tadilat için götürdüm, fabrikada inceleyip "bu ayakkabıda sorun yok" deyip geri verdiler. yani ben ya uyduruyorum yahut salağım. iade ve değişim ise yeni keşfedilmiş iki cüce gezegen.
şimdi ben bu sorunlu ayakkabıyı ne yapayım ha kemal? ben senin bu bozuk, bu tamir edemediğin, bu kakaladığın malını ne yapayım?
kemal tanca markasını her tarafta kötülemeyen puşttur, pezodur!
anlaşılmadığını düşünüyorum. burada ve ekşisözlükte yazılan tüm entirileri okudum. pek çoğu yalnız liseli bir aşık edasıyla alıntı yapmış veya -mealen- "çok cici!" demiş. o kadar. romantik devrimci özentiliği böyle bir şey demek ki.
ben bu romanı okurken kendimi cahil hissettim. dedim ki "birileri bu kurgudaki olayları, kişileri, yerleri bilyordur. gerçek hayattaki karşılıklarını yazmıştır". oysa romanda anlatılanlar, -bir hayalin ürünüymüş gibi- hiç ama hiç deşilmemiş. o önceden devrimci sonradan bakan coşkun kimdir, kimin parodisidir, diyarbakır ulu camii devrimciliğin neresindedir, ali güner ara güler midir? ya küçük kara balık?
demek ki diyorum, bu kadar adam bu okudukları kitaba dair yazacak başka şey bulamamış. ya herkes her boku biliyor ve anlatmaya lüzum yok yahut herkes işin romansında ve gerçeğe lüzum yok.
şu içinde yaşadığımız güzel çağın adı. tarihçi ağzı ile 21. yy.'ın ilk çeyreği.
bu güzel çağda türkiye denen coğrafyada, atalarının izindeki milyonlar kant içip zevki sefa eder idiler. parklara, kavşaklara dikilen sayısız lale soğanı türlü çeşitli renklerle bezemişti dört bir yanı. ülkenin her yanında pek çok bina, sayılamayacak kadar katı ile arzı endam etmekte idi. en lüks araçlar, en sosyete kıyafetler doldurmuştu sokakları. çılgınlıklar havada uçarken halk, bu bahar havasını sürdürecek iktidarı yeniden seçmeye hazırlanıyordu heyecanla. gurur ve kıvanç dolu idiler.
lakin bu şımarıklık, bu küstahlık, bu aymazlık, bu densizlik hangi para ile idi? el alemin parası ile bunca zevk, bunca beton, bunca lale olur muydu? borçlu fakat mutlu halk, bu toplu milli-dini histeri içinde saadetini ne kadar sürdürebilir, dünyaya ne kadar kafa tutabilirdi?
o mutlu halk, o borçlu halk, bu saadetin faturasını neyle ödeyecektir?
bu güzel cumartesi gününde keyfimin içine etmiştir. an itibari ile hiçbir porno sitesine ulaşılamamakta ya da randıman alınamamaktadır. konu ile ilgili ne bir açıklama, ne bir sebep ne de bir entiri veya tivit görebildim. türkiyemizin içinde bulunduğu şu güzel ikinci lale devrinin ruhuna hiç yakıştıramadım. halbuki ben günah işlemek istiyorum ya beybi.
ha siz diyebilirsiniz "bana ne senin pornondan pis pornocu!". yarın kazık size girince ben de sigaramı tellendiririm uzaktan.
türkiye'ye usps üzerinden gönderi yapıldığında "lebel number" ile usps internet sitesi ile postanızın akıbetini öğrenebilir, türkiye'ye vardığında aynı numarayı kullanarak ptt internet sitesi ile yurtiçindeki durumuna ulaşabilirsiniz.
ek olarak, gönderiniz, gümrükte tutulabilir. bu durumda ptt'nin ilgili şubesine sizin gitmeniz ve gönderinin varsa faturasını ve kredi kartı ekstresini ibraz etmeniz gerekmekte. satın almalarda 100 euro altı, gümrük vergisinden muaf (posta ücreti miktara dahil edilmiyor).
memleketimden insan manzaraları, bilgi yayınevi 1987 yılı ikinci baskısının arka kapağıdır:
"
nazım hikmet bu eseri için diyor ki:
<<insan manzaraları'na 1941'de bursa hapisanesinde başladım. daha önceleri 'ünlü adamlar ansiklopedisi' diye bir kitaba çalışmıştım. ansiklopedime, ünlü generaller, sultanlar, sanat adamları, bilgiler [herhalde bilginler olacak], güzellik kraliçeleri, katiller, milyarderler değil ünleri fabrikalarının duvarlarını, köylerinin çitlerini, mahallelerinin sınırlarını aşamayan işçiler, köylüler, esnaflar giriyordu. lakonismi, kestirmeliği, süssüzlüğü üslup temeli diye almıştım. ansiklopedimin dili, şiir tekniği, imkânları ve duygululuğunu kullanacaktı.>>
<<derken alman faşizmi sovyetler birliğine saldırdı. yirminci yüzyılın tarihini yazmağa karar verdim. çeşitli milletlerden, sınıflardan insanların hayatlarını anlatarak yazacaktım bu tarihi. faşizmin sovyetler'e saldırışıyle böyle bir yirminci yüzyıl tarihi yazman isteğinin arasındaki münasebeti anlamadık, diyeceksiniz. haklısınız belki. ama bugün gibi hatırlıyorum. başgardiyan haber verdi saldırıyı. içim şöyle bir cız etti. sonra: <<yirminci yüzyılın tarihini yazmalı>> dedim kendi kendime. hitler'in saldışından başlamalı, geriye doğru gitmeli...>>
<<...tarihimin adını 'insan manzaraları' koydum. bu kitapları -çünkü altı yedi kitap olacağını tasarlamıştım,- ne sırf nesir, ne de sırf şiirle yazmak olur diye düşündüm. şiir tekniğini temel diye aldım, ama bütün nesir janrlarının -senaryoya varıncaya kadar- imkânlarından yararlanarak işe koyuldum...>>
<<...işte böyle sayın okuyucular. bu kitapta, kimisinin ünü dünyayı tutmuş, kimisini komşularından başkası tanımamış insanların biyografyasını okuyacaksınız. bu biyografyaların bir araya gelmesi size 1908'den 1941'e kadar türkiye tarihinin ana resimlerini gösterecek...>>
"
inci sözlük'ü severim çünkü inci, çoğumuzun içinden asla atamadığı varoşu, üzerini entellektüel zırvalarla örtmeye uğraştığı yavanlığını, basitliğini, ilkelliğini, hayvanlığını, adiliğini alabildiğine gösterip bununla eğlenenlerin ve belki bununla yüzleşenlerin yeri. tüm bunlar hepimizin içinde, patlamaya hazır, ara ara sızıyor dışarı ama biz yokmuş gibi yapıyor, janti janti geziyoruz (ama tabii siz pirüpaksınızdır, özür dilerim). birisi çıkıp ölmüş birinin arkasından nekrofil fantezileri kuruyor, bunları yazıyor, biz de "ne ayıp, ne büyük günah, aşağılıklar!" falan diyoruz. aferin bize. vicdanımız pırıl pırıl oldu şimdi. "inci kapatılsın!" diye ahkam kesiyoruz bir de üzerine.
susmak, saklamak bizi aziz yapıyor, biliyorum. ama kendi vicdanımızı rahatlatıp aynada kendimize "aferin" demek için inci sözlük gibi gayet önemsiz, gayet sıradan bir şeyi hedef almak bildiğin eziklik.
siz şu saatte uyurken mısır'da insanlar canlı yayında ölüyor, tıpkı dünyanın her yerinde olduğu gibi. siz uyurken insanlar birbirine küfrediyor, tecavüz ediyor, neler neler yapıyor. nekrofili de var, pedofili de var, kaprofili de var bu dünyada. siz ayıplasanız da, küfür etseniz de varlar.
itirazım, mal bulmuş gibi vicdan süpürgesi diye inci sözlük'ün birkaç yazarının saçmalıkları üzerine ahlak methiyeleri düzenlere. eminim daha yaratıcı olabilirsiniz. zira "bizi sevmeyin çünkü biz hepimiz orospu çocuğuyuz".
üç yıllık yazar, artık doktor, ilk entrylerini keyifle okuyan, artık tumblr'da takılan, tivit yazan, çeviri yapan, atama bekleyen, doktora artığı, septik şok serdengeçtisi, uyuz, hala tembel, mutlu, giderek janti, torrent vampiri, wikileaks hastası, ubuntucu, beleşçi, mizantrop ve buraya sonrası için bugunünü not düşen adam. adam dedimse lafın gelişi!
tam adı: the shock doctrine: the rise of disaster capitalism. yazarı: naomi klein, 2007.
vaktim yok, okuyamam diyenlere:
belgesel: the shock doctrine. yönetmen: michael winterbottom, 2009.
daha fazlası için:
kubark counterintelligence interrogation, 1963.
las venas abiertas de america latina, yazarı: eduardo galeano, 1971.
État de siège, yönetmen: costa gavras, 1972.
capitalism and freedom, yazarı: milton friedman, 1962.
shock and awe: achieving rapid dominance, yazarları: Harlan K. Ullman, James P. Wade, 1996.
üçüncü ders başlamak üzereydi. hoca son birkaç dakikayı bekliyordu amfide. birinci sınıf tıp amfisinde o gün yüzden fazla öğrenci vardı. pencereleri olmayan, içindeki genç insanlar olmadan havasız bir mezardan farksız amfide ders zamanı gelmişti. o günkü antropoloji dersinde insanın evrimi anlatılacaktı. homo erectus ve diğerleri, primatlar ve darwin tabii ki. ve ders başladı. fakat profesör derse başlayalı henüz birkaç dakika geçmişti ki hemen itirazlar duyuldu. bunların saçmalık olduğunu söyleyen öğrenciler evrimi reddediyordu. tek yaratıcının tanrı olduğunu bağırarak hocayı susturmaya uğraşıyorlardı. tartışma ilerledikçe hocanın sabrı taştı. "sessizlik!" diye bağırdı ve cebinden bir çakmak çıkardı. herkes susmuş çakmağa bakıyordu. "burada bilim öğrenmek için bulunuyorsunuz. size önce bilimin ne olduğunu öğretmek lazım ki ne için burada olduğunuzu idrak edesiniz." ve ışıkları kapattı. tık, tık, tık... koca amfide onlarca öğrenci şimdi sonsuz bir karanlıktaydı. kimse konuşmuyordu, sadece bekliyorlardı. ve birden zifiri karanlığın içinde bir kıvılcım parladı. "işte bu ateş elimizdeki yegâne aydınlanma aracı yani bilim ve akıldır. bu ateşin ışığında aydınlanansa bilebileceğimiz yegâne gerçek bilgidir. yani bu koca, karanlık ve bilinmezlerle dolu evrende bize bir şeyleri gerçekten gösterebilecek tek araç olan bu ateş güvenebileceğimiz tek bilgi kaynağıdır. o halde bilim ve aklı tek rehber kabul eden üniversitede size öğretilecek tek bilgi ve disiplin de işte bu ateşin ışığında hazırlanandır. bu ateşin ulaşamadığı karanlıkta ise ancak gölgeler ve kara bir bilinmez vardır. karanlıkta kalanın ne olduğu ise ancak sezgi ve tahminle yorumlanabilir. bu tahmin doğru da olabilir yanlış da. işte sizin ödeviniz bu ateşi tek rehber ve onun aydınlattığını ise bilinen tek gerçek bilgi kabul etmek, göreviniz ise bu rehberi ve bilgiyi kullanarak karanlıktakileri de aydınlatmak, tahminlerin gerçekliğini açığa çıkarmak ve bu rehberi ve bilgiyi daha iyi hale getirmektir. o zamana kadar ise karanlık sizin için her zaman ancak bir şüphe kaynağı, o karanlıktakilere inanmak ise sizin için bir kişisel inanç meselesi olarak kalmalı ve ateşin aydınlığından daima ayrı tutulmalıdır, kıyaslanmamalıdır. işte gerçek bilimsel yaklaşımın özü budur ve bunu kabul etmek kişisel bir tercihtir. ancak bunu reddedenlerin burada işi yoktur. çünkü bilimin geldiği bu nihai anlayış nice emek ile cana mal olmuştur ve insanlık bunun için yüzlerce hatta binlerce yıl beklemiştir. gücü yadsınamaz ve geçerliliği gösterilebilen tek yaklaşım olan bu anlayışı nice zorlukların sonucu olarak işte burada, bu amfide gururla temsil eden ben de bizi aydınlatan bu yegâne ateşi ne pahasına olursa olsun savunmak amacındayım. çünkü bu dünyada bizi insan gibi yaşatacak gücün tek kaynağını işte bu ateşte buluyorum. elimizden alındığında soğuktan donacağımız, yem olacağımız veya karanlıklarda kör kuyuların dibini boylayacağımız bu ateşi ne pahasına olursa olsun savunmak ve büyütmek, yani sahiplenip kullanmak, yani sonuna kadar akılcı olup en gayretli çalışkanlıkla bir şeyler üretmek sizin de tek kurtuluşunuzdur. şimdi bu anlayışı kabul edenlerle konuşacaklarım var. bu anlayışı, yani aslında kendi akıllarını da reddedenler, onu eleştirmeyip karalayanlar, onu daha iyi hale getirmeyip yıkmaya uğraşanlar ise dışarı çıksınlar ve yeniden düşünsünler. dünyada aklını satıp umut ve hayal çöplüğünün köle pazarlarında sürünen çoğunluğun yanında onlara da mutlaka yer bulunur."
ve ateş söndü. geriye kalan, sessiz bir karanlıktı.