1932 yılında Cumhuriyet gazetesi bir güzellik yarışması tertipler. Türkiyenin bu güzellik yarışmasını "Keriman Halis" kazanır. Türkiyenin 1932 yılı güzellik yarışmasını kazanan 19 yaşındaki Keriman Halis, aynı yıl 28 ülkenin katılmasıyla Belçikanın Spa şehrinde düzenlenen dünya güzellik yarışmasına Türkiyeyi temsilen gönderilir.
ilk kez bir Türk kızı dünya güzellik yarışmasına katılacaktır. Herkes yarışmanın sonucunu merak etmektedir. Her ülkeden gelen katılımcılar günlerce Belçikanın Spa şehrinde çeşitli kişilerle görüşür ve konuşurlar.
Derken yarışma günü gelir ve ülkelerini temsil eden kızlar jürinin önüne sırayla gelip, puan toplamaya çalışırlar. Bütün katılımcıları izleyen jüri üyeleri puan değerlendirmesi yapmak üzere başka bir salonda toplanırlar. Başkan kürsüye gelir ve jüri üyelerine şu konuşmayı yapar;
Sayın jüri üyeleri, bugün Avrupanın zaferini kutluyoruz. Yüzyıllardır dünya üzerinde hâkimiyetini sürdüren Osmanlı imparatorluğu artık bitmiştir. Onu Avrupa bitirmiştir.
Bir zamanlar sokağa bile, pencere arkasından seyredebilen Müslüman kadınların temsilcisi olan Türk güzeli Keriman Halis, karşımıza mayo ile çıkıp kendini bize beğendirmeye çalışmıştır.
Bu Türk kızını kendi zaferimizin tacı kabul edeceğiz ve onu kraliçe seçeceğiz. Bu sene güzellik kraliçesi seçmiyoruz. Bu sene islamı ve Türkleri yenmenin zaferini kutluyoruz. Avrupanın zaferini kutluyoruz. Bundan dolayı Türk güzelini dünya güzeli olarak seçeceğiz. Fakat kadehlerimizi Avrupanın zaferi için kaldıracağız.
Bu konuşmadan sonra jüri üyeleri toplandıkları salondan çıkarlar ve Türkiyeyi temsilen dünya güzellik yarışmasına katılan Keriman Halisi dünya güzeli olarak seçtiklerini açıklarlar.
Hepsi benle ilgili. Yaşadıklarımla.
Belki ucundan işinize yarar.
- Kararsız anlarda kendime şunu soruyorum: Altı aylık ömrüm kaldığını bilseydim, neyi seçerdim? [Yeter ki o an bu soru aklıma gelsin. Karar nasıl olsa peşinden geliyor.]
- Bunaldığım anlarda ise sorduğum şu: Aradan iki yil geçse, ben bunu hala dert eder miyim? [Cevap hep hayır oluyor, ben de sokağa çıkıyorum.]
- Sürekli şikayet eden ve mutsuz kişilerden uzaklaşıyorum. [Çok sıkıcı oluyorlar.]
- Bana herhangi biriymişim gibi davrananla arkadaş oluyorum. [O yüzden arkadaşım çok! Ancak o sayede de, dostlarla 'en güzel günümüz böyle olsun' diye kadeh kaldırabiliyorum.]
- Hayattaki sıçışlarımla dalga geçtikçe, onları tekrarlamadığımı fark ediyorum. [Ciddiye aldıklarım ise, onlar işte hiç yakamı bırakmıyor.]
- Çok hayal kuruyorum. [Sayıca fazla olunca, biri gerçek oluyor.]
- Ha bir de Kimseden bir şey beklemiyorum. [Kendimden bile.]
-alıntı-
kimin yazdığını bilmiyorum beğendim ve sizlerle paylaşmak istedim.
Değişim, yenilenme, acı yoksa kazanç da yok, fedakarlık, yeniden doğuş, sıfırlamak, vazgeçmek, sil baştan, reset atmak işte bu konular gündeme geldiğinde, sadece Türkiyede değil, tüm dünyada dolaşan bir efsane var. Kartalların hayat sürelerini uzatmak için girdikleri acı dolu dönemi anlatan, ilham veren bir hikaye.
Derler ki:
Kartal, kuş türleri içinde en uzun yaşayanıdır. 70 yıla kadar yaşayan kartallar vardır. Ancak bu yaşa ulaşmak için, 40 yaşlarındayken çok ciddi ve zor bir kararı vermek zorundadır.
Kartalın yaşı 40 a dayandığında pençeleri sertleşir, esnekliğini yitirir ve bu nedenle de beslenmesini sağladığı avlarını kavrayıp tutamaz duruma gelir. Gagası uzunlaşır ve göğsüne doğru kıvrılır. Tüyleri kartlaşır, kalınlaşır ve kanatlarına takılmaya başlar.
Artık kartalın uçması iyice zorlaşmıştır.
Dolayısıyla kartalın burada iki seçimden birisini yapması gerekir. Ya ölümü seçecektir ya da yeniden doğuşun acılı ve zorlu sürecini göğüsleyecektir. Bu yeniden doğuş süreci 150 gün kadar sürecektir.
Bu yönde karar verirse kartal bir dağın tepesine uçar ve orada bir kaya duvarda, artık uçmasına gerek olmayan bir yerde yuvasında kalır.
Bu uygun yeri bulduktan sonra kartal gagasını sert bir şekilde kayaya vurmaya başlar. En sonunda kartalın gagası yerinden sökülür ve düşer. Kartal bir süre yeni gagasının çıkmasını bekler. Gagası çıktıktan sonra bu yeni gaga ile pençelerini yerinden söker çıkarır. Yeni pençeleri çıkınca kartal bu kez eski kartlaşmış tüylerini yolmaya başlar.
5 ay sonra kartal, kendisine 20 yıl veya daha uzun süreli bir yaşam bağışlayan meşhur yeniden doğuş uçuşunu yapmaya hazır duruma gelir.
Şöyle zannediliyor; delikanlı yaşam biçimi diye bir yaşam biçimi var. Hayır, delikanlılık bir tavırdır. Mesela delikanlı adammış savaşa gitti şehit oldu, verdiği sözde durdu, delikanlı adammış hiç taviz vermedi denir. Delikanlı deyince biraz kaba saba insan anlaşılıyor. Bunun delikanlılıkla ilgisi yok. insan çok ince olarak da mücadeleci ve kavgacı olabilir. ince olarak delikanlı olmak, mesele bu. Kabadayı olmak bir marifet değil.
Delikanlılık için cahil, kaba, kendini bilmez -ki ben onlara kitaplarımda biraz argo olacak ama hıyar adını vermişimdir- hıyardan devrimci de olmaz, psikiyatrist de. Hıyardan delikanlı olmaz, hıyar incelmemiş yontulmamış kaba insan. Ve maalesef çağımız bu kaba insanı işadamı, başarılı siyasetçi, tuttuğunu koparan aslan gibi delikanlı diye nitelemektedir.
Hani o eski Yunan Kültüründe Aristotelesin, Platonun söz ettiği dört büyük erdem vardı ya, işte o erdemler delikanlılıkta da var. Cesaret, ölçülü olmak, adil olmak ve hikmet sahibi olmak. Bence delikanlılıkta bu dört erdem bulunur. Oysa biraz önce değindiğim gibi, bu sözcüğün kötü kullanımları da vardır: Kaprisli, ne yaptığını bilmez oradan oraya savrulan insanı geliştirmeyen, inceltmeyen, düzeltmeyen, toplumda hoş olmayan davranışlara da delikanlılık denilebiliyor.
Acar; yani hiçbir zaman kokuşmayan, tembelliğe izin vermeyen, yerinde durmayan, zıpkın gibi, ateşli, arayan, coşkulu demek. işte delikanlılık böyle bir var oluş durumudur. Bakın, ben delikanlılığı bir ruh hali olarak ya da sosyal boyutuyla Marx Weber gibi bir sosyolojik tip olarak görmüyorum. Delikanlılık felsefe açısından bir varoluş tarzıdır.
Portia Fimbriata örümceği diğer pek çok örümceğin aksine hem ağ kurarak, hem de kendi ağından uzağa giderek avlanır. Portia'nın başka bir özelliği de böcekler yerine kendi türdeşlerini yiyecek olarak tercih etmesidir. Bu nedenle Portia'nın ağ sahası genellikle diğer örümceklerin ağlarıdır. Bunu yaparken son derece ilginç bir taktik izler.
Genelde rüzgar eserken ya da bir böcek ağdan kurtulmaya çalışırken Portia ağın üzerine yerleşir. Çünkü bu sırada oluşan titreşimler sayesinde kendini farkettirmeden ağa gizlice yerleşebilir. Görünüşte rüzgarda ağa takılmış bir bitki parçasını andırır. Avı gördüğünde telaş içinde atlayan diğer örümceklerin aksine Portia son derece yavaş bir yürüyüşe sahiptir. Ağa yerleştikten sonra tuzağa düşen bir böcek gibi bacaklarını yavaşça sallayıp ağa takılmış böcek taklidi yapar. Bu titreşime aldanan ağ sahibi yaklaşırken, Portia ağın üstünde pusuda beklemektedir.
Portia örümcekleri kendi türdeşlerinin de taklidini yaparak onları kandırırlar. Örneğin kıvrık bir yaprağın içinde yaşayan Portia, Euryattus örümceğinin çiftleşme hareketini taklit ederler. Kıvrık bir yaprağın üstüne yerleşen Portia, Euryattus'un erkeği gibi davranmaya başlar. Bu kandırmayaca aldanan dişi örümcek yuvasının dışına çıkar.
Portia değişik örümceklerin sinyallerini nasıl taklit edebilmektedir ve neden böyle farklı bir avlanma şekli seçmiştir? Bir örümceğin "taklit yeteneğine" sahip olduğunu ve bunun için de böyle ilginç bir avlanma şekli seçtiğini öne sürmek akılcı olmayacaktır.Örümcek Allah tarafından bu şekilde yaratıldığı için taklit yaparak avlanmaktadır. Allah bu örneklerle bize benzeri olmayan yaratma sanatını tanıtmaktadır.
gülüp geçiyorum" yavşaklığı; kadın olsun, erkek olsun tartışma ortamlarının ibraz edildiğinde, karşılıksız çıkan çekleri gibidir. sahte parasıdır. bu paradan etrafa bolca dağıtan yavşakların, sığınacağı son limanı, son sığınağıdır. zora düştüğünde; neden diye sorup sorunun üstüne gitmek yerine -çatır çatır hakkını aramak yerine- "gülüp geçiyorum" diyip oturuyor kıçının üstüne. çünkü kendisiyle yüzleşecek cesareti yok. sonra ne yapıyor neden hakkımı aramadım?.. neden ona gereken cevabı vermedim diye içi içini kemiriyor. bundan dolayı üzülmenin, mevlanavari -Susuyorsam suskunluğum asaletimdendir...- erdemine bağlılığın arkasına saklanıp, o yavşak duygunun girdabına kapılmanın hiçbir getirisi yok.
sorsan neden her şeye gülüp geçtiğini sike sürülecek cevap kırıntısı bulamazsın!..
- e efennim gülüp geçiyorum... çünkü cahil...(demek istiyor ki; ona anlatacak yeterli argümanım yok. çünkü argümanları o kadar sakat, o kadar zavalli ki, bunun bilincinde..)
- gülüp geçiyorum... çünkü ne dediğini bilmiyor. (demek istiyor ki; onu ikna edecek yeteri kabileyetim yok.)
- gülüp geçiyorum vs.... ha olmadı bide bunun kadar "parça tesirli" başka bir silahım var susuyorum.
zaten ya gülüp geçiyorsun ya susuyorsun. çünkü korkaksın düşüncelerini çatır çatır savunmaktan, anlatmaktan acizsin. Bu yüzden gülün geçin efem tarzı tavsiyelerin bir kısmı, bu cahil ve susan ezbercilerin söylemleriyken; bir kısmıysa, etrafında düşünen, tartışan, hakkını arayan insanları bitirme çabasıdır. kendinize bile itiraf edemediklerinizi, yüzünüze vurduğum için kızabilir, hatta küfredebilirsiniz. ya da gülüp geçebilirsiniz. nasıl olsa bolu dağından serin insanlarsınız...
evet arkdaşlar görücü usulü evlilik yapılsın!.. mutluluğun sırrı belkide bundadır. bence gayet mantıklı. hatta şöyle bir düşününce olabilir gibi geliyor. birşeyleri tüketmeden, kırmadan dökmeden evlenmiş olursun. karı-koca birbirinin koynunda pişecek aynı zamanda yaşlanacak. yani bu eski adamlar işi biliyor bence. flört ederek evlenmekle görücü usulü evlenmek eşit riskleri taşıyor. görücü usulü daha uzun ömrü ile flört evliliklerden bir-iki adım önde hatta. flört evliliklerin kriterleri nerdeyse herkes için aynı, kezban olmasın, aptal olmasın o olmasın bu olmasın diye uzunca bir liste yapılabilir. hatta bu uğurda nice civanmertlerin, nice babayiğitlerin, aşk için çölü geçen mecnunların, şirini için dağ delen ferhatların, hepsinin şizofrenin bataklağında helak olduğuna şahit olduk.
ayrıca kadın milleti, değişim ve gelişmeleri gayet iyi takip edip, usulüne göre o şekle girebilen bir yaratık. örnek vermek gerekirse; bir yerde herkes kezbandan nefret ediyorsa, o herkesden fazla nefret ediyor. bir "Portia" örümceğinin zekası ve ustalığına sahip kadın böylece erkekleri ağına düşürüyor, sonra gerçek kezban yüzü ortaya çıksa bile iş işten geçmiş oluyor.
sekse önem veren bir erkek için, alev alev, alımlı çalımlı bir afete dönüşüyor. avını ele geçirdikten sonra, ham maddesi olan oduna dönüşüyor.
zıvanadan çıkmışi sinirli, kızgın bir erkek için, şuh, şefkatli, sevecen kısaca hayat dolu bir kadın olabiliyor. ama sonrasında içinde biriken bütün pisliği, iğrenç irinini ve kinini katbekat kusabiliyor. erkeğe dünyayı dar ediyor.
bu sebeple görücü usulü evlilik yapılsın. bırakalım işi annelerimize onların buldukları kızla evlenelim mutlu olalım. mutluluğun anahtarı bu olamaz mı?...
aşk bozar erkeği... Bir kadın tarafından, sömürülmüş, sindirilmiş, elinde oyuncak haline gelmiş embesil bir erkek mi olmak istersiniz, yoksa kadınlara hayatı dar eden kötü bir erkek mi?.. kendimize bir türlü soramadığımız soru budur... kadın düşmanları olarak bunu da tartışalım derim.
ilginç bir millet bu japonlar. sapıklık şampiyonası olsa, dünya ağır siklet sapık şampiyonu hep bunlardan çıkar.
TOKYO - Güney Koreli bir otaku (bilgisayar oyunları düşkünü) üstünde bir çizgi karakterin olduğu büyük yastıkla hayatını birleştirdi! 28 yaşındaki Lee Jin-gyu, Tokyodaki seremonide gelinlik giydirdiği yastığını öperek gelini kutladı. Sonra da üzerinde Fate Testarossa adlı karakterin bulunduğu yastık gelini yemeğe ve lunaparka götürdü.
insanlar, -özellikle erkekler- evlilik teklifi yapacakları zaman işi bir anda şova döküp teşhirciye dönüşüveriyorlar. kimi bünyeler, kendilerinden emin olmak ve iyi hisstmek için bir izleyici kitlesine ihtiyaç duyar. burda erkeklerden ziyade kendini "kraliçe" sanan ve bakın görün işte multimükemmel bir "kraliçeyim" ben gösterşini yapan amele kızların suçu değil mi?.. bu tarz denyolukları görüp, kendine lutuf saydıkça bu devam edecek. böylesine gerizekalı evlilik tekliflerini tüm dünyaya duyurmak zorundalar mı?..
Ölüm anında ruh, bu dünyadaki insanların içinde yaşadıkları boyuttan ayrılırken, geride cansız bedenini bırakır. Deri değiştiren canlılar gibi, bu dünyadaki bedenini geride bırakır ve asıl hayatına doğru ilerler.
Ancak geride kalan bedenin karşılaşacakları da ibret vericidir. Özellikle bu bedene hayattayken gereğinden fazla değer verenler için.
Peki öldükten sonra bu bedenin başına neler geleceğini ayrıntılı olarak düşündünüz mü hiç?
Bir gün öleceksiniz. Belki hiç beklenmedik bir şekilde. Ekmek almak için bakkala giderken yolda bir araba kazası geçireceksiniz. Ya da amansız bir hastalık hayatınıza son verecek. Veya bir anda kalbiniz duracak.
Böylece ölümü tatmaya başlayacaksınız.
Bu andan itibaren de, bedeninizle hiçbir ilişkiniz kalmayacak. Hayat boyu "ben" dediğiniz ve sahiplendiğiniz o beden, sıradan bir et parçası haline gelecek. Ölümünüzle birlikte bedeninizi başka insanlar taşımaya başlayacaklar. Etrafta ağlayanlar, "daha dün buradaydı", "dağ gibi adamdı" diyenler olacak. Sonra o bedeni alıp evin bir odasına, belki de morga koyacaklar. Orada bir gece bekleyecek. Ertesi gün gömme işlemleri başlayacak. Cansız bedeni alıp gasilhaneye götürecekler. Görevli, kaskatı kesilmişolan bedeninizi soğuk suyla yıkayacak. Ancak bu aşamada ölümün izleri de bedende aşikar hale gelecek. Morarmalar başlayacak.
Daha sonra bedeni beyaz bir bezle, kefenle saracaklar. Sonra da tahta tabuta koyup üstüne yeşil bir örtü örtecekler. Cenaze arabası gelecek, tabutu devralacak. Araba mezarlığa doğru ilerlerken, yolda hayat devam edecek. Bazı insanlar cenaze geçiyor diye saygı gösterecek, çoğu kendi işine bakacak. Sonra mezarlığa gelinecek. Tabut, sizi sevenler ya da seviyor gibi görünenler tarafından ellerde taşınacak. Etrafta muhtemelen yine ağlayanlar, sızlananlar olacak. Sonra o kaçınılmaz yere, mezara gelinecek. Üstünde sizin isminiz yazılı... Bedeni tabuttan çıkarıp beyaz kefenle birlikte mezarın içine atacaklar. Ve sonra son işyapılacak. Ellerine kürek alanlar, beyaz kefenin içindeki bedenin üzerine toprak atmaya başlayacaklar. Kefenin ağzını açıp içine de toprak atacaklar. Ağzınıza, burnunuza, boğazınıza, gözlerinize topraklar dolacak. Topraklar yavaşyavaşkefeni örtecek. Biraz sonra işleri bitecek ve gidecekler. Mezarlık her zamanki derin sessizliğine bürünecek. Gidenler, kendi hayatlarına geri dönecekler, ama gömülen beden için artık hayatın hiçbir anlamı kalmamışolacak. Dünyadaki hiçbir güzellik, hiçbir güzel ev, güzel insan, güzel manzara artık o beden için bir şey ifade etmeyecek. Bedeniniz, hiçbir dostunuzla artık görüşemeyecek. Beden için var olan tek şey, artık yalnızca toprak ve onun içindeki bakteri ve kurtlar olacak.
Öldükten Sonra Ne Hale Geleceğinizi Hiç Düşündünüz mü?
Zaten gömülmenizle birlikte bedeniniz hem içten hem de dıştan gelen etkilerle hızlı bir parçalanma sürecine girecek.
Vücutta oksijen kalmayacağından, bir süre sonra mikroplar faaliyete geçerek bedene yayılacaklar.
Karında toplanan gazlar cesedi şişirecek ve bu şişlik vücudun her tarafına yayılarak, bedeni tanınmaz hale getirecek.
Bundan sonra gazın diyaframa yaptığı basınçtan dolayı ağızdan ve burundan kanlı köpükler gelmeye başlayacak.
Çürüme ilerledikçe kıllar, tırnaklar, avuç içleri ve tabanlar yerlerinden ayrılacaklar.
Bu dışdeğişmeyle beraber, iç organlarda da (akciğer, kalp ve karaciğerde) çürüme başlayacak.
En korkunç olay ise bu noktada gerçekleşecek; karın bölgesinde toplanan gazlar deriyi zayıf noktasından patlatacaklar ve bedenden tahammül edilmez derecede pis kokular yayılacak. (Ölü insan kokusu, dünyanın en iğrenç kokularındandır.)
Bu süre içinde kafadan başlamak üzere, adaleler de yerlerinden ayrılacak.
Cilt ve yumuşak kısımlar tamamen dökülecek ve iskelet gözükmeye başlayacak.
Beyin tamamen çürüyecek ve kil görünümünü alacak, kemikler bağlantılarından ayrılacak ve iskelet dağılmaya başlayacak...
Bu olay, ceset bir toprak ve kemik yığını haline gelene kadar böylece devam edecek.
"Ben" sandığınız bedeniniz böylelikle korkunç ve iğrenç bir şekilde yok olacak. Geride kalanlar sizden söz ederken, topraktaki tüm kurtlar, böcekler ve bakteriler sizin etlerinizi kemirecekler.
Eğer bir kaza sonucunda ölür de, gömülmezseniz, o zaman çok daha feci bir manzara ortaya çıkacak. Bedeniniz, sıcak havada açıkta kalmışbir et gibi, kurtlanacak, birkaç gün içinde bir kurt yumağı haline dönüşecek. Kurtlar, son et parçasını da yiyene kadar iskeletin kıvrımları arasında dolaşacaklar.
Yabanidir, mucizedir, hikâyelidir. 8. yüzyılda, Kaffada yaşayan keçiler tarafından bulunmuştur. inadıyla ünlü bu güzel hayvanın kesinlikle bir bildiği vardır.
Kahve; cezvesi, fincanı, yanında likörü, lokumuyla falan merasimdir. Makinede yapayım deseniz, o da öyle. Filtre koy, kahve ölç, su ekle, raftan en sevdiğin, kenarı kırık eski kupanı al, bir su tut. Yaşıyorsun, hayattasın Hayır ben yapılmışını içerim derseniz, iyi işte, müdavimi olduğunuz dükkândaki tatlı garson, güzel bir günün yarısıdır.
Kahve bahanedir. Hadi bir kahve, Konuşalım, dertleşelim, anlatalım, şaşıralım, sevinelim, üzülelim, avunalımdır. Bir de Yemeğe çıkalım mı?, Sinemaya gidelim mi? diye sorulamadığı o ilk zamanlarda kurtarıcıdır, E bir ara bir kahve içelim o zaman? içelim tabii
Kahve içme kararırsın telkiniyle büyütülmüş çocukların isyanıdır: Lütfen kararalım! Ayrıca da soralım: Kara donlu Beytullah, örtüsü kara değil mi? Samuel Etoo, Malcolm X, Muhammed Ali, Debi Thomas kara değil mi?
Onu tanımak, kahvesine süt alıp almadığını bilmek, onu unutmamaksa şekerli miydi, sade mi diye bir an olsun tereddüde düşmemektir. Zaten kahvesini nasıl içtiği; burcu ve elleri kadar önemlidir. Ne, kahve sevmiyor mu? O zaman geçmiş olsun.
Hatırı kırk yıldır. Bana mı öyle geliyor bilmiyorum ama ingilizce konuşulan memleketlerde sake sözcüğü hâlâ, sıcak ekmek gibi. Tazecik. Biz hatırı nadir kullanıyoruz. Halbuki ne güzeldir mesela: Hatırım için tadına bak bari
Kahvenin, profesyonel bir içicinin uykusunu kaçırması zordur aslında. Aksine kupa kupa kahve içip uykuya dalarsanız, hıphızlı, saykodelik ve her bir ayrıntısı mucize kabilinden rüyalar görürsünüz. Uçarsınız. Ne yapayım öyle rüyaları demeyin ve Allahaşkına, Ahmet Haşimin 40 Derece adlı yazısını okuyun. Kırk derece ateş ya da bir kupa kahveyle insan ne korkunç zevkler yaşarmış görün.
Nefis kokar. Hele ilk açılışlarda Kahve paketini ilk kez açtığım anlardan birkaçında ağladığımı bilirim. Marketlerde açılmamış kahve kutularına parmak atıp, deriiin bir nefes çekip kaçmışlığım vardır.
Kahvaltı, kahvenin altına iki lokma sermek içindir. Yani belki de 30 çeşit israf, pazar kahvaltısının fotoğrafını çekip paylaşmak ayıptır. Etimoloji iyidir.
Yorgunluk kahvesi diye bir şey vardır. Dermansıza can verir, işi olanı kuvvetlendirir. Bir şeylere yeniden, umutla başlamak için bir fincan, taze, sıcak kahveden daha iyi bir şey olamaz.
Hala tam olarak ne zaman, nasıl bulunduğu bilinmediğinden, varlığını mucizelere borçluyuz. Doğudan geldiğine eminiz, güneşin doğduğu yandan geldiğinden, kendimizi çaya emanet etmemiz şaşırtıcı değil. Kendimizi ona öylesine emanet ediyoruz ki radyasyonlu çayı bile, gönül rahatlığıyla içmiş bakanımız vardı!
Sabır kantarıdır. Her şey hemen olsun isteyenlerdenim ama çay söz konusu olunca 20 dakika bekleyebiliyorum. Sonra oturup çayın oturmasını bekliyorum. Her çay sevenin de kendine göre bir sırrı vardır.
Sohbete sebeptir, gitmesini istemediğiniz birini göndermeyebilirsiniz; sırrı, Şimdi çay koydum, içelim öyle gidersindir. Komşuyu arayıp Çayı koydum, gel dersiniz, çayı termosa doldurup komşuya gidebilirsiniz. Sana çaya geliyorum diye ararsınız birini. insan sevmediği insana çay da demlemez zaten. Özen ister çünkü.
Aklı başına geldiğinden itibaren etrafında mütemadiyen çay içen büyükler gören çocukların en çok özendiği içecektir. Bir bakıma büyümenin simgesidir. Oraletten çaya geçtiğinizde, ayağınız da sandalyedeyken yere basmış olur. Çok tepinen çocuklar için paşa çayı versiyonu mevcuttur.
Kaşığın bardakta çınlaması hayatın en güzel melodilerindendir. Birinin çayını karıştırmak bir şey demektir. Kaç şekerli içtiğini bilmek biraz da insan tanımaktır.
Bedavadır. Bedava değilse de herkes içebilir, öyle de ucuzdur. Türkiyede yaşıyorsanız, kuyumcudan mobilyacıya, hangi dükkânda biraz dursanız, Çay ikram edeyim teklifiyle karşılaşırsınız. Yemek yersiniz, çay ikramdır. Dolayısıyla çay içmek genellikle bedavaya gelir. Eh, devir tasarruf devri...
Erzurum, Kars yöresi bilir, çay kıtlama içilir. Anneannemin evinde dişimle kıramadığım, ne yapsam hasar vermeyi beceremediğim kocaman şekerler vardı. Eğer kaşığı bardağın üzerine koymazsanız sonsuza dek çay içersiniz. insan tek şekerle kırk bardak çay içenlerin hikâyelerini duya duya büyüyünce, 24 saat çay içmesi normal bir şey oluyor.
Hamur işinin yarenidir. Hamur işi, mutluluk demektir. ilk yudumunun gülümsetmesi de tesadüf değildir. En çok da çaya bisküvi batırırken verilen savaşta bisküviyi çayın içine düşürmek, en gergin ortamı bile yumuşatabilir.
Ağır bir yemek yediğinizde imdadınıza bir tek çay koşabilir. Yemek yaparken bir yandan çay konur, bir gönüllü kalkar çayı demler, çay yemeğin sonuna yetişir. Kahvaltıda içilir içilmesine de hazmetmek için bir bardak daha içilir.
Termodinamikçiler ne der bilemiyorum ama; yazın hararet alır, kışın ısıtır. inanmayanlara, yazın sahilde çay içmelerini öneriyorum. Yani seneye yaza...
Bonobolar keşfedilene kadar yeryüzünde yüz yüze sevişen tek yaratığın insanlar olduğu zannediliyordu. insanoğlunun onlarla başka ayıp benzerlikleri de var: Öpüşüyor, birbirlerine mastürbasyon, oral seks yapıyorlar. Ormanda bonobolardan marjinali yok, lezbiyenlik, grup seks hep onlarda. Barışı, huzuru sağlamak, arkadaş olmak, hatta selamlaşmak için bile sevişmeyi fırsat bilen bu kama sutra maymunları, özgür cinselliği savunan hippilerin savaşma seviş felsefesini uyguluyor. Yeryüzünde sadece Kongo da yaşayan bonobolar, hippilerin 1960 lardaki ütopyası savaşma-seviş düzenini gerçekleştirmiş görünüyor. Buldukları her fırsatta, her yerde, her pozisyonda aşk yapıyorlar. Dişiler regl oldukları birkaç gün hariç, yılın her dönemi, günün her saati sevişmeye uygun. Bu yüzden de her erişkin bonobo biri mutlaka sabah, diğeri akşam olmak üzere günde en az iki kez seks yapıyor. Bonoboların DNA yapıları insanlarınkine yüzde 98 oranında uyuyuyor. Ama tek benzerlikleri DNA yapıları değil. Cinsel yaşamları da bizimkini aratmayacak renklilikte. Seksin bir porno filminde görülebilecek her varyasyonu bonobolar tarafından uygulanıyor: Dudak dudağa öpüşüyorlar, birbirlerine mastürbasyon, oral seks ve hatta grup seks yapıyorlar. NE KAVGA NE GÜRÜLTÜGözlemcileri hayrete düşürüyorlar. Cinsellik onlar için bir gereksinim değil, yaşam biçimi. Sadece üremek için değil, sosyal yaşamlarını kuvvetlendirmek için de sevişiyorlar. Onlara panseksist (cinsel toplanmacı) denmesinin nedeni de bu: Bonobolar için iyi bir seks, topluluğu bir arada ve barış içinde tutmanın da en kolay yolu. Birbirleriyle tanışmak, arkadaş olmak ya da sadece zevk için sevişebiliyorlar. Kama-sutra maymunları da denilen bonobolar sevişmekten savaşmaya vakit de bulamıyor. Uzmanlara göre bonobo şiddete en az başvuran memeli. Çünkü sosyal hayatları da cinsel yaşamları kadar renkli. Bir kere, toplumu dişiler yönetiyor. Yani anaerkiller. Gerçi teke tek bakıldığında erkekler dişilerden güçlü. Ama dişilerin kendi aralarındaki işbirliği daha kuvvetli. Bir araya gelip her türlü saldırgana haddini bildiriyorlar. Aile içi şiddet gibi durumlar ortaya çıkmıyor. Zaten bonobo toplumunda, iyi bir oğulun görevi ömür boyu anasının dizinde oturmak. Toplum içindeki mevkii ise, validesinin sürü içinde ne kadar baskın bir kadın olduğuna bağlı. TEK TABULARI ÖDiPUSBonobo dişilerinin bir özelliği daha var. Diğer bütün primatların aksine cinsel organları ön tarafta. Bu özellik onları yüz yüze, göz göze sevişen iki türden biri yapıyor. Diğeri homo sapiens. Bu sevişgen yaratıklar incelenene kadar misyoner pozisyonunun (yüz yüze) sadece insanoğluna özgü bir davranış olduğu düşünülüyordu. Homo sapiens demişken, eşcinsellik onlarda da mevcut. Ama tabu değil. Dişi dişiye ya da erkek erkeğe oynaşmak da günlük yaşamlarının bir parçası. Ama bu haller bilhassa dişiler arasında yaygın. Ormanın en marjinal hayatını sürmelerine, uçlardaki fantezilerine rağmen bonoboların da bir tabusu var: Odipus Kompleksi. Bonobo toplumunda her birey birbiriyle cinsel oyun oynayabiliyor. Ana-oğul dışında!iKi AYAK ÜSTÜNDE DURUYORLARBilimadamları şempanzelerle insanların birbirinden 6 milyon yıl kadar önce ayrıldığını düşünüyor. Cüce şempanze olarak da bilinen bonobolar ise şempanzelerden 1 milyon yıl önce ayrıldı. Şempanzelerden farklı olarak, yüz şekilleri birbirinden daha çok farklılık gösteriyor. Birbirlerini ve aynada kendilerini tanıma yetenekleri daha kuvvetli. Bonoboları primat akrabalarından ayıran diğer bir özellikleri de tıpkı insanlar gibi zamanlarının çoğunda iki ayaklarının üzerinde durabilmeleri. Bilimsel adı Pan Paniscus olan bonobolar ilk kez 1928 yılında, ABD’li anatomi uzmanı Harold Coolidge tarafından keşfedildi. Sadece Afrika’da Kongo Demokratik Cumhuriyeti sınırlarında, Zaire nehrinin kuzeyinde bulunuyorlar. 50-100 bonoboluk topluluklar halinde yaşıyorlar. Ortalama ömürleri 40 yıl kadar. Sayıları azaldığı için nesilleri tehdit altında. Besin kaynakları arasında, otlar, bitki sap ve kökleri, meyveler ve başta termit olmak üzere küçük canlılar var. Dişileri 30, erkekleri 39 kilo kadar geliyor. BONOBONUN HAYATI0-5 YAŞ: Bebelik ve bakım dönemi5 YAŞ: ilk cinsel uyarım7 YAŞ: Sosyalleşme ve çevreyi tanıma 8 YAŞ: Bir gruba girme 9-13 YAŞ: ilk regl ve olgunlaşma 10 YAŞ: Büyümenin durması 14-16 YAŞ: ilk yavrulama 16-40 YAŞ: Uzun bir cinsel yaşam 40 YAŞ: Menopoz, andropoz HiPPi BiR EVLAT iSTER MiSiNiZ? Türleri tehdit altında, 10 bin kadar bonobo kaldığı tahmin ediliyor. Doğal yaşam kuruluşları ve üniversiteler bütçeler oluşturuyor, kampanyalar yürütüyor. Bunlara internet üzerinden erişim çok kolay. Bonobolara yardım için tişörtlerini, kupalarını, pullarını satın alabilirsiniz. Belki de bir bonoboyu toptan evlat edinmek istersiniz? Tabii hippi, çılgın, kafasına göre yaşayan bir evlat isterseniz. Yıllık 50 dolara tek, 500 dolara bütün bir bonobo topluluğunun masraflarını üstlenmek mümkün...
Çirkinliği nedeniyle eş bulamayan ABD'li kadın kendisiyle evlenene 2 milyon dolar vereceğini açıklayınca, 5 bini aşkın koca adayı sıraya girdi . 34 yaşında zengin ve çirkin olan Caren Sutton evlenecek eş bulamayınca ilginç bir yol seçti
Evlilik en az 10 yıl sürecek.
Geçirdiği estetik ameliyatlar sonrasında daha da çirkinleşen Sutton Las Vegas'ta yayınlanan birkaç gazeteye resimli ilan verdi
"Güzel değilim ama çok zenginim"
ilanda "Güzel değilim ama çok zenginim. Benimle birlikte en az 10 yıl evli kalacak ve imzalayacağı sözleşmeye uyacak bir eş arıyorum. Başvurular sonucunda tercih edeceğim bu kişi ,tam 2 milyon dolar alacak .10 yıl sonra isterse boşanabilir. O tarihten sonra paranın tümü kendisinin olacak" yazıyordu.
Başvurular 5 bini aştı.
Çoğu yerde sıklıkla karşımıza çıkan, yazılı, görsel basın ve sosyal platformlardaki bu hadise iğrençlik seviyesinin sınırlarını zorluyor. Her sabah kabus görmüş gibi bizi panikleten manşetlerden ve son dakikaya ayarlı şok haberlerden oluşan tabloyu görebiliyor musunuz?.. özellikle erkek ölümlerinde ölen er kişiye, annesinin, eşinin gözyaşları üzerinden beyin manipulasyonu yapılması bu topraklarda erkeklerin aslında ne kadar önemsiz olduğunun göstergesi değil midir?..
Görsel ve yazılı basında sıklıkla rastladığmız; "gözü yaşlı ana, baba, kardeş", şehit asker ve/veya polis,yeni evliydi/evlenecekti, karısı 5 aylık hamileydi ya da 2 yaşında çocuğu vardı vs. görüldüğü gibi, haberlerde düzenli bir biçimde gözümüze sokuşturuluyor. Diğer yandan yitip giden erkeğin hayallerini göremiyoruz, ölen erkeğin yaptıklarını/yapacaklarını göremiyoruz, daha da önemlisi ölen bir erkeğin öldüğünü göremiyoruz. Bir erkek ölürse; gözleri iri, elleri güzel, memleketimin naif ve ezilen, kirli bir savaştan sebep ölümden!.. bir erkek ölürse; kendine ait olmayan bir şeyden istese de istemese de!.. bizler yalnızca annelerinin göz yaşlarını önemsiyoruz. Kocasını kaybetmiş bir kadına, kardeşini kaybeden bir ağabeye, babasını kaybetmiş bir çocuğa... yitip giden cana oluyor. annesinin göz yaşı dinecek, karısı belki yeniden evlenecek ama yitip giden ocan bir daha geri gelmeyecek.. peki bunu önemseyen kim?. Umursadığımız tek şey, kadınların gözlerinden akan yaşlar, gerisi kıymetsiz, gerisi değersiz. sanırım takkeyi önümüze koyup düşünme vakti geldi de geçiyor.. neyi ıskalıyoruz?..
Yıllardan beridir süre gelen Terör örgütüne karşı öne sürülen iddia "analar ağlamasın, kadınlar kocasız kalmasın", "çocuklar yetim olmasın" ekseninde olduğu bu ülkede, insan hayatına verilen değer de elbette tamamen önemsizdir. Kimi zaman mezara tek parça halinde bile gömülme şansı olmayan şehitlerimizin, umutları, hayalleri, hüzünleri, sevinçleri, yapmak istedikleri, bize asla ve asla anlatılmaz. Bir erkeğin tek görevinin anasına evlatlık, karısına kocalık, çocuklarına babalık, vatanına sahip çıkan vatan evladı olarak sürekli bizlere empoze edilmiştir. Eğer çevrende kimin kimsen yoksa; sen bir hiçsin!.. bir kadın, bir karın, bir baban yoksa senin ölümünün bu topraklarda hiçbir değeri yoktur. Erkek denilen şahsiyetin öncelikli görevi karısının rahmini sulamak, anasına babasına hayırlı evlat olmak, vatana sahip çıkmaktır. Erkek dediğin böyle olmalıdır, ötesi değildir. Bu topraklarda erkeklerin ölmesi gayet doğaldır, onlar için ölüm daha haktır. Tek problem arkalarından ağlayan kadınlardır. Ölmeleri sorun değil de, arkasındaki kadınlar ağlıyor, üzülüyorlar. Bu yüzden ölmesin erkekler, ardından ağlayacak kimsesi yoksa siktirip ölsünler, başka neye yarıyorlar ki?.. siz hiç kimi kimsesi olmayan bir şehit haberi duydunuz mu?.. hayır duymadınız.. ve duymayacaksınız
Sahi Neyi ıskalıyoruz?.. Düşünüyorum. Soruyorum. Bir türlü içinden çıkamıyorum.
Bilmediğimiz ne olabilir?..
estetik ve güzellik kavramı ülkeden ülkeye değişen bir kavram. bir iki örnek vermek gerekirse: almanya'da yüz gerdirme ameliyatları daha fazla, amerika'da bayanların en çok estetik yaptırdığı bölge, memeleriyken, türk kızlarının en çok estetik yaptırdıkları bölgenin burun ve vajina olduğunu biliyor muydunuz?..
Rivayet şudur ki; Özdemir Asaf, hoşlandığı kadına açılmak ister.. Kadına bütün güzellikleri sıralar, Türkiye için istanbul'un, istanbul için gecenin, gece içinde yürümenin, yürürken de düşünmenin ne kadar güzel ve önemli olduğunu anlatmaya çalışır. Fakat sözü o kadar evirip çevirmesine rağmen bir türlü kadına getiremez ve kendisi için onun da bu kadar önemli olduğunu söyleyemez. Sonunda her neyse deyip kalkarlar ve şiir artık yazılmıştır ...
-Her Neyse-
Türkiyede istanbul ne ise,
istanbulda gece ne ise..
Gecede yürümek ne ise...
Yürürken düşünmek ne ise...
Seni unutamamacasına düşünmek ne ise..
Unutamamanın anlamı ne ise...
Seni sevmek ne ise...
Saklayayım mı yok söyleyeyim derken...
Birden aşka düşmek ne ise ...
Her neyse!..