(bkz: nymphomaniac) filmindeki Seligman biraz bu iddiadaydı fakat işlerin hiç de göründüğü gibi olmadığını lars von trier bizlere göstermiş oldu. bilinçli olarak bakir kalınmaz. insan çevresel faktörler nedeni ile karşı cinse uzak düşmüştür. o zavallı bilinci de ancak "ben kendim isteyerek bakir kaldım" diyerek bu problemin üstesinden gelebiliyordur.
uzay boşluğunda kimsesiz bir şekilde, beni bir süre hayatta tutabilecek uzay kıyafetinin içinde, soğuk ve karanlıkta anlamsızca savrulmak... işte beni de en çok bu deşhete düşürüyor
1- toplum içinde bağırarak konuşmak
2- toplum içinde başkalarını rahatsız edecek denli uzun ve sesli kahkalar atmak
3- toplum içinde sevdiceğiyle sevişmek
4- çekirdek çöpünü yere atmak
5- ana babasına hakaret etmek
6- insanların arkasından konuşmak
7- kişiyi sevindiren/mutlu eden/üzen/korkutan şeyleri bilmemek
8- yani kendisinden bihaber olmak
9- karşısındaki anlamak için dinlememek/dinleyememek
gibi maddelerin rehberliği eşliğinde pek çok kişilerin görgüsüzlüğü hakkında konuşabiliriz.
bu da benim cover'ımdır. kendileri çok ünlü bir tango şarkısının (bkz: Louis Armstrong) tarafından popüler edilmesi ile ortaya çıkmıştır ve ben de bu şarkıyı türkçeye çevirerek güzel bir amme hizmeti etmiş oldum. sözlerin iyi oturduğunu, şarkının anlam bütünlüğüne ve ritme iyi uyum sağladığını düşünüyorum. artık benden sonrakiler de bu sözlerle kiss of fire şarkısını yarı türkçe yarı ingilizce/ispanyolca söyleyebilecekler.
efendim öncelikle bu kelime dizisi umursamaz dansçı gibi bir türkçe karşılığa sahip. ayrıyeten benim yapmış olduğum bir şarkının da adıdır. şarkı bende "acıdan uyuşmuş birinin bir dans pistinde hayatında kötü giden şeylere rağmen umursamazca dans etmesini" çağrıştırdığı için ona bu adı verdim. linki de aşağıya bırakıyorum:
the scarlet pimpernel müzikalinin parçalarından biridir. beste frank wildhorn, sözleri ise nan knighton'a aittir. bendeniz de bu parçayı çok sevdiğimden bir versiyonunu söylemiş bulunmaktayım:
yalnızlığıyla meşhur bir hayvandır. korkusuz olmasıyla da meşhurdur fakat ben onun kendi kendisine yetebilme yetenekleriyle ilgileniyorum.
söyleyince komik geliyor ama benzemeye çalıştığım hayvanlardan biri. 14 18 aylık iken annesinden ayrılır ve bir daha anne yüzü görmez. tek eşli bir yapısı yoktur, bu nedenle eşine bile bağlanmaz. çocuk yapar ve çocukla erkek bal porsuğu hiç ilgilenmez (bu kısımlarıyla benzemeye çalışmıyorum tabii * .
annesinden yeni ayrılanları hayatı keşfede keşfede avlanmayı öğrenir. akrep görür iğnesini bilmez, yılan görür koklamaya çalışır vs.
hızlı öğrenir, biraz öğrenmek de zorundadır çünkü yüksek hızda çalışan bir metabolizma bundan dolayı sürekli enerjiye ihtiyaç duymaktadır. etçil beslendiğinden ötürü sürekli av peşinde zamanını geçirir.
fiziksel özellikleri yerinde olsa da pek çok acıya karşı da dayanabilen, azimli bir hayvandır bal porsuğu. acı çeker ama dinlenecek lüksü pek yoktur lakin bir sonraki yemek vakti uzakta değildir. hayata çalışmaya gelmiş desek yeridir denebilir. bunun tam karşıtı denebilecek koalalar ise kebap bir hayat sürer. yavaş hareket eder, düşük hızda metabolizma onları az acıktırır, ve otçul beslenirler.
bence insan da hayata biraz bal porsuğu gibi bakabilmeli. birine bağımlı olmadan yaşayabilen, kendi kendisine yetebilmeyi becerebilen, çabalayan ve pes etmeyen...
bu yazımda enteresan bir şey deneyeceğim. sonda söyleyeceğimi başta söyleyeceğim: şöyle kendi yalnızlığıyla baş başa kalabilen bir insanla oturup sohbet etmek de ne şahane olurdu!
kendi yalnızlığıyla yüzleşebilen insan ne demek? zihninin engin hükümranlığını temaşa edebilen, düşünüp hayal kurabildiğinin farkına varan, insan iletişimlerini/iletişimsizliklerini inceleyen, dilin işlevini ve yetersizliklerini anlamış bir insandan bahsediyorum. olur ya bir kanı kaynayan genç sizden tavsiye almaya gelir, siz de bilirsiniz, benzer dönemlerden geçmiş biri olarak. söz bazen hiçbir güce sahip olmaz. karşıdakine geçmez, geçemez. muhatabın algısının ve alıcılarının açık ve uyumlu olması lazımdır. bu durumun farkına varmak insanda bir çaresizlik düçar eder.
sessizlik, renksizlik, hissizlik ve yalnızlık. her şeyin içi boşaltılmış, bir soğuk meyve kendisi. yedikçe bitmez, ama yiyeni bitirir. geceleri insana kendisini daha kuvvetli hissettirebilir, ne de olsa herkes uyumuştur ve sessizlik sizi kucaklar. tabii tek başınalık değil bahsettiğimiz, çünkü insan kalabalık içinde de yalnız hissedebilir. anlaşılmayacakmış gibi, sözü geçmeyecekmiş gibi, ne kadar birlikte olsa da bir o kadar ayrıymış gibi...
belki de o sizi bulmadan siz onu bulmalısınızdır. her ne kadar can yakabilen bir ruh hali olsa da, onun da mizacı böyle deyip sevmek gerekir belki. sevgi güneşini söndürecek hali yok ya!
standart anlamlarının dışında günümüz dijital çağında ayrı bir anlam da kazandı bu ifade. geçmişinden utanan insanlar artık geçmişlerini rahatlıkla modifiye edebiliyorlar. beğenilmeyen fotoğraflar siliniyor, hoşa gidilmeyen entryler kaldırılıyor. bu müdahelere açık ortamın getirisi de tabii doğallık ve samimiyetten kayıp oluyor. herkes kendisini en iyi şekilde pazarlamaya başladığında iş makineleşen, sektör haline gelen bir şeye dönüşüyor ve sosyal mecralar tamamen teşhircilik işine dönüşüyor. bu yöntemlere gerek iş için gerek aşk için başvuruluyor.
oysaki geçmiş öyle bir şey mi! insan okuyup eğitimli olduktan sonra eve gidip anasına köylü, cahil diye azar eder mi? babasından utanıyor diye onu saklayıp gizlemeye çalışır mı? beşer değil de insandan bahsettiğim göz önüne alındığında bunun cevabı haliyle hayır olacaktır. zaten insan o ki, olandan şikayet etmez. bir hadiste geçer, "dehre sövmeyiniz, dehr benim". olan olacağına varır, inanan için olanlar başıboş gerçekleşmez, hepsinin bir nedeni vardır, hepsi birinin kontrolünden geçer. cahil babanın/ananın da bir nedeni vardır. zaten okumayan birileri olarak eğitimli olacak halleri yok ya? onlar öyle olması gerekiyorlardı ve oldular. sen sen olmaya bak da olanla kavga etmektense ne olacağına emek sarf et!
sosyal merca geçmişlerine gelince, ne olacaktı ya? sen geçtin o yollardan, hepsinin izleri üzerinde. izlerden utanabilirsin, bu normal, ama daha büyük utanç ruhundaki hastalıkları temizlemek için acele etmemek. bırak geçmiş geçtiği haliyle orada dursun, sen yarından bahset!
diskoda ölüm konuşulmaz diye bir lafım var, ne kadar düşünsem de bir yamuğunu bulamadım. hakikaten bazı konular konuşulan ortama göre seviye kaybı/yükselmesine neden oluyor. ölümün soğuk ve acı yanını hissedemeden hangi ölümden bahsetmek mümkün? peki böylesine bir acı diskoda hissedilebilir mi?
konuların gerektirdiği kendilerine has bir ortam şartları var sanki. hakikati de böyle ulu orta yerlerde ulu orta kişilere söylerek mahcup etmemek lazım. hak edene/dayanabilecek olana, uygun bir ortamda, belki de uygun bir zamanda söylemek lazım. böylesi bir üçlüyü düşündüğünde de insanın doğruya/hakikate ulaşabilmesi pek zor. hoş gerçi, pek çoğu için bunlar birer tantana. sadece ufak bir azınlık ancak her şeye rağmen hakikatte ısrar edebilir.
ölüm gerçeğini öğrenmek isteyen pek az insan vardır. pek çoğu kendisine öğretilen anlam paketleriyle tav olmaya kanidir. insanı ürperten, üstüne düşünebilmesi pek mümkün görünmeyen, örtülü ve örtülü olmasından ötürü kaygı yaratan, belki de en önemli ve tek gerçek bilinmez...
türün devamlılığı için oynadığı kilit rolü hesaba kattığıımzda bu konu hakkında çok aşağılayıcı şey yazmak istemiyorum fakat erkek çoğunluk olan bu sözlüğün özellikle akşam-gece aktiviteleri düşünüldüğünde hakikaten düşük iq belirtileri görülebiliyor. bunun bir nedeni de muhtemelen ilgisiz olan yönetim ekibi. ya da gecelerin böyle olacağı gerçeğine alışmışlar. sözlüğün konu trendinin seyrini seyretmek de ilginç bir deneyim, sabaha doğru konular tekrar seks vb. yerlerden gündelik hayata kaymaya başlıyor. hava kararınca sözlüğün sanki bir gizli suratı var, bir karanlık yanı var ve o gün yüzüne çıkıyor.
sözlük erkekleri biraz daha uçkuruna az düşkün olsa acep buralar daha mı iyi olurdu? cevabı belki de hiçbir zaman bilinemeyecek ilginç bir soru...
bence depresyon söze gelmesi güç bir şey. bir isteksizlik hali. istemeden girdiğin bir oyunda birilerinin senden bir şeyler beklemesi gibi. bazen çevrendekiler bir şey istiyor, bazen hayatın ta kendisi. en yalnız adamın bile tuvalete gitmesi gerekiyor mesela. bu zorunluluktan kaçışın olanaksız olduğunun farkına varılması insanı dans pistinde dans ederken "ulan biz bir grup insan toplanıp ne de acayip hareketler yapıyoruz" uyanması gibi. bu hal insana sevişme için bile "iki tenin birbirine sürtmesi" şeklinde yorumlar yapabilmesini sağlar.
depresyon, seviyesine bağlı olarak farklı derinliklerden sizi yakalar. çok pasif ve av konumunda olursunuz. yakalanmamayı ummaktan başka yapabilecek bir çareniz de yoktur. depresyon hali ile aşk hali de ilginç benzerlikler gösterir. depresyondaki adam ile aşık adam da bir noktaya kitlenir, ondan başkasını düşünemez olur. bu haliyle depresyon da aşkta olduğu gibi bir tutulma halidir. adeta tutulur ve çekilirsiniz.
ne de zor ama, yaşamak zorundayız! ne kendimizi ne çevremizi durdurabiliyoruz. hayat bize kendisine sürekli katılmamızı diretse de depresifler ısrarla bu teklifi reddederler. hatta teklifin varlığını reddederler.
üzerine nice şarkılar şiirler yazılabilir bu halin. ey koca depresyon... kimi için bağımlılık nesnesisin, kimi için alt edilmesi gereken en büyük düşman. peki ya benim için nesin?
belki internet nedeniyle cinsellik daha fazla ön plana çıkmış olabilir ama bu da tek başına kötü olması gereken bir durum değil.
klavye başından beylik laflar ederek sosyolog kesilen arkadaşlar muhtemelen hayatlarındaki ilişkilerde başarısız olduğundan acılarını burada atıyorlar. siz kendinize yatırım yapmış biriyseniz zaten kendinizden çok aşağılarda birisine isteseniz de tutulamazsınız. herkesin kendisini adam/madam etmeye baksın please.
basit ama etkileyici bir anlatımı ve hikayesi olan tarayıcı tabanlı bir oyundur kendileri. bir de akıldan çıkmayan müziği var. hey gidi, ne de etkilemişti böyle sade bir oyun beni.
bence pek bir sorunsalı yok, hepimiz olacakların farkındayız. dışına vurulacağız, keşke içi de güzel olsaydı diye ah'layacağız. belki iç güzelliğe önem vermedik diye biraz pişman oluruz. sonra bir sonraki güzele tutulmak için hayat bize geçmişi unutturur.
pek çok arkadaşımın bir heves girip de erken bıraktığı grup. deneyip insanın zevklerini keşfetmesi hoş bir şey, fakat (özellikle oyun oynuyorsanız) muhtemelen oyun geliştirmek zannettiğiniz gibi bir şey değil. *
sanırım bir on yıl kadardır bilincimin farkında yaşıyorum. bu süre zarfında öğrendiğim çok ilginç şeyler oldu.
mesela insanların çoğunun gaflet hali dedikleri bilinci kapalı otomatik pilotta takıldığı bir durumda olduklarını öğrendim. insanları yargılamanın kolay, kendini yargılamanın zor olduğunu öğrendim. iyi bir adam olmadıktan sonra iyi insanlarla denk gelinemeyeceğini, iyi bir adam olmanın da ciddi bir çaba harcanmadan gerçekleşebilecek bir şey olmadığını öğrendim.
küçük şeylerin bazen büyük şeylerden büyük olabileceğini, büyük şeylere sahip olanların da çok küçülebildiğini, inançlı ateistleri, putperest olduğunun farkında bile olmayan dindarları...
kimi yüzünü dahi görmediğim fırıncının ekmeğini yedim, kimi kasabın etini. temizlikçisi evimi temizledi, üreticisi kullandığım ekipmanları üretti. insanla doğdum, insanla büyüdüm. ne bildiysem ondan öğrendim, ne gördüysem ondan. insanın içinden, insanın arasından. zinciri vuran da o, kıran da.
ben de kırıldım, telaşla uyanırken rüyamdan.
evet evet, bir rüya, başrolü de insan, figüranı da.
hepsi.
o,
hz insan.
papazlara günah çıkartmak gibi bir rahatlığı olabilir, hele ki eskorta kötü gözle bakıp, "bu zaten en dipte, ne anlatsam beni terslemez" diye bir düşünceniz varsa dünyanın en rahat iç dökmesini yaşayabilirsiniz.
yedikten sonra hassas midelerin midesini de kötü yapar. ama günaha seve isteye girer insan, yoğurtlu baharatlı da bir sos yaptın mı yanına. bir de film ve güzel arkadaşlar... şöyle küçük de bi sıralama yapalım,
belki 8 yıldır sözlükteyim, her gece aynı manzara oluyor diyebilirim. ilginç bir durum, gece ile birlikte artan bir azgınlık olsa gerek, ama nedeni nedir bilinmez. yatağa girmek mi tetikliyor, havanın kararması mı çok erotik bir olay, anlayamıyorum. halbuki gece artık çoğunluk evinde, insanlar birbirini daha az görüyor.
erkek için en güzeli erkeğin kızın evinde seviştigi versiyonudur, sevişme sonrası bey evine kaçar, kız için kötü olur, erkek için ise iyidir.
kız için en güzeli evden bağımsız geceyi erkeğiyle geçirmektir. otele gitmek kızı geçici miyim acaba diye sordurtabileceğinden daha kötü hissettirir. özel hissedeceği, en azından erkeğin de ona mahremini açtığını hissedeceği bir şeyler olması lazım, erkeğin evini açması erkeğine bağlı olarak etkili olabilir, duygularını açması olabilir vs.
formülü de şöyle kurabiliriz:
mekan (otel 0 - ev 1)
içe kapanıklık miktarı (0-1)
karşı partnerin azgınlık oranı (0-1)
kahveyle de çayla da güzel gider. kahve dünyasının ürünüdür. kahve dünyası da fiyat performans denebilecek kategoride güzel işler çıkartıyor. yeni mağazalarından olan galataport kahve dünyası favorilerimden. konu çabuk dağıldı...
garipsemeden, küçük görmeden, dalga da geçmeden, ciddi ciddi, ciddi olmayan ilişki arayan insan arayışıdır. espri konusu olmaya müsait olsa da kişi kendinde gerekli yetiler ve yetenekleri barındırıyorsa başarılı olabilir. gizliliğin esas olduğu, yaşın büyük, işin gücün de bulunduğu senaryo en tadından yenmez olanıdır. fazla savrulup açık evlilik tadında gidince de beraberinde başka problemleri getirebileceğinden tek eşli bir fuckbuddylilik daha tercih edilesidir.