Bütün filmlerde, reklamlarda kek vb. şeyler yapan kızlardır. Burunda sempatik olsun diye hep un var fakat gerçek hayatta bir kez olsun rastlamadığım durum.
Ne tesadüf ki birbirine çok ama çok benzeyen listelerdir. Sanki sözleşip milli bir liste oluşturulmuşçasına. Haydi kolay gelsin.
-halil sezai / isyan ile açıyorum.
Bayram geldiğinde, kendine hiç bakmayan kızın bile süslenmesi durumudur. Ayrıca o gün fotoğraf çektirmek ve onu sosyal medyada paylaşmak da bayramda yapılması gerekenler listesindedir.
Çok iyi anlaştığını düşünüp aynı eve çıkmaktır. Gel gelelim işler öyle olmaz, zaman geçtikçe balkondan aşağı sallandırmak, mutfak dolapları arasına kafasını sıkıştırmak gibi planlar kurarken bulursunuz kendinizi.
istiklal caddesinin girişine sandalye koyan, güneş gözlüklerini takıp halka siz kimsiniz dercesine bakan polislerdir. Yemek yemeye gittikleri yerde aşçıya ben bir şey soruyorum siz kimsiniz beni dinlemiyorsunuz cümlesini sarf ettiklerinden beri polislerden bir kat daha soğumama neden oldular. Göreviniz tabi ki orada durmak ama gereksiz ego sizi gözümüzde küçültüyor.
Yeni bir dil, ayrılık Kolay öğrenilmez. Öğrenmek zorunda kalırız ancak, öğrenmek zorunda bırakılırız istemeye istemeye o dili konuşur, o dilde susarız. Bir başkayızdır artık. An olur kahkahalarla güleriz, an olur gözyaşlarımızı tutamaz, içleniriz Ki bu anlar, pek yakın seyreder birbirine, ayrılığın yurdundaysak eğer Çünkü yeni bir dil, ayrılık. Kolay unutulmaz.
Ayrılığın dilinde ilk kelime belki de bu yazıda en güzel açıklanan terimler sunlardır aslında.
sensizlik
Sensizim demenin bir yükü vardır, sahibi, sahipsizliği Bir söz(cük), bu kadar mı kanatır, her an tekrarlanır, ezberden Meğer ne çok şarkı varmış hakkında, dinlenecek deriz, ne çok şiir, okunacak, yazılacak Eksik yaşıyormuşuz gibi gelir, ki, öyledir de Onsuzluğa alışmayı aslında hiç istemeyiz. inadımızın muhatabı bir bizizdir
özlem
Kendimizle baş başa kalmak isteriz, onu buluruz içimizde ne yana dönsek. Bakar etrafımıza, göremeyiz. Elimiz telefona gider, arasak dahi, telefonu açsa ve sesini duysak dahi, ona ulaşamayacağımızı biliriz. Elimiz öylece kalır telefonda, kapısının zilinde yahut ona yazacaklarımızın ilk harfinde. Varamaz, özleriz.
bensizlik
Derken, beni de yitirmeye başladığımızı fark ederiz. Sanki ondan ibarettik de, giderken bizi de götürdü gibi gelir, belki, öyledir de Bunca zamandır âşık, ben, hani sevdiğini söylemeye, susmaktan daha alışkın Bir yön tutturmuştum kendime, bir aşk, ardımda gölgem Bensizim şimdi, kayıp Hani hayalleriyle bir suda boğulan, bu da mı ben? Aşk ne yanda kaldı, ya ben? Şimdi nereye? Kendi kendimize sayıklar, dururuz. Öylece dururuz
yalnızlık
Ayrılığa dair bir cümleyse yaşadığımız, yalnızlık olur yüklemi. Az kalmıştır noktayı koymaya. Kalemi kaldırır, bekler, düşünürüz. Yaşanamadı saydığımız ne varsa, kabullenmişizdir artık, o an fark ederiz. Yalnızlığı yüklenir, olanca cesaretimizle son noktayı koymaya akıtırız mürekkebi Sonra Sonra da, gerçekten yalnız kalabildiysek ki ayrılığı da öğrenmişiz demektir kırar, atarız, kalemi Sahipli, sahipsiz tüm kalemleri
* Göz açıp kapayana, zar zor geçer ayrılık Yani uykusuz gecelerin son bulduğunda, gözlerini gün doğmadan yumabildiğinde artık Ne onsuz, ne sensiz kaldığında, kendini kimsesiz ama alıştığın sularda bulduğunda Ayrılık sana yabancı bir dil, unutulur artık
Yeni bir dil, ayrılık Kolay öğrenilmez. Öğrenmek zorunda kalırız ancak, öğrenmek zorunda bırakılırız istemeye istemeye o dili konuşur, o dilde susarız. Bir başkayızdır artık. An olur kahkahalarla güleriz, an olur gözyaşlarımızı tutamaz, içleniriz Ki bu anlar, pek yakın seyreder birbirine, ayrılığın yurdundaysak eğer Çünkü yeni bir dil, ayrılık. Kolay unutulmaz.
Ayrılığın dilinde ilk kelime belki de
sensizlik
Sensizim demenin bir yükü vardır, sahibi, sahipsizliği Bir söz(cük), bu kadar mı kanatır, her an tekrarlanır, ezberden Meğer ne çok şarkı varmış hakkında, dinlenecek deriz, ne çok şiir, okunacak, yazılacak Eksik yaşıyormuşuz gibi gelir, ki, öyledir de Onsuzluğa alışmayı aslında hiç istemeyiz. inadımızın muhatabı bir bizizdir
özlem
Kendimizle baş başa kalmak isteriz, onu buluruz içimizde ne yana dönsek. Bakar etrafımıza, göremeyiz. Elimiz telefona gider, arasak dahi, telefonu açsa ve sesini duysak dahi, ona ulaşamayacağımızı biliriz. Elimiz öylece kalır telefonda, kapısının zilinde yahut ona yazacaklarımızın ilk harfinde. Varamaz, özleriz.
bensizlik
Derken, beni de yitirmeye başladığımızı fark ederiz. Sanki ondan ibarettik de, giderken bizi de götürdü gibi gelir, belki, öyledir de Bunca zamandır âşık, ben, hani sevdiğini söylemeye, susmaktan daha alışkın Bir yön tutturmuştum kendime, bir aşk, ardımda gölgem Bensizim şimdi, kayıp Hani hayalleriyle bir suda boğulan, bu da mı ben? Aşk ne yanda kaldı, ya ben? Şimdi nereye? Kendi kendimize sayıklar, dururuz. Öylece dururuz
yalnızlık
Ayrılığa dair bir cümleyse yaşadığımız, yalnızlık olur yüklemi. Az kalmıştır noktayı koymaya. Kalemi kaldırır, bekler, düşünürüz. Yaşanamadı saydığımız ne varsa, kabullenmişizdir artık, o an fark ederiz. Yalnızlığı yüklenir, olanca cesaretimizle son noktayı koymaya akıtırız mürekkebi Sonra Sonra da, gerçekten yalnız kalabildiysek ki ayrılığı da öğrenmişiz demektir kırar, atarız, kalemi Sahipli, sahipsiz tüm kalemleri
*ÇEViRMENin notu: Göz açıp kapayana, zar zor geçer ayrılık Yani uykusuz gecelerin son bulduğunda, gözlerini gün doğmadan yumabildiğinde artık Ne onsuz, ne sensiz kaldığında, kendini kimsesiz ama alıştığın sularda bulduğunda Ayrılık sana yabancı bir dil, unutulur artık
Bir grup insan, bir iki gün önce sesini çıkartmaktan korkarken; polisin işkencesinden ve gün geçmesinden güç alarak konuşma çabalarını şimdi sürdürmekte.
Gezi Parkının tercümesi Eeeah yetti beaaa!
2/6/2013
Ağaçların kesilmesiyle ilgili eylem devam ederken, ben şu an farklı bir şey yapıp direkt AK Parti ekibiyle muhatap olacağım.
Bu yazıda kendilerine bazı laflar hazırladım. Bedavadan kamuoyu yoklaması da denebilir. Milletimize hayırlı olsun!
Bu yazı yazılırken olaylar hâlâ devam etmekte. Az önce Teşvikiye Caddesinden yüzlerce üniversite öğrencisi yürüdü, millet kaldırımlardan, dükkânlarından çıkıp pencerelerinden sarkıp alkışlıyor!
Şehrin göbeğindeki ender yeşilliklerden birinin duman edilip, eski Topçu Kışlası görünümlü, yani onun çakması bir bina yapıp, içine rezidans-otel-alışveriş merkezi yerleştirilmesine karşı çıktı şuurlu istanbullu. Ağaçlar haşırt diye sökülürken, parkını, 70 yıllık ağaçları korumak için gitti, sakince, kibarca, silahsızca nöbet tuttu. Eylemi yapan zararsız insanlardı. Oyuncular, müzisyenler, sıradan halk, emekliler, esnaf, muhasebeciler, başörtülü teyzeler, kasketli amcalar, öğretmenler, öğrenciler Ellerinde çakı bile yoktu.
E niye saldırdınız onlara kardeşim? Niye çadırlarını yaktınız? Niye sabah beşte gelip uyurken gaz sıktınız, niye ittiniz kaktınız, yaraladınız? Noluyor ki?
AK PARTi EKiBiNDEN OLSAYDIM
Gezi Parkındaki, çevreyi ve parkı korumaya yönelik bir eylemdi. Ama son dönemin duygusal birikimi ve polisin saldırgan tavrıyla büyüdü, yayıldı, bana sorarsanız bir kırılma noktası olmaya gidiyor.
Ben bu yüzden, konuyu başka bir yerden, farklı taraftan ele alacağım: Şu an AK Parti ekibinden olsaydım, derdim ki Arkadaşlar, durum iyi değil ha! Acilen kendimize gelelim! Ülkeyi okuyamıyoruz! Hata ediyoruz!
Balkon konuşmasında Vay be, güzel bakış açısı, valla kalbimi çalacaklar şimdi diyen pek çok AKPye oy vermemiş yüzde 55, aralarında midesi yanmasın diye gazlı içecek içmeyenler de dahil, şu an gözünü karartmış sokakta gaz yiyor! Niye böyle oldu? Deli değil herhalde bu insanlar?
Mizahçının antenleri açıktır. Şimdi yazacaklarımı, partinin akıllı başlı insanları, fanatik bir muhalefet değil, soğukkanlı bir bilgi aktarımı, tarafsız bir nabız yoklaması, bir haber getirme gibi okusun:
Bakın kardeşim, millet çok sıkıldı! Cihangir, Nişantaşı filan değil bahsettiğim. Ben diyeyim yüzde 50, siz deyin yüzde 30, belki başkası çıkar Yüzde 70 rahatsız aslında ama, ekonomi iyi, işi gücü yolunda, alternatif parti yok diye mecburen pısıp oturuyorlar der, bilemem! Otoriter tavır artık kristalize oldu, kafamızın üstünde sallanıp duruyor! Halka vergisiyle verilen hizmetleri, devlet tiyatrosuydu, şehir tiyatrosuydu, parktı, bahçeydi, hepsini kafanıza göre, sorgusuz sualsiz kapatıp, halktan geri alıp duruyorsunuz!
Gezi Parkını bir dakikalığına beklemeye alalım Genel olarak son dönemin duygusal birikiminden ne kastettiğimi açıklayayım:
Uzunca bir süre çalışkan ve pragmatik bulduğum, önyargısız izlemeye çalıştığım ekip, bakınız! Saygı göstermiyorsunuz, dinlemiyorsunuz, fikir almıyorsunuz kardeşim! Tek manevi değerimiz islam değil, anlamak istemiyorsunuz! islamın yanında, cumhuriyet de, TC ibaresi de, mili bayramlar da, Atatürk de, yaşam tarzlarımız da, hatta sadece anayasal bir ilke gibi görünen laiklik bile bu milletin çoğunluğunun manevi değeridir! Bunlar soyut veya tarihi kavramlar/kişiler değil, ırkçı-ayırımcı dogmalar değil, bilakis birliğin, özgürlüğün, ümmet değil millet olmanın, birey olmanın, insan olarak değerli hale gelmenin, hukukun, adaletin, hayatını istediği tarzda yaşamanın, kadın haklarının, eşitliğin, pozitif bilimin, aydınlığın sembolü haline gelmiştir! Laiklik ben trafikte biriyle kavga etsem, sadece o beş vakit namaz kılıyor ben kılmıyorum diye hakimin onu haklı bulmamasının garantisidir mesela! Sosyolojik, ideolojik değil; gerçek, çok hayata dair, gelecek umutlarına dair, çok kalbi duygulardır artık bu kavramlar!
Bunu fena halde gözden kaçırıyorsunuz!
Alkol malkol derken özgürlüklere çatır çatır müdahale ediyorsunuz! Ve Biz yaparız, kimseyi de takmayız diyorsunuz! Yalnız bir dakka, şöyle ki.. diyene basıyorsunuz biber gazını!
Bakın sayın AK Parti ekibi, kırgınız, küskünüz, kızgınız. O balkon konuşmasında hiç aklında yokken size oy vermeyi düşünen insanları, bugün nasıl Günahını bile vermeyecek hale getirdiniz, bir analiz etsenize!
Sizin alınız al, inandım, sizin morunuz mor, inandım, ama benim dengemi bozmayınız yav!
Gezi Parkı eyleminin temel meselesi şehrin ağaçlarıdır. Ama eylemin büyüyüp yayılmasındaki gayet sivil, masum ve duygusal altyapının tercümesi şudur: Eeeah yetti beaaa!
Ağaçların intikamı
Gelelim ağaç meselesine...
Tabiat sevgisi esasında bizim geleneğimizde var. Daha 7nci, 8nci yüzyılda, Türkler Anadoluya göç etmeden, Avrupalı gezginler Orta Asyada Türkleri şöyle anlatıyor: Hiç yıkanmıyorlardı, önce çok pis insanlar olduklarını düşündük, sonra göllerde asla yıkanmadıklarını çünkü suyu kirletmek istemediklerini anlattılar. Su ve doğa onlar için çok değerliydi. Ancak nehir bulduklarında yıkanıyorlardı! Jean Paul Rouxnun Türklerin Tarihi kitabında daha çok detay okuyabilirsiniz.
Ağaç kesmekten çok korkan bir ailenin çocuğuyum. Bizde sinek ve hamamböceği vs. dışında hayvan öldürmek, canlıya zarar vermek büyük ayıptır. Sadece insanlar değil, ağaçlar ve hayvanlar da çok değerlidir. insanları kırmak da kediye tekme atmak da ağaçlara zarar vermek de kötülüktür. iyiliğin de kötülüğün de karşılığını alırsın diye düşünürüz biz.
Ağaç kesenler, kesenlere önayak olanlar, yapmayın, iyi değildir!
Çocukken bir yazlık komşumuz vardı. Bahçemizdeki ağaçlar deniz manzarasının küçük bir bölümünü kapatıyormuş. Her sene geceleri veya biz birkaç gün yokken, gelir akasyalarımızın, çamlarımızın altına kezzap dökermiş. Döner bir bakardık ağaçlar kurumuş ölmüş. Etraftan söylerlerdi O geldi, gizli gizli kezzap döktü diye. Kurumuş olanları canlandırmaya uğraşır ya da yenilerini dikerdik uğraş didin. Kötü biri değildi. Ağaç sevmiyordu sadece. Defalarca satır arasında uyardık Ağaç öldürmek, canlı öldürmek iyi değildir, günahtır, ayıptır, yazıktır, uğur getirmez diye.
Komşumuz o kış, evinin tadilatı sırasında, yüzlerce ustanın üzerinden geçtiği sapasağlam bir ahşap iskeleye ayağını attı, kalas çatırdayarak kırıldı ve komşumuz düşüp vefat etti.
Ağaçlar sessizdir ama sandığınızdan daha özgür ve daha kudretlidir.
Onun için, herkes birbirinin istediği gibi yaşama hakkına saygı duysun!
Ve bırakın kardeşim, yaşayalım bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeşçesine işte!
T.C. Anayasası
137. Madde
J. Kanunsuz Emir
Kamu hizmetlerinde herhangi bir sıfat ve suretle çalışmakta olan kimse, üstünden aldığı emri, yönetmelik, tüzük, kanun veya Anayasa hükümlerine aykırı görürse, yerine getirmez ve bu aykırılığı o emri verene bildirir. Ancak, üstü emrinde ısrar eder ve bu emrini yazı ile yenilerse, emir yerine getirilir; bu halde, emri yerine getiren sorumlu olmaz.
Konusu suç teşkil eden emir, hiçbir suretle yerine getirilmez; yerine getiren kimse sorumluluktan kurtulamaz.
O canını yaktığın insanların parasıyla evini geçindiriyorsun. Eyleme destek vermek yerine başını önüne eğiyorsun. Şiddet kullanımı, gaz sıkımı sonuç faşizm. Yürütmeyi durdurma kararı bu kadar insanın tepkisi olmasa asla çıkmayacaktı. Bilinçli vatandaşlarımıza binlerce teşekkürler. Akp'nin omurgası kırılmış bulunmakta.
Avrupa tarihinde, hatta dünya tarihinde yirminci yüzyıl içerisinde olmuş bütün ihtilallerin, bütün düzen değiştirme girişimlerinin öncülüğünü sanatçılar götürmüşlerdir. Hep sanatçılar bu işin içindedir, bu işi toplumcu bir sanat çerçevesi içinde yapmışlardır. Şu halde ne yapmak gerekiyor? Halk tek başına faal olamıyor. Bunun beyni kim? Aydınlar, sanatçılar ve aydınları halktan koparabilirsen, halk bertaraf edilir.
Bizi kültürsüzleştirmek istiyorlar ve buna razı oluyoruz. Önce seni kültüründen soğutur, onu küçük görmeye alıştırır; ondan sonra da kendine hayran eder ve seni kullanır.
(Nam-ı Diğer Kaptan, sf:256)
- Sanatçı, Türk şiirinin neden okuruna ulaşamadığı hakkındaki görüşlerini ise şu şekilde dile getiriyor:
Batı ülkeleri (gelişmiş dediklerimiz) , şiire ilginin kaybolmasını sanayi toplumundaki sert yaşama biçimine bağlıyorlar. Çıkarlardan, duygulara yer kalmıyormuş ki şiire kalsın. Ayrıca görsel sanatların da gelişmesinin okuma sanatlarını gerilettiği ileri sürülüyor. Bilmem bu gerekçeler, toplumumuz için geçerli sayılabilir mi? Henüz sanayi toplumu sayılmayız., görsel sanatlarımızın da aman aman bi gelişmesi olmadı. Bana sorarsanız halkla şiir arasındaki kopuklukta kabahatin yarısı şairlerin tutturdukları havada. Acaba şöyle anlatabilir miyim?
Türkçe her haliyle somut bir dildir, öteki dillere oranla her şeyini somutça anlatır. Türkçede biz kızdık mı küplere biner, sevindik mi eteklerimiz zil çalar. Ağlarsak iki gözümüz iki çeşmedir, ayrılırsak ciğerimiz yanar. Zaten halk şiiri bütünüyle bu somutluk üzerine kuruluyor. Divan şiiri, her ne kadar soyut bir güzelleme gibi görünse de, imgeleriyle son derece somut ve vurucudur. Oysa epeycedir Türk şairlerinin önemli bir kısmı alafrangalık olsun diye soyut bir şiir geliştiriyorlar. Halk buna alışmamış, alışacağı da yok. Soğumanın bir sebebi bu. Millet sanki kendi şiirini okumuyor, kefere şairlerinden pek de tadına varamadığı çevirileri okuyor.
(1982, Hangi Edebiyat, sf: 335)
- Attila ilhan, dilde sadeleşmeye gitmek maksadıyla, Türkçeden Doğu-islam kültürünün kökenlerini oluşturan Arapça ve Farsça sözcüklerin kazınırcasına atılmasını, yapılan en büyük yanlışlardan biri olarak görüyor. Bunun kültür yozlaşmasına sebep olduğunu ve nasıl önlenebileceğini ise, şu şekilde dile getiriyor:
Batılı çocuklar kendi dillerinden 16.yüzyılda yazılmış bir eseri okuyup anlıyor, ben bile 16.yüzyılda yazılmış Fransızca bir eseri okuyup anlıyorum. Ama kendi dilimden Divan Edebiyatını anlayamıyorum. Milli Eğitim Bakanlığından gelip tedrisatta ne yapmak lazım? diye sordular. Onlara da söyledim. Osmanlıca bütün liselerde mecburi ders olarak okutulmalı. Arapça ve Farsçada ihtiyari olarak okutulmalı. Eğer bu yapılmazsa 20 yıl sonra Türkler geçmişlerinden hiçbir şey okuyamayacak hale gelecekler.
(2004, Yarın Dergisi)
- Attila ilhan Batı kültürünü kendi kültürümüzle sentezlemekten ziyade, Türklerin, Batı özentisi eserler veriyor oluşunu sertçe eleştiriyor ve bunu yozlaşma olarak görüyor.
Sen kendini iyi bir sanatçı sanır ve bu havalarla ortaya kimsenin anlamayacağı, okumayacağı birtakım kitaplar çıkartırsan, bunlar toplumun ne işine yarar?! Yahut böyle resimler yaparsan, bunun sonu, köpeğin kuyruğuna fırça bağlayıp tablo yapmaya kadar gider. Sonra da ne harika renkler, ne uyum, ne güzel diye oturup konuşursun. Çünkü artık hiçbir şey aramaz hale gelmişsindir. Bütün mesele bizdeki bilinç noksanlığıdır. Biz hep inanç üzerine kuruluyuz, feodal mantaliteden hala kopabilmiş değiliz. Üst yapımız budur: Aaa, postmodernizm varmış, hadi postmodernist olalım!
Doğduğumdan bu yana her kermesin göz bebeği, vazgeçilmezidir. Çocukken para birleştirip bir tabak almakla başlarken sonunda ise dolma sarıp kermese götüren kişi olup çıkarsınız.