hartigan
132 (şirin baba)
yedinci nesil yazar 1 takipçi 20.02 ulupuan
entryleri
oylamalar
medya
takip

    iletişim eksikliği ve marquis de sade eğilimi

    1.
  1. göz altı torbaları ıslanmış barut kokuyordu. az evvel akan makyajını sildiği peçeteye sıkıca sümkürüp burnunu açtıktan sonra, peçeteyi buruşturup camdan dışarı fırlattı. önümde dizçöküp gırtlağını temizledi. buna gerek yok, dedim; biraz bira içelim, istediğin zaman giderim. hayır, dedi, biraz kafamı dağıtmam lazım ve senin ufaklık beni bir süre oyalayabilir. sümkürmeden evvel yakıp kültablasına bıraktığı sigaradan derin bir nefes alıp dumanını yüzüne üfledim. boşta kalan elimle saçlarını kavrayıp kafasını kasıklarıma bastırdım.

    beş dakika kadar penisimi ve toplarımı yaladı, uzanabildiği kadar da kıç deliğimi. sonra ulaştığım sertlikten memnun kalmamış olacak ki; çekinme, istediğin kadar sert olabilirsin, dedi. bu kadarının yeterli olduğunu söyledim. değildi. saçını daha sert çekmeye başladım. birkaç defa kafasını penisimden uzaklaştırıp yüzüne irili ufaklı tokatlar patlattım. ikimizin de hoşuna gitti. tam penisim sınırlarını zorlayacak düzeyde sertleşmişti ki, durdu. yüzüme bakıp harekete geçmemi bekledi. tepki vermedim. kalkıp koltuğa oturdu. ortamızdaki sehpada duran neredeyse boşalmış şişeyle dudaklarını ıslattı.

    “şuan dünyayı dolaşıyor olmalıydım. yapmak istediğim o kadar çok şey var ki. eskiden hepsine vaktimin yeteceğini düşünürdüm. farklı olacaktım. marjinal olacaktım. kırmızı vosvosum, yuvarlak gözlüklerim. şimdiyse röfleli saçlarımla otuza dayandım. yaşadığım ülkenin 81 ili var ve ben 78ini daha görmedim. bilmiyorum. şu an tibet’te bir keşişi milli ediyor olabilirdim ya da new orleans’ta her bakımdan iri bir zenci beni anamdan doğduğuma pişman edercesine beceriyor olabilirdi. ama doğduğum şehirde, on yıllık evimde, kendimden 8 yaş küçük, isteksiz bir çocuğu yalayıp, ona gerçekleşmeyecek hayallerimi anlatıp ağlıyorum.”

    ona isteksiz olmadığımı söyledim. sadece yorgunum ve güçlü olduğuma kendimi inandırmam için -inanmak, bütün mesele inanmak, çükünüze inanırsanız sizi asla yarı yolda bırakmaz- bir şeyler içmeye ihtiyacım olduğunu söyledim. duymadı, ya da ilgilenmedi, devam etti.
    “yapmadığım o kadar çok fantezi vardır ki. seksomanyak olduğumu düşünme. seninle tek ortak noktamız bu olduğu için, beni kolayca anlayasın diye meseleyi bu yönüyle ele alıyorum. hiçbirini yapamadan mezara gireceğim. haydi bunlar uç şeyler, bunları bırakalım. bir bira daha içmek istiyorum şu an. fakat altı saat sonra gitmem gereken iş yüzünden korkuyorum. ama yakın gelecekte bira içmeye devam etmek istiyorsam o işe gitmek zorundayım. çünkü köşeye attığım tek bir kuruşum yok. çünkü her şey zaten yeterince pahalı. güvenecek kimsem yok. yapayalnızım. geberip gitsem, cesedimi böcek basmadan kimsenin aklına gelmem. faturalar kapının önünde birikir, işten çıkartıldığımla ilgili bir not düşer telesekretere, sonra belediyeden biri gelip elektrik sayacımı mühürler. ramazan davulcusu olmayan ramazan davulcuları çalar bir kaç kez kapıyı. o kadar. yakın olduğum bir sen varsın diyeceğim ama, hayatında bir kere olsun beni aramadın. “

    eli titremeye başladı. dudağını ısırıp yüzüme baktı. hiç bağırmadığı halde yüzündeki bütün damarlar şişmişti. kötü bir seksten sonra kendini ara sokaklara atıp hayatı sorgulamaya başlamış ve sarhoş bir torbacı tarafından az evvel bıçaklanmış bir fahişeye benziyordu. içten bir inilti koyverip yere yığıldığını hayal ettim. cüzdanında ne kadar para varsa alıp, üstüne basmadan evden çıkıp gitmeyi ve onun parasıyla içip, onun hakkında vasat bir seks hikayesi yazmayı . sonra gözgöze geldik. evvelden de yüzüne bakıyordum ama bir an gözlerine odaklanışım işin ciddiyetini fark etmemi sağladı. aklıma, ilerde, olursa, aforizma kitaplarıma girebilecek bir söz geldi: teketek kavgadan susarak kurtulamazsınız.

    kıçımı kurtaracak ve bu geceyi olaysız atlatacak bir şeyler düşünmeye başladım. bu sırada zaman kazanmak için aradığı anda geldiğimi, aramamamın nedeninin sadece insanları rahatsız etmekten hoşlanmadığımı filan zırvalıyordum.
    yüzündeki aşağılayıcı gülümseme ve gözlerindeki hayal kırıklığı gittikçe artıyordu. ona, onu sevdiğimi söylemeyi düşündüm ama muhtemelen inanmayacak ve daha fazla üzerime gelecekti. bu gece yanlış ata oynamıştım ve cebimdeki elmalar bitmek üzereydi. konuşmamı, anı yaşamakla ilgili oldukça klişe bir lafla noktaladım: bırak bu gecemiz de her zamanki gibi mükemmel olsun, gerisini yarın düşünürüz, gibi bir şey söyleyip arkama yaslandım, karnımı içeri çekip omuzlarımı şişirdim ve kasım kasım kasılarak bir sigara yaktım. samimi bir küfürle ayağa fırlayıp hışımla mutfağa yöneldi: “ebenin kör kandilini sikeyim kaan!” daha önce bu küfrü bilen bir kadın tanımamıştım.

    “üç yıldır sevişiyoruz. üç yıl! bu sürede insanlar evlenir, boşanır, birbirlerini öldürür, çocuk yapar! seninle üç yıldır bir kez bile tartışmadık. gelirsin. konuştuğum şeyleri onaylar ya da onaylamaz, kendi düşündüklerini söylersin, ki bu asla bir tartışmaya dönüşmez çünkü tartışmaya girmeyecek kadar kendinden eminsin. bay “her zaman haklı”, bay “egosuna tozkondurmaz”, iyi içtiğini ima eden bakışlarla önüne her koyanı götürürsün. nezakatle argoyu mükemmel karıştırırsın, ağzın farklı laf yapar. çükün kalkarsa beni on dakika becerirsin, sonra da ya kanepeye sızarsın ya da siktirip evine gidersin. ön sevişmede, sanki bana deli gibi aşıkmış gibi bakarsın, bana aşık olup olmadığını sorsam aşık olduğunu da söylersin! ve ben her defasında umutlanırım. işte bu defa farklı olacak, benimle ilgilenecek diye. ama yoksun kaan! yine seni ben arıyorum, yine hatrını sorup gelmen için yalvarıyorum. bir kez bile olmadın.”

    konuşma esnasında mutfağa gitmiş, buzdolabından ikişer bira çıkarıp genişçe bir kaba cips doldurmuş, hepsini tepsiye koyup salona dönmüş, ilk birayı yarılamıştı. verdiği eslerin hepsini, uflaya puflaya, odanın içinde bakışlarımı odaklayacak yeni bir obje arayarak geçirdim. oysa konuşmasına verdiği her arayı gittikçe daha fazla uzatıyor ve her araya girmeyişimde biraz daha hiddetlenip biraz daha yanıtlaması zor ve daha samimi şeyler söylemeye başlıyordu. konuyu sıradan bir saçmalık üstüne çekmezsem karıyı bayıltana kadar dövüp evden çıkmak ve yarın telefon hattımı değiştirmek zorunda kalacaktım ve haftada bir kendini bana koşulsuz şartsız sunan bir amcığı kaybetmeyi göze alamayacak kadar kötü bir dönemdeydim.

    neden salonun ortasında üç kişilik eşek kadar kanepe varken bu saçma koltuklarda oturuyoruz, diye sordum, sanki saatlerdir bunu düşünüyormuşum da sonunda dayanamayıp patlamışım gibi. yüzüme, kendime çekici olduğumu düşüdürten, gıcık bir bakış oturttum ve yeni bir soruyla, kendimce; sevişmek istediğimi belirttiğim imamı tamamladım: biralarımıza kanepede devam edelim mi?
    “hayır! burdayız cünkü karşılıklı gerçekten iki çift laf edelim istedim. çünkü sana matrix’ten bahsedeceğim. o yüzden siktimin biralarını burda içeceğiz. sevişmeye karar verirsek, ben bu koltukta sikeceksin. sonra evine gitmeyecek ya da kanepeye yığılmayacaksın. ya bu koltukta sabaha kadar konuşacağız ya da yatağa benimle girip, gerçek bir erkek olacak ve beni koynunda uyutacaksın. buradayız çünkü kanepede kedi yatacak. henüz bir kedim olmayabilir ama yarın ilk iş gidip bu eve bir kedi alacağım ve kanepe onun kanepesi olacak. hatta şimdiden oldu bile. ne olursa olsun siktimin kedimin kanepesinden uzak duracaksın. burdayız çünkü sana harcadığım vakti, sadece seninle içip düzüştüğümüz zamanlardan bahsetmiyorum. seni arayıp aramamak arasında kararsız kaldığım haftanın diğer altı gününden, ofiste masama giderken, erkan’ın masasına her defasında kıçımın aynı yerini sürttüğümde, tam o noktayı nasıl da iştahla emdiğini düşünmekten, arasıra azıp kendi saçımı çektiğimde ellerinin üzerinde beliren o belli belirsiz damarları düşlemekten bahsediyorum. korkup kaçmayacaksan bir şey daha var. gözlerin. gözlerini düşünüyorum. bana bakmadıkları zaman ne kadar da derinleşiyorlar...

    devamını dinlemedim. uzanabileceği yerde herhangi bir kesici alet olup olmadığına baktım. bira şişeleri dışında hiçbir tehlike yoktu. kulağımda gititkçe yükselen bir uğultuyla tekrar yüzüne baktım. ağzı açılıp kapanıyordu, sesini kesinlikle duymuyordum. sanki kulağımın dibinde yirminci yüzyılın başlarından kalan bir altıpatlar ateşlenmişti. gözlerini sık sık kırpıştırıyor, tırnaklarıyla sehpanın cilasını kazıyordu. durup durup yaramazlık yapmış şımarık bir kız çocuğu gibi alt dudağını ısıra ısıra gülüyordu. kedinin kanepesinde şimdi bir doktor oturuyor olsa ikimize de birer gramlık sakinleştirici vurur, reçetemize en ağırından birer tane anti depresan adı karalardı.

    kan beynime sıçramıştı. kalbimi şakağımda duyuyordum, sol gözümün alt kapağı seyiriyordu. mazoşist olduğunu açıkça söyleyebilen kadınlardandı. ilk yattığımız günden beri genellikle rol oyunları oynardık. şımarık efendiyle, fedakar köle ya da sert öğretmenle, tembel öğrenci veya çüküne düşkün patronla, işinden kaytarmış ama kovulmaktan ödü patlayan sekreter. uzun zamandır role iyi giremediğimi söylüyordu. oyunculuğa ve yaptığımız şeye eskisi kadar önem vermemem, onun tahrik olmasını engelliyormuş ve orgazm olmak için çabalaması gerekiyormuş. şimdi istediği olmuştu. kaltak, istediği kadar tahrik olabilecekti artık. boxerımın altında bir sertlik hissettim. elimi ağzıma götürüp nazikçe sus işareti yaptım. çenesini kapayıp dikkat kesildi. yavaş ve kararlı bir şekilde ayağa kalkıp: soyun ve diz çök amına koduğumun karısı, dedim. bir an heyecanla gülümsedi, sonra ciddileşip oturduğu yerde hızla soyunmaya başladı. babamın eski dükkanından kalma loft marka deri kemeri çıkarıp ikiye katlarken kendimi ilk kez gerçek bir tanrı gibi hissettim ve bir an kuran’ın tanrı tarafından yazılmış olması mantıklı geldi. müşfik ve merhametli bir tanrıydım ben ve bütün ipler avuçlarımın arasındaydı. ol diyecektim, olacaktı. zamanın ve makenın ötesinde. alemlerin üstünde. altında, sağında ve solunda. içinde, ben, her şeyi gören, duyan ve bilen: yaklaş yavrucuğum, sana aşk hakkında bir şeyler anlatacağım.
    0 ...
  2. mavi elbiseli kadın

    1.
  3. Barmen tezgahın altından tozlanmış bir viski bardağı çıkardı. içine iki şekilsiz buz atıp bardağı ağzına kadar doldurdu. Mavi Elbiseli Kadın’la göz göze gelmiş olsalardı, kesin bardağı taşırırdı. Kadın iri gözleriyle büyük büyük bakardı, yayından fırlamış kirpikleri ve biçimli dudağının kenarına doğuştan kondurulmuş gülümsemesi, barmende derin derin soluma isteği uyandırırdı. Yalnızca barmen değil, arkalarındaki masada oturan ve son beş yıldır yalnızca göbekli travestilerle sevişebilmiş, ki hiç sikilmediği için kendini şanslı saysa da birkaç geceyi pek net hatırlamıyor, kaytan bıyıklı kürt de sertleşen penisinin iktidarına boyun eğerek kafasında doğaçladığı sığ fantezilere dalardı. Artemis otuz yedi göğsüyle bereket tanrıçası oldu, diye düşünürdü, mekanın en ücra köşesinde, yanıp sönen, cızırtısı bar tezgahına kadar ulaşan bira reklamının altında oturan emekli tarih öğretmeni: Bu kadın iki göğüsüyle tüm kainata hükmedebilir. ince bir bıyığı ve çenesinde top sakalı vardı. Çenesindeki sakal boyuna kaşınıyordu ancak fiyakasını bozmamak için katlanıyordu. Profesörüm, derdi mesleği hakkında konu açabileceği her anı değerlendirerek, yeni bir tez üzerine çalışıyorum, ve şehirdeki barların zeminlerinde gıcırdayan parke sayısı gibi abuk sabuk tez başlıkları sıralardı.

    Barda başka birileri olsaydı; kadın veya erkek, homoseksüel, travesti, biseksüel, aseksüel ya da bu çağda hangi yeni cinsiyet kimlikleri ortaya çıktıysa, muhtemelen benzer durumlar yaşıyor olurlardı. Çünkü kadında, toplumların ve doğanın kişiye yüklediği bütün cinsel kimlikleri yok sayan, cam çerçeve kıran, hatırlanan ve unutulmuş bütün dinlerde kutsal addedilecek bir çekicilik vardı. Ama barmen viskiyi taşırmadı, yüzüme bile bakmadan bardağı önüme koydu.

    Mavi elbiseli kadına dün sabah Tarabya’da rastladım. ince sigarasından içli nefesler çekip dumanını süzdüğü martılara üfürüyordu. Kırsalda bir ilkokulun koridoruna asılmış, pastel boyayla çizilmiş bir manzara resmi kadar samimiydi. -Martıları süzdüğünden emin değilim, belki de yalnızca “bana öyle geldi”- Sert köşeli, büyük bir güneş gözlüğü takmıştı. Büyük gözleri olduğunu düşündüm, siyah camın arkasından kirpiklerini belli belirsiz seçebiliyordum. Kirpiklerin, gözlerini her kırpışında cama sürterken çıkardığı sesler. Ne yazık ki göz rengi konusunda hiçbir tahminim oluşmadı. Ne yaptıysam gözlerini dolduramadım. Bildiğim hiçbir rengi değdiremedim hayalimdeki gözlüksüz haline. Barmen görseydi tahmin ederdi belki. Kimbilir, ben, ona bu barda rastlasaydım, muhtemel gözlüksüz olurdu. Ancak bununla beraber, fon da değişecekti. Güneşli bir sahilin yerini döküntü bir ara sokak barı alacaktı. Bu durum ister istemez üzerimde bıraktığı etkiyi değişime uğratırdı. Sahilde gizemli görünen tek şey gözleriyken, barda kendisi gizemli bir şey haline dönüşürdü. Gizemin büyüklüğü arttıkça sahilde harıl harıl çalışan, her ihtimali göz önünde bulunduran beynim umutsuzlukla üşenmeye başlayacak , gizemi aydınlatma isteğim azalacaktı. Ayrıca güneş vurmadığında sıradan görünecek olan teni ve çoktan sigara kokmuş olduğunu biliyor olacağım saçları onun üstüne bu kadar titrememi engelleyebilirdi. Oysa şimdi, emniyeti açık bir tabanca gibi aklıma dayalıydı.

    Yanına gidip ondan gözlüklerini çıkarmasını istemeliydim, ya da biraz daha sabırlı davranıp sıradan bir muhabbet açar, diyaloğumuz iki kişinin gölgesine sığınabileceği büyüklükte bir anlam ifade ederse, bir şeyler içmeyi teklif edebilirdim. Geriye doldurmamız gereken yalnızca bir, iki saat kalırdı. Sonra güneşin batmakta olduğunu fark eder ve gözlüklerini saçına kaldırırdı veya çıkartıp elbisesinin yakasına asardı ya da çantasına atardı. Bilmiyorum, iletişimde göz kontağının önemine inanan biriyse daha konuşmaya başlar başlamaz gözlüklerini çıkartırdı. Yeterince şanslıysak geceyi birlikte geçirirdik. Hiçbiri olmasa da şansımı denerdim. Şansımı, dört yaşlarında tombul bir erkek çocuğunun elinden tutuyor olmasaydı denerdim de. Yüz hatları ve ten rengi elinden tuttuğu kadına bu kadar benzemese, arkadaşının çocuğu olduğu ve çocuğun annesinin caddenin karşısındaki dükkandan dondurma aldığı (ve bunun gibi onlaraca olasılık daha) ihtimalini göz önünde bulundurup adımımı atardım. ihtimalleri gerçeğe yaklaştıran, onlara olan inancımızdır. Ama çocuk, mavi elbiseli kadına çok benziyordu. Ellerinin kavuştuğu noktada, geçmişle geleceği birbirine bağlayan bir ayna vardı sanki.

    Eğer çocuk da güneş gözlüğü takıyor olmasaydı, rahatlıkla onun gözlerini alıp mavi elbiseli kadının gözlerine koymuş ve bu takıntıya kapılmamış olurdum. Böylece bütün normal erkekler gibi dar elbisesi nedeniyle pek de gizemli olamayan kalçalarına veya göğüslerine odaklanır, birkaç saat içinde de tamamıyla unuturdum. En iyisi, onu gözlüklerinden hiç ayırmamak. Vermek istediği mesaj unutulmuş, tamamlanmamış bir sürrealist tablo gibi/ kime yazıldığı hatırlanmayan, yarım bırakılmış ikinci yeni bir sevda şiiri gibi. Tezgahın öteki ucunda bir kutu kibrit duruyor. Umarım doludur. Bana da meşgale çıkar.
    2 ...
  4. suya yazı yazmak gibi seni sevmek e alternatif

    1.
  5. emedur'u emmek gibi seni sevmek.
    1 ...
  6. kuşunu keseleyip yara yapan kız

    1.
  7. az önce seviştiğim kız. regl oldu zannettim, meğer durum daha betermiş.
    0 ...
  8. selami bey

    1.
  9. Vurulduğum sırada Buse’nin düzgün bacaklarını düşünüyordum. Anahtar deliğine eğilmiş, paspasın üstünde uyumak için havanın yeterince sıcak olup olmadığına karar vermeye çalışan ve aynı zamanda kafasında erotik hayaller kuran bütün sarhoşlar gibi sıradandım. Sonra biri yoğun bakım olmak üzere üç ay hastanede kaldım. Bu süre içinde birçok şey değişti tabi. Top sakal bırakmaya karar verdim, Buse’nin bacaklarının yerini Nermin Hemşirenin göğüsleri aldı. Her pazartesi akşamı ve Cuma sabahı mastürbasyon yapmak gibi garip bir alışkanlık edindim. Bir de her gün isimsiz çiçekler almaya başladım. Bu gizli hayranımı düşünüp hastane tuvaletinde nefes nefese elimi beceriyordum. Çiçek yollayan güzel kadın, kafayı iyiden iyiye takmıştı bana. Ben de onu düşünmeden edemiyordum. Gözlerinin rengini, boynunu, saçlarını... Her gece farklı şekillerde resmedip hayallerimin kadınını yaratmaya çalıştım. Başardığımda bunu çiçekleri yollayan kadınla özdeşleştirip isimsiz hayranımı beklemeye başladım.

    Çok dikkatliydi. Günleri asla atlamıyor ve asla aynı çiçekten yollamıyordu. Oldukça zengin ve zarif olmalıydı. Orkide, beyaz lilyum, kırmızı gül, kuğu phalaenopsis, antoryum... Ama ilerde asla onun parasını harcamayacak, kısa zamanda ona yeten ve yakışan bir adam haline gelecektim. Hele şu hastaneden bir kurtulaydım.

    Başlarda olaya biraz şüpheyle yaklaşmadım değil hani. Unutulmuş bir dostun veya eski patronumun yaptığı minik bir jest olabilirdi. Belki de hepsinden beteri; teslimat adresinin yanlış yazılması sonucu her gün, aslında bir başkasına ait çiçekleri kokluyor, ne kadar sevip iyi baksam da, onların gözünde bir üvey babadan fazlası olamıyordum. Çiçekler gelmeye devam ettikçe şüphelerim azaldı. Bir jestin bu denli suyunu çıkartacak birini tanımadığıma emindim. Ve birinci ayın son gününde, çiçeklerin arasına sıkıştırılmış bir not ilişki gözüme: “Özür dilerim..” Yazı bir erkeğe ait olamayacak kadar güzel, alt tabakadan birinin yazamayacağı kadar sade ve asildi.Tabi ya! Nasıl bu kadar aptal olabilirdim. Kadıncağız o talihsiz olaydan evvel karşıma çıkıp ilgisini belli etmediği için pişmanlık duymakla kalmıyor, içten içe kendini suçluyor ve tarafımdan affedilmek için her gün bana güzel çiçekler yolluyordu. Bu not ile birlikte şüphelerim yerini tatlı bir bekleyişe, içten bir acıma duygusuna ve kurulmayı bekleyen birkaç abartılı hayale bıraktı.

    Yanımdaki yatakta kanser hastası olduğu için çiçeklerin yanıma konulmasına izin verilmiyordu. Bazı hastalara ölümcül mantarlar geçirebilirlermiş. Bu yüzden sık sık yataktan kalkıp odanın öbür ucuna, hemşire masasının hemen yanına, çiçeklerimi sevmeye gidiyordum. Ki bu, bir yoğun bakım hastası için oldukça meşakkatli işti. Ağır aksak, bir elimde serum, etrafımda yatağıma dönmem için yalvaran hemşireler: ”Selami Bey doktor gelirse sıçar ağzımıza!”,“Uzaktan sevseniz olmaz mı?”,” Aman dikkat edin, başınız dönmüyor ya?”,“Yeter artık, haydi yatağa!” .

    Yoğun bakımdaki son günümde Doktor ibrahim, birinin gerekli parayı ödediğini, tek kişilik özel bir odaya çıkacağımı söylediğinde gözlerim doldu. Demek hayranım için rahat etmem bu denli önemliydi. Ne kadar uğraştıysak parayı kimin yatırdığını öğrenemedik. Hatta sırf bu olay yüzünden resepsiyonda çalışan kızlardan biri işinden oldu. Başlarda üzüldüm zavallıya ancak sonra düşününce işini doğru yapamadığından bu trajik sonu hak ettiğine karar kıldım. Üstelik bu sonu düşündükçe gizliden gizliye izahı güç bir haz duymaya başladım.

    ikinci ayda beklemek gittikçe zorlaşmaya başladı. Artık ona, hala karşıma çıkmadığı, en azından yeni bir not yollamadığı için kızmaya başladım. Gizem de bir yere kadardı. Artık elimi tutup, başucumda bana kitap okuma vakti gelmiş de geçiyordu. Gerçi başkalarının okuduklarından asla bir şey anlamam, yine de sesini duymak iyi hissetmemi sağlayacaktı. Artık odada olduğumdan Nermin Hemşire’yi de göremiyordum. Yalnızca arada sırada eşikten halimi hatrımı soruyor, aldığı ilk cevabın arkasından veda edip kapıyı çekiyordu.

    iyileşmek tabi ki güzel bir şeydi ve bunun için uğraşan herkese müteşekkirdim. Fakat yoğun bakımda geçen günlerimi de oldukça özlüyordum. Doktor ibrahim Beyin ve Nermin Hemşirenin sürekli yanımda olmalarının yanı sıra, nadir de olsa muhabbet edebilecek düzeyde olan yaşlı insanlar geliyordu bir süreliğine. Kalp ameliyatından çıkanlar, organ nakli yapılmış kişiler, kanser hastaları filan. Özellikle Gülbahar Teyze ile yaptığımız edebiyat tartışmalarının tadı bir ömür damağımda kalacak. Doğrusu Tolstoy’u sevmememiz dışında hiçbir ortak özelliğimiz bulunmuyordu. Yine de saatlerce ara vermeden konuşmaya devam eder, sesimizden rahatsız olanlara; dinleyip bir iki şey öğrenmelerini tembihlerdik. Ben odaya çıktıktan iki gün sonra, ani bir kalp kriziyle, duyduğuma göre üçüncüymüş, hayata gözlerini yumdu. Haberi bana ulaştıran Doktor ibrahim, eğer istersem, fazla kalmamak ve üzülmemek şartı ile cenazeye katılmam için bir ambulans ayarlayabileceğini söyledi. Ona, bunu istemediğimi, müslüman olmadığım için, ölünün başında, kimsenin anlamadığı Arapça cümlelerin kalitesiz nağmelerle okunmasına anlam veremediğimi ve en mühimi, kendimi dışarı çıkabilecek kadar iyi hissetmediğimi söyledim. Bana canımı fazla sıkmamam gerektiğini, böyle giderse bir ay içinde taburcu olacağımı söyledi. Sonra beni şaşkınlıkla süzüp, bu müjdeli habere neden sevinmediğimi sordu. Hemen kendimi toparlayıp sevindiğimi, çok sevindiğimi, ancak kafamdan bambaşka bir şeyin geçtiğini, üstelik Gülbahar Hanım’ın vefat haberinin hala yüreğimi dağladığını belirttim. Düşüncesiz davrandığı için özür diledi ve iyi günler dileyip çıktı.

    Hayli ilginç bir adamdı şu Doktor ibrahim. Biri üç, öteki bir yaşında iki oğlu olduğunu söylemiş bir defasında, ben yemeklerin çok tuzsuz olduğundan yakınırken. Yine de bir gün bile gözaltı torbalarını şiş görmedim herifçioğlunun. Bir keresinde, yine inci dişleriyle etrafa gülücükler nakşediyordu, yapıştım koluna: ibrahim kardeşim, bu kadar muntazam yaşanmaz, bir gün de geç gel şu hastaneye, bir gün de uykulu bak yüzüme, diye çıkıştım. ince ve samimi bir kahkaha attı: olur mu Selami Bey, sizi nasıl iyileştireceğim o zaman. Bir cevap vermedim tabi. Bakışlarını yüzümden ayırana kadar gülümsedim. insanın yaşamı, hayatın kendisi gibi çarpık çurpuk olmalı. Aksi halde sırıtır, yakışmaz, tam oturmaz, hep biraz eksik, biraz yalan görünür. işin aslı eksik ve yalandır da.
    Demek bir ay sonra taburcu olacaktım. Hayatımın aşkı olacak hayranımdan hala bir haber yoktu. Çiçekler, her sabah on birde gelmeye devam ediyor, ben her gün çiçekleri getiren çocuğa dikkatli getirip getirmediğini, içindeki notun düşmüş olup olamayacağını soruyordum. Bir süre sonra çiçekleri hemşirelere teslim etmeye başladı, onun da yüzünü göremez oldum.

    Böyle böyle bir iki haftayı daha devirdim. Sonra aklıma taburcu olmamı beklediği ihtimali takıldı. Tabi ya! Beni böyle güçsüz görmek istemiyordu. Karşısına dimdik çıkabileyim diye, ikimiz için de oldukça zor olan bu bekleyiş süresini uzattıkça uzatıyordu. Belki de Doktor ibrahim’le gizliden görüşüp taburcu olacağım günü öğrenmişti. Hastanenin kapısında beni bekleyecek, önce elindeki çiçekleri, ardından gittikçe kızaran yanağını uzatacaktı. işte o zaman tamamen iyileşecek, o zaman tamam olacaktım. Koluma girecekti, ağır ağır inip hastanenin merdivenlerinden onun arabasına binecektik. Doktor ibrahim arkamızdan el sallarken göz yaşını tutamayacaktı. Nermin Hemşire Dahiliye’ nin camından bakıp yanımdaki kadını kıskanacaktı. Gülbahar Teyze, toprağın beş karış altında, mürüvvetimi göremediği için hayıflanacaktı.

    Bu mantıklı olasılığı kavrayıp üstüne hatrı sayılır bir miktar umudu yükledikten sonra Doktor ibrahim’in ağzını aramaya başladım. Fakat her dakika muhabbet etmeye yer arayan, bir türlü susmak bilmeyen adam, bu defa ketumun biri olup çıktı. Bir şeyler ima ettiğimde konuyu değiştiriyor, üstelemeye kalktığımdaysa hiç bir şey anlamadığını söyleyip elindeki dosyalara odaklanmış taklidi yapıyordu. Ben de sıkıldım bu oyundan, Doktor ibrahim’e biraz darılmakla birlikte konuyu üstelemekten vazgeçtim. Nasıl olsa, ortada bir değişiklik görülmüyordu ve ayın dolmasına yalnız bir hafta kalmıştı.

    Son hafta yemeklerime fazladan tuz attılar. Ardından bir kaç gün süren “son kontroller” yapıldı. Doktor ibrahim güçlü bir bünyem olduğunu, fizik tedavinin bitmesi gerekenden çok daha çabuk sonra erdiğini söyledi. Hastanedeki son gecemde, Doktor ibrahim, elinde bir şişe şampanya ile ziyaretime geldi. Alkolü bırakmış olduğum için yalnızca patlatmakla yetindik. Biraz lafladıktan sonra saatin geç olduğunu, yarınki özel günde dinç olmam gerektiğini söyleyip odadan çıktı. işte, sonunda dayanamamış, ağzındaki baklayı yarı yarıya çıkarmıştı. Yarın çok özel bir gündü! Yalnızca taburcu olacak olmam olamazdı, bu zaten uzun süredir belli olan ve hastane çalışanları için oldukça sıradan olan bir olaydı. Günü önemli kılacak olan asıl havadis, hiç kuşkusuz, sevgilim tarafından gerçekleştirilecek süprizdi!
    Sabah erkenden kalkıp sıcak bir duş aldım. Kasık ve koltukaltı kıllarımı özenle kestim. Daha sonra aynanın karşısında yara izimi inceledim. Hantal vücuduma hareketli bir hava katıyordu. Beni, önceden bildiği gibi görmek isteyeceğini düşünüp top sakalımı kestim. Apartman görevlimiz Haydar Bey, sağolsunlar takım elbisemi sabah erkenden hastaneye bırakmışlardı. Dikkatlice giyindim. Hastanede oldukça kilo almıştım doğrusu, gömleğin düğmeleri zar zor kapanmıştı, pantolon içinse hiç umut yoktu. Nazardır, deyip, kemeri sıkabildiğim kadar sıkıp açık düğmeyi kamufle ettim. Fermuarı kapattım. bir kaç kez eğilip kalkarak açılıp açılmadığını kontrol ettim. Abartıya kaçmayacak şekilde boynuma ve bileklerime hafif bir parfüm sıktım.

    Sonra Doktor ibrahim geldi, beni görmek isteyen biri olduğunu, engellemek için çok uğraştıysa da onun boyunu aştığını söyledi. Son kez aynada kendime baktım, başucumda duran, ona ait ilk ve tek notu alıp çeketimin iç cebine özenle yerleştirdim, küçük bavulumu sırtlandığım gibi vakit kaybetmeden, odaya veda filan etmeden çıktım.
    Hastanenin kapısında orta yaşlı, gözlüklü, sıska bir kadın karşıladı beni.
    - Selami Bey?
    - Buyrun.
    - Lütfen beni takip ediniz, sizinle görüşmek isteyen biri var.
    - Aslında birini bekliyordum. Acaba siz..?
    - Biliyorum, lütfen geliniz.

    Ben arkasından yürümeye başlayınca yandan iri kıyım bir adam yaklaşıp zoraki bir hürmetle bavulumu elimden alıp yakın mesafe takibe başladı. Doktor ibrahim ile Hemşire Nermin, kendi aralarında hararetli bir fısıldaşmaya dalmıştı, beni bekledikleri halde yanlarına gelene dek varlığımı fark etmediler. Üzgün görünüyorlardı, kısa ama içten bir vedalaşmanın ardından, üzülmemeleri gerektiğini, en kısa zamanda ev yapımı kakaolu bir kekle ziyaretlerine geleceğimi söyleyip kapının önünde beni bekleyen kadına yetişmek için hızlı adımlarla uzaklaştım. Biz yaklaşınca, lüks limuzinin şoförü araçtan indi. Arka kapıyı açıp binmemi bekledi. Arabanın içi viski ve yaşlı kokuyordu. Kokunun kaynağı, yüzüme şefkatle bakıp konuşmaya başladı.

    - Ben aslında kötü biri değilimdir Selami kardeşim, aylardır içim içimi yiyor. Vicdanım sancıyor.
    - Elbet kötü biri değilsinizdir de, kimsiniz?
    - Ben, üzgün olduğumu biliniz, adım Tekin. Sizin başınıza bu talihsiz olayın gelmesine neden olan kişiyim.
    - Nasıl yani?
    - Yani.. Söyletmeyin işte, vurulmanıza ben neden oldum.
    - Anlıyorum.
    - Hayır. Yani ben, benim salak adamlara, sizin karşı komşunuz Yılmaz’ın topuğuna sıkmalarını tembihlemiştim. Hem miyop hem sarhoş bir piç var Hakkı diye, babasını sevdiğimden yanıma almıştım, babası dediysem, yirmi yıl şoförlüğümü yaptı, işte onun andaval piçi, yanlışlıkla sizi vurdu.
    - Talihsizlik olmuş.
    - Talihsizlik de ne kelime. Ama merak etmeyiniz, itin soyu çekti cezasını.
    - Herkes hata yapabiliyor. Yılmaz’la sorununuz neydi?
    - O da başka bir salak. Kumarhanemde sahte çekler vere vere milleti kazıklamış haylaz. Benim de bir çevrem, iyi, kötü reklamım var, hiçbir müşterimi mağdur bırakmam, hepsini cebimden ödedim. Hal böyle olunca da Yılmaz’a bir ders vermek gerekti.
    - Anlıyorum. Bu arada yazınız çok güzelmiş.
    - Aslında çok kötüdür, yamuk ve çırpık, ilkokul öğretmenimin hatası sanırım. Notu yardımcım Ayten Hanım yazdılar.
    - Öyle mi, memnun oldum Ayten Hanım.
    - Aramızda bir sorun kalmadığını umut ediyorum. Gücüm yettiğince her istediğinizi yerine getirmeye hazırım.
    - Herhangi bir isteğim yok, teşekkür ederim. Sadece bir sorum var, sonra ne oldu? Vurdunuz mu Yavuz’u?
    - Hayır, bu olaydan ders çıkarmam gerektiğini anladım ve affettim. Tanrı vicdanımı harekete geçirecek bu olayla bana bir işaret yollamayı amaçlıyordu.
    - Anlıyorum, umarım başarılı olmuştur. izninizle evime çekilip istirahat etmek istiyorum, henüz tüm gücümü toplamış değilim.
    - Hay hay, hemen eve bırakalım sizi. Henüz tam manasını çözemedim, ama oldukça kafa patlatıyorum.
    - Zahmet etmeseydiniz. Belki de Tanrı artık kafa patlatmamanızı istiyordur.
    - Lütfen beyefendi, beni daha fazla utandırmayınız. Ne demek istediniz anlayamadım.
    - Amacım kesinlikle sizi utandırmak değil. Pekala öyleyse. Söylediklerime aldırmayın, ara sıra saçmalıyorum.
    - Bir de lütfen bu çeki, özrümün maddi bir göstergesi olarak kabul ediniz.
    - Lütfen beyefendi, hiç gereği yok, yeterince şey yapmışsınız zaten.
    - Israr etmek zorundayım, ruh sağlığım için kabul ediniz Selami Bey.
    - Pekala, buna da hay hay.
    - Yaşayın!

    Evin önünde yavaşça arabadan indim. Limuzin mahalleden çıkana kadar arkalarından el salladım. Nedensiz bir titreme sarmıştı bedenimi, halbuki yol boyunca her şeyi öğrenmiş, hatta kabullenmiştim. Kendi salaklığıma kızıyordum herhalde, başka neden olacak! Bütün hayallerini manasız bir umuda yükleyen zavallı bir insancık. Hayatımın aşkına kavuşup, alkolü bırakacak, çocuk çocuk, para pul içinde mesut olacak... Peh! Sersem kafam.

    Eve girdiğimde ortalık fena halde rutubet kokuyordu. Bavulu duvara dayayıp salona geçtim. En çok kütüphanemdeki bir parmak toz dokundu. Şalterleri açıp mutfağa girdim, fırını yakıp biraz ağladım. Yüzümü kurulayıp alt kata indim. Haydar kapıyı açıp da beni görünce sevinçle boynuma atladı, gerçi daha sabah görüşmüştük ama, böyle kanlı canlı apartman içinde görünce duygulanmış olacak. Üç yumurta rica ettim. Hay hay, deyip bir koşu getirdi mutfaktan. Sana zahmet, dedim, yarın erkenden işim var, fırında kek bırakacağım, hastaneye uğrayıp Doktor ibrahim adına bırakıver. Emrin olur, deyip ben ağır aksak merdivenleri çıkana kadar akramdan baktı. Mutfağa dönüp diğer malzemeleri çıkardım, kıvamı bir güzel tutturup attım fırına. Kütüphaneme dönüp rastgele bir kitap çektim. Ülkü TAMER- Yanardağın Üstündeki Kuş. Mutfağa dönüp tezgaha yaslandım, rastgele bir şiiri okumaya başladım.

    “Ben sana teşekkür ederim, beni sen öptün,
    Ben uyurken benim alnımdan beni sen öptün;
    Serinlik vurdu korulara, canlandı serçelerim;
    Sen mavi bir tilkiydin, binmiştin mavi ata,
    Ben belki dün ölmüştüm, belki de geçen hafta.

    Sen bana çok güzeldin, senin ayakların da.”

    Tozlu kitabı tozlu tezgaha bırakıp ağlamaya başladım. Ne ağır bir yüktü omuzlarımdaki hayal kırıklığı. Hıçkırdıkça hıçkırdım, yerlere kapaklandım. Toz yutup hapşırdım. Hırsla mermere tükürdüm, ağladım da ağladım. Yirmi dakika kadar sonra fırının sesiyle kendime geldim. Keki çıkarıp fırının üstüne koydum bir güzel paketledim. Yanına da çeki koydum, kurşun kalemle üstüne bastırmadan “Haydar, bu sana, kızını okut, Saniye’ye selam söyle, eyvallah.” Yazıp imzaladım.

    Arka mahalledeki tekele gidip kısa Mavi Lark ve cep boy istanblue Votka aldım. Apartmanın önüne dönüp bir sigara yaktım. iki sene sonra çekilen bu ilk nefes ciğerlerimi baştan aşağı yaktı. Hafifçe öksürüp hemen ikincisine asıldım. Başım döndü bir süre, sonra geçti. Votkanın kapağını açıp bir süre göz hizamda tuttum. Burnuma yaklaştırıp biraz kokladım. Yüzüm ekşidi, midem kalktı ama hoşuma gitti. Anamın sütü gibi iştahla içip tek seferde bitirdim. Apartman kapısının basamağına oturup ciğerlerimi döke döke öksürdüm. Sonra kapının eşiğine konmuş arnavut taşı çarptı gözüme. Haydar Efendi kapı gündüz vakti kapanmasın diye koymuş olacaktı herhalde. Sigaradan son bir nefes çekip izmariti şişenin içine attım. Taşı aldım, yerine şişeyi koydum, içeri geçip kapıyı var gücümle kapadım. Şişe patladı, gürültüsüyle apartmandaki bütün sesler bir an kesildi, herkes kulak kabarttı, sonra bir yerlerde elektrik süpürgesi açıldı, üçüncü kattaki Ayşen Abla, oğlunu bağırta bağırta dövmeye devam etti, Haydar Efendi üşenmiş olacak, tenezzül edip de seslenmedi.

    Karşı komşum Yılmaz, küçük bir şirkette gece bekçiliği yapıyordu. izin günlerinde de kumar oynardı hasbam. Ne zaman rastlaşsak kazandığı paralardan bahsedip dururdu. Eee ne demişler: Kumarda kazanan yoktur. Uzun vadede hep kaybedilir! Kapıyı çaldım, büyük oğlu açtı, beni görünce bir şaşırdı, ağzı kulaklarına vardı, babasını sordum, çağırayım deyip seslendi, “Baba, koş, Selami Amca gelmiş.” Yavuz koşar adım geldi, arkasında diğer çocukları Murat’la Ayşe. Kollarını açtı, Dişleri oldukça sarı “ Vay aslan Komşum, iyileşmiş de evine...”

    ilk darbeyle kafasını yardım. Kan, Kapı eşiğinin doksanına fışkırdı. Sol kulağından tutup aşağı çektim. Yan yatmış kafasına, bu defa sağ kulağının tam ortasına indirdim ikinci darbeyi. Bok çuvalı gibi yığıldı orospu çocuğu. Şoku ilk atlatan, en küçükleri, altı yaşındaki Ayşe’ydi. Kendi yüzünü tokatlayıp tepinmeye, ciyak ciyak ağlamaya başladı, kız kardeşlerinin eziyet veren sesiyle kendilerine gelen ağbiler, dokuzunu yeni doldurmuş Murat ile on birinden gün alan Hasan, üstüme atlamaya yeltendi, birer fiskeyle babalarının üstüne yuvarladım bacaksızları. Hasan yattığı yerde sinir krizi geçirmeye başladı, murat’sa ellerine bulaşan kana bakıp babasının hareketsiz kafasına kustu. Bu sırada Ayşe geri geri kaçarken sendeledi, kafasının arkasını duvara toslayıp sustu. Kolay değil tabi, dağ gibi adam, iki erkek için idol, kız için, Freud’a göre, ilk aşk, öyle cansız, kan içinde, kafatası çatlak, yırtık derisi, saçları bir acayip, bir kırmızı, bir göz faltaşı gibi, öteki, küçük oğlunun kusmuğundan kapanmış, kolay değil ha...

    Evime girip kapıyı kitledim. Çığlıklar, bağırışlar, bir hengamedir koptu kapının önünde. Yatağa uzanıp kestirdim biraz. Hatta bir saat kadar deliksiz bir uyku çektim diyebilirim. Aylar sonra bu kadar aksiyon epeyce yormuştu beni. Polisler kapıyı kırdığında irkilerek uyandım, bütün hakikat başıma üşüştü. “Kaldır ellerini!”,” Polis!”,”Kalk yataktan!”,”Üstünü aç!”,”Polis!”,”Yere yat lan!”,”Hayvan oğlu!” Yere uzanırken genç bir polisten boşluğuma birkaç tekme yedim. Ansızın, aylar sonra Buse’nin düzgün bacaklarını hatırladım. Zaman oldukça göreceliydi, muhtemelen bacakları, aylar önce, barda bıraktığım gibiydi.
    1 ...
  10. intihara çeyrek kala yakınmak

    ?.
  11. Şiir bittikten sonra hiçbir şeyi toparlayamadım. Her şey, suya düşürdüğüm siyanürle başladı. Siyanür ki Simyacı Dippel nasıl yalnızdı, nasıl ölüyordu Franckenstein adlı şatosunda hayatın anlamını aramakla başladığı yolculukta onu bulduğunda.

    Attila iLHAN’a götürüyordum. Geç kaldığımı bilmiyordum. Karşılığında bana bir kapı göstermesini isteyecektim, öyle ahım şahım olmasına gerek yok, kavak ağacından olsa yeter, diyecektim, bir de menteşeleri açılmayacak kadar paslanmamış olsun. Eşiğine dökülmüş cesaretleri toplayıp içeri girecektim. Ne aradığımı biliyordum. Aradığını bilmenin önemli olduğunu öğrenmiştim. Öğrendiklerimin bazıları işe yarar, bu da yarayacaktı. Soyadım kadar emindim.

    Adımdan emin değilim. Sıkça değiştiriyorum. Başka başka olmak, bir bütünlük kazanmamak iyi geliyor, yorulmuyorum. Ufak parçaları unutmak, koca bir bütünü unutmaktan daha kolaydır. Neden unutmak istediğimi yalvarırım sormayınız. Hatıralar anlatılmak içindir. Her anı birkaç toplu kahkahayı veyahut bir çiftten fazla gözyaşını hakeder. Bütün söyleyebileceğim bu. Aslında bir kelime var ama, dile getirmeye korkuyorum, kabullenmeye, ona esir düşmeye korkuyorum. Sanırım anladınız. Aman anladığınızı belli etmeyiniz. Soyadım öyle değil, soyadımı severim, herkes sever. Sırf soyadım için benimle evlenmek isteyenler bile oluyor.
    Neyse, ben siyanürü suya düşürünce ne yapacağımı bilemedim. Boşa gitti diye hayıflandım bir süre, elimi alnıma götürüp acı bir ıslık çaldım. Hayır istanbul’un balığı intihar etmez ki efendim. Edecek olsalar eyvallah çekip yoluma gideceğim. Keşke ben de balık olsam. Rakı şişesi filan lüzum değil. Küçük bir akvaryum, bir de ufak sorumlulukların önemini idrak etmiş minik bir çocuk yeterli.

    Baktım ki iş işten geçmiş, yapacak fazla bir şey kalmamış, en güzeli kafayı olabildiğince çekmek deyip çıktım istiklal’e, bulduğum ilk barın tezgahına döküldüm. Buzsuz, sek bir viski söyleyip kalem kağıt çıkarttım. Amacım üzerinize afiyet yaşadığım bu rezil olaya uygun bir şiir çiziktirmekti. Sonra kapı açıldı. Bir bara bu kadar güzel bir şeyin girebileceğini asla tahmin edemezdiniz. Baştan ayağa kusursuzdu. Boş bir masaya oturdu, bütün gece, hiç yüzüme bakmadı. Yüzüme bakmayınca ben de masasına içki yollayacak yüzü bulamadım tabi. Sonra biraz sarhoş olunca, yanımda oturup boş bir bira bardağını tükürük hokkası niyetine kullanan bıçkın delikanlının üstüne yarım kadeh şarap döktüm, olaylar çığırından çıktı. Aslında niyetim özür dileyip ona bir içki ısmarlamaktı ama baktım fazla sert yapıyor, bir afralar tafralar, giderli konuşmalar, hakkettiği gibi sol gözünün altına sağlam bir yumruk yerleştirdim. Bir yandan da masada oturan kadını kontrol ediyordum, bana bakıyor mu diye. Attığım yumruğu görmedi ama yumruktan sonra bar çalışanlarının üstüme çullanıp, anamdan emdiğim sütü burnumdan getirene kadar dövüşlerine bütün ayrıntılarıyla şahit oldu. Utancımdan mı yoksa halim kalmadığı için bilmiyorum, yaka paça mekandan atılırken, önünden geçtiğimin farkında olduğum halde başımı kaldırıp da yüzüne yakından bakamadım. Bir süre, karın altında yatıp yanağımdaki yanmaya dayanmaya çalışırken, ve tüm bedenimde gittikçe yayılan ağrılara, kafamda Çaykovski’nin altıncı senfonisi; ra ra ra ram da da dam da dam da dam!

    Sabaha karşı uyandım, Tanrı’ya şükür fazlasıyla alkol almıştım: Viski, şarap, bira, absinthe filan, yoksa kesin donardım. Kalkıp üstümü silkeledim, Tünel’den Karaköy’e indim sonra. Kar yağmura çevirdi, nasıl keskin bir rüzgar esiyordu görmeliydiniz. Hayret ettim her şeyi götürmediğine. Aksine; hiçbir şeyi götürmediği gibi, tuttu onun kokusunu getirdi. “Neresi sıla bize, neresi gurbet. Yollar bize memleket.” Mırıldana mırıldana Eski istanbul’a doğru yürüdüm. Düzgün burnu yunan büstlerini andırıyordu, gözleri kyanos, saçları kumral, dalgalı, biz ayrıldıktan sonra siyaha boyatmış, siyah ruhuna ne de çok yakışmış! Ölesiye aşığım kapısından geçtiğim bu son kadına. Tarafından öldürülesiye harcandım! Bu yüzden gidecektim batan o köhne şilebe. Siyanür karşılığında, yeni bir kapı için yalvaracaktım büyük şaire. Soğuk iyiydi ama. Yaralarımı unutuyordum. Halimi görenler muhakkak acıyodu. Kurumuş kan yanağımı geriyordu. Böyle düşüne düşüne gerisin geri geldim, siyanürü düşürdüğüm yere.

    Görseniz siz de acırsınız efendim. Tutunacak bir şiirim kalmadı artık. Açacak bir kapınız varsa, ne olur bedelini söyleyiniz. Bilirim, hiçbir kapı açılmak için yapılmaz. Neyse kefareti, ödemeye hazırım. Öyle yoruldum ki, inanın, yeniden başlamak değil amacım, hiç ses çıkarmadan, unutacak bir şey kalmayıncaya dek, hiç ses çıkarmadan efendim.. hiç ses çıkarmadan.
    2 ...
  12. sobaya dokunmadan büyüyen çocuk

    1.
  13. Ben küçükken sobaya hiç dokunmadım. Sobanın yaktığını başkalarından öğrendim. izninizle hemen konuya gireceğim. izninizi rica ettim çünkü siz bana izin verip hikayeyi anlatmama, yani hikayeyi okumaya devam etmezseniz, küçükken sobaya hiç dokunmadığımdan başka bir şey anlatmış olmam ve bu cümle aslında her şeyi anlatsa da yeterince güçlü değil.

    Zamanında, ta ilkokulda Selma diye bir kızcağız, oyuncağına takılıp sobanın üstüne düşmüştü. O yaşta insanın refleksleri pek kuvvetli olmaz. Hal böyle olunca yüzünün yarısını yapıştırdı merete. Evde üç kişiydik, Selma , Hazal bir de bendeniz. Biz iki arkadaş, kızın çığlığındaki ciddiyeti fark edene kadar karnımız ağrıyana kadar gülüştük. Malumunuz o yaşlarda algılamak da epey yavaş işleyen bir sistem. Zavallı annesi kızını öyle yarı Freddy, yarı bahçede ip atlayıp şarkı söyleyen kız olarak görünce olduğu yere yığıldı kaldı. Ne yapacağımızı bilemedik, biz de başladık ağlamaya. Kolu komşu kapıyı yumruklamaya başlayıncaya kadar devam ettik. Hazal akıl etti de gitti açtı. Sonra bizi Selma’nın kapı komşuları olan yaşlı bir teyzeye emanet eden apartman sakinleri cümbür cemaat hastaneye koşturdu. Epey bir süre gelmedi okula, annesine o gün felç inmiş, bir daha adam akıllı konuşamamış diye duyduk. ikinci dönem okuldan da ayrıldı. Geçenlerde karşılaştık, yüzünün yarısını kaplayan, siyah mı siyah bir perukla dolaşıyordu. Uzaktan bakınca Satanizm’i yanlış anlamış ergenlere benziyordu. Ayak üstü yarım saat kadar konuştuk. Rıza’nın altına sıçmasından tutun da ibrahim Hoca’nın sandalyesine ters raptiye koymamıza kadar her şeyden bahsettik. Yalnız o gün hakkında ikimiz de tek bir laf etmedik. iyi de oldu.

    Bir de anneannemlerin varmış eskiden, sonra ben çok küçükken kalorifer döşetmişler, büyüyüp de ayaklanınca, allah muhafaza, yakarım kendimi diye. Anneannem demişken; yemekleri güzeldir. Ve bana küçüklüğümden beri Beşiktaş Meydanı’nda bir fırıncının, adamın tekini öldürüp fırınında yaktığını anlatır durur. Bütün Beşiktaş’ı yanık et kokusu sarmış. Fırına giren polisler ekmeklerin üzerine kusmaya başlamış. Halbuki ekmekler ne de güzel kokarmış. Fırıncının trajik hikayesinden hemen sonra Adnan Menderes’in ruhunun da bir zamanlar Beşiktaş dolaylarında ikamet ettiğini iddia eder. Anneannem çok sever rahmetliyi, bana sorarsanız yüksek divan kararlarını bir okuyun derim. Anlattığına göre geceleri ona oy veren insanların karşısına çıkıp “Beni yarı yolda bıraktınız, karnım tok fakat gözüm açık gittim!” diye inim inim inlermiş. inlemek dediysem, öyle acınacak gibi değil; ahirete kabul edilmeyen hortlaklar gibi, terk edilmiş ahşap evler gibi inlermiş. Mahalleli de sabah ezanına müteakiben camiye koşar, birbirlerine Adnan Bey’in kendisine en aşağı iki beden küçük gelen takım elbisesinden ve elinde tutup musallat olduklarına salladığı ilmekten bahsedermiş. Hikayenin devamı yok. Zaten hikaye diye anlatılan; imralı Adası’ndan atılan bir çığlık en nihayetinde. Her yankıda biraz daha eksilmiş, sonunda tamamen unutulmuş.

    Birkaç defa dokunacak kadar yaklaştığım oldu tabi, ama o fırsatları da ben değerlendiremedim. Mesela sobayla ilk karşılaşmam; bir bayram günüydü sanırım, annemin maddi durumu pek iyi olmayan uzak bir akrabasını ziyarete gitmiştik. Fazla büyük değildi, yuvarlak hatlı parlak, sahte, acayip kahverengi ,önünde ufak, parmaklıklı bir göz, içinde alevli odunlar takırdıyor. Yanındaki kanepeye uzanan kadından korktuğumdan mıdır, yoksa sobanın üstünde buharı tüten çaydanlığı görüp, zaten dokunulmayacak bir şey olduğunu anladığımdan mıdır bilmem, yaramaz sayılabilecek bir çocuk olmama rağmen o gün annemin dibinden hiç ayrılmadım. Ziyaretten sonra annem uslu durduğum için bana fazladan harçlık verdi, sobanın ve yağ kokan tombul akrabanın hiçbir önemi kalmamıştı.

    Aslında ilk paragraftan sonra birçoğunuzun bildiği günümüz vecizelerinden: “Aşk; Bir Bakıma Sobaya Dokunmak Gibidir. Bir Defa Yanarsın, izi Kalır. Sonra Bir Daha Dokunmazsın Sadece Yanına Yaklaşırsın.” tümcesini verip konuyu hepten aşka bağlayacaktım. Sonra nasıl olduysa, radyoda “küçüğüm” çaldı, bileğimdeki yara izi gözüme çarptı, kütüphaneden eski bir fotoğraf düştü filan derken, aşk başka hikayeye kaldı.
    8 ...
  14. yirmi birinci yüzyıl tanrıları

    ?.
  15. - Uçan Spagetti canavarı.
    - felix baumgartner.
    - steve jobs.
    - adriana lima.
    - tom waits.
    - robert rodriguez.
    - stephen king.
    1 ...
  16. facebook ta yoklama alıyorum geyiği

    ?.
  17. facebook sayfa ve gruplarının, günde beş vakit, bıkmadan, usanmadan "kaç kişi burada", "uyanık olanları görelim" "bilmem nere için yoklama vakti" tarzında durum güncellemeleriyle duvarımızı didiklemesi * *
    4 ...
  18. bu entry ile de coşamadık

    1.
  19. makat bölgesinde oluşan yırtıklara rağmen, çoşmama, çoşamama durumu.
    2 ...
  20. boktan hikayeler

    1.
  21. Boktan bir sabah
    Aslında nerdeyse akşam olmuş.
    Gerçi bu benim uyku düzenimle alakalı.
    Güne başlamanın en güzel yolu yüzünü yıkamak ya da
    Enfes bir kahvaltı çekmek filan değildir;
    Önce kalkıp çişini yaparsın.
    Aynaya bakmayı kesinlikle tavsiye etmiyorum,
    Uyandın artık, yeni bir kabusa hiç gerek yok.
    Sonra yatağa dönüp bir sigara yakar ve
    Dün geceyi hatırlamaya çalışırısın.
    Bazen yanındaki hatunun kim olduğunu
    Ve onu nasıl yatağa attığını,
    Gece sikişip sikişmediğinizi filan düşünürsün.
    işte güne başlamanın en güzel yolu budur.
    Aslında başladığın yol farketmez nasıl olsa gün bitmiştir
    Ama boşver.. iyi insanlar; gece yaşayanlardır.

    Ben bugün fena halde akşamdan kalmayım.
    Yanımda yatan hatun konusunda hiçbir fikrim yok
    Ve dün ne içtiysem boğazımı ve midemi sikip atmış.
    Hatunun üzerine eğilip kim olduğunu hatırlamaya çalışıyorum.
    ismi filan mühim değil yüzünü hatırlasam yeter bana. Rahatlarım.
    Çünkü eğer fahişeyse ona verecek param olup olmadığından emin değilim.
    Fahişeye benzemiyor, eğer öyleyse ücreti çok yüksek olmalı, tanrım.
    Ağzından yayılan vodka kokusu beni yine sarhoş etmeden başından ayrılıyorum.
    Şimdi; öncelikle bu baş ağrısını geçirmem gerekiyor
    Ki günün geri kalanına hayatta kalabilecek kadar enerji saklayabileğim.
    Ders bir; sabaha akşamdan kalmalığınızı atabilmek için mutlaka bir bira saklayın.
    Eğer bunu unutacak kadar sarhoşsanız bir alka seltzer de işinizi görür.
    Ben ikisini de bulamadım ve iki tane boktan ağrı kesici attım ağzıma,
    En azından psikolojik olarak rahatlasın diye..
    Mideme birkaç günlük bir ekmek dilimi sokuşturdum,
    Kendime bir bardak kola koydum, sigaramı alıp balkona yerleştim.
    Yazıyorum. Yazmak her zaman rahatlatır, ne yazdığının ya da ne kadar iyi yazdığının
    Pek bir önemi yoktur.
    içerdeki kadının uyanmasını, iyi kahvaltı hazırlayabiliyor olmasını
    Ve dün geceyi hatırlayacak kadar ayık olmasını umut ediyorum.
    Bir de orospu olmamasını...

    Başım ağrıyor, aç karınla yarım paket sigara içtim,
    Yatağımda bilmediğim çıplak bir kadın yatıyor,
    Param bitmek üzere, alkolüm zaten bitmiş,
    Tanrı saklandığı delikten çıkmıyor
    Ve midem beni öldürüyor.
    işte günün özeti.
    Şimdi lütfen;
    Biri şu lanet kanalı değiştirebilir mi?
    2 ...
  22. bir yazarın günlüğünden seçmeler

    ?.
  23. “ Başarı, yenilginin yarısıdır bir yerde. Başardıktan sonra gerisin geri inersin merdivenlerden. indikten sonra vaktin kaldıysa tekrar tırmanmaya başlarsın, itinalı davranır ve kayıp düşmezsen tekrar dibe çökmen yıllar alır, hepsi bu. Yaşamak boktan bir çemberden ibarettir, bunu fark etmeden birbirinin aynısı onlarca hayat harcarsın. Kısacası: Yokluğun yolu varlığa erer, varlığın yolu yokluğa. ”

    Otuz iki yaşını üç gün önce doldurmuş şarışının vajinasını yalarken bunlar geçiyordu aklımdan. Usul usul inliyordu, sesi güzeldi. Sıradan yüzüne ve muhteşem fiziğine iyi bakmıştı, cildi pamuk gibiydi. Avuçlarıyla çarşafı sıkıp buruşturuyordu. Bu yüzden yapıyordum zaten; güzel bir kadını bir süre mutlu etmek için. Bir süredir mutluluğu başkalarını mutlu ederek yakalamaya çalışıyordum, ve başkalarını mutlu etmenin en kolay yolu onlara oral yapmaktır. yoksa hoşuma gittiği filan yok.

    Açık renk, zarif bir oje sürmüştü. Frenchleri kusursuza yakındı, gecenin başında sorduğumda; “Kendim yaptım.” demişti. Ona gittikçe daha çok inanıyordum. Ona ve tırnaklarına… Sırtıma, şüpheye yer bırakmayacak izler aşkediyordu. Sonra seksi klasik bir şekilde tamamladık. Oldukça geç boşaldım. Hoşuna gitti. Ben ise bütün olayı; “Kendiliğinden sönmeden bir bahane uydurup pes etmeliyim.” diye düşünerek heba ettim.

    Duşa ilk ben girdim, sonra o. Çıktığında kahveler hazırdı. Biri bol şekerli, öteki sade. Salona geçip L kanepenin iç köşesine, dizlerimiz birbirine değecek şekilde oturduk. Kahveyi olması gerekenden birkaç yudum önce bitirip onu evine bırakmayı teklif ettim. istersem kalabileceğini söyledi. Aklımdan, böyle zamanlar için uydurulmuş onlarca bahane geçti. Ama bazen yeni şeyler denemek gerekir. Ayrıca yaşanmış otuz iki yıl, bahane yemek için pek uygun bir zaman dilimi değildir. Bir süre yalnız kalmak, yalnız kafayı bulup yalnız uyanmak ve yalnızca mastürbasyon yapmak istediğimi söyledim. Anlayışla karşıladı. O an, bu kadınla evlenmeliyim, diye geçirdim içimden. içimden çok şey geçiririm. Genellikle anlamsız ve yapmayacağım şeyler.

    Arabada ilk kocasından bahsetti. Bir kozmetik markasının Türkiye distribütörüymüş. Mutlu bir evlilikleri varmış. Haftada en az bir kere yemeğe çıkarlarmış, iki üç kere de içmeye. Özel günlerde birbirlerine, üzerinde çalışılmış sürprizler yaparlarmış. Farklı tür kitaplardan hoşlansalar da hep aynı filmleri izlerlermiş. Bir gün adamı, kendi yataklarında satış elemanlarından biriyle basmış. Adam oldukça içkiliymiş, yataktan fırlayıp gömleğinin düğmelerini yanlış iliklemiş. Yataktaki kadın çırılçıplakmış ve mahrem yerlerini kapatmak için hiç enerji sarf etmemiş. Yattığı yerden hafifçe doğrulup onları izlemiş. Dedim ya; adam oldukça içkiliymiş, saatten bir haber. Yoksa hayatta yakalanmazmış. Bir ay içinde boşanmışlar ve o günlerden geriye yalnızca; her ay hesabına düzgünce yatan yüklü miktarda nafaka kalmış.

    Konuşmanın gerisi ev tarifiyle geçti. Lüks bir apartmanda oturuyordu. Kapıda güvenlik, kapalı otopark, boydan boya camlar, geniş posta kutuları filan.
    “Demem o ki” dedi, “Bu dünyada hepimiz, bir şeylerden kaçmak için birbirimizi kullanıyoruz. Fazla kafana takma, hikayenin içinde olduğun sürece, kullanan ya da kullanılan olmanın pek bir önemi yok.” Kullanılıp kullanılmadığımı anlayamadığım bir içtenlikle öptü beni. Arabadan indi. Bir adım attı, sonra geri döndü. Tokasını çıkartıp camdan içeri attı. “Benden ufak bir hatıra, bu kısa hikayeyi unutmaman için.”

    Eve dönerken uzun uzun düşündüm, iyi bir hikayeydi. Birçoğundan daha edebi ve daha gerçek. Zaman, bütün iyi kadınları öldürmemişti henüz ve içimdeki sessizlikten yeni çığlıklar yaratan bu kadın, bir süre için Tanrı’m olacaktı. Yoldan bir şişe şarap aldım ve eve gelip bunu yazmaya karar verdim. Hikayeyi büsbütün unutmadan, tastamam yaşamalıydım.
    0 ...
  24. durmadan konuşan ateistlerin amacı

    1.
  25. bir ateistin ağzından; "amacımız, sizin(monoteist) de aşmanız, ki dünya, daha güzel bir yer olsun. takdir edersiniz ki, kusursuz bir yaratıcı olduğuna inanıp ona taparak,yaratılmış olanı daha güzel kılamazsınız. sorgulamazsanız, daha iyisini yaratamazsınız."
    2 ...
  26. türklere has yalanlar

    1.
  27. "biz avrupalının sandığı aksine hiç de barbar değiliz"gibi kendimizi avutmak için söylediğimiz yalanlar.
    2 ...
  28. © 2025 uludağ sözlük