Evet net bir dille söylemekte yarar vardır. Vicdanı ve onuru olan her Kürt, Kürt cephesinde yer almalıdır. Türk devletiyle yıllardır süre gelen fay hatlarının kırılması biz Kürtlerin yararınadır. Esasen yaşanan bu ayrışmanın gelgitlerinden korkulmaması gerektiği gibi uzun vadede biz Kürtlerdeki politik projeksiyon netleştikçe psikolojik sosyal ve demografik pozitif yansımaları da görülecektir. Osmanlı'dan, Kemalist Cumhuriyete Kürt Türk bağı kardeşlik hukukuna göre şekillenmemiştir. Çoğunlukla da biz Kürtler bu sahte kardeşliğin mağdurları olmuşuzdur. Türkiye Cumhuriyeti devleti bir takım korku imparatorlukları yaratarak Kürt halkının genleriyle oynamıştır. Bütün zorluklara ve olumsuzluklara rağmen Kürt halkının ulusal bilincini koruması ve mücadele etmesi takdire şayandır. Kürtlerin yerinde başka bir halk olsaydı şimdi dünya haritasından ve literatüründen silinmiş olurdu.
Özellikle de 20.ci yüz yılda Türk devletinin Kürtler üzerinde yaratığı sosyo-kültürel tahribatların onarılması yıllar yılı alacaktır. Bugün kendimizi literer bir Kürtçe ile ifade edemememizin sebebi yine bu ırkçı devletin faşizan politikaları sonucudur. Oysaki anadilde eğitim ve iletişim alınıp verilen bir lütuf değildir. Kuzey Kürdistan'da yirmi milyonu aşkın Kürdün dilini Kürtlere bahşetmek Türkiye Cumhuriyetinin haddine değildir.
Türk devlet formatına baktığımızda hep entrikalar üzerinden günümüze kadar gelmiştir. Aslında T.C'nin Kürtlere bakışı çok netti "Alavere dalavere Kürt Memet nöbete" şeklindeydi. Ne yazık ki biz Kürtler devletin bu iğrenç maskesini bir türlü düşüremedik. 20.ci yüz yılda uluslar devletleşirken Lozan'da ismet inönü "Ben buraya Kürtleri ve Türkleri temsilen geldim" deyip uluslararası siyaset arenasında Kürt halkının ulusal haklarını ipotek altına alarak tescillemiş oluyordu. Bununla kalmadı Kürdistan coğrafyasında gelişen ulusal karakterli başkaldırıları yapay sünni-alevî çelişkileri besleyerek başka bir mecraya taşıdı.
Yine Kürtlerin dini duygularından faydalanarak, islam diniyle alakası olmayan uyduruk bir sürü tarikat, ocak kurarak Kürtler arası parçalanmışlığı ve geri kalmışlığı bir üst boyuta taşımayı becerdiler.
Şüphesiz ki yaşamını bu davada feda eden her Kürt bizim başımızın tacıdır. Yalnız Kürdün evi ocağı talan edilirken, Kürdün kahraman yiğitleri şehid edilirken bizler ajitatif söylem ve sloganlarla daha fazla yol alamayız. Bırakalım da Kürtler ve Türkler arası zorunlu ve sorunlu kardeşlik tantanası biran önce son bulsun da iki ayrı komşu halk olarak bu coğrafyada ayrışarak barış içerisinde yaşayabilelim.
Avanesi tarafından Allah’ın bir lütfu olarak milletin ve ümmetin başına gönderildiği iddia edilen, işin kötüsü kendisi de buna şiddetle inananbir “tek adam”la karşı karşıyayız. işin daha da kötüsü Bahçeli’den Baykal’a, Perinçek’ten Hizbullahçılara, DAiŞ’çilere kadar geniş bir cephe de bu tek adam etrafında birleşmiştir. Amaçları bütün darbeciler gibi “Devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü”nü korumaktır. Bu lafı ortaya attın mı, akan sular durur. Yapılan her türlü hukukdışı iş ve suç “vatanseverlik” haline gelir.
Devlet, son bir yıl içinde kendi sivil vatandaşlarını çoluk çocuk demeden öldürme rekoru kırmaktadır. Sokağa çıkma yasakları sürüp gitmektedir. Sivil yerleşim birimleri devlet güvenlik güçleri tarafından yakılıp yıkılmaktadır. Cenazeler hala bulunamadığı için kesin ölü sayısı da bilinmiyor. Morglar, yıkılan evlerin bodrumları ya da çöpe dökülen hafriyatlar cenazelerle dolu.
Bu kadar zulüm vatandaşın mutluluğu ve devletin bölünmez bütünlüğü için yapılıyormuş.
Vatandaşın yerinden sürülmesi ve şehirlerin zorla kamulaştırılıp mallarının gasp edilmesi de aynı amaçla yapılıyormuş. Sur’da, Cizre’de, Nusaybin’de, Gever’de, Şırnak’ta halkın katliamlarla göçertilmesi hep devletin bütünlüğü içinmiş. Maraş-Terolar’da Alevi köylerinin ortasına, köylülerin merasına mülteci kampı yapılması da halkın mutluluğu içinmiş.
Bunlara itiraz edenler için ise gelsin zindanlar, işkenceler, katliamlar...
işler sarpa sardıkça, çözüm olarak bütün diktatörler gibi Erdoğan’ın da aklına infazlar, idam cezasını geri getirmek, gazetecileri, aydınları her yolla susturmak, medyaya zorla el koymak ve HDP’liler başta olmak üzere muhalif vekilleri Meclis’ten çıkarıp zindana atmak geliyor. TBMM’nin Evren’in Danışma Meclisi kadar bile etkisi-yetkisi ve itibarı kalmadı. Millet Meclisi’nin yerine çoktan beri Muhtarlar Meclisi geçti.
Gözümüzün önünde bir “tek adam” darbesi yapıldı ve adım adım direnenleri ezip kalıcılaşmak istiyor. işlediği suçların hesabını vermekten korkan bir kişi ve çetesi, tüm statükocuların-vesayetçilerin de tek umudu oldu. Bu açıdan tehlike büyüktür.
Çok açık ki böyle darbelerle, baskı ve zulümlerle hiç bir devletin “bölünmez bütünlüğü” sağlanamamış, tam tersine hepsi de kan-revan içinde debelenerek paramparça olmuştur. Devletlerin “ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” lafla, zorbalıkla, askerle, polisle, dikta rejimleriyle olmaz.
Yeni, demokrat ve özgürlükçü bir Türkiye için eski Türkiye’nin bütün kalıpları kırılmalı, eski yapılar parçalanmalıdır.
Ya statükoyu ayakta tutmaya çalışan bütün gerici kurumlar, yapılar parçalanacak, devre dışı kalacak ve eşitlikçi, özgürlükçü, demokratik bir cumhuriyet kurulacak ya da Türkiye faşist diktatörlerin elinde inim inim inleyerek parçalanacaktır. Göstermelik coğrafi sınırlar korunabilse bile, her geçen gün zayıflayan 80 milyonun ortak yaşamı ve kaderde-tasada birliği hayal bile edilemeyecektir.
Kazanan zalim diktatörler değil, ezilen halklar olacaktır.
Ezilen halklar baş verir ama baş eğmez. Başkaldırır!