hayatımda çok kere aşık oldum. elli senede belki yüz kere belki daha da fazla kere aşık oldum. bazen trafikte ona yeşil ışık yanarken durup bana yol veren sarışın bir spor araba sürücüsüne bile oldum. bazı zamanlar aynı gün içinde iki kancığa aşık olduğumu da hatırlarım. sabahleyin beni sonuna kadar emen kancığa, akşam yarığını somurduğuma.
sanırım bir kaç yıl oluyor. sahilden yürüyüp de bir süper market şubesine gittim. birkaç tane bira ile dilimlenmiş kaşarlardan aldım kendime. alacaklarım konusundaki fikrim sabit olduğu için sanırım markete girip çıkmam çok uzun sürmüyor. kasadaydı o. siyah bir elbise vardı üzerinde. sarı kısa saçlarıyla beraber oldukça çekici görünüyordu. tahminimce otuzlu yaşlarının başındaydı. anlık bir göz temasımız oldu kendisiyle ve güzel kancıkların en kötü özelliği uzun süre göz temasına olanak tanımıyorlar sizinle. ben kasa bandına aldıklarımı bırakıp ödeme için hazırlık yapmaya başladım. çok fazla şey almıştı o. biraz sürdü işlemlerini tamamlaması ama dört koca poşet doldurmuş kancık. kasiyerle işimizi bitirdikten sonra birkaç saniye içinde biraları ve kaşarı poşetleyip güzel kancığın iki poşetini de taktım parmaklarıma. yardımcı olabilir miyim diye sorduğumda fena güldü kancık. şenlikli bir sesi vardı, şaşırmadım. otomatik kapıya doğru yöneldim. açıl susam açıl... tekrar güldü. aslında ben otomatik kapılardan çok korkuyordum. çünkü hemen herkes mekanik bir sebepten dolayı o kapılara çarpıp rezil olabilirdi. bir kaç kere böyle kötü hadiselere şahit de oldum aynı markette. elleri alışveriş poşetleriyle dolu kimselerin hız kesmeden o kapıya çarpmalarını gördüm. ne büyük çaresizlik... kancığın iri tasarımlı olanlardan bir arabası vardı. jip dediklerinden. yakınlarda oturuyorsanız bırakabilirim dedi. gülme sırası benimdi, kahkaha attım. hava sıcaktı, arabanın ön kapısını açtım, elbette yakınlarda oturuyorum. yola çıkınca bir teknede yaşadığımı söyledim, güldü.
parkın yanına geldiğimizde ineceğimi söyledim. davet edersem iyi olmayabilirdi ama etmezsem daha kötü olabilirdi. dilerse manzaraya karşı kahve ikram edebileceğimi söyledim. vakti olmadığını ama teknenin yerini öğrenirse başka bir zaman gelebileceğini söyledi. beraber indik, ayaklarımın arasındaki market poşetini sağ elime aldım, tekneye doğru yürümeye başladık. teknenin önünde paco, sarışın bir kancığın kıçına burnunu sokmakla meşguldü. o benim köpeğim dedim. siyah olan. o tam bir piç dedim. paco bir sokak köpeğiydi son üç yavrudan birisiydi onu aldığımda. uyuz annelerinin yavruları için yeterli sütü yoktu. hepsi ölecekti neredeyse. sanırım bir labrador kırmasıydı. adının mine olduğunu, az ileride oturduğunu söyledi ve ayrıldı kancık. siyah elbisesinin içinde kalçalarını görebiliyordum. dönüp baktığında paco çoktan kancığını dölleme çalışmalarına başlamıştı. kafasını yarım çevirip elini kaldırdı mine selam verircesine. ben de öyle yaptım, iskeleyi indirip düldüle çıktım. elimdeki poşeti bırakıp sigara yaktım bir tane. poşetten biraların birini çıkartıp kapağını açtım. paco heyecanla geldi yanıma. paco tam bir alkolikti. su kabının yanındaki bira kabına şişenin birazını döktüm. garip sesler çıkartarak bir kaç saniye içinde tüm birasını yaladı. mine arabasının motorunu çalıştırdı ve uzaklaştı. hayatımda gördüğüm belki de en fena kancıktı, bir süre öylece kaldığımı hatırlıyorum.
çağımızın nüfus yoğunluğunda en büyük yeri tutan piç kurularıdır. mutsuz ve memnuniyetten yoksun yaşarlar hayatlarını.
aslında kimse sizin nerede oturduğunuzu, hangi okuldan mezun olduğunuzu, ne iş yaptığınızı, ne kadar çok para kazandığınızı umursamaz. size ait şeylerdir onlar. sadece hayatlarınızı yaşayın. neyi yapmayı seviyorsanız onu yapın çünkü sevmediğiniz bir şekilde geçirmek için fazladan bir hayatınız yok.